
Zaman, kimi için akan bir ırmak, kimi içinse durduğu yerde çürüyen bir bataktı. Ama bu çağda, zaman herkesin ellerini birbirine kelepçelemiş gibiydi. Sessizce. Kimse bağırmıyordu, kimse kaçmıyordu. Sadece başlarını eğip, adımlarını dikkatlice yere koyuyor, düşmeden yürümeye çalışıyorlardı. Kimse zincirlerinin ağırlığını sorgulamıyordu artık. Zincir görünmezdi çünkü. Ve görünmeyen şeyler, insanın boynunu daha az acıtır sanılırdı. Oysa bu çağ, acının adını bile anmadığı için daha öldürücüydü.
Adı Halvas’tı. Doğduğunda ona böyle demişlerdi. Sesini ilk duyduklarında, anasının yüzü bile umursamaz bir ifadeyle dönüp bakmış, süt vermesi hatırlatılınca yanağını çevirmişti. Hayata gelişi bir hatırlatma sonucu olmuştu, tıpkı hayatı boyunca yapacağı işler gibi. Birinin ona işaret etmesi gerekecek, o da yapacaktı. Bir tarlanın kenarında, çorak ve sert bir toprağın üstünde büyüdü Halvas. Sonra büyümeyi bıraktı. Bedeni irileşti, elleri kütük gibi oldu ama büyümek başka bir şeydi. O, yalnızca büyütüldü. İri bir hayvan gibi.
Sene, kimilerine göre takvimde M.Ö. 300’dü. Kimilerine göreyse, hep aynı gündü. Halvas sabahları aynı gökyüzüne bakarak uyanıyordu. Gökyüzü, güneşin rengiyle değişiyor ama anlamı değişmiyordu. O sabah, ellerini sert toprakta gezdirdi. Toprağı sevmezdi. Sevginin ne olduğunu da pek bilmezdi. Ama toprağı kazmazsa, aç kalacağını biliyordu. Onun da hayatta bildiği tek şey buydu zaten: Toprağı kazmazsan, aç kalırsın. Aç kalırsan, dövülürsün. Dövülürsen, bir daha toprağı kazamazsın. Ve kazamazsan… ölürsün. Dönüp dolaşıp hep aynı yere gelen bir şarkı gibiydi bu.
O sabah, kara hardal tohumları topluyordu. Parlak sarı çiçekler, ellerine bulaşıyor ama bu renkler bile ona bir şey hissettirmiyordu. Yarım minanın biraz üstünde toplamıştı. İyi sayılırdı. Her zaman iyi olmak zorundaydı. Yanında çalışan ince yapılı bir çocuk vardı. Adını bilmiyordu. Seslenmesi gerekirse, yanına bir taş fırlatırdı. Çocuk yarım minanın yarısını bile toplayamamıştı. Halvas, o an onu gördü. Ama gözlerini kaçırdı. Çünkü onunla göz göze gelirse, bir şey hissetme riski vardı. Oysa hiçbir şey hissetmemek, sağ kalmanın tek yoluydu.
Günün sonunda, tohum dolu sepetleri başlarında dikilen beyaz örtülü adamlara gösterdiler. Beyaz adamlar, sessizdi. Ama onların sessizliği, taş gibiydi. Konuştuklarında insanın içini üşütürdü. O gün, çocuk az toplayınca, beyaz adam sessizliğini bozdu. “Aranızdaki fark ne?” dedi. “O çalışırken sen ne yapıyordun?” Çocuk cevap veremedi. Halvas da cevap vermedi. Kimse cevap vermezdi zaten. Cevaplar sadece eylemlerle verilirdi burada.
Çocuğun kolundan tutup pisliğin içine bastırdılar. Halvas baktı. Sadece baktı. Gözlerini kaçırmadı ama yardım da etmedi. Bu, başını eğmeden boyun eğmenin bir yoluydu. Sessiz kalırsan, hayatta kalırsın. Kimsenin avukatı olma. Kimsenin sesi olma. Halvas bunu yıllar önce öğrenmişti.
Yıllar geçti. Kaç yıl bilmiyordu. Günlerin sayısını tutmak, birinin görevi değildi. Halvas artık tarla kazmıyor, beyaz adamların gölgesinde geziyordu. Diğerlerini denetliyordu. Yanında bir beyaz varsa, onun göz hareketlerinden anlamlar çıkarıyordu. Kaşı çatıldığında, hemen ileri atılıp, diğerlerinden birinin sırtına asasını indiriyordu. Kaşı kalkarsa, gülümsüyordu. Ve bazen, beyaz adam yokken de aynı hareketleri yapıyordu. Alışkanlık böyle bir şeydi. Zamanla, düşünmeden yapılan eylemler, insanın kendisi haline gelirdi.
Bir gün ona mavi taşlı bir tunik verdiler. Giysi, pahalıydı. Halvas, onu giydiğinde ilk başta utandı. Ama sonra, herkesin gözünün kendisinde olduğunu fark etti. Onu diğerlerinden ayıran bir işaret gibiydi o giysi. Halvas asla giysisini övmedi. Ses etmedi. Ama yürürken biraz daha dik yürüdü. Elleri arkada, ağır adımlarla dolaştı. Tıpkı beyaz adamlar gibi. Kimse diline anlam veremediği sözcükler serpiştirdiğinde sorgulamadı. O dili konuşmuyorlardı, ama Halvas biliyordu: Farklı olduğunu göstermek için anlamaya gerek yoktu.
O artık kölelerin en büyüğüydü. Yine köleydi ama diğerlerinden farklıydı. O kendisine böyle anlatıyordu. Yine aç kalmamak için çalışıyordu. Yine kırbaç seslerini dinliyordu. Ama artık vuran taraftaydı. Onun adı Halvas’tı. Yüzü sert, sesi tok. Gözlerinde kimsenin görmediği bir boşluk vardı. Ve kimse sormuyordu, “Neden?”
O çağda, kimse sormuyordu zaten.
***
Sonra yıl döndü. Adına artık M.S. 2020 diyorlardı. Ama bazıları hâlâ, hep aynı günü yaşıyordu. Sadece kostümler değişmişti.
Adı Doruk’tu. Modern bir şehirde doğmuştu. Doğduğunda babası, adını “zirve” olsun diye koymuştu ama Doruk hep yere bakarak yürüyordu. Okulda, defterini düzgün tutar, çizgiyi taşırmazdı. Öğretmeni kızdığında, hemen başını eğerdi. Yanında oturan çocuk bir gün, haksız yere azar yiyince, onun yerine konuşan çocuk cezalandırıldı. Doruk o gün bir şey öğrendi. “Kendi işine bak.” Ve bir de şunu: “Kimsenin avukatı olma.”
Yıllar geçti. Doruk iyi bir üniversite kazandı. İyi notlar aldı. İşe girdi. Takım elbisesini ütülü giydi. Sabahlara kadar sunum hazırladı. Patronu espri yaptığında gülüp gülmemeye patronun yüzüne bakarak karar verdi. Masaya yeni bir fikir geldiğinde önce patronunun kaşına baktı. Kaşı çatılırsa, fikir kötüydü. Kalkarsa, destekledi. Başını eğmeden boyun eğmek buydu.
Doruk artık iyi bir maaş alıyordu. Yeni model telefonlar, parlayan saatler, hızla değişen otomobiller… Sahip olduklarıydı onun zincirleri. Ama o zincirleri, takı gibi taşıyordu. Sosyal medyada paylaştığı fotoğraflarda, altına yazdığı esprili cümlelerde hep şunu fısıldıyordu: “Bakın, farklıyım.” Oysa Doruk her sabah saat yedide kalkıyor, başkasının hayalini gerçekleştirmek için çalışıyordu. Hayatı boyunca asla gerçekten kendi için uyanmamıştı.
Dünyada kölelik yoktu artık. Sınıf farkı da. Öyle diyorlardı. Zincirler görünmezdi çünkü. Ve Doruk, görünmeyen zincirlerin en parlak halkasına tutunmuştu. En sevdiği kitap, Özgürlüğün Yolculuğu, en sevdiği film Asi Ruhu idi. Ama pazartesi sabahı yine plazanın otomatik kapısından başını öne eğerek geçiyordu.
Doruk, zeki, modern ve medeni bir adamdı.
Ve bu çağ hâlâ bitmemişti.
Bu çağ, Sessiz Hizmetkârların Çağı’ydı.
.