
Aynı Gökyüzü, Ayrı Dünyalar
Gözümüzü açtığımız andan itibaren aynı yeryüzünde dolaştığımızı sanıyoruz. Aynı havayı soluyor, aynı bulutlara bakıyoruz sanki. Aynı şehri, aynı yolu, aynı insanları görüyoruz… Ama bir durup düşününce insan şunu fark ediyor: Görünenin ötesinde, herkes kendi ayrı dünyasında yaşıyor. Bunu sadece romantik bir benzetme olsun diye söylemiyorum. Gerçek anlamda böyle.
Bizim baktığımız dünya ile bir başkasının baktığı dünya, aynı sokak tabelasını gösterse bile, aynı yer değildir. Görmek bir eylemse, anlam yüklemek onun rengine karar veren boyadır. Ve herkes fırçayı farklı tutuyor.
Aynı olamaz zaten. Çünkü hepimiz, kendi zihinlerimizin içinden çıkamıyoruz. Hepimizin zihni, bir anahtar deliğinden bakıyormuş gibi. O deliğin boyutunu da, baktığımız yönü de, ışığın düştüğü açıyı da kendi hikâyelerimiz belirliyor. Nasıl büyüdük, kimden korktuk, neye güldük, hangimiz bir derdi susturmak için gökyüzüne uzun uzun baktı… Hepsi, gördüğümüzü belirliyor.
Ve biz tüm bu benzersiz deneyimleri alıp, birkaç basit sözcüğün içine sığdırıyoruz. İki kelimeyle anlatıyoruz kendimizi, üç cümleyle özet geçiyoruz dünyayı. Oysa, kelimelerin sırtına yüklediğimiz anlam, her an değişiyor. Hatta bazen aynı kelimeyi ikinci kez söylerken, içimizdeki karşılığı bile farklılaşıyor. İlk söylediğinde “umut” demiştin mesela, ikincisinde “çaba”yı kast ediyorsun ama farkında değilsin.
O yüzden bazen düşünüyorum da… Dünya hakkında kurduğumuz her cümle, devasa bir “bana göre” ifadesinden başka bir şey değil aslında. Ve yine farkında olmadan, bu “bana göre”leri, evrensel bir doğruymuş gibi taşımaya çalışıyoruz. Sanki kendi gözümüzden gördüğümüz şey, herkes için apaçık ve sorgusuz doğruymuş gibi.
İnandık mı Tamam!
Bir de şu var: İnsan, bilgiden önce inançla hareket ediyor. Zihnin böyle çalışıyor, kaçış yok. Önce inanıyoruz, sonra ona uygun parçaları toplayıp “bilgi” diye paketliyoruz. İster bilim insanı ol, ister kasabada bakkal… Aynı mekanizma hep devrede. İnançlarımız, beynimizin en derin devrelerine işlenmiş. Biz daha farkına bile varmadan, gördüğümüzü, duyduğumuzu, hissettiğimizi onlar süzüyor. Ve bize hazır hale getiriyor. Saniyeler içinde, şipşak karar veriyoruz; iyi mi, kötü mü, doğru mu, yanlış mı diye.
O yüzden, gerçekten sorgulayan bir zihne sahip olmak kolay iş değil. Ön kabulsüz düşünmek, her şeyi olduğu gibi görmek… İnsanın kendine dürüstçe dönüp bakması gerekiyor. Ki itiraf edeyim; bunu başaran azdır. Ben de dahil.
Bilgi Herkesi Değiştirir mi?
Sanıyoruz ki bilgi değiştirir insanı. Değiştirir elbet, ama sadece kapısını açık tutana. Değişime direnmeyene. Eğer biri gerçekten, yürekten dönüşmek isterse; yeni öğrendiği bir şey, kök salmış inançlarını bile sarsabilir. Ama istemezse… Dağ gibi kanıt sunsan ne fayda! Zihin ona uygun bir kılıf bulur, üstünü örter. Bir “boş laf” der, “uydurma” der, hatta bazen “tehlikeli” bile diyebilir.
Hep söylerler, cehalet bilmemek değil. Öğrenmeyi reddetmektir. Çünkü yeni bir bilgi, oturmuş düzeni sarsar. Zihinsel koltuğundan kaldırır seni. Yeniden yerleşmen gerek, yeni kurallar koyman… Uğraşmak istemeyiz. Hem kim öğretti ki bize, öğrendiğimizi süzgeçten geçirmeyi, sorgulamayı?
Bunu bilen bir büyüğüm derdi ki; insan önce kendi zihnini eğitmek zorunda. Yoksa başkasının dünyasında kiracı olur. Ne derlerse ona inanır, ne gösterirlerse ona bakar. Özgürlük dediğimiz şey, önce kendi aklında başlar.
Benim de Fikrimi Soruyorlar… Ama…
Bak, dürüst olayım: Benim de birçok konuda fikrim var aslında. Okuyorum, izliyorum, düşünüyorum. Kafamda dönen onlarca mesele var. Ama yine de biri bana “Sen ne diyorsun?” diye sorduğunda, çoğu zaman şöyle bir durup “Bilmiyorum” diyorum. Belki garip gelecek ama hayatımda en çok kullandığım kelime bu olabilir: Bilmiyorum.
Çünkü hakikaten bilmiyorum. Çünkü bazen fikrim var ama net değilim. Emin değilim. Kimseye de “doğrudur” diye sunacak kadar iddialı olamıyorum. O yüzden bilmiyorum diyorum, demekten de çekinmiyorum. Bazen susmak, konuşmaktan daha zor gelir insana. Ama o “bilmiyorum” dediğin an, bir şey öğrenmenin kapısını aralıyorsun işte.
Peki Nereye Gidiyoruz?
Şimdi gel de bu çağın en büyük tuzağına bak: Herkesin bir fikri var! Sosyal medyada gezin, üç dakikada üç yüz fikir duyarsın. “Bence”ler havada uçuşur. Biri kalkar “Böyle!” der, diğeri “Hayır öyle değil!” der. Herkes uzman, herkes yorumcu, herkes doğrucu başı.
Ama işin kötüsü şu: Herkes “bence”sini doğru kabul ediyor. Sadece kendisine ait bir düşünceyi, sanki herkesin kabullenmesi gereken bir yasa gibi sunuyor. Bir de bunu güçlü bir unvanla söylersen, tamamdır. Kitleleri sürüklemek işten bile değil. Bir profesör, bir fenomen, bir siyasetçi… “Bence”sini söyler ve bir anda binlerce insanın “doğrusu” olur.
Ama insan kendi “bence”sine tutsak olursa, işte o zaman hakikat iyice uzaklaşır. Çünkü kendi zihninin dışına çıkamaz. Oysa “Sen nasıl düşünüyorsun?” diye sormak var ya… Belki de o sorduğun kişinin cevabı, senin “bence”ne yeni bir pencere açar. Görmediğini gösterir.
Çare?
Önce küçük şeylerle başlamak lazım bence. Dilimizi, kelimelerimizi iyi seçmek mesela. Anlatırken, sorgularken dikkat etmek. Sokrates’in üç filtresi vardır ya hani: Gerçek mi? İyi mi? Faydalı mı? Onları cebinde taşımak. Her duyduğuna hemen inanmak yerine, bir durup düşünmek. “Bu doğru mu? Bana ne katıyor?” demek.
Kimseye danışmadan, “Bir dakika ya, ben buna neden inanıyorum?” diye sorgulamak. Kolay değil. Alışık değiliz çünkü. Ama öğrenilebilir. Zamanla zihnin başka bir esnekliğe kavuşuyor. Bir gün kendini daha önce asla inanmayacağını düşündüğün bir şeyi düşünürken buluyorsun. O an anlıyorsun, başka bir dünya mümkün.
Ama acele yok. Hasar büyük. Yavaş yavaş tamir edeceğiz. Zamanla…
Ve En Sonda…
Hepimizin gözü, dar bir tünelden dışarı bakıyor. Bu yüzden bilgiçlik taslayan insanları görünce için tuhaf olur, uzaklaşırım, soğurum . Görüş alanımız sınırlı, ister kabul et ister etme. Gerçeğin tamamını görebilmek için o pencereyi biraz daha büyütmek lazım. Belki de “bence”lerimizi biraz susturup, “sence?” diye sormak gerekiyor. O zaman dünya, sadece senin zihninin değil, başkalarının da hikâyesi oluyor.
Ne demiş eskiler? “Talebin neyse, osun.”
Eğer yeni bir bakışa talipsen, açılıyor kapılar. Yoksa… Biz yine “bilmiyorum” der geçeriz. Ama en azından bilmediğimizi bilerek yaşarız.
Ve belki de bu, en azından cehenneme düşmeden önceki son çıkıştır.