Yazı kategorisi: Film

KIŞ GELDİ (bu bir game of thrones incelemesidir)

Not: Yaklaşık 3 yıl önce yazmıştım bu yazıyı. Bugün eski yazılarımı karıştırırken gözüme çarptı ve açıkçası kendi kendime şöyle bir düşündüm: “Yahu, ne güzel yazmışım!” (Alçakgönüllülükte üstüme yoktur.)
Hal böyle olunca, bu yazıyı bir kez daha paylaşmak istedim.

Bazen gecenin sessizliğinde, rüzgarların uğultusunda bir fısıltı duyarsın. Derinden, içini ürperten bir ses. Kış geliyor der gibi, ama sanki çoktan gelmiş de, haberin yokmuş gibi. İşte böyle başlar Westeros’un hikayesi. Soğuk, sert, merhametsiz… Ama bir o kadar da büyüleyici. Çünkü insan doğasının en karanlık köşelerine bir ayna tutar bu topraklar. Hepimizin içinde bir yerlerde saklı duran ihtirasları, korkuları ve hayatta kalma savaşını gösterir. İstersen adına başka bir şey de diyebilirsin ama bana kalırsa tek bir cehennem varsa, o da burasıdır: Westeros.

Şimdi şöyle düşün. Bir dünya hayal et. Taşların bile sır sakladığı, yeminin ihanetle aynı nefeste söylendiği bir yer. Güç her şeydir. Onur, sadakat, dürüstlük… Bunların değeri varsa bile, o değer bir tahta oturup oturmadığınla ölçülür. Öyle bir dünya ki, her köşesinde başka bir ihanet, başka bir entrika. Kan ve gözyaşı dökülmeden bir adım bile ilerleyemezsin. Demir Taht’a giden yol dikenli değil, bıçaklı. Ve herkes bu yolda yürümeye hevesli. Kimisi intikam için, kimisi hırsı uğruna, kimisi sadece hayatta kalmak için. Ama bir gerçek var: Bu oyun oynandığında ya kazanırsın ya da ölürsün. Gerçi, çoğu zaman kazananlar da sonunda ölür ama olsun.

“Game of Thrones” işte tam da burada başlıyor. Bize anlatılan, büyük kralların, asil savaşçıların destanı gibi görünse de, aslında kendi hikayemiz bu. Güç isteyen, ihanet eden, sevdiklerini kaybeden, yanılan ve yeniden doğan insanlığın hikayesi. Bir yanda Westeros, diğer yanda Essos. Biri hanedanların taht oyunlarıyla kavruluyor, diğeri köleliğin ve özgürlüğün bedelini ödüyor. Ama iki kıta da aynı gerçeği haykırıyor: Güç, insanı değiştirir. Ve bazen en korktuğun şey, en çok istediğin şeydir.

Kuzey unutmaz derler. Gerçekten de unutmaz. Hele ki Starklar… Ned Stark’ı düşünelim mesela. Onurun, adaletin adamı. Kışyarı’nın Efendisi. Krallığın karmaşasında bile doğruluktan şaşmayan, en sert fırtınada bile pusulası sabit kalan adam. Ned’in felsefesi o kadar net ki: Doğru olanı yap, ne pahasına olursa olsun. Ama işte, Westeros öyle bir yer değil. Burada doğruyu söyleyenin boynu vuruluyor. Kral Robert öldüğünde, Ned gerçeği öğreniyor. Demir Taht’ın varisi dedikleri Joffrey aslında Jaime ve Cersei’nin çocuğu. Kan bağı yok. Tahtta oturması bir yalan. Ama Ned bu gerçeği saklamıyor, saklayamıyor. Çünkü onuru izin vermiyor. Ve bedelini hayatıyla ödüyor. Başka bir hikayede kahraman olurdu belki. Ama burada, Westeros’ta kahraman olmak çoğu zaman sadece erken ölmek demek.

İşte burada durup düşünüyorsun. Doğru olanı yapmak, gerçekten en iyi seçim mi? Ned yaşasaydı, tahtı eline geçirseydi, daha iyi bir dünya kurar mıydı? Belki. Ama o zaman kendi değerlerini çiğnemiş olurdu. Kant’ın dediği gibi, doğru olanı yap, sonucu düşünme. Ama gel gör ki Westeros, Kant’ın dünyası değil. Burada sonuçlar, prensiplerden daha güçlü. Ned, doğruyu söylediği için öldü. Ve ardından kaos geldi. Cersei tahta geçirdiği oğlu Joffrey’i, halk acı çekti, savaşlar patlak verdi. Ned yaşasaydı, belki de tüm bunlar olmazdı. Belki de. Ama “belki”lerin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz zaten.

Jaime Lannister’a gelirsek… Ah, Jaime. Dizinin ilk sezonlarında gözümüzde sadece Kral Katili. O soğuk gülümsemesi, Cersei’yle olan ensest ilişkisi, Bran’i pencereden atışı… Baştan kaybediyor bizim gönlümüzü. Ama Westeros’ta işler öyle basit değil. Herkesin bir hikayesi var. Herkesin karanlık bir sebebi. Jaime’nin de öyle. Deli Kral’ı öldürdü çünkü şehir yanmak üzereydi. Binlerce insanı kurtardı ama adı hain oldu. Kimse sormadı neden diye. Herkes, “O Kral Muhafızları’ndan, yeminine ihanet etti” dedi. Evet, etti. Ama daha büyük bir felaketi önledi. Şimdi düşün, sen olsan ne yapardın? Yeminine sadık kalıp insanları ölüme mi terk ederdin, yoksa yeminini bozup hayatları mı kurtarırdın? İşte o gri alan, Game of Thrones’un en gerçek olduğu yer. İyilik ve kötülük öyle siyah beyaz değil. Herkes biraz gri burada.

Jaime’nin hikayesi Brienne ile değişiyor. Brienne… Onurlu, dürüst, inatçı bir savaşçı. Jaime’nin kaybettiği onuru ona hatırlatıyor. “Sen de iyi bir adam olabilirsin,” diyor ona. Ve Jaime, kendi içindeki iyiliği yeniden buluyor. Ama hayat öyle bir şey ki, bazen iyiliği bulduğunda çok geç kalmış oluyorsun.

Cersei’ye dönersek, Westeros’un en tartışmalı kraliçesi. Onun hikayesini sadece “kötü kadın” olarak okumak haksızlık olur. Evet, acımasız. Evet, entrikacı. Ama neden? Çünkü hayatta kalmak zorunda. Çünkü çocukları için dünyayı yakmayı göze alıyor. Makyavelist bir kraliçe. Amacı, çocuklarının güvenliği ve kendi gücü. Araçlar umurunda değil. Yediler Tapınağı’nı havaya uçurması, rakiplerini tek tek ortadan kaldırması… Hepsi, tahtta kalmak için. Makyavelli’nin dediği gibi, bir hükümdar hem sevilmeli hem korkulmalı. Ama birini seçmek zorundaysan, korkulan ol. Cersei korkulan biri oldu. Ama sonunda, yalnız kalan da o oldu. Hırsı, kendi sonunu hazırladı.

Bunu izlerken zaten emin olduğum bir konuyu tekrar gözden geçirdim. Cersei’nin hikayesi, bir kadının gücü ele geçirdiğinde erkeklerinkinden farklı olmadığını gösteriyor. Güç, kimde olursa olsun, insanı benzer şekilde değiştiriyor. Kadın ya da erkek fark etmiyor. Güç, insanı dönüştürüyor. Ve çoğu zaman, dönüştürdüğü yerde, insan kalmak zorlaşıyor.

Westeros böyle bir yer işte. İhanetin, entrikanın, ihmalin, tutkunun iç içe geçtiği bir coğrafya. Ama en gerçek tarafı şu: Burada herkes kendi hikayesinin kahramanı. Cersei kendince haklı. Ned kendince doğru. Jaime kendi iç savaşında haklı bir adam. Bu yüzden iyi ve kötü ayrımı yapmak zor. Burada herkes biraz haklı, biraz zalim, biraz masum.

Ve sonra kaos geliyor. Kaos, Westeros’ta bitmek bilmeyen bir fırtına. Ama bazıları bu kaosu bir çukur olarak görürken, bazıları onu bir merdiven olarak görüyor. Ve o merdivenden yukarı tırmananlar, ya zirvede duruyor ya da düşüp yok oluyor. Kaos burada sadece yıkım değil, aynı zamanda fırsat. Güç, kimin bu fırsatı ne kadar iyi değerlendirdiğine bağlı.

Bir nefes alalım. Hikayenin ağırlığı, zamanla daha da bastırıyor insanın göğsüne. Ama daha anlatacaklarımız bitmedi. Kaosun merdivenlerinden yukarı çıkanları, zekasıyla taht oyunlarını yönetenleri konuşacağız. Tyrion’u, Littlefinger’ı, Lord Varys’i. Ve elbette, ejderhaların gölgesinde büyüyen Daenerys’i. Güç ve zekanın oyunlarını konuşmaya hazır ol. Çünkü asıl savaş, kelimelerle başlar.

Kış geldi. Hadi devam edelim.





Kaosun o karanlık merdiveninde kimileri düşer, kimileri yükselir. Westeros’ta ayakta kalmak için yalnızca kılıç kullanmak yetmez; kelimelerin keskinliğini, zekanın soğukkanlılığını bilmen gerekir. Güce ulaşmak isteyen herkes, ister kılıcını kuşanır ister entrikalar örer, ama sonuç hep aynıdır: Tahta biraz daha yaklaşır ya da kanını toprağa bırakır. Güç, burada hayatta kalmak için tek araçtır. Ama nasıl kullanacağını bilmezsen, elinde patlar. Tıpkı alev topunu kavrayıp yakıcı sıcağını kontrol edemeyen biri gibi, Westeros’ta güç hem yakar, hem kavurur.

Tyrion Lannister, bu dünyanın en ince zekalarından biri. Cüce doğmuş olması, onu küçümseyen bakışlara alıştırmış. Daha çocukken anlamış ki, insanlar dış görünüşüne bakıp onun ne olduğunu sandıklarıyla yetinecekler. Ama Tyrion, onların görmediği bir şeyi büyütmüş içinde: Aklını. O, kılıç kuşanamaz, ama zekasını ustaca kullanır. Kelimeler onun kalkanıdır, zekası ise kılıcı. Düşmanlarını kesip biçmek yerine, onları masalarda mat eder. Sarayın karanlık koridorlarında fısıldaşır, herkes bağırırken o sessizce plan kurar.

Tyrion’u farklı kılan şeylerden biri, güce olan bakışı. Gücü bir amaç olarak görmez. O, gücü bir araç olarak kullanır. Amacı, Westeros’u daha yaşanılır kılmak. Belki de onu diğerlerinden ayıran şey budur. Cersei, Jaime, babası Tywin… Hepsi kendi çıkarlarını korumak için savaşıyor. Ama Tyrion, kendi hayatının çamurları içinde yürümüş biri olarak başkalarının da daha iyi bir yerde olmasını istiyor. Onun gerçekliği çok açık: Bu dünya adil değil. İyilerin her zaman kazanmadığı, kötülükle sarmaş dolaş bir gerçekliktir Westeros. Ve Tyrion bunu kabullenmiş. O yüzden çok uzun zamandır kimseye inanmıyor, kimseye tam olarak güvenmiyor. Ama yine de elinden geldiğince adil olmaya çalışıyor. İşte bu yüzden onun hikayesi gerçek bir trajedi. Çünkü bir insan, ne kadar iyi olmaya çalışsa da, kader hep acı bir şaka yapıyor.

Ama Tyrion yalnız değil. Westeros’un oyun kurucuları çok fazla. Her biri farklı bir yol seçiyor. Kimisi kelimeleriyle, kimisi sırlarıyla, kimisi sadece sabırla. Petyr Baelish… Littlefinger. O ise kaosun en büyük savunucusu. Onun için kaos, diğerlerinin korktuğu bir uçurum değil, fırsatlar dizisi. Başkalarının panikle boğulduğu yerde, o suyun üstünde yürüyen adam. Herkes birbirini yerken o adım adım yükseliyor. Yoksul bir lordun oğlu iken, sarayın en büyük gücü haline geliyor. Neredeyse kralları bile parmağında oynatıyor. Ama işte kaos bir merdivense, merdivenin basamakları bazen çürük olabiliyor. Ve Petyr, hep yukarı bakarken, altında neler olup bittiğini unutuyor.

Onun inancı yok. Sadakati de yok. Onun tek sadakati, kendine. Westeros’taki sadakat, aşk, dostluk gibi kavramlara inanmıyor. Ona göre bunlar sadece maskeler. İnsanlar ihtiyaç duyduklarında çıkarlarını gizlemek için takıyor. Bu yüzden onun hikayesi, insan doğasının karanlık aynası gibi. Sadece kendi çıkarları için yaşayan biri. Sevgi sandığımız şeyin, çoğu zaman iktidarın başka bir biçimi olduğunu bize hatırlatan biri. Bir aşk ilanı mı duydun? Belki de o, sadece yeni bir ittifak kurma arzusudur. Baelish bunu herkesten daha iyi biliyor. Ama bir gerçek daha var: İnsan yalnızken, hep kaybeder. Petyr de yalnız kaldığında düşüyor. Onu hep yukarı taşıyan entrikaları, sonunda başını celladın baltasının altına koyuyor.

Ve tam karşısında, onun gölgesi gibi duran bir adam var: Lord Varys. İkisi de sarayın arka odalarında fısıldaşır, ikisi de bilgiyi güç sayar. Ama Varys’in farkı şu: O, kendisi için yaşamaz. Diyar için yaşar. Westeros’un huzuru onun tek derdi. Onun için hangi kral, hangi hanedan geldi geçti önemsiz. Mühim olan halk. İster soylu ister sıradan biri olsun, Varys için herkes önemli. Sadakati, Westeros’a. Bir taht için, bir krallık için değil. Tüm ülke için çalışıyor. Ama işte trajik olan, bu uğurda seçtiği yöntemler. O da oyunlar kuruyor, sırlar taşıyor, insanları manipüle ediyor. İyiliğe giden yolun, bazen en karanlık yollardan geçmek zorunda olduğunu kabul etmiş bir adam.

Bir gün, Varys Tyrion’a bir bilmece anlatıyor. Üç büyük adam bir odada. Kral, rahip ve zengin bir adam. Hepsi bir paralı askere, diğerini öldürmesini emrediyor. Kimin sözü geçerli? Cevap: Asker neye inanırsa, o. Güç, insanların inandığı yerde durur. Tacın, altının, tanrıların değil; insanların hayallerinde ve korkularında. Bu yüzden gücü kim tutar? Ona inanılan kişi. Güç, aslında bir illüzyon. Ama o illüzyonu kim iyi yönetirse, taht onun olur. Varys bunu biliyor ve insanlara neye inandırırlarsa, dünyanın da o yönde şekillendiğini anlamış. Ama onun da hikayesi hüzünlü. Çünkü gücü hep başkaları için kullandı. Ve günün sonunda, o başkaları ona ihanet etti. Halk için yaşayan biri bile, sonunda yalnız kalıyor bu dünyada.

Daenerys Targaryen… Ejderhaların Annesi. Başta bir kurban. Hayatı boyunca zulüm görmüş, sürgün edilmiş, satılmış bir kız. Ama bir noktada, kendi kaderini eline alıyor. Küllerinden doğan bir kraliçe. Essos’ta köleleri özgür bırakıyor, zalimleri devirmeye başlıyor. Adaleti sağlamak için yola çıkıyor. Masum bir kurtarıcı gibi. Halk onu Khaleesi diye çağırıyor, Anne diye önünde eğiliyor. Ama mesele şu ki, Daenerys adaleti sağladıkça, güce de alışıyor. Hatta daha fazlasını istiyor. Bu öyle bir his ki, yavaş yavaş insanı kendinden geçiriyor. Bir zamanlar köleleri özgür bırakan o kız, zamanla kendi adaletini herkesin üzerinde bir yasa olarak dayatıyor. Direnenleri yok ediyor. Kendisine karşı olanları “düşman” ilan ediyor. Ve en sonunda King’s Landing’i fethettiğinde, artık adaletle değil, korkuyla hükmediyor. Şehri yakıyor, halkı katlediyor. Çünkü bir zamanlar kurtarıcı olan, şimdi zalim olmuş.

Daenerys’in hikayesi bize şu soruyu sorduruyor: Güç, insanı mı değiştirir? Yoksa insanı olduğu gibi mi ortaya çıkarır? O, Machiavelli’nin Prens’i gibi, bazen sevilmeyi isterken, sonunda korkulmayı daha güvenilir buluyor. Ve tam da bu yüzden, kendi yolunu kendi elleriyle sonlandırıyor.

Tyrion ona, “Görev sevgiyi öldürür, bazen de sevgi görevi,” demişti. Daenerys, görev uğruna sevgiyi öldürdü. Onun halkı için başladığı yolculuk, kendi kibri için bir savaşa dönüştü. Artık adalet değil, hükmetmek istedi. Ve Westeros, onun için bir kurtuluş değil, bir işgal oldu.

Gücün doğası burada çok net: Güç, ne kadar kutsal amaçlarla alınırsa alınsın, sonunda insanı sınar. Daenerys, bir kurtarıcı olarak başladığı hikayesinde, bir tirana dönüştü. Ve Westeros’ta kaç kişi bu sınavdan geçebildi ki?

Ama hikaye burada bitmez. Çünkü Westeros, sadece insanların savaştığı bir dünya değil. Tanrılar, inançlar, kadim efsaneler de bu topraklarda yankılanır. Kimin kaderi gerçekten kendi elindedir? Kimse emin değil. Ama hepsi bir şeye inanıyor: Tanrılar, kehanetler ve kader. Çünkü bu dünyada güç yeterli değil. Biraz da inanç gerekiyor. İnanacak bir hikaye.

Hadi şimdi, inançların, kehanetlerin ve tanrıların dünyasına dalalım. Çünkü sonraki yazaklarım, Westeros’u yöneten kılıçlar ve kelimeler değil, inanç ve korkular olacak. Kış hala burada. Ve daha anlatacaklarımız bitmedi.

İnsanlar, karanlığın ortasında bir ışık ararlar. Kimi bir meşale yakar, kimi göğe bakar yıldız arar. Ama Westeros’ta insanlar, Tanrılarına döner. Çünkü burada herkes, bir şeylere inanmak zorunda kalır. Bir hikayeye, bir peygambere, bir kehanete… Yoksa aklı yitirirsin. Güç her zaman yeterli olmaz; bazen ruhunun boşluklarını dolduracak bir şeye daha ihtiyacın vardır. Bazen gerçekler fazlasıyla ağır gelir, o yüzden insanlar kendilerini hikayelere bırakır. Daenerys’in “kurtarıcı” hikayesini inşa etmesi de, Jon Snow’un “kayıp prens” efsanesine dönüşmesi de bundandır. Çünkü insanlar, anlatılara sarılır. Onları kim yazarsa, tahtı o ele geçirir.

Westeros’ta dinler, yalnızca inanç değil, aynı zamanda politikanın da en kuvvetli aracıdır. Yedi inancı, Demir Taht’ı titretir. Kral Toprakları’nda halk, Yüce Serçe’ye sırtını yaslar. Din, en alt sınıflardan en üst soylulara kadar herkesi etkisi altına alır. Kılıçtan daha keskin, zehirden daha hızlı işler. Yedi inancında tek bir Tanrı vardır ama onun yedi farklı yüzü. Bir annenin merhameti, bir savaşçının cesareti, bir demircinin sabrı… Her yüz, halkın farklı ihtiyaçlarına cevap verir. Ama dinin gücü, burada başlar; herkesin ruhuna, kendi zayıflığından girer.

Cersei, işte bu inancı küçümsemenin bedelini ağır öder. Yedi inancının yükselişini görmezden gelir, onları manipüle edeceğini sanır. Ama inanç, manipüle edilebilecek bir şey değildir. İnananlar, bir kez kandırıldığında ya fanatikleşir ya da yok olurlar. Yüce Serçe, dinin gücünü eline aldığında, Westeros’un en büyük hanedanlarını bile diz çöktürür. Ve Cersei, elinde kalan son seçeneği kullanır: Korku. Tapınağı patlattığında, sadece düşmanlarını değil, inancı da yok eder. Ama inanç, ateşle yakılmaz. O, insanların aklında kalır. Bu yüzden Cersei kazanır gibi görünür, ama aslında kaybetmiştir. Halkı onu sevmiyor, sadece ondan korkuyor. Ve korku, uzun süreli bir tahta garanti vermez.

Yedi inancının gölgesinde bir başka din yükselir: Işık Tanrısı, R’hllor. Kızıl Rahibe Melisandre’nin getirdiği inanç, ateşten doğmuş bir vaadi simgeler. O, alevlerin içinde gelecek kralı görür. Kehanete göre, Azor Ahai adında bir kurtarıcı gelecek ve karanlığı yenecektir. Melisandre buna inanır. Öyle ki, inancı uğruna masumları yakar, kız çocuğunu ateşe verir, binlerce askeri ölüme yollar. Çünkü o, tanrısının buyruğunu sorgulamaz. Ama en derin yanılsamalar, en güçlü inançların içinden çıkar. Melisandre, Stannis Baratheon’un seçilmiş kişi olduğuna inanır. Ama Stannis öldüğünde, inancı kırılır. Tanrısının onunla konuşmadığını fark eder. O an, insan olarak tamamen çöker. Çünkü bir insanın en büyük kaybı, inandığı şeyin aslında hiç olmamış olmasıdır. Melisandre’nin gözlerinde gördüğümüz boşluk, Tanrıların sessizliğinin yüküdür.

Fakat inanç kolay sönmez. Melisandre, sonra Jon Snow’a inanır. Jon Snow, Gece Nöbetçileri tarafından ihanete uğrayıp öldürülmüş, sonra Melisandre tarafından tekrar diriltilmiş bir adam. Ve ölümden dönen her karakter gibi, Jon’un kaderi artık kendi ellerinde değildir. O artık sadece bir adam değildir; bir efsanedir. Ölümden dönmek, onu halkın gözünde seçilmiş yapar. Ama Jon bunun ağırlığını taşımak istemez. O, kral olmak istemez. Tahta göz dikmez. Ama işte kehanetler, genellikle böyle işler. Tahtı isteyenler değil, istemeyenler seçilir. Çünkü halk, isteksiz kahramanlara inanmayı sever. Onlar daha “gerçek” görünür. Jon Snow, belki de o yüzden Kuzey’in Kralı ilan edilir. Ama onun hikayesi de acı doludur. Ne istediği ne de kim olduğu bellidir. Stark mı, Targaryen mi? Ejderhaların oğlu mu, yoksa Kuzey’in kurtları arasında bir yabancı mı? Westeros’ta kim olduğunu bilmeyen bir adam, sonunda herkesin umudu olur.

Jon Snow’un Mesih anlatısında, dinlerin ve kaderin gölgesi ağır basar. Onun ölümden dönüşü, İsa’nın dirilişine benzer. Halk onun ardında yürür, çünkü onlara inandırıcı gelen bir hikaye sunar. Ve insanlar, her zaman iyi hikayelere inanır. Asıl gücün, kılıçta değil, anlatıda olduğunu Tyrion bize söyler. Dünyayı ordular değil, hikayeler yönetir. Westeros’ta da, Essos’ta da… Herkesin bir hikayeye ihtiyacı vardır. Daenerys, kendini zincir kıran, halkların kurtarıcısı olarak anlatır. Jon Snow, kendini Gece Nöbetçisi olarak adar ama halk onun savaşçısından kralına her şeyi yükler. Cersei, kendini annelik hikayesine sığınarak güçlendirir. Herkesin anlattığı hikaye, bir güç aracıdır. Gerçek olup olmaması önemli değildir. Yeter ki inandırıcı olsun.

Arya Stark’ın hikayesi ise bambaşka. O, babasının ölümüyle başlayan bir intikam yolculuğuna çıkar. Kız çocuğu, bir katile dönüşür. Ama onun yolu sadece kan ve kılıçla örülü değildir. Essos’ta, Braavos’ta, Yüzsüz Adamlar’ın tapınağında kim olduğunu unutur. Çok Yüzlü Tanrı’ya hizmet eder. Yani, ölüme. Arya, Hadesten gelen bir karakter gibi, ölümü kabullenir ve onun aracı olur. Kimliğini kaybeder, ama sonunda geri kazanır. Arya Stark olarak dönmesi, onun hem intikamını tamamlaması hem de insan kalabilmesinin anahtarıdır. Ölümün hizmetkarı bile olsan, bir noktada kendi adını tekrar söylemek istersin.

Bran Stark… O, hikayenin en farklı anlatıcısıdır. Geçmişi ve geleceği görür. Üç Gözlü Kuzgun olarak, zamanın dışına çıkar. O, bir şaman gibi, geçmişin ve geleceğin hikayelerini taşır. Ama onun hikayesi, insanlığını kaybetmesiyle biter. Bran artık “o değil”. Duyguları yoktur. Sadece hikayeleri izler, zamanı gözlemler. Ve nihayetinde tahta oturur. Bran, hikayeleri bilen ve anlatan kişi olarak Westeros’un kralı olur. Çünkü en iyi hikayeye sahip olan, en güçlüdür. Bunu Tyrion söyler ama aslında biz de biliyoruz. İnsanlar bayrakları için savaşmazlar. Hikayeler için savaşırlar. Ve Westeros’un hikayesini en iyi kim biliyor? Bran.

Sonunda döner dolaşırız, başa geliriz. Tanrılar, inançlar, kader… Hepsi insanların yarattığı hikayeler. Ama bu, onları gerçek olmaktan alıkoymaz. Gerçeklik, inandığın yerde başlar. Westeros’un tanrıları farklıdır. Yedi, Eski Tanrılar, R’hllor, Çok Yüzlü Tanrı… Ama hepsinin yaptığı aynı şey: İnsanları yönlendirmek. Onlara bir amaç, bir yol göstermek. Belki de hiçbir Tanrı yok. Belki de hepsi var. Ama ne fark eder? İnsanlar, hikayelere inanır ve o hikayeler dünyayı şekillendirir.

Melisandre’nin dediği gibi, “Gece karanlık ve korkularla doludur.” Ama insanlar, karanlıkta bile bir ışık bulur. Bir ateş, bir umut… Bazen bu umut, Daenerys’in ejderhalarında saklıdır. Bazen Jon Snow’un geri dönüşünde. Bazen bir hikayede. Bazen de sadece bir isimde: Stark, Targaryen, Lannister… Ama en sonunda her şey bir masaldır. Birbirimize defalarca anlattığımız bir masal. İnandığımız sürece gerçek olan.

Ve Westeros’un nihai dersi budur: Güç, bir hikayeye inanmaktır. En iyi hikaye, en güçlü olandır. Tyrion’ın dediği gibi, “Dünyada iyi bir hikayeden daha güçlü hiçbir şey yoktur.”

Ve işte biz, bu hikayeyi anlatırken, bir yandan da kendi hikayemizi yazıyoruz. Kış geldi. Ama kıştan sonra da başka mevsimler var. Westeros’un hikayesi burada bitse bile, anlatılan her masalda yankılanmaya devam edecek.

Çünkü insanlar hikayelerle yaşar. Ve en güçlü krallar bile sonunda bir hikayeye dönüşür.

Küçük bir not…

Arkadaşlar, öncelikle yazıyı okuyup yorum yapan herkese gerçekten teşekkür ederim. Gelen mesajlar inanılmaz motive edici! Hem eğlendim, hem düşündüm, sayenizde yazarken çok daha fazla keyif aldım. “Abi Jaime’yi bu kadar iyi anlatmasaydın keşke” diyenler var, “Daenerys’i neden yaktın?” diyenler var… Hepsini okudum, iyi ki yazmışsınız.

Ama ufak bir sitemim de olacak… Bazı yorumlar,mailler var, sanki bu yazıyı Demir Taht’a oturmak için yazmışım gibi hissettiriyor! Dostlar, şu an yoğun bir üniversite hayatının, stajların, derslerin tam ortasındayım. Bu yazılar, aralarda nefes almak, kafa dağıtmak için yazılıyor. Biraz eğlenelim, biraz düşünelim diye… Ama yok, bazılarınız sağ olsun, “Niye şunu yazmadın?”, “Bu karakter öyle değil!” diye hesap soruyor! Ne diyeyim, siz de haklısınız ama ben de insanım be!

Şaka bir yana, her yorumunuz kıymetli. Okumak, cevaplamak, birlikte tartışmak en güzel kısmı. Yazmaya devam edeceğim. Siz yazın, ben de elimden geldiğince cevap vereceğim.

Hadi, bir sonraki yazıda tekrar buluşuruz, selametle...

Yorum bırakın