Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens Üzerine Bir Sohbet
İnsanlığın Sıradışı Yolculuğu
Düşün, bir zamanlar dünya üzerinde kim olduğumuzu bile bilmeden, sadece hayatta kalma içgüdüsüyle hareket eden sıradan bir canlıydık. Okyanusların kıyılarında balık tutuyor, ormanlarda meyve topluyor, geceleri avcı hayvanlardan saklanarak sabahı bekliyorduk. Harari’nin Sapiens kitabını okurken, kendimi sık sık bu sahnelerin içinde hayal ettim. Binlerce yıl önce, Homo sapiens dünyaya yayılırken, her adımında tarihin en büyük değişimini başlatıyordu. Ama bu hikaye, sanki bir zafer öyküsü değil de bir kayboluş destanı gibi geliyor bana. Biz, doğanın bir parçasıyken nasıl oldu da onu fethetmeye kalkıştık? Harari’nin dediği gibi, bizi diğer canlılardan farklı kılan zekamız değil, hayal gücümüzdü. Bu hayal gücü bizi bir araya getirdi, kabileler oluşturdu, diller geliştirdi. Ama bir düşün, bu aynı hayal gücü bizi savaşlara, sömürüye ve bunca karmaşaya da sürükledi. Belki de insanoğlunun en büyük ironisi burada yatıyor: Hayal etme yetimiz, bizi yücelten ve aynı zamanda mahveden şey.
Kitabın başlarında Harari, Homo sapiens’in diğer insan türleriyle aynı dünyayı paylaştığı dönemlerden bahsediyor. Bunu okuduğumda, bir anda zihnimde koskoca bir mağara canlandı: Neandertaller, Homo erectus ve biz… Aynı anda var olan bu türlerden hayatta kalmayı başaran neden yalnızca biz olduk? Harari, bunun sebebini iş birliği yapabilme kapasitemizle açıklıyor. Ama burada da bir çelişki var: İş birliği bizi hayatta tuttu, evet, ama aynı zamanda bizi başkalarını ezmeye de yönlendirdi. Tüm diğer insan türlerini ortadan kaldırmış olmamız, aslında ne kadar acımasız olduğumuzun kanıtı değil mi? İnsanlığın bu yolculuğunda, çoğu zaman yalnızca kendi çıkarlarımızı düşünerek hareket ettik. Doğayla uyum içinde yaşamak yerine onu kontrol etmeye çalıştık. Bu noktada, insanlık tarihinin en temel sorusu geliyor aklıma: Daha iyi bir yaşam arayışı, bizi gerçekten daha iyi bir hale mi getirdi?
Harari, avcı-toplayıcı dönemden bahsederken, bu yaşam tarzının aslında sanıldığı kadar kötü olmadığını söylüyor. İnsanlar doğayla iç içe, basit ama dengeli bir hayat sürüyorlardı. O dönemi hayal ederken kendime hep şu soruyu sordum: O insanlar daha mı mutluydu? Bugün biz, büyük binalar, teknoloji ve konfor dolu evlerimizle o döneme kıyasla çok daha iyi şartlarda yaşıyoruz gibi görünüyor. Ama aynı zamanda sürekli bir tatminsizlik içinde debeleniyoruz. Daha fazla kazanmak, daha fazla sahip olmak, daha fazla tüketmek… Harari’nin dediği gibi, insanlığın tarihi aslında bir arayışın hikayesi. Hep daha iyiyi, daha fazlasını aradık. Ama bu arayış, bizi geçmişten ne kadar kopardıysa, kendimizden de o kadar uzaklaştırdı. Oysa avcı-toplayıcı günlerde, insanlar hayatta kalmanın ötesinde çok az şeyle ilgileniyordu. Bu sade yaşamın bir yandan huzurlu, bir yandan da kıt kanaat olduğunu düşündüm. Peki, bugün tüm bu karmaşamızla o dönemden daha mı iyiyiz?
Kitap boyunca, insanın doğa ile kurduğu ilişkinin evrimi beni çok etkiledi. Doğanın tam bir parçasıyken, nasıl oldu da kendimizi onun hükümdarı ilan ettik? Harari’nin insanlık tarihine dair bu anlatımı, bir yandan hayranlık uyandırıyor, bir yandan da bir iç sıkıntısı yaratıyor. Düşünsene, milyonlarca yıllık evrim, bizi şu anda oturduğumuz yere getirdi. Ama bu evrim boyunca, acaba kaç defa yanlış kararlar aldık? Kaç kere doğaya, diğer canlılara ve hatta kendimize ihanet ettik? Harari’nin bu soruları kitabın her satırında hissettirdiğini düşünüyorum. İnsanlığın sıradışı yolculuğu, sadece başarılarla değil, pişmanlıklarla da dolu bir hikaye. Bu yolculuğu anlamaya çalışırken, aslında kendimizi anlamaya çalışıyoruz. Belki de bu yüzden Harari’nin anlattıkları bu kadar etkileyici: Çünkü bu hikaye, bizim hikayemiz.
Tarımın Tatlı Tuzakları
Tarım Devrimi… İnsanlık tarihindeki en büyük dönüşüm, aynı zamanda en büyük yanılgı. Harari’nin kitabını okurken bu devrim üzerine düşünmek beni hep karmaşık bir duyguya sürüklüyor. Bir yandan buğday tarlalarının arasında dolaşan, elindeki kazmayla toprağı süren ilk insanları hayal ediyorum; bir yandan da onların farkında olmadan kendilerini nasıl bir yükün altına soktuklarını. Harari, tarımı insanlık için bir ilerleme değil, bir tuzak olarak nitelendiriyor. Ve düşündükçe bu görüşün ne kadar haklı olduğunu görebiliyorsun. Çünkü avcı-toplayıcı hayatın o özgürlüğünden, toprağa bağlı bir kölelik düzenine geçtik. İnsanlar yerleşik hale gelerek buğdayı ekip biçti ama aslında buğday, insanı ehlileştirdi. Kendimizi toprağın efendisi zannederken, birden bire bu tohumun esiri olduk.
Tarım Devrimi’nin bize kazandırdıkları çok açık: Daha fazla yiyecek, daha büyük nüfuslar, daha organize toplumlar… Ama bu kazançların bedelini ağır ödedik. Harari’nin dediği gibi, tarım insanın bedenine yük bindirdi, sırtını büktü, eklem ağrılarını miras bıraktı. Gözümde, sabahın erken saatlerinde tarlaya çıkıp güneşin altında çalışan bir insan canlanıyor. O toprakları işlerken, acaba özgür olduğunu mu düşünüyordu, yoksa mecburiyetten mi yapıyordu bunu? Çünkü tarımla birlikte artık hayatta kalmak için bir şeyler aramaktan fazlasını yapmaya başladık: Daha çok üretmek, daha çok biriktirmek zorundaydık. Bu birikim ihtiyacı, insanlığın ilk eşitsizliklerini de beraberinde getirdi. Kim daha çok toprağa sahipti? Kim daha fazla yiyecek stoklayabiliyordu? Harari’nin bu noktada bize gösterdiği şey, tarımın sadece bir ekonomik değişim değil, aynı zamanda sosyal bir devrim olduğu. İnsanlar arasında sınıf farklarının oluşması, zenginle fakir arasındaki uçurumun doğuşu işte bu devrimle başladı.
Düşünsene, bir tohum, bir avuç buğday, insanlık tarihini nasıl bu kadar değiştirebilir? Tarım, doğayı kontrol etme çabamızın ilk büyük adımıydı. Ama bu kontrol arzusu, aslında doğanın ritmine karşı bir savaş ilanıydı. Harari’nin satırlarında hissettiğim şey, insanın bu savaşta galip gibi görünse de aslında her zaman bir şeyler kaybettiği. Tarımla birlikte insanlar yerleşik hale geldi ve bu yerleşiklik, hayatta kalmayı daha kolay hale getirdiği kadar, dertlerimizi de çoğalttı. Artık bir kabilenin üyesi değil, bir köyün parçasıydık. Ve bu köy, bir düzen talep ediyordu. İnsanlar kurallara boyun eğmek, çalışmak ve topluma katkı sağlamak zorundaydı. Oysa avcı-toplayıcı günlerde, doğanın sunduklarıyla yetinmeyi bilen insanlar bu kadar çok kural ve yükümlülüğe sahip değildi.
Harari’nin Tarım Devrimi’ni bir “aldanış” olarak tanımlaması, modern hayatın kökenlerine dair düşündürüyor beni. Bugün hâlâ çalışıp çabalıyor, para biriktiriyor, kendimize bir hayat kurmaya çalışıyoruz. Tarım Devrimi’nden bu yana değişen bir şey var mı? Yiyeceğimizi depolamak yerine, artık banka hesaplarımızı dolduruyoruz. Ama bu döngü hiç bitmiyor. Tarımın tatlı tuzağı, modern yaşamın da tatlı tuzağı aslında. Çünkü biz, hep daha fazlasını istemeye programlanmış gibiyiz. Ama daha fazlasını elde ettikçe, mutluluk mu yoksa daha büyük bir yük mü kazanıyoruz? İşte Harari’nin bu bölümde sorduğu en temel soru bu. Ve insan, bu sorunun cevabını buldukça, belki de tarih boyunca yaptığı hataları daha iyi anlayabilir. Tarımın tatlı bir tuzak olduğu fikri, aslında modern hayatın ne kadar yanıltıcı olduğunu da yüzümüze çarpıyor. Her şey elimizin altında gibi görünüyor ama aynı zamanda hiçbir şeye sahip değilmişiz gibi hissediyoruz. Belki de asıl tuzak, daha fazlasını isteme arzumuzun kendisidir.
Hayal Gücünün Yaratıcı Gücü
Düşünsene, seni dünyadaki en güçlü varlık yapan şey, kas gücün ya da hızın değil de hayal gücün olsa… Harari’nin en çok akılda kalan tespitlerinden biri bu: İnsanları diğer türlerden ayıran şey zekaları değil, hayal etme ve inanma kapasiteleri. İşte bu fikir, kitabı okurken beni sürekli düşündürdü. Bir hayalin, bir hikayenin bu kadar güçlü olabileceğini, insanlığın kaderini kökten değiştirebileceğini daha önce hiç bu kadar net anlamamıştım. Dinler, devletler, paralar, şirketler… Bunların hepsi, bizim yarattığımız kurgular. Harari’nin deyimiyle, kolektif hayal gücümüzün ürünleri. Ve bu kurgular, bizi birbirimize bağladı, devasa toplumlar inşa etmemizi sağladı. Ama aynı zamanda bizi bu hayallerin kölesi yaptı.
Bir an durup düşün: Para dediğimiz şey, aslında sadece bir kâğıt parçası değil mi? Ama biz ona o kadar inanıyoruz ki, hayatlarımızı bu inancın etrafında kuruyoruz. Ya da devletler… Sınır çizgilerinin, pasaportların varlığı, tamamen insanların zihninde yarattığı bir düzen. Ama bu düzen olmadan yaşamayı hayal bile edemiyoruz. Harari’nin satırlarında dolaşırken, insanın nasıl bu kadar karmaşık bir hikaye yazarı olabileceğine şaşırıyorsun. Çünkü bizim yarattığımız bu hikayeler, artık hayatımızın temel direkleri haline gelmiş durumda. Dinlerin, ideolojilerin, hukuk sistemlerinin hepsi, insanlar arasında güveni ve iş birliğini mümkün kılan ortak inançlar. Ama bir yandan da bu ortak inançlar yüzünden ne kadar çok çatışmaya girdiğimizi düşünmeden edemiyorsun.
Bu noktada insanın hayal gücü hem bir nimet, hem de bir lanet gibi geliyor bana. Hayal gücümüzle dünyayı şekillendirebiliyor, mucizeler yaratabiliyoruz. Ama aynı zamanda bu gücü yıkım için de kullanabiliyoruz. Harari, bunu çok güzel bir şekilde anlatıyor. Bir hikaye, bir inanç sistemi, insanları bir araya getirebilir ama aynı zamanda onları birbirine düşman edebilir. Örneğin, milliyetçilik dediğimiz şey bir hikayeden ibaret. Ama bu hikaye, milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Dinler, kitleleri bir arada tutmayı başardı ama aynı zamanda sayısız savaşın nedeni oldu. Hayal gücümüzle yarattığımız her şeyin iki yüzü var: Bizi birleştiren ama aynı zamanda ayrıştıran bir güce sahipler.
Harari’nin kolektif hayal gücü hakkındaki bu görüşü, bana günümüz dünyasını daha farklı bir gözle görmemi sağladı. Bugün bile sosyal medya gibi araçlarla yeni hikayeler yaratıyoruz. Markalar, trendler, ideolojiler… Hepsi modern dünyanın kurguları. İnsanlar, bu hikayelere inanarak hareket ediyor. Ama bu hikayeler, bizi özgürleştiriyor mu, yoksa daha da mı esir ediyor? Bazen modern dünyayı, hayal gücümüzün yarattığı bir labirent gibi düşünüyorum. Bu labirent içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz ama aynı zamanda bu labirenti genişletip karmaşıklaştıran da biziz.
Sonuçta, Harari’nin dediği gibi, insanın hayal gücü, onu diğer tüm canlılardan ayıran ve dünyayı ele geçirmesini sağlayan en büyük güç. Ama bu güç, bizim aynı zamanda en büyük yükümüz. Yarattığımız hikayelere inandıkça, onların içinde kayboluyoruz. Harari’nin bu bölümde asıl sorduğu soru şu: Hayal gücümüz bizi bu kadar ileri götürürken, bizi ne kadar geri çekiyor? İnsan, bu soruyu kendine sormadan hayal gücünün ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu gerçekten anlayabilir mi? Belki de insanlık, kendi hayal dünyasında yolunu bulmaya çalışırken, bir gün bu hikayelerin içinde kaybolup gitmeyi göze almalı. Bu, hayal gücümüzün hem lütfu hem de laneti.
Bilim, İlerleme ve İnsan Tanrılar
Bilim… İnsanlığın yıldızlara dokunmasını sağlayan en büyük güç. Harari, bilimsel devrimi insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olarak ele alıyor. Ve bunda haksız değil; bilim sayesinde yalnızca dünyayı değil, kendi varlığımızı da anlamaya çalışıyoruz. Ancak Harari’nin kitabında altını çizdiği bir nokta var: Bilim, evrenin bir amacı olmadığı fikrini ortaya koyar gibi görünse de, aslında bu, bilimin değil, bilimi yorumlayanların bir çıkarımıdır. Bilim, evrenin mekanizmalarını açıklar; neden-sonuç ilişkilerini kurar, teoriler geliştirir. Ancak “Evrenin amacı yok” gibi bir görüş, bilimsel bir bulgu değil, tamamen felsefi bir yorumdur. Ve bana göre, bu yorum ne kadar yaygın olursa olsun, insanın anlam arayışını tek başına susturamaz.
Harari’nin kitabını okurken bu konuyu sık sık düşündüm. Bilim, evrenin işleyişini anlama çabamızın en büyük aracı. Atomun sırlarından galaksilerin hareketine kadar birçok soruya cevap veriyor. Ancak bilimin bize sunduğu bu açıklamalar, evrenin nihai bir amacı olup olmadığı konusunda sessiz kalır. Çünkü bu, bilimin sınırları dışında bir sorudur. Harari’nin bilimin ilerlemesiyle insanların eski mitlerden ve inanç sistemlerinden uzaklaştığını söylemesi doğru olabilir. Ama bu, bilimsel bir gerçeğin değil, modern dünyanın felsefi eğilimlerinin bir sonucudur. Ve bu noktada, Harari’nin karamsarlığını paylaşmakta zorlanıyorum. Çünkü bilim, bize bir şeyin amacını söylemez; o, nasıl işlediğini söyler. Amacı aramak, insanın zihnindeki bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç, bilimsel açıklamalarla bitmez.
Bilimin insanlık için açtığı kapılar inanılmaz. Genetik mühendislik sayesinde DNA’mızı yeniden yazıyoruz, ölümsüzlüğü arıyoruz. Harari’nin diyor ki, bilim, insanı bir tanrıya dönüştürme potansiyeline sahip. Ama bu güç, beraberinde bir sorumluluk getiriyor. Çünkü doğayı anlamak ve ona hükmetmek arasındaki çizgi çok ince. Harari, insanın bu gücü kontrol edemeyebileceği konusunda uyarıyor. Ve bu uyarı, bilimin doğasına dair düşüncelerimi yeniden gözden geçirmemi sağladı. Bilim, doğru ellerde bir ışık, yanlış ellerde ise bir yıkım aracına dönüşebilir. Bu da bilimin değil, insanın ne yapacağına bağlıdır.
Bilim ve teknoloji ilerledikçe, insanlık artık yalnızca doğayı değil, kendi evrimini de kontrol etme noktasına geldi. Ancak bu, beraberinde büyük etik soruları da getiriyor: İnsan, bu kadar büyük bir gücün sorumluluğunu taşıyabilecek mi? Harari’nin kitabını okurken bu sorunun cevabını bulmak için daha fazla sorgulama ihtiyacı hissettim. Çünkü bilim bize bir yandan yeni kapılar açıyor, diğer yandan bizi bilinmeyen bir gelecekle yüzleşmeye zorluyor. Ve bu gelecekte, insanın kendi anlamını bulup bulamayacağı, bilimi nasıl kullandığına bağlı.
Tarihin Unuttuğu Sesler
Tarih kitaplarını açtığınızda ne görürsünüz? Büyük zaferler, fetihler, kahraman liderler… Her şey kazananların hikayesi üzerine kuruludur. Harari’nin kitabını okurken, tarihin aslında ne kadar eksik yazıldığını bir kez daha fark ettim. Fethedilen topraklar, kazanılan savaşlar, ele geçirilen şehirler büyük birer başarı olarak anlatılır. Ama o topraklarda yaşayan insanlara ne oldu? Bu soruyu sormak kimsenin aklına gelmez. Harari’nin bu sessiz sorusu, kitabın en sarsıcı yanlarından biri. Çünkü tarih, genelde kazananların gururla yazdığı bir destandır; kaybedenlerin yaşadığı acılar ise karanlıkta unutulur.
Her fetih bir hikayedir; genelde zaferi kazanan liderin, ordularının gücüyle yazılmış bir hikaye. Ama bu hikayenin diğer yüzü nasıldır? Fethedilen topraklarda yaşayan insanlar için bu zafer, yaşamlarının altüst olması demektir. Evi yağmalanan, ailesi öldürülen ya da köle olarak alınan binlerce, belki milyonlarca insan… Tarih bu kaybedenleri anlatmaz. Harari’nin dediği gibi, kazananların hikayesi anlatılırken, kaybedenlerin çığlıkları tarihin derinliklerine gömülür. Örneğin, bir imparatorun yeni topraklar fethettiği ve büyük bir medeniyet kurduğu anlatılır. Ama bu medeniyetin üzerine basarak yükseldiği insanların hikayesi hep eksik kalır. Fethedilen yerlerde yaşayan halk, artık kendi hayatlarına sahip değildir; yeni bir düzenin, yeni bir gücün altında yaşamaya mahkum olmuştur. Ancak bu mahkumiyetin öyküsü, tarihin görmezden geldiği bir trajedidir.
Harari, bu noktada tarihin gerçek yüzünü gösteriyor. Fetihler ve savaşlar, sadece güçlünün üstünlüğünü pekiştirdiği olaylar değil, aynı zamanda zayıfların sesinin tamamen susturulduğu anlardır. Örneğin, bir krallığın genişlemesini övebiliriz; oysa bu genişlemenin, yerli halkın evsiz kalması, kültürlerinin yok edilmesi ya da dillerinin unutturulması anlamına geldiğini pek düşünmeyiz. Harari’nin kitabı, bu susturulan hikayeleri yeniden düşünmemizi sağlıyor. Çünkü tarihte bir liderin adı ne kadar gururla anılıyorsa, arkasında bıraktığı o kadar çok acı vardır. Bu acılar, tarih kitaplarında yazmaz ama o halkların hafızasında, o toprakların ruhunda hep yaşar.
Fetihler sadece toprakları ele geçirmekle kalmaz, aynı zamanda insanların hayatlarını, kültürlerini ve kimliklerini de siler. Harari, bu noktada tarih yazımının ne kadar tek taraflı olduğunu vurguluyor. Kazananların kahramanlaştırıldığı bir tarih anlatısı, kaybedenlerin yok sayıldığı bir geçmişi de beraberinde getirir. Örneğin, bir savaşın sonunda kazanan bir imparatorun anıtları dikilir, destanları yazılır. Ama o savaşta evlerini kaybedenler, sevdiklerini yitirenler, köle olarak alınanlar… Onların hikayesi yoktur. Çünkü tarih, gücün hikayesidir. Ve bu güç, zayıf olanın sesi duyulmasın diye büyük bir perde çeker.
Bu noktada düşünmeden edemiyorum: Zafer dediğimiz şey gerçekten bir kazanç mı? Yoksa bir başka halkın acısının üzerine kurulmuş bir yanılsama mı? Harari’nin bu soruyu dolaylı yoldan sorması, tarih anlayışımı sorgulamama neden oldu. Çünkü tarih, yalnızca kazananların değil, kaybedenlerin de hikayesidir. Fethedilen toprakların gerçek hikayesi, savaş meydanında değil, o topraklarda yaşayan insanların yaşadığı travmalarda gizlidir. Bu travmalar, tarihin gölgesinde kalır ama o halkların ruhunda yankılanmaya devam eder.
Harari’nin anlattığı bu unutturulmuş sesler, beni derin bir sorgulamaya itti. Kazananların yazdığı tarih, aslında yarım bir hikayedir. Fetihler, savaşlar, zaferler… Bunların ardında kimlerin ezildiğini, kimlerin susturulduğunu görmezden gelirsek, gerçek tarihi nasıl anlayabiliriz? Belki de Harari’nin kitabında bizi en çok sarsan şey bu: Tarih, bir zaferler dizisi değil, aynı zamanda büyük bir trajediler zinciridir. Bu trajedileri görmeden, geçmişi gerçekten anlayamayız. Ve geçmişi anlayamazsak, geleceği de doğru bir şekilde inşa edemeyiz. Çünkü tarihin unuttuğu sesler, aslında insanlığın en gerçek hikayeleridir.
Son Söz: Sapiens’ten Ne Öğreniyoruz?
Harari’nin Sapiens kitabını bitirdiğimde, aklımda sadece bir soru vardı: “Biz insanlar, bu kadar uzun ve karmaşık bir yolculuğun sonunda gerçekten ne olduk?” Sayfalar boyunca insanlık tarihini yeniden düşünmemi sağlayan bu eser, sonunda beni derin bir boşlukla baş başa bıraktı. Çünkü kitap, kazandıklarımız kadar kaybettiklerimizi, yarattığımız kadar yok ettiğimizi ve ilerlediğimizi düşündüğümüz her adımda aslında ne kadar tökezlediğimizi gösteriyor. Harari’nin sunduğu tarih, bir zafer hikayesi değil, bir yolculuğun hikayesi. Ve bu yolculuğun sonunda varmamız gereken yer hâlâ belirsiz. Çünkü biz, evrimin bir ürünü olmaktan çıkıp kendi geleceğini belirleme noktasına geldik. Ama bu değişim bizi nereye götürecek?
Harari’nin kitabında en çok vurguladığı şeylerden biri, insanın hayal gücünün ne kadar güçlü olduğuydu. Kolektif hikayeler yarattık, bu hikayelere inanarak koca kitleleri bir araya getirdik, toplumlar kurduk, savaşlar yaptık, devrimler gerçekleştirdik. Ama bu hikayeler bazen bizi birleştirirken, bazen de derin ayrışmalara sebep oldu. Para, din, devletler… Bunların hepsi birer kurgu. Ama bu kurguların yaratıcısı olan insan, bir süre sonra kendi yarattıklarının esiri oldu. Harari’nin bu tespiti, modern dünyaya dair birçok soruyu beraberinde getiriyor. Bugün bile, teknoloji ve küreselleşme çağında yaşarken, hâlâ bu kurguların peşinden gidiyoruz. Ama bu bizi gerçekten mutlu ediyor mu? Yoksa sadece daha büyük bir boşluğa mı sürüklüyor?
Sapiens’i okurken, insanın anlam arayışına olan ihtiyacını derinden hissettim. Harari’nin bilimsel ve tarihsel analizleri, birçok eski miti yıkıyor. Ancak bu mitlerin yıkılması, insandaki anlam arayışını sonlandırmıyor; tam tersine, daha büyük sorular doğuruyor. Harari’nin “Evrenin bir amacı yok” gibi yorumlarına katılmasam da, onun bu karamsarlığının ardındaki gerçeği görebiliyorum: İnsan, tarih boyunca bir anlam arayışı içinde yaşadı. Bu arayış, bazen hayal kırıklıklarıyla sonuçlandı, bazen yeni keşiflerle. Ama sonuç ne olursa olsun, bu arayış hiç bitmedi. Çünkü insan dediğimiz varlık, sadece var olmakla yetinemiyor; varoluşuna bir anlam yüklemek istiyor. Bu anlam, bazen bir dine inanmak, bazen bir sanat eseri yaratmak, bazen de sadece bir sorunun cevabını aramak oluyor.
Son olarak, Harari’nin kitabının bana düşündürdüğü en önemli şey şu oldu: İnsanlık, yalnızca geçmişini anlamaya çalışarak geleceğini şekillendirebilir. Tarih, sadece bir bilgi yığını değil, aynı