Bugün 7 Ocak 2025. Havanın griliğiyle, içimden bir şey yapmak gelmeyen bir gün daha. Aslında çok da önemli değil. Şöyle yazayım, bugün bana dokunan tek şey, Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi” kitabı oldu. Evet, tam olarak o. Yani bazı günler olur ya, hayat biraz flu, biraz gri, ama bir yerden bir roman girer araya. (Yani benim için)Bu da öyle bir andı. Hadi anlatayım, hem kitap hem kendim karışık.
Dickens’ın o meşhur cümlesiyle başlayalım mı? “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü…” diye giden o. Hepimizin hayatına bir yerden dokunan bir ifade bu. Gün gelir uyar, gün gelir anlamsız gelir. Kitap, Fransız Devrimi zamanında geçiyor ama sanki dün olmuş gibi. Şöyle düşün: bir yanda Londra, bir yanda Paris. Biri duvarlarına sessizlik asılmış, diğeri öfkeyle kaynıyor. Ve Dickens bu ikisinin arasında gidip geliyor. Hani seninle birisi sohbet eder de birden sesini indirir, sonra tekrar yükseltir ya… roman da tam olarak öyle bir tempo.
Karakterler desen, her biri tek başına oturup uzun uzun dertleşmek isteyeceğin türden. Dr. Manette… İnsana bazen bir kelime dokunur ya, onunki “unutmak”. 18 yıl zindanda kalmış, ayakkabı yapmayla aklını tutmuş, sonra bir gün kızı gelip onu bulmuş. Öyle müthiş sahne filan değil. Daha çok, sırılsıklam bir buluşma gibi. Islak, eski, biraz yıkık. Lucie Manette’i anlatmayacağım fazla. Saf, iyi kalplilik filan… ama fazla parlatmayalım, çünkü bu yazının havası o değil. Lucie’nin güzelliği değil de, onun etrafındaki adamlarda dönen meseleler daha enteresan.
Charles Darnay. Soğukkanlı bir adam. Soyluluğunu bırakmış, “ben bu hayattan çıkıyorum” demiş, sonra eski dünyasına geri çekilmiş. Yani hayata “ben başka biri olacağım” deyip, sonra “neysem oyum” diyenlerin roman versiyonu gibi. Paris’e geri döndüğü an, başına ne geleceğini az çok biliyorsun ama yine de okuyorsun. Hani bazen bir filmi izlerken karakter hata yapar ve “yapma” dersin ama izlemeye de devam edersin. Aynen o.
Sonra Madame Defarge var. Sessizliğin öfkesi. Örgü örerken isimleri yazıyor. Ama bu, devrim örgüsü. Sessiz, sözsüz, ama hep kayıtta. Bir kadının içinde bu kadar kin birikir mi? Evet, birikir. Sebepleri de var. Ama bu kin o kadar sistematik ki… sonunda kendini de örüyor aslında.
Ve Sydney Carton. Yazının asıl adamı en sevdiğim karakter. Kaybedenlerin krallarından. Akıllı ama dağınık. Lucie’ye aşık ama sevemeyecek kadar yorgun. Hayatının bir anlamı olmadığına inanıyor, ama sonra öyle bir hareket yapıyor ki, bir insan kendini ancak bu kadar sessizce kurtarabilir. Fedakarlığın gösteri olmadan yapılanı. “Bu benim hayatta yaptığım en iyi şey” diyor içinden, ve gidiyor. Yani birinin yerine ölmek büyük bir olay, ama onu bu kadar sessiz yapması esas mesele.
Roman boyu “yaşama döndürülmek” fikri var. Dr. Manette için fiziksel, Carton için ruhsal bir dönüş bu. Ama öyle parıltılı değil. Sessiz, köşeye çekilmiş, biraz da unutulmuş bir kurtuluş. Dickens büyük laflar etmeden yazmış. Olanı, olduğu gibi.
Romanı kapattığımda, her şeyin net olduğu bir son olmadı. Belki de bu yüzden iyi. Her şeyin cevabını vermiyor. Bazı şeyler eksik, flu, belki de tamamlanmamış. Hayat gibi. Kimse mutlu sona varmıyor aslında. Sadece yola devam ediyorlar.
Bazısı sustu, bazısı sürgün yedi, kimi öldü, kimi bir çocuğun elinden tuttu. Ama herkes yoluna devam etti. Dickens kimseyi yüceltmiyor, kimseyi yerin dibine de sokmuyor. Hikâyeyi anlatıyor, gerisi sana kalmış. Herkesin kendi gözü var, kendi yargısı. Belki de bu yüzden bazı romanlar okurla değil, kendi kendisiyle konuşur. Bu da onlardan biri.
Hayatın da kendine göre böyle roman gibi ilerlediği anlar var. Düzen bozulur, birileri eski defterleri açar, kimileri yeni bir sayfa arar. Ama sonunda her şey biraz eksik, biraz yarım kalır. Tamamlanmaz ama devam eder. Dickens’ın karakterleri gibi, biz de günü kurtarır, sonra ertesi sabah tekrar kalkarız. Belki biraz yorgun, ama yine de kalkarız.
Bazı romanlar bittikten sonra çok şey değişmez. Ama sen biraz değişmiş olursun. Sanki biri omzuna dokunmuş gibi. İşte o his kalır geriye. Çok söz yoktur, ama biraz fazlası hissedilir. İki Şehrin Hikayesi de benim için biraz öyle oldu.
Sonra düşündüm. Dickens nasıl yazıyor böyle? Cümle kurmak sanki tören gibi. Her kelime ağırbaşlı, aralarındaki virgül bile ceketi ilikli gibi duruyor. Sanki İngiltere’nin kendisi oturmuş yazıyor. Çay soğumadan, masanın üstü düzenli, duvarda saat tıkır tıkır. Ama işin garibi, o kadar düzgünlük içinde sarsıcı şeyler söylüyor. “Bir adam var, ölecek. Hem de başkası için.” Ama öyle bağırmadan, içli içli ağlamadan. Dingin, neredeyse alaycı bir ağırlıkla. Ne çok seviyor karakterlerini, ne de bırakamayacak kadar bağlı. Yazıyor ve bırakıyor. Sanki hiçbirine tutunmuyormuş gibi, ama bir yandan da kimseyi harcamıyor. Böyle bir yazı disiplini, biraz da umursamazlığın kardeşi galiba. “Ne anlatıyorsun?” dersen, bazen sadece yazma biçimi bile hikâyeden daha çok şey anlatıyor. Belki de o yüzden hala okuyoruz Dickens’ı. Çünkü bazı kelimeler yaşlanmıyor.
Bir ara kendi kendime sordum: “Ben Sydney olsam, yapar mıydım?” Yani gerçekten… birinin yerine, hiçbir kazanç beklemeden ölüme yürümek. Kolay romantize edilecek bir hareket gibi duruyor. Ama düşününce, bugünün dünyasında bırak başkası için ölmeyi, sıraya girerken biri önüne geçse sinirleniyoruz. Hadi diyelim birini gerçekten sevdin, peki onun mutlu olması için hayatını bırakır mısın? Ve bunu yaparken kimse bilmeyecek, kimse alkışlamayacak, sadece sen bileceksin. O an. Gerçekten yapar mıyız bunu?
Sanmıyorum. Belki de bu yüzden Carton bu kadar unutulmaz. Çünkü bizde eksik olan bir parçayı taşıyor. Herkesin içinde bir “keşke o kadar cesur olsam” diyen küçük bir yer var ya, işte Carton oraya sesleniyor. Onunla özdeşleşmek zor, ama onların varlığını bilmek iyi geliyor.
Ama işin aslı şu ki, bazen kendimiz için bile fedakarlık yapamıyoruz. Ertelediğimiz kararlar, kaçtığımız yüzleşmeler, kendimize dair söylediğimiz küçük yalanlar… Hepsi biraz konfor uğruna. O yüzden “başkası için ölür müydüm?” sorusu zaten fazla iddialı. Önce “kendim için yaşar mıydım?” sorusunu halletmek lazım galiba. Ama işte, Carton bu soruları da bizim yerimize taşıyor. Biz okuyup düşünüyoruz, sonra gidip su ısıtıyoruz. O ölüyor, ben çay koyuyorum. Denge bu galiba.
Bugün 2 Şubat 2025. Bu yazıya başlayalı neredeyse 1 ay olmuş bu sürede doğum günümü atlattım yani bu sürede bir yaş daha aldım. Çeyrek asrı devirdim. Değişen bir şey oldu mu? Pek sanmam. Ama artık bazı şeyleri olduğu gibi kabul ediyorum. Belki budur yaşanmak dedikleri. Ne umutla, ne karanlıkla, sadece “olduğu kadar” bir şeyler. Dickens okurken de aynı his: Bazen bir kitap büyük laflar etmeden de insanı durdurabiliyor. Beni durdurdu.
Ve bazı kitaplar sadece susmak için okunur. Sırf iç sesin biraz sussun diye. Bazen karakterleri dinlemezsin bile. Gözün kelime üstünde gezinir, ama aklın başka yerde. O kelimeler ne yapar eder, bir boşluğu doldurur. Sadece bir süreliğine. “İki Şehrin Hikayesi” öyleydi. Çok şeyi anlatmadı, ama bir şekilde benimle kaldı. Belki de bazı kitaplar konuşmaz, yanında durur sadece. Bu da onlardan.
Yani evet, kitap bitti. Ama ben bitmedim. Hayatın ara sayfalarındayım belki. Ne girişteyim, ne sonuçta. Ve bu yazı da, öyle çerçeveli bir cümleyle bitmeyecek. Nokta koymak istemiyorum. Bu da burada dursun. Gerekirse geri geliriz.
Solculuk… Ne güzel bir kelime aslında (bana göre). İlk duyduğunda insana umut veriyor, merhamet çağrıştırıyor. Ezilenin yanında, yoksulun sesi, sömürülene omuz… Yani kulağa gayet vicdanlı geliyor. Belki bu yüzden bir zamanlar hepimiz bir parça solcuyduk. En azından kalben. Çünkü solculuk ilk bakışta iyiliği temsil ediyor gibi duruyor. Ama işte dostum, mesele burada başlıyor: İyilik her zaman gerçeklikle uyuşmaz.
Çoğu solcu iyi insanlardır. Samimidirler. Safça inanırlar dünyanın değişebileceğine. Ama benim gözüme hep şöyle görünmüşlerdir: Kafaları bir ütopyayla dolmuş, gerçeği tokat gibi suratlarına yediklerinde hâlâ “Ama insanlık kazanacak!” diye bağıran, kandırılmaya çok müsait, bazen de hayatın karmaşıklığını anlayamayan insanlar.
Düşünsene, kapitalizm diyorlar mesela. Tamam, eleştirilecek çok yönü var. Ama onun karşısına koydukları şey ne? 20. yüzyıl boyunca denendi, Stalin’den Mao’ya kadar… Milyonlarca insanın ölümüne, sefaletine yol açan sistemleri “ama o gerçek sosyalizm değildi” diyerek temize çekmeye çalışıyorlar. Bu bana hep şey gibi geliyor: Hani bir sevgili vardır, seni sürekli aldatır ama sen hâlâ “O aslında kötü biri değil, sadece ne yaptığını bilmiyor” dersin. Kusura bakma dostum ama bu artık saflığın ötesi, düpedüz kendini kandırmak.(biraz da…)
Solculuk, duygusal insanların ideolojisi gibi geliyor bana( Tabiki duygusal olmak bir kusur değil. Yalnızca bir tespit: çoğu solcu duygusal ve derin düşüncesi olmayan insanlardır. Her duygusal insan saf değildir.Yanlış anlaşılma olmasın) Gerçeklerle kavga ederken, insan doğasını da ıskalıyorlar. “İnsan eşittir” diyorlar. İyi de, eşit değil ki insan. Kimisi doğuştan zekâsıyla fark atıyor, kimisi yetenekli, kimisi tembel, kimisi çalışkan,kimisi salak. Herkese eşit sonuç vermeye çalışmak, çabayı ve fedakârlığı cezalandırmak gibi bir şey. Bu yüzden Sovyetler gibi sistemlerde insanlar zamanla ruhsuzlaştı. Çünkü çalışsan da çalışmasan da aynı kapıya çıkıyordu. E o zaman neden uğraşsın ki biri?
Bir de şu politik romantizmleri var: “Halk” dedikleri o geniş kitleyi sanki kutsal bir varlık gibi görüyorlar. Oysa halk dediğin, çoğu zaman manipülasyona açık, çıkarına göre şekil alan, duygularıyla hareket eden bir yığın. Bu gerçeği kabul etmeyip, her şeyin “halk için” yapıldığı bir dünya hayal ediyorlar. Ama tarih şunu defalarca gösterdi: En çok “halk” diyenler, halkın en büyük cellâdı oldu.
Üstelik solcular, çoğu zaman insan ilişkilerini de tam çözememiş gibiler. Devleti kutsal bir baba gibi görüyorlar. Her sorunu “devlet yapsın”, “devlet çözsün” diyerek çözmeye çalışıyorlar. Oysa bazen devletin çekilmesi gerekir. Serbestliğin, bireysel inisiyatifin alanı açılmalıdır. Ama onlar için birey diye bir şey yok neredeyse. Her şey kolektif olsun, her şey ortaklaşa. Güzel fikir kağıt üstünde ama pratikte bu, sorumsuzluk doğuruyor. Ortak olanın sahibi olmaz çünkü.
Ve evet, kandırılmaya çok müsaitler. Çünkü sorgulamak yerine duygulanıyorlar. Bir lider gözyaşı döksün, bir marş söylensin, bir afişte yoksul bir çocuk gösterilsin, hemen ikna oluyorlar. Popülizme en çok sol yakalanıyor aslında. Ama bunu kabul etmek yerine “biz vicdanlıyız” diyorlar. Sanki vicdan, politika yapmak için yeterliymiş gibi.
Bu yazıyı okuyan bir solcu bana belki öfkelenecek bana küfredebilir.(sakin ol dostum)“Sen de sağcı mısın?” diyecek. Değilim dostum. Ben sadece gerçekçiyim. Sağcılığı da eleştiririm, liberalizmi de, ama şunu gördüm: Solculuk, insan doğasını, ekonomiyi, tarihi ve politikayı tam kavrayamamış bir romantizmdir. Ve romantizm, çoğu zaman felaketle sonuçlanır.
İyi insanlar olabilirler. Hatta çoğu gerçekten iyi niyetlidir. Ama dünya, iyi niyetle dönen bir yer değil. Akıl, strateji, disiplin ve gerçeklik gerektiriyor. Solculuk ise çoğu zaman değil her zaman bu dört unsurdan yoksun.
Bazen düşünüyorum da, belki de solculuk bir gençlik hastalığıdır. Gençken umut dolu olursun, dünyayı değiştireceğini sanırsın. Ama yaş aldıkça değilde düşündükçe fark edersin ki: Dünya değişmez, sadece maskeleri değişir. Ve bu oyunda romantikler genelde kaybeder.
Önsöz: Bu Yazının Neden Yazıldığını Bilmenizi İsterim
Filistin meselesi, çoğu zaman duygular üzerinden konuşulan, tartışılan, anlatılan bir konu oldu. Ve çoğu zaman, haklı olarak öyle oldu. Çünkü kayıplar büyük, acılar derin. Ama ben, bu yazıyı kaleme alırken, duygularımı olabildiğince bir kenara koymaya karar verdim.
Amacım, bir duygu yazısı yazmak değildi. Burada kişisel bir öfkenin, ya da duygusal bir çağrının peşinde de değilim. Elimden geldiğince, olanı olduğu gibi anlatmaya çalıştım. Çünkü bu mesele, taraf tutmadan da anlaşılabilir. Anlaşılmalı da. Anlatmak istediğim şey, Filistin halkının yaşadıklarıyla sınırlı değil; bu yaşananların arka planı, tarihi, ideolojiler, uluslararası dengeler ve nihayetinde insanlık vicdanında bıraktığı izdir.
Bu yazıyı yazma kararımın kişisel boyutuna gelince: Yapabileceğim başka bir şey olmadığı için, anlatmayı seçtim. Bu yazı, herhangi bir ideolojiyi, dini ya da siyasi görüşü savunmak amacıyla kaleme alınmadı. Tek niyetim, olanı olabildiğince açık ve kaynaklara dayalı biçimde ortaya koymak. Yazdıklarım, yüzeysel bir okuma ya da önyargılardan süzülen bilgiler değil. Her bir cümle, kapsamlı bir araştırmanın, belgelerin, raporların ve tarihsel kayıtların süzgecinden geçti. Yazının sonunda yararlandığım bazı kaynakların linklerini verdim.
Yazarken kendime şunu söyledim: “Kimseyi ikna etmeye çalışmayacağım. Sadece gerçek neyse onu anlatacağım.” Bu yüzden metin boyunca olabildiğince nesnel kalmaya çalıştım. Duygusal çağrılar, ajitasyon içeren cümlelerden bilerek uzak durdum. Çünkü bazen meseleleri duygusallıktan sıyırıp net biçimde anlatmak, olan biteni daha iyi kavramamıza yardımcı olur.
Eğer bu yazıyı okuma nedenin bir taraf seçmekse, burada aradığını bulamayabilirsin. Ama eğer olup biteni anlamak, meselenin özüne bakmak niyetindeysen, bu metnin sana katkısı olabilir.
Bu yazıyı kaleme almak benim için sadece kişisel bir sorumluluktu. Anlatmak, anlatabildiğim kadarını kayda geçirmek ve sonrasında sessizce kenara çekilmek. Yaptığım tek şey bu.
Okuyacakların, nesnel ve kaynaklara dayalı bir anlatıdır. Karar sana kalmış.
GİRİŞ
Haritaya baktığınızda Filistin’i bulmak bazen zor olabilir. Ufak bir coğrafi alan gibi görünse de, bu topraklar asırlardır dinlerin, kültürlerin ve çatışmaların kesişim noktası oldu. Belki de bu yüzden Filistin, taşıdığı tarihsel ve insani yükle dünya vicdanının merkezinde. Bu yazıda, Filistin meselesinin jeopolitik öneminden günümüzdeki algısına, Siyonizm’in kökenlerinden Filistin halkının direnişine kadar geniş bir yelpazede konuyu ele alacağız. Amacımız, karmaşık görünen bu meseleye samimi bir sohbet havasında, ama sağlam bilgilere dayanarak ışık tutmak. Hazırsanız, gelin birlikte Filistin’in hikâyesine yakından bakalım.
1. Haritada Küçük, Tarihte Büyük Filistin’in Jeopolitik Önemi ve Yükü:
Filistin, Doğu Akdeniz’de küçük bir bölge olsa da jeopolitik önemi muazzamdır. Afrika ile Asya’yı birleştiren Levant koridorunda yer alır ve tarih boyunca ana ticaret ve göç yollarının geçiş noktası olmuştur. Nitekim eski çağlardan beri Mısır’dan Suriye’ye uzanan ana yol Filistin’den geçer. Üç büyük semavi dinin kutsal mekânlarına ev sahipliği yapması, bu topraklara manevi bir ağırlık da yükler. Kudüs, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar tarafından kutsal kabul edilir ve “Kutsal Topraklar” olarak anılır. Bu nedenle, Filistin küçücük yüzölçümüne rağmen hem stratejik hem de dini-historik açıdan dünyanın en değerli topraklarından biridir. Ne var ki Filistin’in önemi sadece coğrafi konumundan gelmez; aynı zamanda trajik bir tarihten de beslenir. Yüzyıllardır farklı imparatorluklar ve halklar bu bölgeye hâkim olma mücadelesi verdi. 20. yüzyılda ise Filistin, Yahudi ve Arap ulusal hareketlerinin çatışma sahnesi haline geldi ve ardı arkası kesilmeyen savaşlara ve şiddete tanık oldu. Haritada ufacık görünen bu diyar, üzerinde yaşayanlar için nesilden nesile taşınan bir acının ve direnişin sembolü haline geldi. Belki de bu yüzden bir Filistinli şair, “Biz haritada noktayız ama yüreğimizde bir dünya taşıyoruz” diyerek duygularını dile getirir. Okuyucu olarak siz de bu satırları okurken, bu küçük coğrafyanın aslında ne denli büyük bir insanlık dramını ve direniş öyküsünü barındırdığını hissedebilirsiniz.
2. Günümüzde Filistin: Medyada, Kamuoyunda ve Sosyal Medyada Algı
Günümüzde Filistin meselesi dünya kamuoyunda yoğun tartışmalara yol açıyor. Ancak bu tartışmalar her zaman adil bir zeminde gerçekleşmiyor. Anaakım Batı medyası, sık sık İsrail’in bakış açısını ön plana çıkaran ve Filistinlilerin yaşadıklarını yeterince görünür kılmayan bir dil kullanmakla eleştiriliyor. Örneğin, haber metinlerinde Filistinli sivillerin acıları kimi zaman rakamların gölgesinde kalıyor ya da tarihsel bağlam eksik veriliyor. Pek çok uzman, ana akım medyanın “Filistinlilerin günlük çektiği sıkıntıları insanileştirmekte yetersiz kaldığını” ve haber dilinin dengeli olmadığını belirtiyor. Bu durum, dünya genelinde kamuoyunun Filistin’e dair algısını ciddi biçimde etkiliyor. Siz de haberleri izlerken benzer bir hisse kapılıyor musunuz? Bazı haberlerde bir tarafın hikâyesi anlatılırken diğer tarafın acılarının arka planda kalması sizce de haksızlık gibi gelmiyor mu? Öte yandan, sosyal medya bu dengesizliği kısmen dengeleyen yeni bir mecra haline geldi. Filistinli gençler ve aktivistler, Twitter, Instagram gibi platformlarda kendi seslerini duyuruyor. #FreePalestine, #GazaUnderAttack gibi etiketlerle milyonlarca kişi Filistin’de yaşananlara dikkat çekiyor. Artık bir olay olduğunda, ana haber bültenlerinden önce sosyal medyada oradaki bir gencin canlı yayınını izleyebiliyoruz. Bu sayede, dünyanın dört bir yanındaki insanlar Filistinlilerin gerçek hikâyelerine anlık tanık olabiliyor. Elbette sosyal medya da güllük gülistanlık değil; dezenformasyon ve duygusal tepkiler orada da var. Ancak en azından Filistinliler, uzun süre uzak kaldıkları kendi anlatılarını küresel sahneye taşıyabiliyorlar.
Kamuoyuna gelince… Özellikle son yıllarda, Filistin’e destek gösterileri dünyanın dört bir yanında yükselişe geçti. Gazze’de veya Kudüs’te yaşanan her gerilimde Londra’dan İstanbul’a, New York’tan Jakarta’ya kadar insanların sokaklara çıkarak Filistin bayraklarıyla dayanışma sergilediğine şahit oluyoruz. Bu destek, çoğu zaman “mazlumdan yana olma” duygusunun bir yansıması. Ne var ki, bazı çevreler Filistin’e desteği yanlış yorumlayıp antisemitizmle özdeşleştirme hatasına düşebiliyor. Oysa Filistin’e adalet talep etmek, Yahudi karşıtlığıyla ilgili değil, evrensel insan haklarıyla ilgili bir duruştur (bu önemli ayrıma yazımızın ilerleyen kısımlarında değineceğiz).
Kısacası, günümüzde Filistin denince medyada anlatılan ile sokaktaki vicdanda hissedilen bazen farklı olabiliyor. Hepimizin görevi, gerçekleri çok yönlü kaynaklardan öğrenip empati yaparak kendi vicdan süzgecimizden geçirmek. Unutmayalım ki Filistin meselesi sadece Ortadoğu’nun değil, insanlığın meselesidir ve insanlık bu hikâyeyi doğru anlamayı hak ediyor.
3. Siyonizm: Tarihsel Kökenleri, İdeolojisi ve Yahudilikten Farkı
19. yüzyıl sonlarında Avrupa’da filizlenen Siyonizm ideolojisini anlamak, Filistin meselesinin temellerini kavramak için kritik önemdedir. Siyonizm, özünde Yahudi halkı için tarihi vatanları Filistin’de bir ulusal devlet kurma hedefini güden siyasi bir harekettir. Modern Siyonizmin babası sayılan Avusturyalı gazeteci Theodor Herzl, Avrupa’da artan antisemitizm karşısında Yahudilerin güvenli bir yaşam sürebilmesinin tek yolunun bağımsız bir devlet kurmak olduğunu savunmuştur. Nitekim Herzl, 1897’de Basel’de ilk Siyonist Kongre’yi toplayarak “Yahudi halkı için Filistin’de hukukla güvence altına alınmış bir yurt” kurulmasını hedefleyen Basel Programı’nı kabul ettirmiştir. Bu kongre Siyonist hareketin dönüm noktası oldu ve kısa sürede dünya genelinde Yahudiler arasında destek bulmaya başladı.
Peki, Siyonizm ideolojik olarak neyi savunur? Siyonist ideoloji, Yahudileri yalnızca dini bir topluluk değil, aynı zamanda ulus olarak görür ve Yahudilerin milli bağımsızlığını kazanması gerektiğini vurgular. İlginç olan, ilk Siyonistler ağırlıklı olarak seküler (laik) fikirli kimselerdi. Yani Siyonizm, Yahudiliğin dini boyutundan ziyade ulusal kimlik boyutuna odaklandı. Bu yönüyle, Siyonizm ortaya çıktığı dönemde birçok dindar Yahudi tarafından tepkiyle karşılandı. Örneğin, pek çok Ortodoks Yahudi, Mesih gelmeden “Vaadedilmiş Topraklar”da bir Yahudi devleti kurmanın ilahi plana aykırı olduğunu düşünerek Siyonizme şiddetle itiraz etti. Benzer şekilde, dönemin Reform Yahudileri de Yahudiliği ulus değil, sadece din olarak gördükleri için Siyonizm fikrine soğuk bakıyordu. Naomi Cohen adlı tarihçinin belirttiği gibi, Siyonist hareket kadim “Filistin’e dönüş” idealini seküler bir milli projeye dönüştürmüştü ve bu “dünyevi” yaklaşım, özellikle Amerika ve Avrupa’daki geleneksel Yahudi çevrelerde tepki doğurdu. Yani bazı Yahudiler, Siyonizmi Yahudiliğin özünü dünyevileştiren bir sapma olarak gördüler.
Burada çok önemli bir ayrımın altını çizelim: Siyonizm, Yahudilik değildir. Siyonizm siyasi bir milliyetçilik hareketiyken, Yahudilik bir dindir (aynı zamanda etnik/kültürel bir kimliktir). Elbette Siyonizm, Yahudi halkının tarihsel bağlarından ilham aldı; örneğin Tevrat’taki “Siyon” kavramından esinlenmiştir. Ancak Siyonistler, bu dini ideali siyasi bir projeye dönüştürdüler. Bu yüzden, her Yahudi Siyonist olmadığı gibi, her Siyonist de Yahudi değildir (Hristiyan Siyonistler gibi gruplar da mevcuttur). Tarihte bizzat Yahudiler içinde de Siyonizm’e karşı çıkan birçok grup olmuştur. Mesela, 20. yüzyıl başında Amerikan Yahudi Komitesi ve Reform hareketi içinde bazı önde gelenler, Amerikan toplumuna entegre olmayı seçip Siyonizmi desteklemiyorlardı. Benzer şekilde, Ortodoks Yahudi grupları (Neturei Karta gibi) mesiyanik inançları nedeniyle İsrail’in kuruluşuna teolojik sebeplerle karşıydılar. Bu örnekler, Siyonizm’in Yahudi dünyasında bile tartışmalı olduğunu gösteriyor.
Özetle, Siyonizm 19. yüzyılın sonlarında ortaya çıkan tarihsel şartların (Avrupa’daki antisemitizm, ulus devlet çağı, vb.) bir ürünüdür ve Yahudi halkına bir siyasi çözüm sunmaya çalışmıştır. Ancak bu çözüm arayışı, Yahudilik inancının kendisinden farklı bir mecrada ilerlemiştir. Siyonizm’in savunduğu fikirler zaman içinde Filistin topraklarında somutlaştıkça, bu ideoloji etrafında yeni çatışmalar da filizlenmiştir. Bir sonraki bölümde, Siyonizm’in dünya siyaseti sahnesine resmen çıktığı o kritik yıla, 1917’ye doğru yol alacağız.
4. 1917: Balfour Deklarasyonu ile Başlayan Süreç (Rothschild Ailesi ve İngiliz Desteği
1917 yılı, Filistin topraklarının kaderinde bir dönüm noktasıdır. O yıl, İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur Balfour, Siyonist hareketin önde gelen isimlerinden Lord Walter Rothschild’e hitaben ünlü mektubunu kaleme aldı. Tarihe Balfour Deklarasyonu olarak geçen bu kısa mektup, Britanya hükümetinin “Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını olumlu baktığını” dünyaya ilan ediyordu. Balfour’un 2 Kasım 1917 tarihli mektubunda aynen şöyle yazıyordu: “Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Yahudi halkı için bir milli yurt kurulmasını olumlu karşılamakta ve bu amacın gerçekleşmesi için elinden gelen çabayı gösterecektir; ancak mevcut gayrimüslim toplumların medeni ve dini haklarına halel getirecek hiçbir şey yapılmayacağı da açıktır.”. Bu ifade, bir yandan Yahudilere bir vatan vaadi verirken diğer yandan Filistin’deki Arap halkının haklarının korunacağı garantisini içeriyordu. Ne var ki tarihin acı ironisi, tam da bu ikinci kısmın –yani yerli Filistin halkının haklarının– pratikte yerine getirilmemesi olacaktır.
Balfour Deklarasyonu’nun arka planında neler vardı? O dönem I. Dünya Savaşı’nın sonlarına yaklaşılmış, Osmanlı İmparatorluğu çökmeye yüz tutmuştu. İngiltere, henüz ele geçirmekte olduğu stratejik Filistin toprakları üzerinde nüfuz kurmak isterken bir yandan da dünya Yahudi topluluklarının desteğini kazanmayı amaçlıyordu. Rothschild ailesi, özellikle Baron Walter Rothschild, Britanya’daki Siyonist lobinin başını çekiyordu. Siyonist lider Chaim Weizmann ve arkadaşları, İngiliz yetkililerle yoğun kulis yaparak bu deklarasyonun çıkmasını sağladılar. Sonuçta, İngiliz hükümeti resmen Filistin’de bir Yahudi yurdu kurulmasına onay vermiş oldu. Bu, fiilen bir emperyal güç olan İngiltere’nin, başka bir halkın (Filistinlilerin) yaşadığı topraklar üzerinde üçüncü bir tarafa (Yahudilere) siyasi haklar vadetmesiydi. Elbette Filistinli Arapların bu karara rızası yoktu ve kendilerine danışılmamıştı.
1917 tarihli Balfour Deklarasyonu mektubunun bir kopyası. İngiltere Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, mektubu Siyonist lider Lord Rothschild’e hitaben yazdı. Deklarasyon, Filistin’de Yahudi halkı için bir “milli yurt” kurulmasını desteklerken, “mevcut gayrimüslim halkın haklarına halel getirilmeyeceği” güvencesini de içeriyordu (Kaynak: https://avalon.law.yale.edu/20th_century/balfour.asp#:~:text=,Jews%20in%20any%20other%20country )
Balfour Deklarasyonu, Osmanlı egemenliğinin sona ermesinin ardından Filistin’de yeni bir dönemi başlattı. Nitekim savaş sonrasında Filistin, Milletler Cemiyeti’nin kararıyla İngiltere mandasına verildi. İngiliz Mandası dönemi (1922-1948), Filistin’de Yahudi göçünün hızlandığı, aynı zamanda Arap halkının da kendi haklarını savunmaya çalıştığı çalkantılı bir dönem olacaktı. Balfour Deklarasyonu’ndan güç alan Siyonist hareket, özellikle Avrupa’dan Yahudi göçmenleri Filistin’e çekme çalışmalarına hız verdi. 1918-1948 arası Yahudi nüfusun Filistin’de %6’dan %33’e yükselmesi bu çabaların sonucudur. İngiliz yönetimi ise bir yandan bu göçlere izin verirken, diğer yandan Filistinli Arapların artan huzursuzluğunu bastırmak zorunda kaldı.
Balfour Deklarasyonu’nun verdiği söz ile gerçekte olanlar arasındaki çelişki, daha o yıllarda ortaya çıkmıştı. İngilizler, deklarasyonda Filistinli Arapların “medeni ve dini haklarının” korunacağını belirtmişti. Ancak Filistinliler, kendi vatanlarında geleceklerinin başka güçler tarafından belirlenmesine başından beri karşıydı. 1920’ler ve 1930’lar boyunca Filistin’de birkaç büyük ayaklanma (özellikle 1936-39 Arap isyanı) patlak verdi. İngiliz yönetimi bu isyanları bastırdıysa da sorunları çözemedi.
Özetle, 1917 Balfour Deklarasyonu Siyonist idealin gerçekleşmesi yolunda büyük bir kilometre taşıydı. Rothschild ailesinin ve Siyonist liderlerin diplomatik çabalarıyla elde edilen bu destek, ileride İsrail devletinin kurulmasına giden süreci başlattı. Ancak bu süreç, Filistinli halk için “Büyük Felaket” anlamına gelecek gelişmeleri de beraberinde getirecekti. Şimdi takvimlerimizi 1948’e çevirelim ve Filistin tarihinin en hüzünlü sayfalarından birine yakından bakalım.
5. 1948 Nakba (Büyük Felaket): Göç, Köylerin Yok Edilmesi ve İsrail’in Kuruluşu
Filistinliler 1948 yılını Nekbe yani “Büyük Felaket” olarak anarlar. Çünkü o yıl, yüzyıllardır yaşadıkları vatanlarında bir gecede mülteci konumuna düştüler. İkinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere manda yönetiminden çekilirken, Birleşmiş Milletler Kasım 1947’de Filistin’in Araplar ve Yahudiler arasında taksim edilmesini öngören bir plan kabul etti. Bu plan Filistin topraklarının %55’ini bir Yahudi devletine, %45’ini bir Arap devletine ayırıyor, Kudüs’ü ise uluslararası bölge ilan ediyordu. Filistinli Araplar ve Arap ülkeleri bu planı adil bulmayıp reddettiler; zira o tarihte Filistin nüfusunun üçte ikisi Arap’tı ve toprağın büyük bölümüne sahiptiler. Planın uygulanmasına fırsat kalmadan, Filistin toprakları şiddet sarmalına sürüklendi.
14 Mayıs 1948’de Siyonist lider David Ben-Gurion, İsrail Devleti’nin bağımsızlığını ilan etti. Ertesi gün komşu Arap devletleri (Mısır, Ürdün, Suriye, Irak ve Lübnan) yeni kurulan İsrail’e karşı savaş açtılar. Bu, Birinci Arap-İsrail Savaşı idi. Savaşın sonucunda İsrail, BM’nin kendine ayırdığı topraklardan bile daha geniş bir alanı ele geçirdi. Filistin haritası bir anda değişti: Önerilen Filistin Arap devleti gerçekleşemedi; Batı Şeria Ürdün kontrolüne, Gazze Şeridi ise Mısır kontrolüne girdi. Fakat en önemlisi, bu savaşın insani bilançosu Filistin toplumu için yıkıcı oldu.
Yaklaşık 700.000 Filistinli Arap, 1947 sonlarından 1949 başlarına dek süren çatışmalar sırasında evlerinden kaçmak veya zorla çıkarılmak zorunda kaldı. Bu rakam, o dönemde Filistin’in Arap nüfusunun tahminen %85’ine denk geliyordu. Yani Filistin’deki her 10 Arap’tan 8-9’u yurdunu terk etmek zorunda kaldı. Komşu ülkelere –Lübnan, Suriye, Ürdün, Mısır– büyük bir mülteci akını oldu. Örneğin, 1949’a gelindiğinde Batı Şeria’nın nüfusu bu mültecilerle iki katına çıkmıştı. Bu insanlar evlerini, tarlalarını, anılarını geride bırakmış; sadece “geri dönüş” ümidini yanlarına alabilmişlerdi.
Nakba’nın bir diğer trajik boyutu, Filistin’de yüzlerce köy ve kasabanın haritadan silinmesi idi. Tarihçi araştırmalarına göre, 1948 savaşı sürecinde 400’den fazla Filistin yerleşimi tamamen boşaltıldı veya yıkıldı. Kimi köylerde insanlar korkuyla kaçarken, bazı yerlerde silahlı Siyonist milisler (Haganah, Irgun gibi) köyleri zorla tahliye etti. En acı hatıralardan biri, 9 Nisan 1948’de Kudüs yakınlarındaki Deir Yasin köyünde yaşanan katliamdır; yaklaşık 100 Filistinli sivilin öldürüldüğü bu olay, çevre köylerde büyük paniğe yol açarak kitlesel kaçışları tetikledi. Deir Yasin gibi hadiseler, Nakba’nın travmasını Filistinli kolektif hafızaya kazıdı.
1948 yılında Filistinli siviller kitleler halinde yollara düşerken görülüyor. İsrail’in kuruluşuna yol açan savaş sırasında 700.000’den fazla Filistinli, yüzyıllardır yaşadıkları topraklardan kaçmak veya zorla çıkarılmak zorunda kaldı. Yaklaşık 400 Filistin köyü boşaltıldı veya yok edildi. Bu trajik göç, Filistin tarihinde “Nakba” (Büyük Felaket) olarak anılıyor. (Kaynak: https://www.britannica.com/event/1948-Arab-Israeli-War )
1948 Nekbe’si, Filistin toplumunun yapısını paramparça etti. Yıllar boyu komşu ülkelerde mülteci kamplarında yaşayan milyonlarca Filistinli ortaya çıktı. Bu insanlar, evlerinin anahtarlarını ve tapularını saklayarak bir gün geri dönebileceklerine dair inançlarını diri tuttular. Öte yandan, İsrail’in kurulmasıyla dünya siyasetine yeni bir gerçeklik hâkim oldu: Filistin topraklarının büyük kısmında yeni bir devlet vardı ve yerli Arap halkın büyük bölümü artık o devletin sınırları dışında kalmıştı.
Nakba’nın acısı nesilden nesile aktarıldı. Filistinli büyükanneler torunlarına doğdukları köyleri anlattılar; masallara karışan gerçek hikâyelerle hafızayı canlı tuttular. Bu travma, Filistin ulusal kimliğinin ve direniş azminin de harcını karan unsurlardan biri oldu. “Biz mülteci olmadık, mülteci yapıldık” diye haykıran Filistinliler, adalet arayışını hiç bırakmadılar. 1948’den sonra Filistin sorunu artık uluslararası platformlarda daimi bir gündem maddesi olacaktı. Bir sonraki bölümde, İsrail’in kuruluş sürecinde uluslararası aktörlerin rollerine göz atarak bu sorunun nasıl küresel bir mesele haline geldiğini inceleyelim.
6. İsrail’in Kuruluşunda Uluslararası Aktörlerin Rolleri
İsrail Devleti’nin kuruluş süreci, yalnız bölgesel dinamiklerle değil, aynı zamanda uluslararası güçlerin kritik kararlarıyla şekillendi. Özellikle Birleşmiş Milletler, ABD ve Sovyetler Birliği (SSCB) gibi aktörlerin rolü burada belirleyici oldu.
Öncelikle Birleşmiş Milletler’e bakalım: II. Dünya Savaşı sonrasında Filistin’in geleceği meselesi BM gündemine taşındı. 1947’de kurulan UNSCOP (BM Filistin Özel Komitesi), bölgede incelemeler yaparak bir çözüm önerisi hazırladı. Bu komitenin çoğunluk raporu, Filistin’i iki devlete bölmeyi öneren plan oldu. Sonuçta 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu 181 sayılı Kararı kabul ederek bu taksim planını onayladı. Oylamada 33 ülke kabul, 13 ülke ret oyu verdi, 10 ülke çekimser kaldı. ABD, SSCB, Fransa gibi büyük güçler planı desteklerken, tüm Arap ve Müslüman ülkeler ret oyu kullandı. Plan uyarınca Yahudi devletine Filistin’in %55’inin verilecek olması Araplarca haksız görülse de, Yahudi Ajansı planı “ileride genişlemek üzere bir adım” mantığıyla kabul ettiği bilinmektedir. BM’nin bu kararı fiiliyatta tam uygulanamadıysa da, İsrail’in uluslararası meşruiyet kazanmasında önemli bir dayanak oluşturdu.
İsrail bağımsızlığını ilan ettiğinde, uluslararası tanınma için yarış başladı. 14 Mayıs 1948’de İsrail kurulunca, ABD Başkanı Harry Truman yeni devleti ilk tanıyan liderlerden biri oldu – hem de ilan edildikten sadece 11 dakika sonra!. ABD’nin bu hızlı tanıması, o dönem stratejik ve iç politik hesapların sonucuydu: Truman bir yandan Yahudi Holokostunun ardından Yahudi halkına sempati duyuyor, diğer yandan yaklaşan seçimlerde Amerikan Yahudi seçmenlerin desteğini önemsiyordu. ABD, İsrail’i tanımakla kalmadı, ilerleyen yıllarda da askeri, ekonomik ve diplomatik desteğiyle İsrail’in en büyük hamisi haline geldi.
ABD kadar şaşırtıcı bir diğer destek de Sovyetler Birliği’nden geldi. Soğuk Savaş henüz başlarken, Stalin liderliğindeki SSCB, Orta Doğu’da İngiliz etkisini kırmak ve belki de yeni sosyalist bir müttefik kazanmak umuduyla Siyonistleri destekledi. SSCB, BM’de taksim planına evet oyu verdi ve İsrail kurulur kurulmaz 17 Mayıs 1948’de İsrail’i de jure (hukuken) tanıyan ilk ülke oldu. Hatta Sovyet bloğundan Çekoslovakya, 1948 Savaşı boyunca İsrail’e kritik silah yardımları sağladı. Örneğin, genç İsrail ordusunun kullandığı bazı tüfekler, uçaklar Çekoslovakya üzerinden temin edilmişti. Sovyetlerin bu desteği uzun ömürlü olmadı; sonraki yıllarda Moskova politik hesaplarla Filistin davasına daha yakın duracaktı. Ancak 1947-1948’de hem Washington hem Moskova’nın İsrail projesine onay vermesi, İsrail’in doğuşunu kolaylaştıran eşine az rastlanır bir büyük güç mutabakatıdır.
İngiltere’nin rolü ise biraz ikircikliydi. İngilizler, Balfour Deklarasyonu ile Yahudi yurduna yeşil ışık yakmışlardı ama Filistin’i yönetirken iki tarafa da yaranamadılar. Filistin’deki Arap isyanlarını bastırmak zorunda kalan İngiltere, 1939’da yayınladığı MacDonald Beyaz Kitabı ile Yahudi göçünü sınırlamaya yöneldi ve bağımsız birleşik bir Filistin öngördü. Bu durum Siyonistleri kızdırdı, hatta İngilizlere karşı silahlı Yahudi örgütleri (Irgun, Lehi) terör eylemlerine girişti. Neticede İngiltere, savaş sonrasında iyice zayıflayan imparatorluğunun imkânlarıyla baş edemeyip Filistin sorununu BM’ye havale etti ve 1948’de mandatör olarak çekildi. İngilizler çekilirken ardında çözümsüz bir çatışma bıraktılar. Bunların yanı sıra, Arap devletlerinin rolünü de anmak gerekir. 1948’de Arap ülkeleri İsrail ile savaşsalar da, öncesindeki diplomatik süreçlerde yeterince etkili bir ortak strateji geliştiremediler. İsrail’in kuruluşunu engelleyemeyen Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak, 1949’da İsrail’le ayrı ayrı ateşkes anlaşmaları imzalayarak fiilen İsrail’in varlığını kabullenmiş oldular (her ne kadar resmen tanımasalar da). Bu da Filistinli Arapların devlet kurma ümitlerini suya düşüren bir gelişmeydi. Sonuç olarak, İsrail’in kuruluşunda uluslararası aktörler kilit roller oynadılar. BM’nin taksim kararı, ABD ve SSCB’nin tanıma ve destekleri, İngiltere’nin bıraktığı yönetim boşluğu, hepsi bir araya gelerek tarih sahnesine yeni bir devlet çıkardı. İsrail Devleti 1948’de doğarken, Filistinli halk uluslararası alanda bir mülteci ve hak mücadelesi konusu haline geldi. Bu uluslararası boyut, Filistin sorununu yerel bir anlaşmazlık olmaktan çıkarıp küresel adalet arayışının sembollerinden birine dönüştürdü.
Birleşmiş Milletler’in 1947 tarihli 181 sayılı Kararı ile önerilen Filistin Taksim Planı. Haritada yeşil renkli bölgeler Arap devletine (%45), mavi bölgeler Yahudi devletine (%55) ayrılmış, Kudüs (turuncu) ise uluslararası statüye bırakılmıştır. Plan, BM Genel Kurulu’nda onaylandı ancak Filistinli Araplar ve çevre ülkeler tarafından reddedildi. Yine de uluslararası toplumun iki devletli çözüm fikri bu kararla temellenmiştir
7. İşgal ve Yerleşimler: İsrail’in Askeri Stratejileri, Abluka ve Filistin Topraklarındaki Sistematik İşgal
1967 yılına gelindiğinde Filistin topraklarının tamamı İsrail’in kontrolüne girdi ve bugüne dek süregelen işgal olgusu başladı. İsrail, 1967 Altı Gün Savaşı’nda Doğu Kudüs de dâhil olmak üzere Batı Şeria’yı, Gazze’yi ve Suriye’ye ait Golan Tepeleri’ni işgal etti. O günden sonra Filistin topraklarında İsrail’in askeri idaresi ve yerleşim politikaları belirleyici hale geldi.
İsrail’in işgal altındaki topraklardaki stratejisi, bir yandan sert güvenlik önlemleriyle kontrolü sağlamak, diğer yandan yeni Yahudi yerleşimleri kurarak demografik ve coğrafi “oldu bittiler” yaratmak şeklinde özetlenebilir. Batı Şeria’da 1967’den bu yana İsrail hükümetleri, uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen sürekli Yahudi yerleşim birimleri inşa etti. Bugün itibariyle Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te yaklaşık 700.000 İsrailli yerleşimci yaşamaktadır. Bu yerleşimler stratejik tepelere, su kaynaklarına yakın yerlere kurulup genişletilerek Filistinlilerin yaşadığı alanlar küçük bantlar halinde parçalanmıştır. Birleşmiş Milletler defalarca İsrail’in bu yerleşim faaliyetlerini “uluslararası hukukun ihlali” olarak kınamıştır; nitekim BM Güvenlik Konseyi’nin 2016 tarihli 2334 sayılı kararı da tüm yerleşim faaliyetlerinin derhal durdurulmasını talep eder. Aynı şekilde, BM yetkilileri işgalin sona erdirilmesi çağrısını her fırsatta yineliyor. Örneğin, BM Genel Sekreteri defalarca İsrail’in devam eden işgal ve yerleşim politikasının iki devletli çözüm umutlarını baltaladığını söylemiştir.
İsrail, işgal altında tuttuğu topraklarda güvenlik gerekçesiyle sık sık askeri operasyonlar düzenledi, sokağa çıkma yasakları, idari tutuklamalar gibi uygulamalara başvurdu. Birinci ve İkinci İntifada dönemlerinde (1987-1993 ve 2000-2005) bu baskı mekanizmaları daha da şiddetlendi. Kontrol noktaları (check-point’ler), yolların bölünmesi, duvar örülmesi gibi uygulamalar Filistinlilerin hareket özgürlüğünü kısıtlayarak günlük hayatı zorlaştırdı. Özellikle 2000’lerin başında inşa edilmeye başlanan Ayrım Duvarı, Batı Şeria’yı çepeçevre saran ve Filistin topraklarının derinliklerine giren rotasıyla tepki çekti. 2004’te Uluslararası Adalet Divanı, bu duvarın uluslararası hukuka aykırı olduğuna dair tavsiye kararı verdi. Yine de duvar büyük ölçüde tamamlandı ve bugün bir yanda duvarın “güvenlik getirdiğini” savunan İsrail, öbür yanda “bu duvar bizi kendi köyümüze hapsetti” diyen Filistinliler var.
İsrail’in inşa ettiği Batı Şeria Ayrım Duvarı. 8 metrelik beton bloklardan oluşan bu duvar ve çit sistemi, İsrail tarafından güvenlik amacıyla inşa edildiği söylense de büyük ölçüde Filistin topraklarının içinde ilerleyerek yerel halkın yaşamını bölüyor. Uluslararası Adalet Divanı 2004’te duvarın hukuka aykırı olduğunu belirtti. Duvar, Filistinlilerin gündelik hareketini kısıtlayarak ekonomik ve sosyal hayata darbe vurdu ve iki halk arasına fiziksel bir sınır çekti.
Gazze Şeridi ise ayrı bir trajedi barındırıyor. 2005’te İsrail, Gazze içindeki yerleşimlerini tahliye edip askerlerini geri çektiyse de, Gazze’yi dıştan denetlemeyi sürdürdü. 2007’den itibaren, Hamas’ın Gazze’de yönetimi ele geçirmesi sonrası İsrail bu bölgeye ağır bir abluka (blokaj) uygulamaya başladı. Bugün Gazze, yaklaşık 2 milyon insanın adeta açık hava hapishanesinde yaşadığı bir yer. İsrail, Gazze’nin hava, kara ve deniz sınırlarını kontrol ederek insanların, malların giriş çıkışını kısıtlıyor. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1860 sayılı kararı gibi belgelerde Gazze ablukasının kaldırılması çağrıları yer alsa da, bu çağrılar şu ana dek karşılık bulmuş değil. Abluka altındaki Gazze’de işsizlik, yoksulluk ve altyapı sorunları had safhada. Örneğin temiz suya erişim, elektrik arzı gibi en temel ihtiyaçlar bile sık sık krize giriyor. Abluka ve tecrit politikası, Gazze halkının toplu cezalandırılması olarak niteleniyor ve uluslararası insan hakları örgütlerince eleştiriliyor.
İsrail’in askeri stratejilerinin bir parçası da “güvenlik” eksenli söylemi oldu. İsrail, maruz kaldığı terör saldırıları ve güvenlik tehditlerini gerekçe göstererek sert önlemler aldığını savunuyor. Elbette, sivilleri hedef alan intihar saldırıları gibi eylemler İsrail toplumunda derin travmalar yarattı ve güvenlik kaygısını anlaşılır kıldı. Ancak orantısız güç kullanımı ve kollektif cezalandırma yöntemleri, işgal altındaki halka büyük bedeller ödetti. Örneğin, 2008’den bu yana Gazze’de defalarca büyük çaplı çatışmalar yaşandı; İsrail ordusunun düzenlediği operasyonlarda binlerce sivil hayatını kaybetti, on binlercesi yaralandı veya evsiz kaldı. Birçok insan hakları kuruluşu, Gazze’de ve Batı Şeria’da orantısız güç kullanımını ve ihlal edilen sivillerin haklarını raporlarla belgeledi.
Bütün bu tablo, Filistin topraklarında sistematik bir işgal rejiminin var olduğunu ortaya koyuyor. İsrail’in yerleşim politikaları sahadaki gerçekleri değiştirmeyi hedeflerken, askeri ve ekonomik abluka da Filistin toplumunu yıldırmayı amaçlıyor. Birleşmiş Milletler ve uluslararası toplum, sık sık bu gidişatı eleştiren açıklamalar yapıyor. Örneğin yakın tarihli bir BM Güvenlik Konseyi toplantısında üyeler, “genişleyen İsrail yerleşimlerinin uluslararası hukuku ihlal ettiğini ve derhal durdurulması gerektiğini” bir kez daha vurguladılar. Hatta ABD temsilcisi bile, İsrail’in yerleşim genişletmesini kınayıp bunun “iki devletli çözümün coğrafi imkanını baltaladığını” ifade etti. Yine aynı oturumda pek çok ülke, Gazze ablukasının kaldırılması çağrısında bulundu.
Tüm bunlar gösteriyor ki, Filistin topraklarındaki durum yalnızca iki halk arasında bir anlaşmazlık değil, aynı zamanda uluslararası hukukun ve insan haklarının da sınandığı bir vakadır. İsrail’in güvenlik endişeleri gerçek olsa da, güvenliği sağlama yöntemleri mevcut haliyle Filistinlilerin temel haklarını çiğnemekte ve kalıcı barış ihtimalini uzaklaştırmaktadır. Bu kısır döngü, bir sonraki bölümde ele alacağımız Kudüs özelinde de kendini gösteriyor. Zira Kudüs, bu çatışmanın hem en hassas hem de en sembolik noktasıdır.
8. Kudüs: Üç Din için Kutsal Şehir, Üçüncü Tapınak Tartışmaları ve Mescid-i Aksa
Kudüs, belki de Filistin meselesinin kalbinde yatan şehirdir. Bir şehir düşünün ki Yahudiler için binlerce yıllık mukaddes mabedin (Süleyman’ın ve Herod’un Tapınağı’nın) yurdu, Hıristiyanlar için İsa’nın çarmıha gerildiği ve dirilişine tanık olan kutsal toprak, Müslümanlar için ise Peygamber Muhammed’in Miraç’a yükseldiği ve İslam’ın en kutsal üçüncü mescidi olan Mescid-i Aksa’ya ev sahipliği yapıyor. Kudüs’ün bu eşsiz manevi önemi, onu yeryüzünde belki de en fazla hak iddia edilen şehir kılıyor.
Kudüs’ün eski şehir bölgesinde yer alan Haremü’ş-Şerif (Tapınak Tepesi), işte bu dini çatışmaların odak noktasıdır. Burası Müslümanların Harem-i Şerif (Kutsal Mabet) dediği, içinde Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahra’yı barındıran geniş platformdur. Yahudiler burayı Temple Mount (Tapınak Tepesi) olarak anar ve burada bir zamanlar kendi tapınaklarının durduğuna inanırlar. Zaten Kubbetü’s Sahra’nın altındaki kaya, Yahudi inancına göre Hz. İbrahim’in İshak’ı kurban etmeye hazırlandığı, en kutsal noktadır. Bu esplanad, yüzyıllardır İslam mabedi olarak hizmet verse de, altında “Tapınak kalıntıları” olduğu inancı Yahudiler için de önemini koruyor . Hemen aşağısında, Yahudilerin kutsal Ağlama Duvarı (Batı Duvarı) yer alır. Yani bir avuç taşın içine hem İslam’ın, hem Yahudiliğin sembolleri sıkışmıştır. Bu, barış içinde paylaşılması zor; anlaşmazlık halinde ise tam bir barut fıçısı gibidir.
1967’de İsrail Doğu Kudüs’ü işgal edip şehrin tamamını kontrolüne alınca, Kudüs’teki kutsal mekânların idaresiyle ilgili hassas bir denge benimsendi. İsrail hükümeti, Ürdün Vakfı idaresi ile bir status quo (mevcut durum) anlaşmasını sürdüreceğini açıkladı. Bu “statüko”, Müslümanların Haremü’ş-Şerif’te ibadet etmesi, Yahudilerin ise sadece aşağıdaki Ağlama Duvarı’nda ibadet edip tepede ziyarete çıkması ama dua etmemesi esasına dayanıyordu. Yani Yahudilerin Mescid-i Aksa’nın bulunduğu alanda dini ritüeller yapmasına izin verilmiyordu. Bu düzenleme, on yıllar boyunca pek çok pürüzle karşılaşsa da genel hatlarıyla korundu. Ürdün, Kudüs’teki İslam kutsal mekânlarının resmi hamisi rolünü devam ettirdi.
Ne var ki, özellikle son yıllarda bu statükoya meydan okuyan gelişmeler yaşanıyor. Aşırı sağcı bazı Yahudi gruplar, Tapınak Tepesi’nde Yahudi varlığını artırmak, hatta mümkünse orada dua etmek ve ilerde yeniden bir Yahudi Tapınağı inşa etmek istiyorlar. Bu düşünce, “Üçüncü Tapınak” fikridir. Yahudi geleneğinde Birinci ve İkinci Tapınak’ın yıkımından sonra bir gün Mesih geldiğinde Üçüncü Tapınağın inşa edileceği inancı vardır. Günümüzde bazı fanatik dini çevreler, bu olayı hızlandırmak arzusuyla “Tapınak Enstitüsü” gibi kuruluşlar kurmuş, hatta sembolik tapınak eşyaları hazırlamış durumdalar. Yehuda Glick gibi aktivistler, uluslararası medyada da boy göstererek Yahudilerin Haremü’ş-Şerif’te dua hakkı için mücadele ediyorlar. Glick, bir keresinde Harem’de gezerken “Yüce Tanrım, kalplerimizi birleştir ki mabedini yeniden inşa edelim” diye dua ederek aslında Üçüncü Tapınak özlemini dile getirmişti. Bu sözlerin geçtiği yer, bugün Kubbetü’s Sahra’nın altı, yani Mescid-i Aksa külliyesinin tam merkeziydi. Düşünebiliyor musunuz, bir dinin mukaddes saydığı mabedin bulunduğu noktada, başka bir dinin radikal mensupları o mabedi kaldırıp kendi mabedini dikme hayali kuruyor!
Bu tarz provokatif girişimler, Filistinliler arasında derin endişe yaratıyor. Mescid-i Aksa onlar için bir ibadethaneden öte, kimliklerinin parçası. Filistinli gençler, özellikle Murabıtûn/Murabıtât denilen kadınlı erkekli gruplar, Harem’de nöbet tutarak fanatik Yahudi grupların içeri girip ayin yapmasına engel olmaya çalışıyor. İsrail polisi ise son dönemde statükoyu korumak yerine bu Yahudi grupları korur bir tutum almakla suçlanıyor. Mesela 2022’de aşırı sağcı bir siyasetçi olan Itamar Ben-Gvir, polis koruması eşliğinde Harem’e çıkıp dolaştığında büyük tepki çekti; zira Ben-Gvir açıkça “Tapınak Tepesi bütünüyle bize ait olmalı” diyen bir figür. Bu gibi hamleler, her seferinde bölgede gerginliği tırmandırıyor, Gazze’den roket atışlarına veya Kudüs’te çatışmalara yol açıyor. Geçtiğimiz Ramazan ayında Al-Aksa’da ibadet edenlere İsrail polisinin müdahalesi sonucu Gazze’de savaş çıkması gibi olaylar, “Kudüs’teki kıvılcım Gazze’de yangın çıkarır” sözünü doğrular nitelikte.
Elbette, Yahudilerin ibadet özgürlüğü önemli bir hak. Ancak mevcut statükoya göre Yahudiler zaten Ağlama Duvarı’nda serbestçe dua edebiliyorlar. Sorun, bunun ötesine geçip Haremü’ş-Şerif’in statüsünü zorlamakta. Bu da Müslüman dünyasında “Acaba İsrail, Aksa’yı elimizden alacak mı?” korkusunu körüklüyor. Hatta zaman zaman komplo teorileri dolaşıma giriyor: “İsrail tünel kazarak Aksa’yı temelden zayıflatıyor” gibi iddialar halk arasında yayılıyor. Bu söylentiler her ne kadar resmî olarak doğrulanmasa da, tarihte 1969’da bir Avustralyalı fanatiğin Aksa’yı kundaklama girişimi gibi gerçek olaylar mevcut. Dolayısıyla endişeler bütünüyle yersiz değil.
Kudüs’ün sembolik önemi sadece dini boyutla sınırlı değil, politik boyutu da devreye giriyor. Filistinliler, Doğu Kudüs’ü gelecekteki devletlerinin başkenti olarak görüyor. İsrail ise 1980’de çıkardığı bir yasayla Kudüs’ü “ebedi ve bölünmez başkenti” ilan etti (BM Güvenlik Konseyi bu adımı 478 sayılı kararla kınayıp geçersiz saydı). Uluslararası toplumun büyük bölümü, Kudüs’ün statüsünün nihai barış anlaşmasıyla belirlenmesi gerektiğini savunarak bu konuda tarafsız durmaya çalıştı. Örneğin pek çok ülke büyükelçiliklerini Tel Aviv’de tutarak Kudüs’ü fiilen tanımamış oldular. Ancak ABD, 2017’de büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyarak tek taraflı bir adım attı ve tartışmaları alevlendirdi.
Tüm bu karmaşık denklemde Mescid-i Aksa ve Kudüs politikaları, Filistin sorununun mikro kozmosu gibidir. “Kudüs barışı, barış Kudüs’ten geçer” denir. Gerçekten de, belki bir gün iki devletli bir barış formülü sağlansa dahi Kudüs’ün paylaşımına dair adil ve hassas bir düzenleme olmadan kalıcı çözüm zor. Şu an için görünen o ki, Kudüs üzerinde gerilim devam ediyor ve ne yazık ki bu mukaddes şehrin sokaklarında zaman zaman gaz bombaları, siren sesleri duyuluyor. Yine de insan sormadan edemiyor: Üç dinin Tanrısı aynı değil mi? Öyleyse bu güzel şehir, neden bu Tanrı’nın çocukları arasında barışın sembolü olmasın? Filistinli veya İsrailli, dindar veya seküler fark etmeksizin, Kudüs’ün barışı hak ettiğine inanan insanların varlığı umut veriyor. Belki günün birinde, Mescid-i Aksa’nın avlusunda barış içinde yan yana oturup dua eden insanları görebiliriz.
9. İki Devletli Çözüm: Söylem ile Gerçekler Arasındaki Çelişkiler
On yıllardır uluslararası platformlarda dile getirilen en popüler çözüm önerisi, “iki devletli çözüm”dür. Bu formüle göre, İsrail ve Filistin yan yana, güvenlik ve barış içinde var olacak iki ayrı egemen devlet olarak bu kronik çatışmaya son verecekler. İlke olarak kulağa makul gelen bu çözüm, pratikte maalesef söylem düzeyinde kalmış durumda. Neden mi? Çünkü sahadaki gerçekler, her geçen gün iki devletli çözümü daha da zorlaştırıyor.
Her şeyden önce, Filistinlilerin devlet kuracağı düşünülen toprakların bütünlüğü paramparça hale geldi. Batı Şeria, kuzeyden güneye İsrail yerleşimleri ve onları birbirine bağlayan yollarla dilim dilim bölünmüş bir coğrafya. Bir Filistin devletinin yaşayabilir olması için coğrafi süreklilik (toprakların birbirine bağlantılı olması) ve ekonomik kaynaklar gerekiyor. Oysa mevcut durumda Batı Şeria’daki Filistin bölgeleri birbiriyle adeta bir zeytin tanesi gibi dağınık ve aralarına İsrail kontrolündeki bölgeler girmiş vaziyette. Örneğin, Ramallah’tan Hebron’a giden bir Filistinlinin, yolda birçok İsrail kontrol noktasından geçmesi gerekiyor. Bu fragmentasyon, olası bir Filistin devletinin kendi içinde bile erişim sorunları yaşayacağı anlamına geliyor.
İkinci olarak, yerleşim birimleri meselesi dev bir engel. İsrail, barış müzakerelerinde bazı yerleşimleri boşaltabileceğini ima etse de, gerçekçi senaryolarda tüm yerleşimlerin kaldırılması uzak ihtimal. Hatta İsrail’de bazı iktidar ortakları, “bir karış toprak dahi bırakmama” ideolojisine sahip. Sonuçta, harita üzerinde “iki devlet” deseniz bile, bu devletlerden biri (Filistin) kendi sınırları içinde onlarca İsrail adacığı barındıran tuhaf bir yapıda olurdu. Bu ise egemenlik ve yönetim açısından büyük problemler çıkarır. ABD gibi iki devletli çözümü savunan müttefikler bile, İsrail’in yerleşim politikasının iki devletli çözümün coğrafi zeminini aşındırdığını belirtiyorlar. Örneğin, ABD’nin BM Büyükelçisi bir konuşmasında, devam eden yerleşim inşaatlarının “iki devletli çözümün coğrafi yaşayabilirliğini zedelediğini” vurguladı. Bu, bizzat İsrail’in en yakın destekçisinin dile getirdiği ciddi bir uyarı.
Ayrıca, Doğu Kudüs’ün statüsü meselesi de iki devlet formülünde çözümsüz duruyor. Filistin tarafı Doğu Kudüs’ü istiyor, İsrail vermiyor. “Paylaşılamayan başkent” problemi, iki devlet fikrinin önündeki duygusal ve siyasi engellerden biri. Çünkü Kudüs’süz bir Filistin devleti, Filistinliler için eksik kabul edilemez; Kudüs’ü bölünmüş bir İsrail ise İsrailliler için kabul edilemez. Bu çelişkiyi giderecek yaratıcı bir formül henüz ufukta görünmüyor. Bir diğer boyut da Gazze ve Batı Şeria’nın ayrılığı. Filistin toprakları fiilen ikiye bölünmüş durumda: Gazze’de Hamas, Batı Şeria’da El Fetih yönetimi var ve aralarında siyasi bölünmüşlük sürüyor. İki devletli çözüm derken, Filistin’in de kendi içinde ikiye ayrılmış oluşu kafaları karıştırıyor. “İki devletli çözüm mü, üç devletli mi?” diye espriyle karışık soranlar bile var. Elbette amaç Gazze ve Batı Şeria’yı bir araya getirip tek Filistin devleti kurmak ama mevcut durum bu entegrasyonu zorlaştırıyor.
Uluslararası toplumun iki devletli çözüme bağlılığı da son yıllarda sorgulanmaya başladı. Dünyanın pek çok ülkesinde siyasetçiler hala “iki taraf da anlaşsın, iki devlet kurulsun” diyor ama nasıl olacağı muamma. Bir yandan diplomatik söylem düzeyinde herkes iki devletten bahsederken, sahada tam tersi yönde gelişmeler devam ediyor. Bu da bir nevi ikiyüzlülük hissi yaratıyor. Filistinli yetkililer defalarca “dünya sadece konuşuyor ama fiiliyatta işgal derinleşiyor” diye hayal kırıklığı ifade ettiler. Gerçekten de, barış süreci donmuş haldeyken ve İsrail politikasında işgal altındaki toprakları entegre etmeye yönelik adımlar artarken, iki devlet her geçen gün bir hayal olmaya biraz daha yaklaşıyor.
Burada belki de en kritik soru şu: İki devletli çözüm penceresi kapanırsa ne olacak? Bazıları “tek devletli çözüm” yani İsrail’in tüm topraklarda egemen olup Filistinlilere eşit haklar vereceği bir düzeni (ki mevcut şartlarda ütopya gibi) tartışıyor. Ancak İsrail’in mevcut yapısı gereği böyle bir tek devlet, Filistinlilere eşit vatandaşlık vermeye yanaşmayacağından apartheid benzeri bir durum derinleşir endişesi var. Zaten insan hakları örgütleri, bugün halihazırda İsrail’in iki farklı hukuk sistemi uygulayarak apartheid rejimine kaydığı tespitlerini yapmış durumda. Dolayısıyla iki devlet formülü işlemeyince ortada barışçıl bir alternatif de belirmiyor, aksine uçurum büyüyor.
Birleşmiş Milletler eski Genel Sekreteri Ban Ki-moon bir keresinde “İki devletli çözüm tek uygulanabilir çözümdür, aksi takdirde bitmeyen bir çatışmaya mahkûmuz” demişti. Halefi Guterres de benzer şekilde “Başka bir seçenek düşünülemez” diye vurguluyor. Yani dünya diplomatik sistemi, başka çıkış yolu olmadığı konusunda ısrarcı. Ancak gelin görün ki, diplomasinin yıllardır söyledikleri ile sahada yapılanlar arasında derin bir uçurum var.
Belki de artık tüm tarafların aynaya bakıp şu soruyu sorması gerekiyor: Gerçekten iki devlet istiyor muyuz, yoksa bunu sadece söylemde mi sürdürüyoruz? Eğer isteniyorsa, o halde başta yerleşimlerin durdurulması, işgalin geri adım atması için somut adımlar atılmalı. Eğer istemiyorsa, o zaman da alternatif acı gerçeklerle yüzleşilmeli. Bu çelişki sürdükçe, Filistinli genç nesillerin barış umudu da giderek soluyor. Onlara yıllardır “iki devlet olacak, sabredin” dendi ama bunun yerine yerleşimler, duvarlar ve kontrol noktaları gördüler.
Son tahlilde, iki devletli çözüm hala teoride masada duruyor olsa da, pratikte can çekişiyor. Bu çözümün hayat öpücüğüne ihtiyacı var. Aksi halde, Filistin meselesi ya daha kaotik senaryolara evrilecek ya da yıllarca daha statüko içinde sürecek. Her iki durum da halklar için yıpratıcı. Bu yüzden, belki bir süreliğine sloganları bir kenara bırakıp, sahadaki gerçekleri değiştirmeye odaklanmak gerek. Barış sürecini canlandırmanın yolu, öncelikle işgal ve yerleşim politikalarında ciddi bir geri adım atılmasından geçiyor. Yani söylem ile pratik arasındaki çelişkiyi gidermenin tek yolu, pratikte adalet yönünde adımlar atmaktır.
10. Uluslararası Hukukta Filistin: BM Kararları ve Dünyanın Tepkileri
Filistin meselesi, uluslararası hukukun en fazla meşgul olduğu konulardan biridir. Onlarca Birleşmiş Milletler kararı, Uluslararası Adalet Divanı’nın görüşleri, sayısız insan hakları raporu bu meseleyle ilgilidir. Peki, uluslararası hukuk Filistin konusunda ne diyor ve dünya nasıl tepki veriyor?
Öncelikle, Filistin halkının kendi kaderini tayin hakkı uluslararası hukukta tanınmıştır. 1974’te Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), BM Genel Kurulu’nda Filistin halkının temsilcisi olarak tanındı. 1988’de FKÖ, Filistin Devleti’nin bağımsızlığını ilan etti (sürgünde) ve o tarihten bu yana dünya ülkelerinin büyük kısmı Filistin’i devlet olarak tanıdı. Günümüz itibariyle 193 BM üyesi devletten 146’sı Filistin Devleti’ni tanıyor. Bu, önemli bir çoğunluk demek. Tanıyanlar arasında Türkiye, Rusya, Çin, Hindistan, Brezilya, Fransa gibi pek çok ülke var. Tanımayanlar ise genelde Batı bloğundan ABD, İngiltere, Almanya, Kanada, Avustralya ve bazı küçük ülkeler. Bu resme bakınca, Filistin aslında dünya nüfusunun ve coğrafyasının büyük bölümü tarafından devlet olarak kabul ediliyor denebilir.
Birleşmiş Milletler nezdinde Filistin’in statüsü de zamanla yükseldi. 1970’lerde “gözlemci oluşum” statüsüyle başlayan temsil, 2012’de BM Genel Kurulu’nun 67/19 sayılı kararıyla Filistin’e “üye olmayan gözlemci devlet” statüsü verilmesi ile pekişti. Bu kararla BM, fiilen Filistin’i bir devlet olarak nitelendirmiş oldu. Böylece Filistin, BM Genel Kurulu’nda oy kullanamasa da oturumlara devlet olarak katılabilmekte, bayrağını BM’de dalgalandırabilmektedir. Ayrıca UNESCO gibi bazı BM uzmanlık örgütlerine Filistin tam üye kabul edildi (2011’de UNESCO’ya üye olması üzerine ABD bu kuruluştan çekilmişti).
BM Güvenlik Konseyi de yıllar boyunca birçok karar aldı. En kritiklerinden biri, 1967 Savaşı sonrası kabul edilen 242 sayılı Karardır. Bu karar, İsrail’e işgal ettiği topraklardan çekilme çağrısı yapar ve karşılığında tüm bölge devletlerinin güvenlik içinde tanınmasını öngörür. “Toprak karşılığı barış” ilkesini ortaya koyan 242, barış görüşmelerinin temel referansı olmuştur. Yine 1973 Savaşı sonrası 338 sayılı Karar, 242’nin uygulanmasını teyit etti. 478 sayılı Karar (1980), İsrail’in Kudüs’ü ilhak girişimini geçersiz saydı ve diplomatik misyonların Kudüs’te kurulmamasını istedi. 497 sayılı Karar (1981), Golan Tepeleri’nin ilhakını tanımadı. Bouquet bir liste olarak, hemen her kritik adımda BM’nin “Hayır, bu hukuka aykırı” diyen kararları mevcut.
Özellikle yerleşimler konusunda BM tutumu net: İşgal altındaki topraklarda İsrail’in yerleşim kurması Cenevre Sözleşmeleri’ne aykırı ve geçersiz. 2016’da ABD’nin ilk kez veto etmediği bir Güvenlik Konseyi kararı olan 2334, tüm yerleşim faaliyetlerinin “derhal ve tamamen durdurulmasını” talep etti ve yerleşimlerin “yasal geçerliliği olmadığını” vurguladı. İsrail bu kararı dikkate almadı; hatta tepki gösterdi. Ancak uluslararası hukuk zemininde İsrail’in Doğu Kudüs dahil işgal topraklarındaki hakimiyeti tanınmıyor. Çoğu ülke, örneğin Doğu Kudüs’teki İsrail idaresini ve ilhakını kabul etmiyor, buraları hala “işgal altındaki Filistin toprağı” olarak görüyor. Uluslararası Adalet Divanı da 2004’teki danışma görüşünde Batı Şeria’daki durumu işgal rejimi olarak tanımladı ve duvarın yıkılması, yerleşimlerin durdurulması gerektiğini belirtti.
Mültecilerin dönüş hakkı da önemli bir hukuki mesele. BM Genel Kurulu’nun 194 sayılı Kararı (1948), Filistinli mültecilerin mümkün olan en kısa sürede evlerine dönmesi veya dönmek istemeyenlere tazminat ödenmesi gerektiğini belirtir. Filistinliler bu kararı dönüş haklarının temeli sayarlar. İsrail ise toplu geri dönüşü demografik bir tehdit olarak gördüğü için reddeder.
Uluslararası hukuk cephesinde bunlar olurken, dünya kamuoyunun tepkileri de farklı şekillerde ortaya çıktı. İnsan hakları örgütleri son yıllarda dili sertleştirdi. 2021 ve 2022’de Human Rights Watch ve Amnesty International gibi köklü kuruluşlar, İsrail’in Filistinlilere yönelik uygulamalarını “apartheid” olarak niteleyen kapsamlı raporlar yayınladılar. Bu raporlar, İsrail’in tek bir otorite altında (İsrail ve işgal toprakları toplamı) iki farklı halk için iki ayrı hukuk ve hak rejimi uyguladığını belirterek, bunun ayrımcı bir sistem olduğunu söylüyor. İsrail ve destekçileri bu ithamları reddetse de, uluslararası sivil toplumda İsrail’e yönelik eleştiriler güçleniyor.
Avrupa Birliği ve diğer bazı ülkeler, İsrail’in politikalarına diplomatik tepkiler verse de, somut yaptırım veya baskı uygulama konusunda oldukça çekingen kaldılar. Örneğin AB, yerleşimlerde üretilen ürünlere etiketleme zorunluluğu getirme gibi küçük adımlar attı ama İsrail’e karşı ciddi bir ekonomik yaptırım asla gündeme gelmedi. ABD ise genelde İsrail’i eleştiren BM kararlarını veto ederek veya yumuşatarak İsrail’i koruyan bir duruş sergiledi (2334 istisnası dışında).
Öte yandan, Birleşmiş Milletler bünyesinde Filistin’e en fazla destek veren grup, Gelişmekte olan ülkeler ve İslam İşbirliği Teşkilatı ülkeleri oldu. Bu ülkeler BM’de neredeyse blok halinde Filistin lehine oy kullanıyor, kararlar çıkartıyor. Filistin sorunu, Soğuk Savaş döneminde Bağlantısızlar Hareketi için emperyalizme karşı mücadelenin simgesi olmuştu. Halen de Latin Amerika’dan Asya’ya pek çok halk Filistin’i sömürgeciliğe direnen haklı bir dava olarak görüyor.
Bununla birlikte, uluslararası tepkilerin etkisizliği de bir realite. Filistin lehine sayısız BM kararı olmasına rağmen bunlar sahada tam olarak uygulanabilmiş değil. İsrail, Güvenlik Konseyi kararlarına genellikle uymadı ama ciddi bir yaptırımla da karşılaşmadı. Bu da BM’nin itibarını zedeliyor. Filistin tarafı sık sık “Çifte standart var: Uluslararası hukuk kağıt üstünde bizi haklı buluyor ama kimse İsrail’e yaptırım uygulamıyor” serzenişinde bulunuyor. Örneğin, benzer dönemde olan Kuveyt işgalinde dünyayı ayağa kaldıran BM, Filistin işgalinde aynı sertliği göstermemekle eleştiriliyor. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) boyutunda da önemli gelişme, 2021’de UCM savcılığının Filistin topraklarında işlenen suçlarla ilgili soruşturma başlatması oldu. Bu, İsrail’in ciddi tepki gösterdiği bir hamleydi çünkü UCM, savaş suçları veya insanlığa karşı suçlar iddiasıyla İsrail askerlerini ve yetkililerini soruşturabilir. UCM soruşturması halen ilk aşamalarında, ancak bu bile uluslararası hukuk cephesinde Filistin için bir kazanım olarak değerlendirildi. Sonuç olarak, uluslararası hukuk Filistin’in haklı taleplerini büyük ölçüde teyit eder nitelikte. Ne var ki hukuk ve adalet kağıt üzerinde kalıyor, uygulamada ise güç dengeleri hükmünü sürdürüyor. Yine de Filistinliler uluslararası arenada elde ettikleri diplomatik zaferleri önemsiyorlar. “Devlet” olarak tanınmak, BM’de bayraklarının dalgalanması, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne başvurabilmek – tüm bunlar, onlar için uzun mücadelelerin meyvesi. Bu sembolik başarılar, moral anlamda toplumu ayakta tutuyor ve dünyaya mesaj veriyor: “Biz buradayız, varız ve haklarımızdan vazgeçmiyoruz.”
Dünya kamuoyu da sokak düzeyinde Filistin’e genelde duyarlı. Birleşmiş Milletler oylama sonuçlarında, her yıl Filistin lehine ezici destek kararları geçer. Bu, dünya halklarının vicdanında Filistin meselesinin bir adalet sorunu olarak karşılık bulduğunu gösteriyor. Ancak aynı dünya, çözüm noktasında çaresiz veya isteksiz kalabiliyor. Uluslararası hukuk sayfası, Filistinlilere kısmen moral zaferler sunsa da, yerdeki gerçekleri değiştirmeye yetmedi. Yine de Filistin davası, Güney Afrika’da apartheid rejiminin çöküşüne benzer bir şekilde, uzun erimli bir haklılık mücadelesi olarak sürüyor. Belki bir gün uluslararası toplum gerçekten “yeter artık” deyip daha etkili adımlar atar. O zamana dek, Filistin’in BM’deki sandalyesi tam dolu olmasa da, sesi her oturumda yankılanmaya devam edecek.
Filistin denildiğinde akla genellikle çatışma, siyaset, işgal gelse de, bunun ötesinde koca bir halkın kültürü ve insan hikâyeleri var. Filistin halkı, yaşadığı onca acıya rağmen kültürel kimliğini, geleneklerini ve yaşama sevincini büyük bir dirençle koruyor. Bu da bir nevi kültürel direniş anlamına geliyor. Bombalar altında doğum yapan bir annenin bebeğine ninni söylemesi, mülteci kamplarında gençlerin folklorik dabke dansı oynaması, dedelerin torunlarına köylerinin masallarını anlatması… Bütün bunlar, Filistinlilerin var olma mücadelesinin parçası.
Tarihin savurduğu Filistinliler, dünyanın neresine giderlerse gitsinler yanlarında bir parça “Filistin” götürdüler. Mülteci kamplarında doğup büyüyen çocuklar, büyüklerinden “eve dönüş” masallarını dinleyerek büyüdü. Filistin kültürü de bu dağınıklığa rağmen bir tutkal misali insanları bir arada tuttu. Anera adlı insani yardım örgütünün bir yorumunda belirtildiği gibi, “birçok Filistinli aile evlerinden, köylerinden koparıldığı için kültürel gelenekler bu topluluğu bir arada tutmak adına daha da önemli hale geldi”. Filistinliler, ister ata yurtlarında ister sürgünde olsunlar, ortak bir kültürel miras sayesinde kendilerini tanımlıyorlar.
Bu kültürel mirasın ögeleri neler? Mesela filistin kumaşı (kefiye) hemen akla gelir. Siyah-beyaz desenli kefiye, Filistin direnişinin sembolü haline gelmiştir. Aslen kırsal kesimde giyilen bir geleneksel başörtüsü iken, zamanla tüm dünyada Filistin mücadelesinin simgesi olarak benimsenmiştir. Dabke dansı, sevinci ve hüznü bir arada barındıran, el ele tutuşarak oynanan geleneksel halk dansıdır. Filistin düğünlerinin, bayramlarının vazgeçilmezidir. Mülteci kamplarında gençler daracık avlularda bile dabke ekipleri kurup pratik yaparlar; yarışmalara katılırlar. Bu, “Biz hâlâ kültürümüzü yaşatıyoruz” demenin bir yoludur.
Filistin mutfağı da kültürel dirençte önemli yer tutar. Sürgündeki aileler, köylerinin zeytinini, zahterini (kekik) bulamasalar bile hatırlayarak benzer lezzetleri yaratırlar. “Zeytinyağımız olmasa da biz varız” dercesine, her Ekim ayında sembolik zeytin hasadı şenlikleri düzenlenir. Kanafeh tatlısı Nablus’un meşhur peynir tatlısıdır ve Filistinliler gittiği yerlere bu lezzeti taşımıştır. Hatta diaspora Filistinlileri, bulundukları ülkelerde Filistin restoranları açarak kültürlerini tanıtırlar.
Edebiyat ve şiir ise Filistin direnişinin belki de en etkili kültürel cephesi oldu. Filistinli şair Mahmud Derviş, “Kimliğimi Unutma” ve “Bir gün döneceğiz” gibi dizeleriyle milyonların hislerine tercüman oldu. “Zeytin ağacına tutunduk, toprağımızdan kopmadık” diyen Derviş ve Gassan Kenefani gibi yazarlar, mücadelenin kalemle de yapılabileceğini gösterdiler. Derviş’in “Biz buradayız, bir yere gitmedik” dizeleri, Filistin’de duvarlara yazıldı, eylemlerde slogan oldu.
Müzik de direnişin bir parçası. “El-Ürdün ‘alana, Filastin lina” (Ürdün orada, Filistin burada) gibi halk ezgileri, diaspora kamplarında çocukların dilinde dolaşır. Ünlü müzik grubu El Eşik’in özgün Filistin şarkıları, sadece Arap dünyasında değil, batıda da konser salonlarını dolduran kitleler buldu.
Bir diğer insani direniş biçimi, eğitime sarılmak olarak karşımıza çıkıyor. Filistinli aileler, en zor şartlarda bile çocuklarının okumasına büyük önem verirler. Mülteci kampındaki çadır okulda okumak da olsa, işgal altındaki şehirde barikatlar arasından okula gitmek de olsa, eğitim bir mücadele olarak kabul ediliyor. Bu sayede, Filistinliler Ortadoğu’nun en eğitimli topluluklarından biri haline geldi. Doktorlar, mühendisler, akademisyenler yetişti. Bilgiye sarılmak, yok edilmek istenen bir halkın “Biz varız ve ilerleyeceğiz” demesinin bir yolu oldu.
Sanat alanında da Filistinliler seslerini duyuruyor. Ressam Naci el-Ali’nin yarattığı ünlü çizgi karakter “Handala”, elleri arkasında duran ve yüzü dönük olmayan bir Filistinli çocuk figürü, dünya çapında Filistin direnişinin sembollerinden oldu. Handala, “dünyaya sırtını dönmüş mazlum çocuk” olarak, filmlerden duvar resimlerine kadar her yerde karşımıza çıkıyor
Bütün bu kültürel ve insani direniş ögeleri şunu gösteriyor: Filistin halkı, sadece silahla ya da diplomasiyle değil, yaşamın her alanında direniyor. Sumud dedikleri bir kavram var Filistinlilerin – “sebat, dayanma gücü” anlamına geliyor. Sumud, bir halkın kökleri gibi toprağa sıkı sıkı tutunmasını ifade ediyor. Filistinliler için sumud, topraklarından ayrılmamak, ayrıldılarsa bile bir gün geri dönme inancını yitirmemek demek. Kültürel pratikler ise sumud’un mayası.
Belki siz de bir Filistinliyle sohbet etseniz, ondan önce güzel bir kahve ikram eder, sonra ailesinin hikâyesini anlatır. Hikâyenin sonunda muhtemelen “Ve bir gün tekrar o köye gideceğiz” der. İşte o cümledeki umut, kültürel direnişin ta kendisidir. Her şeye rağmen, Filistin halkı yaşama küsmedi, üretmekten vazgeçmedi.
Bu insani dayanıklılık, dünyada birçok başka mücadeleye de ilham veriyor. Güney Afrika’da apartheid’a karşı mücadele edenler zamanında Filistinlilerin sabrından bahsetmişlerdi. Günümüzde bile ezilen halklar Filistin’e bakıp güç buluyor. Zira Filistin davası sadece politik değil, derin bir insani içerik de taşıyor: Onurunu koruma mücadelesi. Kendi kültürüne, diline, toprağına sahip çıkarak onurlu bir yaşam sürme arzusu.
Sonuçta Filistin halkının direnişi, sadece taş atan gençlerden veya BM’de konuşma yapan elçilerden ibaret değil. Evinde zeytin dalıyla çay demleyen nine, pazar kurup zeytinyağı satan amca, harabeler arasında oyun oynayan çocuk… Hepsi birer direniş sembolü. Çünkü normal hayatı sürdürmek bile bazen direnmektir.
Bu kültürel ve insani direnç oldukça, Filistin kimliği dimdik ayakta kalacak. Dünyanın haritasında adı silinse bile insanların gönlünde yaşamaya devam edecek. Belki de bu yüzden Filistinliler sık sık şu sözü tekrarlar: “Varlığımız en büyük dirençtir.” Gerçekten de öyle; Filistin halkı var olmayı sürdürerek en büyük mesajı veriyor.
12. Siyonizm Eleştirisi ve Antisemitizm: Doğru Ayrımı Yapmak
Filistin meselesi konuşulurken sıkça karşılaşılan bir yanlış anlama, Siyonizm’e yönelik eleştirilerin antisemitizm ile karıştırılmasıdır. Bu bölümde bu hassas ayrımı netleştirelim. Öncelikle tanımlayalım: Antisemitizm, Yahudi halkına veya bireylere karşı duyulan ırkçı/nefret içerikli tutum ve söylemlerdir – kısaca Yahudi düşmanlığıdır. Siyonizm eleştirisi ise İsrail’in politikalarını veya Yahudi ulusal hareketini eleştirmektir. Bunlar temelde farklıdır.
Bir kişi, İsrail hükümetinin işgal politikalarını eleştirebilir, Filistinlilere yönelik uygulamalarını haksız bulabilir. Bu, onun antisemit olduğunu göstermez. Nasıl ki herhangi bir ülkenin politikalarını eleştirmek o ülkenin halkına düşmanlık anlamına gelmiyorsa, İsrail’i veya Siyonizm’i eleştirmek de otomatikman Yahudi düşmanlığı değildir. Nitekim bizzat birçok Yahudi de İsrail’in politikalarına karşı çıkar veya Siyonizm’i desteklemez. Örneğin İsrail’de sol görüşlü Yahudiler yerleşim politikasını şiddetle eleştirirler; veya dünya genelinde Haredi ultra-Ortodoks bazı Yahudiler teolojik nedenlerle Siyonizm’i reddederler. Bu insanlar elbette antisemit olamazlar – zira kendileri Yahudi. Bu örnek, kavramsal ayrımı gösterir: Siyonizm bir ideoloji/devlet politikasıdır, Yahudilik ise bir inanç ve kimliktir.
Ne yazık ki bazen İsrail’i veya Siyonist ideolojiyi eleştirenlere çabucak “antisemit” damgası vurulabiliyor. Bu, sağlıklı bir tartışmayı engelliyor ve gerçek antisemitizm vakalarının da gözden kaçmasına yol açıyor. Birleşmiş Milletler raporlarında da ifade edildiği üzere, “İsrail’e yöneltilen eleştiriler antisemitizm olarak etiketlenmemelidir; bu iddia çoğu zaman meşru muhalefeti susturmak için kullanılmaktadır.”. UNJPPI gibi dinlerarası adalet örgütleri açıkça “İsrail’e eleştiri getirmek antisemitizm değildir. İsrail’e eleştiriyi antisemitizm saymak, muhalefeti susturma amacı güder” diye belirtir. Yani uluslararası vicdan da bu ayrımın altını çizmektedir.
Antisemitizm, tarihte korkunç sonuçlar doğurmuş gerçek bir beladır. Avrupa’da yüzyıllarca Yahudiler zulüm gördü, Holokost’ta 6 milyon Yahudi katledildi. Bu yüzden Yahudi halkının güvenlik endişesi anlaşılır bir durumdur ve antisemitizmle mücadele hepimizin ortak sorumluluğudur. Ancak Filistin meselesinde, özellikle Arap dünyasının İsrail’e tepkisi, Yahudilere etnik/dini nefret temelinde değil, Siyonist ideolojinin sonuçlarına duyulan tepki temelindedir. Elbette her toplulukta olduğu gibi antisemit önyargıya sahip bireyler Arap toplumunda da çıkabilir ve bu kabul edilemez. Ancak Filistin’e özgürlük talep edenlerin ezici çoğunluğu, Yahudilere karşı bir nefret içinde değil, adaletsizliğe karşı öfke içindedir. Bu farkın iyi anlaşılması lazım. Örneğin bir protestocu “İsrail apartheid’ına son!” diye slogan atıyorsa, burada hedef alınan Yahudi kimliği değil, İsrail devletinin bir politikasıdır. Bunu antisemitizm olarak yansıtmak haksızlık olur. Hatta ilginçtir, İsrail’in bazı politikalarını en sert eleştirenler arasında Yahudi kökenli entelektüeller de vardır (Noam Chomsky, Ilan Pappé gibi). Onlar kendi toplumlarının hatalı gördükleri yönlerini eleştirirken antisemit mi oluyorlar? Elbette hayır. Öte yandan, Siyonizm eleştirisi yaparken dikkat edilmesi gereken bir hassas çizgi de var: Bu eleştiriyi ifade ederken kullanılan dil ve söylem, bilmeden antisemit kodlar barındırmamalı. Mesela İsrail hükümetini eleştirirken tüm Yahudileri suçlayan genellemeler yapmak yanlıştır ve antisemit bir önyargıya düşebilir. “Yahudiler şunu yapıyor” gibi ifadeler kesinlikle kaçınılması gereken, hatalı ifadelerdir. Eleştiriyi somut politikalara, karar alıcılara yöneltmek gerekir. Yine Yahudilerin dinî sembollerini aşağılamak, Holokost’u küçümsemek gibi tavırlar, Filistin davasına da zarar verir ve antisemitizm kapsamına girer. Yani Siyonizm eleştirisi yaparken antisemitizme kaymamak, her duyarlı insanın ödevidir.
Maalesef bazı çevreler, her türlü İsrail eleştirisini antisemitizmle eşitleyen bir yaklaşım sergiliyor. Bu, aslında gerçek antisemitizmin mücadele edilmesini de zorlaştırıyor çünkü kavramın içi boşaltılıyor. Kanada’da yapılan bir ankette halkın çoğunluğu “İsrail eleştirisi antisemit değildir” görüşüne katıldığını belirtmiş. Bu da gösteriyor ki kamuoyu bu ayrımı idrak edebiliyor. Önemli olan, siyaset sahnesinde de bu anlayışın hakim olması.
Sonuç olarak, Filistin halkının haklarını savunmak ve Siyonizm’i eleştirmek, Yahudi karşıtlığı anlamına gelmez. Aynı şekilde, antisemitizmle mücadele etmek de Filistin davasına sırt çevirmek anlamına gelmez. İkisi bir arada mümkündür ve yapılmalıdır. Nitekim Filistin yanlısı hareketlerin büyük çoğunluğu antisemitizmi açıkça reddeder, hatta antisemitizme karşı Yahudi toplumuyla dayanışma içindedir. Bir Filistin eyleminde “Hitler haklıydı” gibi bir pankart görmezsiniz mesela – görürseniz de ilk önce Filistin yanlıları onu oradan uzaklaştırır, çünkü bu söylem onların mücadelesine de aykırıdır.
Şunu unutmamak gerekir: Yahudiler de Filistinliler de insandır ve eşit haklara sahiptir. Birinin hak mücadelesi, diğerine düşmanlık üzerinden inşa edilmemelidir. Tam tersine, antisemitizm de İslamofobi de ırkçılığın iki yüzüdür ve ikisine de karşı çıkmak ortak bir duruş olmalıdır. Hatta tarihte Yahudi ve Arap halklarının barış içinde bir arada yaşadığı uzun dönemler olmuştur. Endülüs’te, Osmanlı’da Yahudiler İslam coğrafyasında huzur bulmuş, Filistin’de komşuluk yapmışlardır. Bugün yine barış içinde bir arada yaşamanın yolu, önyargıları kırmaktan ve birbirini insan olarak görmekten geçiyor.
Filistin meselesinde adalet isteyen bir kişi, aynı zamanda antisemitizm karşıtı olabilir, olmalıdır da. Bu iki tutum çelişmez, aksine birbirini tamamlar. Çünkü özünde her ikisi de ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı duruşun bir parçasıdır.
Dolayısıyla, Siyonizm eleştirisi ile antisemitizm arasındaki farkı net biçimde çizmek elzemdir. Bu farkı bilerek konuştuğumuzda, tartışmalar daha sağlıklı ve yapıcı olacaktır. En önemlisi, Filistin halkının haklı özgürlük davası da gereksiz yere karalanmamış olacaktır. Unutmayalım: “İsrail hükümetine karşı olmak başka şeydir, Yahudi karşıtı olmak bambaşka bir şey.” Eleştirilerimizi yöneltirken bir ideoloji ile bir inancı birbirine karıştırmadan, insanları kimlikleri nedeniyle hedefe koymadan hareket edersek hem Filistinliler hem Yahudiler için daha adil bir gelecek talebimizi dürüstçe savunabiliriz.
Sonuç: Filistin meselesi tarihin, siyasetin ve insan hikâyelerinin iç içe geçtiği, yüreklere dokunan bir konudur. Bu yazıda jeopolitikten kültüre, tarihten güncele pek çok boyutunu ele almaya çalıştık. Gördük ki, haritada küçük olan Filistin, tarihin yükünü büyük taşımış. Bugün dünyanın vicdanında Filistin bir adalet çığlığıdır. Filistin halkı onca acıya rağmen kültürüyle, direnciyle hayatta kalmıştır. Uluslararası siyaset labirentinde zaman zaman kaybolsa da, Filistin davası özünde hakkını arayan bir halkın hikâyesidir. Bu hikâyede zulüm de var, umut da.
Belki yazıyı okurken sizin de yüreğiniz sızladı, belki de geleceğe dair bir umut filizlendi. Filistin meselesi insanı duygulandırır; öfkeden gözyaşına türlü hissi uyandırır. Ama en çok da empatiyi gerektirir. Kendimizi bir an Filistinli bir ailenin yerine koyalım: Bir sabah evimize yıkım emriyle askerler gelse ne hissederdik? Veya yıllardır görmediğimiz köyümüzün anahtarını duvarda asılı tutmak nasıl bir duygudur? Bu empatiyi kurabildiğimizde, Filistinlilerin direnişini ve umudunu daha iyi anlarız.
Yazıyı “adalet” kelimesiyle bitirmek sanırım doğru olur. Çünkü Filistin’in arayışı adalettir. Sadece kendi halkı için değil, İsrailli komşuları için de adil ve barış içinde bir gelecek arzuluyorlar. Adil bir çözüm bulunmadıkça, ne Filistinliler ne de İsrailliler gerçek anlamda huzur bulabilecek. Bu nedenle uluslararası toplumun, biz sıradan insanların, kısacası hepimizin sorumluluğu, haksızlıkları doğru adlandırmak ve barış için ses yükseltmektir.
Filistin’de bir anne, gece çocuğunu uyuturken belki şöyle fısıldıyor: “Yarın daha güzel olacak.” Bu umut cümlesinin gerçeğe dönüşmesini dilemek ve bunun için çabalamak, insanlık ailesinin tüm fertlerinin boynunun borcu. Zira Filistin meselesi sadece Filistinlilerin, müslümanların değil, adalete inanan herkesin, insan olan herkesin meselesidir.
6. Ilan Pappé. The Ethnic Cleansing of Palestine. Oneworld Publications, 2006.
7. Rashid Khalidi. The Hundred Years’ War on Palestine: A History of Settler Colonial Conquest and Resistance, 1917–2017. Metropolitan Books, 2020.
8. International Court of Justice Advisory Opinion on the Legal Consequences of the Construction of a Wall in the Occupied Palestinian Territory (2004)
Bazen insan, sesini duymak ister. Kendi sesini. Konuşmadığı için, uzun süre suskun kaldığı için, sustuğuna bile inanmak zor gelir. Sonra bir gün, bir şey olur. Çok şey olmaz, bir şey yeter. Ve o an, insan tekrar konuşmaya mecbur kalır. Ben de öyle yaptım. Uzun zamandır siyasetten, tartışmalardan, kalabalıklardan uzaktaydım. Kartaş’tan çok uzakta, Muz Cumhuriyeti’nin batı sınırlarında, sessizliğin hâlâ bir erdem sayıldığı küçük bir kasabada yaşıyordum. Orada kimse yüksek sesle konuşmazdı. Kimse adını unutmak istemediği şeylerden bahsetmezdi. Tabi bunların hepsini uyduruyorum, hayır gerçek, hayır doğru,hayır yalan.. Ama sonra o haber geldi. Kerem Demiröz’ün diploması iptal edilmişti.
Diploma… Burada artık kimse o kelimeyi sadece bir kâğıt olarak görmüyordu. Kartaş’ta, belgeler gerçeklerin yerini alalı çok olmuştu. Gerçeklik, kağıdın üstündeki damganın, altındaki imzanın ötesinde bir şey değildi. Ama yine de, o diplomaların iptal edilmesi, bir tür ölüm ilanıydı Muz Cumhuriyeti’nde. Ve Kerem, çoktan ölmüştü. Benim gözümde çoktan.
Kerem, Kartaş’ın yükselen adamlarından biriydi. Belediyeden başlayıp, meydanlara uzanan bir yol izlemişti. Herkes ona “Halkın Kerem’i” demişti. Bense hiçbir zaman inanmadım. Muz Cumhuriyeti’nde hiç kimse halkın adamı olamazdı. Olsa da uzun sürmezdi. Kerem de sürmedi. Dün ‘herkesin başkanıyım’ diyen, ertesi gün ‘bizimkiler kazandı’ diyenlerden biriydi. Ama işte… Mesele onun kim olduğu değildi. Mesele, diplomasının hangi gerçekliği temsil ettiği değildi. Mesele, Muz Cumhuriyeti’nin artık hiçbir gerçeği kaldırmıyor oluşuydu.
Atarıkaya yönetiyordu ülkeyi. Halk ona Devlet Başkanı derdi, ama biz Kartaşlılar ona “Başıbozuk” derdik. Çünkü onun yönetiminde her şey başıbozuktu. Kurallar, ilkeler, yasalar… Hepsi esnek, hepsi eğilip bükülebilir. Bugün neyin doğru olduğuna Atarıkaya karar verir, yarın ise tam tersine dönerdi. Ve herkes başını sallar, boyun eğerdi. Atarıkaya’nın gözünde halk, sayıdan ibaretti. Kimi zaman “Yetmiş milyonuz” derdi, kimi zaman “Yetmiş milyona hesap sorarım!” Ve sorardı. Diplomasını iptal ettikleri Kerem’e de sormuşlardı hesabı. “Sen kimsin de aday oluyorsun?” Yanıtı belgelerde aramışlardı. Sahte diploma dediler. Yalan dediler. Kimse sorgulamadı. O an anladım. Bu ülke, düşmeden önce son kez ayağa kalkacaksa, o da mezarlığa doğru yürümek için olacak tı!
II. Bölüm: Kartaş’ın Gölgesi
Kartaş, griydi. Gökyüzü, duvarlar, taşlar… Hepsi aynı renkteydi. Şehir, kendini griye boyamıştı; belki suçlarını örtbas etmek için. Burada, kelimeler bile griydi. Ben oradan uzak kalmayı seçmiştim. Ama şimdi, bir yazı yazıyordum. Kendime söz vermiştim: Bir daha siyaset konuşmayacaktım. Çünkü Muz Cumhuriyeti’nde gündelik siyaset, insanın ruhunu kemiren bir kurt gibiydi. Ne kadar direnirsen diren, sonunda seni kemirirdi. Ama bugün yazıyorum. Kerem’e değil. Onun da fırıldak olduğunu biliyorum. O da diğerlerinden farklı değildi. Ama adaletsizlik, bir kurban seçmez. Hak yerini bulmazsa, kim olduğunun önemi kalmaz. Bugün Kerem, yarın başkası… Ve sonunda hepimiz.
III. Bölüm: Başıbozuk’un Adaleti
Atarıkaya’nın sarayı Kartaş’ın ortasında yükselirdi. Sarayın adı Altın Saraytı. Ama herkes “Taşlık” derdi. Çünkü oradan taş üstüne taş konmazdı. Adalet, o sarayın bahçesinde gömülmüştü. Gören olmadı. Ama hepimiz biliyorduk. Diploması iptal edilen, aslında halkın kendisiydi. Kerem, sadece bahaneydi. Bugün ona yapılan yarın başkasına yapılırdı. Ama Muz Cumhuriyeti insanı unutkandı. Balık gibi hafızası vardı. Sabah olanı, akşama unuturdu. Ve Atarıkaya bunu bilirdi. Bu yüzden her defasında yeniden başlar, her defasında yeniden hükmederdi. Ve biz, her defasında susardık.
IV. Bölüm: Sonrası Yokmuş Gibi
Kartaş’ın gökyüzüne baktım. Bir daha bu konuları düşünmeyecektim. Bir daha siyasetle ilgili yazmayacaktım. Kendime yemin ettim. Çünkü Muz Cumhuriyeti’nde, akıl sağlığını korumanın tek yolu susmaktı. Yazdım… Sonrası yokmuş gibi. Çünkü biliyordum: Sonrası yok.
Burada anlatılanlar tamamen hayal ürünüdür,gerçek hayatla hiçbir ilgisi yoktur.Neyse ki bu romanda ki gibi bir ülkede yaşamıyoruz Allah’ım sana şükürler olsun 🙏🏻
Selam arkadaşlar, Bugün sizinle biraz dertleşmek istiyorum. Hayatı konuşalım, ölümü de… Biraz hafif, biraz ağır…
Liseyi hatırlıyorum. O zamanlar insan her şeyi dünyanın en büyük meselesi sanıyor ya… Ben de öyleydim işte. Bir meseleye fena kafayı takmışım. Şimdi dönüp baktığımda, gerçekten “mesele” bile değilmiş aslında. Ama o zaman işin içindesin ya, sanki dünya batıyor. Bir arkadaşım vardı, hâlâ görüşürüz. O zaman yanıma geldi, baktı suratım beş karış. Ne oldu, dedi. Ben de anlattım. Dinledi, hiç ses etmedi. Sonra bir cümle kurdu: “Bak dostum, bugün ölebilirsin!”
Yeminle söylüyorum, ilk duyduğumda, “Dalga mı geçiyor bu?” dedim içimden. Gülümsedim hafif. Ama baktım ciddi. Gözümün içine bakıyor. Devam etti sonra: “Düşünsene, bugün öleceksin. Şu an buna mı üzülürdün? Yoksa ‘benim daha önemli şeylerim var, bu boktan meseleye mi takılacağım’ mı derdin?”
O an… Açık konuşayım, hak verdim. Ama gurur işte… Dışımdan bir şey belli etmedim. Hani, “he he” deyip geçtim. Ama aklımda kaldı o söz. Bugün ölebilirsin!
O cümle sonra peşimi bırakmadı. Evde, derste, yürürken… hep aklıma geldi. Sonra başladım araştırmaya. Bu lafın ardında başka bir şey var mı diye. Ve karşıma Memento Mori çıktı.
Latince… Anlamı: “Ölümü hatırla.” Bunu Roma’da zafer kazanan komutanlara fısıldarlarmış. Komutan arabasının arkasında bir köle yürür, halk alkışlarken kulağına usulca derdi: “Memento Mori.” Unutma, bir gün öleceksin.
Düşünsene… Bir adam, Roma gibi bir imparatorluğun kahramanı olmuş. Herkes onun önünde diz çökmüş, alkışlamış. Ama biri kulağına eğilip diyor ki: “Eyvallah, büyük zafer ama… Unutma, öleceksin.” Ne zafer, ne alkış, ne şan… Sonunda herkes için aynı son.
Dedim ki kendi kendime… Demek ki insanı diri tutan, tam da bunu bilmek.
Sonra İslam tarihine baktım. Orada da Halife Ömer’le karşılaştım. Anlatılır ki, her sabah yanına birini alırmış. O kişi ona derdi ki: “Ey Ömer! Ölüm var!” Her sabah! Halife olmuşsun, devletin başındasın, yetki sende… Ama biri sana her gün ölümünü hatırlatıyor. Ve sen buna razısın. Niye? Çünkü unutursan, yanılırsın. Unutursan, büyüklük taslarsın. Unutursan, kibirlenirsin. Ve en kötüsü… Unutursan, gerçekten yaşamayı da unutursun.
Ben o zaman anladım ki… Bugün ölebilirsin lafı, öylesine söylenmiş bir şey değil. İnsanın kendini hizaya çekmesi için söylenen bir cümle.
Geçen hafta bakım evinde bir teyze vefat etti. O boş yataga bakıp uzun süre durup düşündüm. Birkaç gün önce orada biri vardı. Şimdi yok. Ve biz ona “öldü” diyoruz. Ama asıl mesele o eksiklik hissi. O görünmeyen şey… Ne eksildi? Bilmiyorum. Ama eksildi işte. Ve bir gün benim de eksileceğim kesin. Senin de. Hepimizin.
İşte o yüzden…
Biliyor musun, bu cümle sayesinde şunu fark ettim: Artık çoğu şeye eskisi kadar kafayı takmıyorum. Eskiden olsa, biri laf eder… Günlerce düşünürdüm. Biri bir şey yapar, içime dert olurdu. Şimdi bir duruyorum. Diyorum ki: “Mehmet, bugün ölebilirsin. O da ölebilir.” Eğer gerçekten bugün ölecek olsam, buna kafayı takar mıydım? Hayır! O zaman niye şimdi takayım? Demek ki, üzülmeye değmez. Demek ki, cevap vermeye bile değmez bazen. Bir mesele, bugün ölebileceğimi bildiğimde hâlâ önemliyse, tamam, konuşurum. Ama değilse… Bırak gitsin.
Bunu düşününce, garip bir hafiflik geliyor insana. Omzundan bir yük kalkıyor sanki. Çünkü bazı şeyler, gerçekten o kadar büyük meseleler değil. Sadece biz büyütüyoruz. Ama “Memento Mori” diyor ki: Unutma, bir gün öleceksin. O yüzden, yaşamaya değer şeylere bak. Gerisi… Toz gibi savrulup gidiyor zaten.
Ben bazen kendi kendime o sözü biraz değiştirip diyorum ki “Mehmet, bugün ölebilirsin, oda ölebilir “ Bunu söylediğimde, hem kendime daha az kızıyorum Başkalarına da… Kızacakken, üzülecekken Diyorum ki: “Ya bugün o da ölebilir. Bugün ben de.” Hemen bir şey değişiyor. Bir ağırlık kalkıyor üstümden. Bir mesele büyümeden sönüp gidiyor.
Memento Mori… Ölümü hatırla! Ama bu, karamsarlık için değil. Hayatı, yaşarken ıskalamamak için, üzülmemek için..
Bugün buradayız. Hâlâ nefes alıyoruz. Hâlâ gözlerimizi açıp gökyüzüne bakabiliyoruz. Birine iyi bir söz söyleyebiliyoruz. Birini affedebiliyoruz. Ve bazen sadece susup içimizden “eyvallah” diyebiliyoruz.
Yarın? Kim bilir? Ama bugün var. Ve bence bugün, en kıymetli an. Evet “Bugün ölebilirim, o da ölebilir ” sözü benim için çok faydalı bir reçete oldu. Bu sözü bana söyleyen arkadaşım sana minnettarım.
Gözümüzü açtığımız andan itibaren aynı yeryüzünde dolaştığımızı sanıyoruz. Aynı havayı soluyor, aynı bulutlara bakıyoruz sanki. Aynı şehri, aynı yolu, aynı insanları görüyoruz… Ama bir durup düşününce insan şunu fark ediyor: Görünenin ötesinde, herkes kendi ayrı dünyasında yaşıyor. Bunu sadece romantik bir benzetme olsun diye söylemiyorum. Gerçek anlamda böyle.
Bizim baktığımız dünya ile bir başkasının baktığı dünya, aynı sokak tabelasını gösterse bile, aynı yer değildir. Görmek bir eylemse, anlam yüklemek onun rengine karar veren boyadır. Ve herkes fırçayı farklı tutuyor.
Aynı olamaz zaten. Çünkü hepimiz, kendi zihinlerimizin içinden çıkamıyoruz. Hepimizin zihni, bir anahtar deliğinden bakıyormuş gibi. O deliğin boyutunu da, baktığımız yönü de, ışığın düştüğü açıyı da kendi hikâyelerimiz belirliyor. Nasıl büyüdük, kimden korktuk, neye güldük, hangimiz bir derdi susturmak için gökyüzüne uzun uzun baktı… Hepsi, gördüğümüzü belirliyor.
Ve biz tüm bu benzersiz deneyimleri alıp, birkaç basit sözcüğün içine sığdırıyoruz. İki kelimeyle anlatıyoruz kendimizi, üç cümleyle özet geçiyoruz dünyayı. Oysa, kelimelerin sırtına yüklediğimiz anlam, her an değişiyor. Hatta bazen aynı kelimeyi ikinci kez söylerken, içimizdeki karşılığı bile farklılaşıyor. İlk söylediğinde “umut” demiştin mesela, ikincisinde “çaba”yı kast ediyorsun ama farkında değilsin.
O yüzden bazen düşünüyorum da… Dünya hakkında kurduğumuz her cümle, devasa bir “bana göre” ifadesinden başka bir şey değil aslında. Ve yine farkında olmadan, bu “bana göre”leri, evrensel bir doğruymuş gibi taşımaya çalışıyoruz. Sanki kendi gözümüzden gördüğümüz şey, herkes için apaçık ve sorgusuz doğruymuş gibi.
İnandık mı Tamam!
Bir de şu var: İnsan, bilgiden önce inançla hareket ediyor. Zihnin böyle çalışıyor, kaçış yok. Önce inanıyoruz, sonra ona uygun parçaları toplayıp “bilgi” diye paketliyoruz. İster bilim insanı ol, ister kasabada bakkal… Aynı mekanizma hep devrede. İnançlarımız, beynimizin en derin devrelerine işlenmiş. Biz daha farkına bile varmadan, gördüğümüzü, duyduğumuzu, hissettiğimizi onlar süzüyor. Ve bize hazır hale getiriyor. Saniyeler içinde, şipşak karar veriyoruz; iyi mi, kötü mü, doğru mu, yanlış mı diye.
O yüzden, gerçekten sorgulayan bir zihne sahip olmak kolay iş değil. Ön kabulsüz düşünmek, her şeyi olduğu gibi görmek… İnsanın kendine dürüstçe dönüp bakması gerekiyor. Ki itiraf edeyim; bunu başaran azdır. Ben de dahil.
Bilgi Herkesi Değiştirir mi?
Sanıyoruz ki bilgi değiştirir insanı. Değiştirir elbet, ama sadece kapısını açık tutana. Değişime direnmeyene. Eğer biri gerçekten, yürekten dönüşmek isterse; yeni öğrendiği bir şey, kök salmış inançlarını bile sarsabilir. Ama istemezse… Dağ gibi kanıt sunsan ne fayda! Zihin ona uygun bir kılıf bulur, üstünü örter. Bir “boş laf” der, “uydurma” der, hatta bazen “tehlikeli” bile diyebilir.
Hep söylerler, cehalet bilmemek değil. Öğrenmeyi reddetmektir. Çünkü yeni bir bilgi, oturmuş düzeni sarsar. Zihinsel koltuğundan kaldırır seni. Yeniden yerleşmen gerek, yeni kurallar koyman… Uğraşmak istemeyiz. Hem kim öğretti ki bize, öğrendiğimizi süzgeçten geçirmeyi, sorgulamayı?
Bunu bilen bir büyüğüm derdi ki; insan önce kendi zihnini eğitmek zorunda. Yoksa başkasının dünyasında kiracı olur. Ne derlerse ona inanır, ne gösterirlerse ona bakar. Özgürlük dediğimiz şey, önce kendi aklında başlar.
Benim de Fikrimi Soruyorlar… Ama…
Bak, dürüst olayım: Benim de birçok konuda fikrim var aslında. Okuyorum, izliyorum, düşünüyorum. Kafamda dönen onlarca mesele var. Ama yine de biri bana “Sen ne diyorsun?” diye sorduğunda, çoğu zaman şöyle bir durup “Bilmiyorum” diyorum. Belki garip gelecek ama hayatımda en çok kullandığım kelime bu olabilir: Bilmiyorum.
Çünkü hakikaten bilmiyorum. Çünkü bazen fikrim var ama net değilim. Emin değilim. Kimseye de “doğrudur” diye sunacak kadar iddialı olamıyorum. O yüzden bilmiyorum diyorum, demekten de çekinmiyorum. Bazen susmak, konuşmaktan daha zor gelir insana. Ama o “bilmiyorum” dediğin an, bir şey öğrenmenin kapısını aralıyorsun işte.
Peki Nereye Gidiyoruz?
Şimdi gel de bu çağın en büyük tuzağına bak: Herkesin bir fikri var! Sosyal medyada gezin, üç dakikada üç yüz fikir duyarsın. “Bence”ler havada uçuşur. Biri kalkar “Böyle!” der, diğeri “Hayır öyle değil!” der. Herkes uzman, herkes yorumcu, herkes doğrucu başı.
Ama işin kötüsü şu: Herkes “bence”sini doğru kabul ediyor. Sadece kendisine ait bir düşünceyi, sanki herkesin kabullenmesi gereken bir yasa gibi sunuyor. Bir de bunu güçlü bir unvanla söylersen, tamamdır. Kitleleri sürüklemek işten bile değil. Bir profesör, bir fenomen, bir siyasetçi… “Bence”sini söyler ve bir anda binlerce insanın “doğrusu” olur.
Ama insan kendi “bence”sine tutsak olursa, işte o zaman hakikat iyice uzaklaşır. Çünkü kendi zihninin dışına çıkamaz. Oysa “Sen nasıl düşünüyorsun?” diye sormak var ya… Belki de o sorduğun kişinin cevabı, senin “bence”ne yeni bir pencere açar. Görmediğini gösterir.
Çare?
Önce küçük şeylerle başlamak lazım bence. Dilimizi, kelimelerimizi iyi seçmek mesela. Anlatırken, sorgularken dikkat etmek. Sokrates’in üç filtresi vardır ya hani: Gerçek mi? İyi mi? Faydalı mı? Onları cebinde taşımak. Her duyduğuna hemen inanmak yerine, bir durup düşünmek. “Bu doğru mu? Bana ne katıyor?” demek.
Kimseye danışmadan, “Bir dakika ya, ben buna neden inanıyorum?” diye sorgulamak. Kolay değil. Alışık değiliz çünkü. Ama öğrenilebilir. Zamanla zihnin başka bir esnekliğe kavuşuyor. Bir gün kendini daha önce asla inanmayacağını düşündüğün bir şeyi düşünürken buluyorsun. O an anlıyorsun, başka bir dünya mümkün.
Ama acele yok. Hasar büyük. Yavaş yavaş tamir edeceğiz. Zamanla…
Ve En Sonda…
Hepimizin gözü, dar bir tünelden dışarı bakıyor. Bu yüzden bilgiçlik taslayan insanları görünce için tuhaf olur, uzaklaşırım, soğurum . Görüş alanımız sınırlı, ister kabul et ister etme. Gerçeğin tamamını görebilmek için o pencereyi biraz daha büyütmek lazım. Belki de “bence”lerimizi biraz susturup, “sence?” diye sormak gerekiyor. O zaman dünya, sadece senin zihninin değil, başkalarının da hikâyesi oluyor.
Ne demiş eskiler? “Talebin neyse, osun.”
Eğer yeni bir bakışa talipsen, açılıyor kapılar. Yoksa… Biz yine “bilmiyorum” der geçeriz. Ama en azından bilmediğimizi bilerek yaşarız.
Ve belki de bu, en azından cehenneme düşmeden önceki son çıkıştır.
Aslında bu yazıya nasıl başlanır, emin değilim. Bazen insanın aklında bir şeyler dolaşır, bir şeyler görür onları anlatmak ister ama nereden tutacağını bilemez ya… Öyle bir hâlde yazıyorum şimdi. Ama madem geldin, birlikte biraz düşünebiliriz belki. Dünyaya, kendimize, yaptıklarımıza şöyle hafifçe dışarıdan bakmayı deneyebiliriz.
Zor bir şey değil. Sadece… biraz durmak yeter. Ve belki, durunca, o sorular kendiliğinden gelir. Öyleyse bir soruyla giriş yapalım.
İnsanı insan yapan şey tam olarak nedir? Et midir, kemik midir, bir göğüs kafesinin içindeki nabız mıdır? Yoksa her şeye hükmeden o meşhur “zihin” midir? Yani düşünen varlık olarak tarif ettiğimiz insan mı insanı insan yapar?
Hayır, hiçbiri değil diyorum kendi kendime. Bütün bunlar sadece bir araya getirilen tuğlalar; ama evin neye benzediği, hangi hikâyeleri anlatacağı, hangi pencereden hangi manzarayı göstereceği… İşte o başka bir şey. O şeyin adı, şuur.
Şuur… Bir başka ifadeyle farkındalık. Ama öyle süslü cümlelerle dolup taşan bir farkındalık değil bu. Öyle “anı yaşa” motivasyonlarıyla şişirilmiş bir bilinç hâlinden de söz etmiyorum. Gerçek şuurdan bahsediyorum: İnsan olduğunun bilincinde olmak. Yaptığının sonucunu bilmek.Yapabileceğini bilmek. Ve en zor olanı: Yapmamanın mümkün olduğunu bilmek.
Bak, burada duralım bir an. Yapmamak. İnsan dediğimiz varlık, elini uzatıp taşı fırlatabilir; ama aynı elini dizine koyup taş atmaktan vazgeçmeyi de seçebilir. İşte tam burada başlar insanlık. O vazgeçişte. O frende. O kendi kendine “Hayır” diyebilmekte. Durdurabilmekte eli, dili, gözü, düşünceyi. Bazen bir söz çıkacakken dudaklarından, bilirsin ki çıkarsa kıracaktır, yok edecektir, geri alınmayacaktır… Ve susarsın. İşte o suskunluk, şuurdur.
Ama… Şuur yoksa?
Durup düşünelim şimdi bu sorunun etrafında. Şuur yoksa… Eğer yaptığını bilmeden yapan, yaparken durduramayan, durdurmayı aklına bile getirmeyen bir varlık varsa karşımızda… Onun adı insan değildir. Ona başka bir şey demek lazım. Ve inanın bana, “zombi” bile hafif kalır burada.
Zombiler… Bildiğimiz türden olanlar… Onlar basittir. Karınlarını doyurmak için hareket ederler. Açlıktan doğmuş, açlıkla yön bulan varlıklardır. Beğen ya da beğenme, gayet dürüst yaratıklardır aslında. Canı et ister, et yer. Basit bir motivasyonu, açık bir dürtüsü vardır. Tiksindiricidir ama samimidir.
Ama… Şuurdan mahrum insan? İşte o, bambaşkadır. O, zombi değildir. O, bir süper-zombidir. Öyle bir mahlûktur ki; sadece eline geçen eti yemez. Sadece karşısındakinin vücudu lime lime etmez. O, seni “neden” yokluğuyla öldürür. “Nasıl oldu?” dedirterek yorar. “Niye böyle biri?” diye düşündürerek umudunu kırar. Çünkü o artık neden yapıyor bilmiyordur. Yaparken kimse dur demiyordur ona. Hatta kendi bile kendine dur demiyordur. Ve asıl korkunç olan budur.
Şuurdan mahrum olan, farkındalığı kaybetmiş bir insan, kendi eylemlerine seyirci bile değildir. Onlar, yaptığı şeyle kendisi arasına mesafe koyamaz. Kendisine yabancılaşmaz bile! Çünkü kendisini hiç tanımamıştır ki yabancı olsun! Birisinin yüzüne bir tokat indirir, ama bunu neden yaptığını bilmez, Birisini sözleriyle, eylemlerleriyle kırar, zor durumda bırakır ama bunu neden yaptığını bilmez. Bir halkı sömürür, ama yaptığının adını koymaz. Bir ormanı yakar, ama ardından hiçbir pişmanlık duymaz. Çünkü şuur yoksa, pişmanlık da yoktur. Şuur yoksa, başka bir ihtimalin varlığı da yoktur.
Yani böyle biri, eline bir taş alır, fırlatır. Neden? Çünkü taşı eline almıştır. Başka bir şeyi seçebileceği aklından bile geçmez. “Fırlatma!” diyecek bir iç ses yoktur. “Dur dur” diyen bir vicdan yoktur. Eylem başlamıştır ve durdurulamaz.
İşte tam da bu yüzden, klasik zombi anlatılarında bile böyle bir mahlûk göremezsiniz. Çünkü zombiler en azından dışarıdan görünür biçimde tehlikelidir. Ama şuurdan mahrum insan öyle değildir. O, bazen kravat takar, kürsüde konuşur, bazen bir devletin başındadır, bazen çocuklara masal anlatır. Ama içinde olan, görünenden farklıdır. O, “başka bir şeyi seçme” ihtimalinin ortadan kalktığı andır.
Ve… O an, insanın bittiği andır.
—
Bak şimdi… Şuur, bizi insan yapan yegâne cevherdir. Olmasaydı, biz sadece rastlantılarla hareket eden et yığınlarından ibaret kalırdık. Ama şuur, bize başka bir yolu gösterir. “Hayır” deme yolu. “Yapmama” ihtimali. “Seçme” özgürlüğü.
Bir insan, yapabilecek iken yapmıyorsa, işte orada bir ahlak doğar. Ve ahlak, sadece şuurun olduğu yerde mümkündür. Bu yüzden, ahlakın kaybolduğu yerde, şuur da kaybolmuştur aslında.
Ve orada… O dünyada… Süper-zombiler hüküm sürer.
Kısacası, şuur yoksa, insan yoktur. Ve insan yoksa, karşımızda sadece bir et ve kemik yığını değil; başka hiçbir zombi filminde göremeyeceğiniz kadar korkunç bir süper-zombi vardır.
Burası küçük. Fazlasına ihtiyacım da yok. Işık fazla geldiğinde gözlerim kamaşıyor, sesler yükseldiğinde içimde bir şeyler sıkışıyor. O yüzden buradayım. Karanlıkta. Sessizlikte.
Ama bazen duvarların ötesinden sızıyorlar. Ne söylediklerini tam duyamıyorum, duymak da istemiyorum zaten. Ama biliyorum, yine aynı şeyler. Yüzeyde gezinen kelimeler, havada uçuşan anlamsız cümleler… Onlar için çok önemli belki ama buradan bakınca hiçbir şey ifade etmiyorlar.
Bazen kafamı yoruyor. Neden bu kadar uğraşıyorlar? Neden bu kadar hevesliler? Ne kazandıklarını sanıyorlar? Bilmiyorum. Belki de bilmek istemiyorum.
Burada, karanlıkta, her şey daha gerçek gibi. Daha az ama daha sahici. Fazlalıklardan arınmış bir huzur var. Ama yine de bazen duvarlar inceliyor, bir şeyler içeri sızıyor. O zaman biraz rahatsız oluyorum.
Merhaba sevgili dostlar.Kavramlar serimizin {bu seride ne yapıyorum: https://neohermosta.blog/%e2%9e%a1%ef%b8%8f-kavramlar/ }ilk yazısı George Orwell’ın 1984 romanında geçen “Gerçek Bakanlığı”.Şimdi sizlere Sevgili Sinan Canan hocanın İFA üçlemesinin ilk kitabı olan “Beden” kitabında yer verdiği bir hikayeyi anlatmak istediklerimi kolaylaştıracağına inandığım için hiç değiştirmeden aynen alıntılıyorum:
Gerçek ve Yalan bir gün karşılaşırlar. Yalan, Gerçek’e: “Bugün muhteşem bir gün!” der. Gerçek, gökyüzüne bakar ve iç çeker, çünkü gün gerçekten de çok güzeldir. Birlikte biraz zaman geçirirler ve bir kuyunun başına varırlar. Yalan, Gerçek’e: “Su çok güzel, haydi birlikte yıkanalım” der. Gerçek biraz şüphelidir ama suyu kontrol eder ve gerçekten güzel olduğunu fark eder. Bunun üzerine ikisi de kıyafetlerini çıkartıp suya girerler. Aniden, Yalan sudan çıkar, Gerçek’in kıyafetlerini alır ve hızla kaçar. Gerçek sudan çıktığında, elbiselerini bulamaz ve bir hayli öfkelenir. Yalan’ı bulmak ve kıyafetlerini geri almak için her yere koşar. Ama Dünya, onu çıplak gördüğünde bakışlarını çevirir ve onu görmek istemez. Zavallı Gerçek, çaresizlik içinde kuyuya geri döner ve sonsuza kadar saklanır. O günden sonra Yalan, Gerçek gibi giyinerek dünyayı dolaşır. Çünkü Dünya, hiçbir şekilde Çıplak Gerçek ile karşılaşmak istemez.
Bu hikâye, George Orwell’ın 1984 kitabında ki Gerçek Bakanlığı’nın temel felsefesini anlamamız için mükemmel bir metafor.
Orwell’ın 1984 romanında Gerçek Bakanlığı, insanların gerçeğe ulaşmasını engelleyen, yalanları süsleyerek gerçek gibi sunan bir kurum. Tıpkı hikâyedeki gibi, Gerçek sessizce bir kenara çekilmiş, insanlar ise gerçeğin elbiselerini giymiş Yalan’ı alkışlamaktadır.
Peki,Orwell’ın Gerçek Bakanlığı ne yapıyor?
Tıpkı Yalan’ın Gerçek’in kıyafetlerini çaldığı gibi, gerçekleri çarpıtıyor, değiştiriyor ve bambaşka bir şeye dönüştürüyor. Daha dün “hain” olarak ilan edilen bir isim, bugün “kahraman” olarak sunulabiliyor. Geçmişte “ülkenin kurtuluşu” olarak tanıtılan bir proje, yıllar sonra “yanlış bir karardı” denilerek unutulabiliyor. Ekonomik krizlerin, savaşların, siyasi çalkantıların nedenleri, halkın hafızasıyla oynanarak yeniden yazılıyor.
Ve halk, Yalan’ın gerçeğin elbiselerini giymiş haline inanmaya devam ediyoruz. Çünkü 1984’te , Geçmiş Bakanlığı arşivleri temizlediğinde, eski haberleri ortadan kaldırdığında, insanlar artık neyin gerçek olduğunu hatırlayamaz hale geliyor.
Orwell’ın uyarısı çok net:
Gerçek, elbiseleri çalındığında tanınmaz hale gelir.Geçmiş gerçeğin elbisesidir.Eğer geçmişi unutursak, geleceği kim şekillendirecek? Eğer hafızamız silinirse, bize ne anlatırlarsa ona inanmak zorunda kalmaz mıyız?
Tıpkı Gerçek’in utancından kuyuya çekildiği gibi, dünyada da gerçekler yavaş yavaş gözden kayboluyor. Ve onların yerine, Parti’nin, iktidarın, medyanın, çıkar gruplarının sunduğu süslenmiş yalanlar geçiyor.
Bazen bir kelimenin anlamını bildiğimizi sanırız, ama üzerine düşünmeye başladığımızda işler karışır. Gerçeklik de öyle bir kelime. İlk bakışta çok açık gibi görünüyor: “Gerçek olan şeyler.” Ama biraz derine inince, gerçekliğin ne olduğu konusunda herkesin farklı bir fikri olduğunu fark ediyorsun.
Bunu netleştirmek için bir zihin haritası çıkardım. Gel, birlikte düşünelim.
1. Fiziksel Gerçeklik: Dokunabildiğimiz, Ölçebildiğimiz Dünya
En kestirme cevaplardan biri şudur: Gerçek olan şeyler, fiziksel dünyada var olanlardır. Yani şu an oturduğun sandalye, elindeki kahve kupası, bilgisayarın veya telefonun, hatta yerçekimi… Bunlar bilimsel olarak ölçülebilir, deneylerle doğrulanabilir şeylerdir.
Fiziksel gerçeklik neden önemli? Çünkü modern bilim, evreni anlamak için fiziksel gerçeklikten yola çıkar. Deneyler, gözlemler ve matematiksel kanıtlarla doğrulanabilen şeyleri “gerçek” kabul ederiz.
Ama burada bir problem var: Eğer sadece fiziksel olarak var olan şeyler gerçekse, hayal gücü, düşünceler ve duygular ne olacak? Onları ölçemiyoruz, ama yok da diyemeyiz. İşte burada zihinsel gerçeklik devreye giriyor.
—
2. Zihinsel Gerçeklik: Düşünceler, Rüyalar ve Yanılsamalar
Fiziksel gerçeklik ölçülebilir şeylerden oluşuyorsa, aklımızın içinde olup bitenler ne olacak? Rüyalarımız, hayallerimiz, sanrılarımız?
Diyelim ki rüyanda bir ormanda yürüdüğünü gördün ve hatta içinde korkuyu hissettin. Uyandığında o orman gerçekten var mıydı? Hayır. Ama senin için bir anlığına gerçekte var olmuş gibi hissettirdi.
Bunu genişletelim. Eğer dünya sadece zihinsel bir yanılsamaysa? Matrix gibi filmlerde işlenen bir konu bu: Ya dünya aslında bir simülasyonsa ve biz sadece beynimizin oluşturduğu bir illüzyonda yaşıyorsak?
Descartes’in ünlü şüphesi de buraya bağlanıyor:
“Düşünüyorum, öyleyse varım.”
Descartes, her şeyden şüphe edebiliriz ama şüphe ettiğimiz gerçeğinin kendisi bile bizim düşündüğümüzü kanıtlar diyordu. Yani en azından bilincimizin var olduğundan emin olabiliriz.
Ama bu bizi başka bir soruya götürüyor: Gerçeklik sadece bizim zihnimizde mi, yoksa dışarıda bizden bağımsız olarak var mı?
—
3. Algı: Gerçekliği Nasıl Biliyoruz?
Burada devreye algı giriyor. Biz dünyayı beş duyumuzla algılıyoruz: Görme, işitme, dokunma, tat alma ve koku alma.
Ama algılarımıza ne kadar güvenebiliriz?
Mesela şu an önündeki ekrana baktığında, renkleri gördüğünü sanıyorsun. Ama fiziksel olarak renkler gerçekte var mı? Hayır. Renkler, beynimizin ışığın dalga boylarını yorumlaması sonucu ortaya çıkıyor.
Yani “gerçek” dediğimiz şey, aslında beynimizin dış dünyayı nasıl işlediğine bağlı. Eğer algılarımız değişirse, gerçeklik de değişir mi?
Bunu şöyle düşün:
Birisi doğuştan körse, kırmızının ne olduğunu ona anlatabilir misin?
Birisi sağırsa, müziğin nasıl bir şey olduğunu gerçekten anlayabilir mi?
Bunlar beynimizin dış dünyayı yorumlama biçimine bağlı olduğumuzu gösteriyor. Belki de her insan, kendi algısına göre farklı bir gerçeklik yaşıyor.
Bu bizi en büyük soruya götürüyor: Gerçeklik tamamen göreceli mi, yoksa herkes için aynı olan mutlak bir gerçeklik var mı?
—
4. Mutlak Gerçeklik: Evrenin Temel Doğası
Burada işler felsefi ve metafizik bir noktaya kayıyor. Mutlak gerçeklik var mı? Yani biz olsak da olmasak da varlığını sürdüren, değişmeyen bir gerçeklik var mı?
Platon’a göre evet. Onun İdealar Kuramı, fiziksel dünyanın yalnızca bir yansıma olduğunu, gerçek dünyanın ise değişmeyen ve mükemmel olan “İdealar Dünyası”nda bulunduğunu söylüyor.
Örneğin: Duvardaki bir üçgeni silebilirsin, ama üçgen kavramı hep var olacaktır. İşte Platon’a göre gerçeklik budur: Geçici olanlar değil, değişmeyen kavramlar.
Ama bilim bu konuda ne diyor? Fizikçiler, evrenin yasalarının her yerde aynı olduğunu düşünüyor. Yani eğer Mars’a gitsek de, bir başka galaksiye ulaşsak da yerçekimi gibi temel yasalar değişmeyecek.
Bu da mutlak bir gerçekliğin var olabileceğini gösteriyor. Ama yine de bunun ne kadarına ulaşabildiğimiz tartışmalı bir konu.
—
Sonuç: Gerçeklik Bizi Aşan Bir Şey mi?
Peki tüm bunlardan sonra gerçekliği tanımlayabiliyor muyuz?
Fiziksel gerçeklik dediğimiz şey, ölçebildiğimiz ve gözlemleyebildiğimiz şeyler.
Zihinsel gerçeklik, beynimizin içinde yarattığı dünyalar.
Algılarımız, gerçekliği nasıl gördüğümüzü belirliyor ama yanıltıcı da olabilir.
Mutlak gerçeklik var mı yok mu, hâlâ tartışmalı bir konu.
Belki de gerçeklik bizim onu anlamaya çalıştığımız süreçtir.
Kim bilir, belki de soruyu yanlış soruyoruz. Gerçeklik nedir? yerine Gerçekliği nasıl bilebiliriz? diye sormak daha doğru olabilir.
Bu konuda sen ne düşünüyorsun? Gerçeklik herkes için aynı mı, yoksa hepimiz kendi gerçekliğimizde mi yaşıyoruz?
Algı Yönetimi: Düşüncelerimiz Nasıl Şekillendiriliyor?
Bir gün sevgilinle oturuyorsun ve aranızda bir konu açılıyor:
O diyor ki: “Sen bana yeterince ilgi göstermiyorsun!”
Sen şaşırıyorsun: “Ne demek istiyorsun? Daha geçen hafta sana sürpriz yapmıştım!”
O devam ediyor: “Evet ama sosyal medyada herkes sevgilisinden her gün çiçek alıyor, sen hiç böyle şeyler yapmıyorsun!”
Dur bir dakika! Burada algı yönetimi devreye girdi. Gerçekten mi ilgisizsin, yoksa sevgilin sürekli belirli bir algıya maruz kaldığı için mi böyle düşünüyor?
Algı yönetimi işte tam olarak böyle çalışır. Gerçekleri olduğu gibi değil, nasıl sunulduğuna göre algılarız.
Peki, bu sadece ilişkilerde mi var? Hayır!
Siyasette, reklamlarda, sosyal medyada ve hatta haberlerde…
Markalar, politikacılar, hatta bazı arkadaşlarımız bile bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde algılarımızı yönetmeye çalışır.
Bugün şu soruların peşine düşüyoruz:
Algı yönetimi nedir?
İnsanların düşüncelerini şekillendirmek için hangi teknikler kullanılır?
Algı yönetimine karşı nasıl bilinçli olabiliriz?
Hadi gelin, gerçekle manipülasyon arasındaki ince çizgiyi birlikte keşfedelim!
1. Algı Yönetimi Nedir?
Algı yönetimi, insanların bir olayı, kişiyi veya durumu belirli bir şekilde görmesini sağlamak için bilinçli olarak yönlendirme yapma sürecidir.
✔ Gerçekler değiştirilmez, ama sunuluş biçimi değiştirilir. ✔ İnsanların nasıl düşünmesi gerektiği konusunda ince mesajlar verilir. ✔ Duygular, kelimeler, imgeler ve medya kullanılarak algı oluşturulur.
Bu yüzden aynı olay, farklı şekillerde anlatıldığında tamamen farklı algılanabilir.
Örnek: Medyada Algı Yönetimi
Diyelim ki bir şehirde büyük bir protesto var. Ama farklı haber kanalları bunu farklı sunuyor:
Kanal A: “Halk, özgürlük ve adalet için sokaklarda!”
Kanal B: “Kargaşa ve kaos: Şehirde isyan çıktı!”
Aynı olay, ama biri pozitif bir algı oluşturuyor, diğeri negatif.
İşte algı yönetimi tam olarak böyle çalışıyor. Olayın kendisi değişmez, ama insanların onu nasıl algılayacağı değiştirilir.
2. Algı Yönetimi Teknikleri
Şimdi en sık kullanılan algı yönetimi tekniklerine bakalım.
A. Çerçeveleme (Framing): Olayı Farklı Açıdan Sunma
Aynı olay, farklı şekilde anlatıldığında algılar değişir.
📌 Örnek: Diyelim ki sevgilin seni aradı ama açmadın.
✔ Senin anlatımın: “Telefonum sessizdeydi, fark etmedim.” ❌ Onun yorumu: “Beni umursamadın, açmadın!”
Olay aynı, ama farklı bir çerçevede sunulduğu için algılar değişti.
📌 Medya Örneği:
“Yeni vergi düzenlemesi halkı rahatlatacak!” (Pozitif çerçeve)
“Hükümet yeni vergi artışlarını onayladı!” (Negatif çerçeve)
📌 Nasıl korunuruz?
Olayı her zaman farklı açılardan görmeye çalış.
“Bu başka nasıl anlatılabilirdi?” diye düşün.
B. Tekrar Etme Etkisi (Illusory Truth Effect): Aynı Şeyi Tekrar Tekrar Söylemek
Bir şeyi ne kadar çok duyarsak, o kadar çok inanırız.
📌 Örnek:
Sevgilin sürekli “Beni hiç anlamıyorsun” derse, bir süre sonra sen de kendini gerçekten anlamayan biri olarak görmeye başlayabilirsin.
Bir markanın sürekli “Biz en kaliteli ürünüz!” demesi, gerçekten en kaliteli olduklarını göstermez, ama algıyı öyle oluşturur.
📌 Nasıl korunuruz?
Sadece sık duyduğun için bir şeye inanmamalısın.
Tekrar eden bir mesaj gördüğünde, gerçek kaynakları kontrol et.
C. Duygulara Hitap Etme
Bilinçli düşünmeyi devre dışı bırakmanın en etkili yolu duygulara dokunmaktır.
📌 Örnek:
Bir siyasetçi “Bu ülke hepinizin evi, biz bu evi koruyacağız!” dediğinde, mantıktan çok aidiyet ve korku duygularını kullanıyordur.
Bir reklamda “Bu parfümü sürersen, herkes sana hayran olacak!” diyorsa, aslında seni duygusal olarak yönlendiriyordur.
📌 Nasıl korunuruz?
Bir mesaj seni aşırı mutlu, korkmuş veya öfkeli hissettiriyorsa, bir adım geri çekil ve düşün.
D. Seçici Bilgi Sunma (Cherry Picking)
Sadece işine gelen bilgileri gösterip, geri kalanını gizlemek.
📌 Örnek:
Sevgilin, 10 kez mesaj attığında 9’una cevap verdiysen, ama o sadece 1 kez cevap vermediğin zamanı hatırlıyorsa, bu bir algı yönetimidir.
Bir politikacı “İşsizlik oranı düştü!” diyorsa, ama aynı anda enflasyon arttıysa, sadece işine gelen kısmı söylüyordur.
📌 Nasıl korunuruz?
Bir haber ya da olayın sadece bir tarafını değil, tamamını görmeye çalış.
3. Algı Yönetiminden Nasıl Korunuruz?
Tamam, artık biliyoruz ki algılarımız farklı tekniklerle şekillendiriliyor. Peki bundan nasıl korunacağız?
✅ 1. Farklı Kaynaklardan Bilgi Edin!
Tek bir haber kaynağına, tek bir kişiye ya da tek bir bakış açısına güvenme.
“Bu başka nasıl anlatılabilirdi?” diye düşün.
✅ 2. Duygusal Tepkini Kontrol Et!
Bir şey seni çok sinirlendirdi mi? Çok mutlu etti mi?
O zaman bir adım geri çekil ve düşün: “Bu mesaj, beni etkilemek için mi tasarlandı?”
✅ 3. Sorgulama Kültürü Geliştir!
“Bu bilgi eksik mi?”
“Bu olay başka nasıl çerçevelenebilir?”
✅ 4. Tekrar Eden Mesajlara Karşı Dikkatli Ol!
Sırf bir şeyi sık duydun diye doğru olduğunu düşünme.
Sonuç: Algılarımızı Koruyarak Gerçeğe Ulaşmalıyız
Bugün algı yönetiminin nasıl çalıştığını ve nasıl korunabileceğimizi öğrendik.
Özetle:
✅ Algı yönetimi, gerçekleri değiştirmeden sunuş biçimini değiştirerek insanların düşüncelerini şekillendirir. ✅ Çerçeveleme, tekrar etme etkisi, duygulara hitap etme ve seçici bilgi sunma en yaygın tekniklerdir. ✅ Bu tekniklerden korunmak için farklı kaynaklardan bilgi edinmeli, duygularımızı kontrol etmeli ve sorgulayıcı olmalıyız.
Buraya kadar eleştirel düşünme adına bir çok temel kavram üzerinde durduk. Bu serinin 12. yazısıydı, buraya kadar gelmiş iseniz eminim ki bir şeyler öğrenmişsinizdir. Yine bu konularda aklıma gelen detaylar geldikçe bu seriye devam etmeyi düşünüyorum şimdilik bu kadar. Hoşçakalın
Propaganda Teknikleri: Fikirlerimiz Nasıl Şekillendiriliyor?
Diyelim ki sevgilinle oturuyorsun ve aranızda klasik bir konu açılıyor: Hangi film daha iyi?
O diyor ki: “Kesinlikle bu film en iyisi, çünkü IMDb puanı çok yüksek!”
Sen diyorsun ki: “IMDb ne alaka? Bir sürü insan sırf trend olduğu için oy veriyor, ben kendi zevkime bakarım!”
Tartışma başlıyor. Ama aslında farkında olmadan ikiniz de bir tür propaganda etkisi altında karar veriyorsunuz.
O, otoriteye başvurma propagandasına kapılıyor (IMDb yüksekse, kesin iyidir).
Sen, kişisel deneyime aşırı güvenme eğilimindesin (Başkalarının ne düşündüğü önemli değil, sadece benim fikrim doğru).
Peki propaganda sadece filmlerle mi sınırlı? Tabii ki hayır! Siyasetten reklamlara, sosyal medyadan günlük sohbetlerimize kadar her yerde.
Bugün şu soruların peşine düşüyoruz:
1. Propaganda nedir ve nasıl işler?
2. En yaygın propaganda teknikleri nelerdir?
3. Propagandaya karşı nasıl direnebiliriz?
Hadi bakalım, beynimizi şekillendiren güçleri birlikte keşfedelim!
—
1. Propaganda Nedir ve Nasıl Çalışır?
Propaganda, insanları belirli bir düşünceye yönlendirmek için kullanılan bilinçli bir iletişim yöntemidir.
Bunu yapan kişi veya kurumun amacı:
✔ İnsanları bir fikri desteklemeye yönlendirmek ✔ Belirli bir algı oluşturmak ✔ Davranışları kontrol etmek
Bazen propaganda iyi amaçlarla kullanılır (örneğin, “Sigara sağlığa zararlıdır” kampanyaları). Ama bazen de insanları manipüle etmek için kullanılır (örneğin, “Bu ürünü almazsan mutlu olamazsın!” mesajları).
Peki propaganda nerede kullanılıyor?
Reklamlar (Bir şampuan markasının “en iyi” olduğunu iddia etmesi)
Siyaset (Adayların rakipleri hakkında olumsuz kampanyalar yürütmesi)
İlişkiler (Sevgilin sana “Beni gerçekten seviyorsan bunu yaparsın!” diyorsa, bir tür duygusal propaganda yapıyordur!)
Şimdi gelin, en yaygın propaganda tekniklerini inceleyelim.
—
2. En Yaygın Propaganda Teknikleri
A. Otoriteye Başvurma (Appeal to Authority)
“Bu kişi X dedi, o zaman doğrudur!” mantığı.
📌 Örnek:
“Dünyaca ünlü bir doktor bu ilacın harika olduğunu söyledi!”
“Sevgilim bana dedi ki, eğer beni seviyorsam onun istediği filmi izlemeliyim!”
📌 Nasıl korunuruz?
Otorite kişisinin gerçekten bu konuda uzman olup olmadığını sorgula.
Kendi araştırmanı yap, sadece tek bir kaynağa güvenme.
—
B. Korku Propagandası (Fear Mongering)
“Korkut, böylece istediklerini yaptır!” mantığı.
📌 Örnek:
“Eğer bu parti seçilirse, ülke batar!”
“Eğer bu ürünü kullanmazsan, saçların dökülür!”
“Beni aramazsan, kesin başka biriyle konuşuyorsundur!”
📌 Nasıl korunuruz?
Korkuya dayalı mesajlar gördüğünde, bir adım geri çekil ve gerçek verilere bak.
Manipüle edilip edilmediğini anlamaya çalış.
—
C. Bandwagon (Herkes Yapıyor, O Zaman Sen de Yap!)
İnsanların kalabalığa uymasını sağlamak için kullanılır.
📌 Örnek:
“Bu telefon modeli şu anda en popüleri, herkes alıyor!”
“Bütün arkadaşların sevgilisine çiçek alıyor, sen neden almıyorsun?”
“Milyonlarca insan bu diyeti uyguluyor!”
📌 Nasıl korunuruz?
Bir şeyin popüler olması, onun doğru olduğu anlamına gelmez.
Kendi ihtiyaçlarını ve mantığını kullanarak karar ver.
—
D. Duygusal Manipülasyon (Duygularına Oynama)
Birini mantıklı düşünmekten uzaklaştırmak için suçluluk, aşk, öfke gibi duygularını kullanma.
📌 Örnek:
“Gerçekten milliyetçiysen, bizim partiye oy verirsin!”
“Beni seviyorsan, o kişiyle konuşmayı bırakmalısın!”
“İyi bir insan olsaydın, bu bağışı yapardın!”
📌 Nasıl korunuruz?
Karşındaki kişi senin duygularını mı, yoksa mantığını mı hedef alıyor?
Gerçek bir sebep var mı, yoksa duyguların mı kullanılıyor?
—
E. Tek Taraflı Bilgi Sunma (Cherry Picking)
Sadece işine gelen verileri seçip, geri kalanları gizleme.
📌 Örnek:
“Bu ürün yüzde 90 etkili!” (Ama yüzde 10’luk başarısızlık oranını söylemiyor.)
“Ben sana her zaman iyilik yaptım!” (Ama tartışmaların sebebi olan şeyleri göz ardı ediyor.)
“Bizim ülke ekonomisi süper!” (Ama borç rakamlarını söylemiyor.)
📌 Nasıl korunuruz?
Karşıt görüşleri de dinle.
Eksik bırakılan bilgileri araştır.
—
3. Propagandaya Karşı Nasıl Direniriz?
Şimdi propaganda tekniklerini öğrendik. Peki bu manipülasyonlardan nasıl korunacağız?
✅ 1. Duygusal Tepki Vermeden Önce Düşün!
Bir haber, reklam ya da konuşma seni korkutuyor, öfkelendiriyor ya da suçlu hissettiriyorsa, önce bir dur.
Bu duygularımı manipüle etmek için mi yapılıyor? diye kendine sor.
✅ 2. Karşıt Görüşleri Araştır!
Tek bir kaynaktan gelen bilgiye inanma.
Farklı kaynaklardan kontrol et.
✅ 3. Kendi Kararını Ver!
“Herkes böyle yapıyor!” diyenlere inanma.
Bağımsız düşün, kendi mantığını kullan.
✅ 4. Dilin Kullanımına Dikkat Et!
“HERKES böyle düşünüyor!” gibi aşırı genellemeler içeren söylemler çoğu zaman manipülasyon içerir.
“Gerçekten herkes mi böyle düşünüyor?” diye sorgula.
—
Sonuç: Zihnimizi Korumak İçin Bilinçli Olmalıyız
Bugün propagandanın nasıl çalıştığını ve nasıl korunabileceğimizi konuştuk.
Özetle:
✅ Propaganda, insanları belirli bir düşünceye yönlendirmek için kullanılan bilinçli bir iletişim biçimidir. ✅ Korku propagandası, otoriteye başvurma, duygusal manipülasyon, bandwagon etkisi gibi teknikler kullanılır. ✅ Kendi kararlarını vermek, farklı görüşleri dinlemek ve duygusal tepkileri kontrol etmek, propagandaya karşı en güçlü savunmalardır.
Bir sonraki yazımızda, algı yönetimi ve insanların bilinçaltına nasıl mesajlar yerleştirildiğini konuşacağız.
Şimdilik hoşça kalın ve kendi düşüncelerinizin sahibi olmaktan vazgeçmeyin!