Yazı kategorisi: kişisel yazı, Lalletayn

Hayatın Gerçekleri (Bana Göre)

Bu yazıda hayatı nasıl yaşadığımı değil, hayatı nasıl gördüğümü anlatıyorum.
Çünkü görmekle uygulamak aynı şey değil.
Hayatı böyle görüyorum, ama her zaman böyle yaşayabildiğimi söyleyemem.
Uygulamak, çoğu zaman daha fazla irade isteyen, daha zor bir iş.

Yazının içinde; insanın yalnızlığı, empati kurma çabası, doğuştan gelen bencillik, bencilliğin dünyadaki yıkıcı etkileri, savaşlar ve masum acılar, Tanrı inancı üzerine görüşlerim, bilinmezlik içinde yaşama fikri ve nihayetinde kendi küçük hayat felsefemi nasıl kurmaya çalıştığım gibi konulara değindim.

Hepsi sadece hayatı nasıl gördüğüme dair.
Bildiğim gibi yaşayamamak da bu yolculuğun bir parçası.

Benim Hayat Görüşüm

Bazen hayat durup dururken insana kendi varlığını sorgulatıyor. Bir sabah uyanıyorsun, güneş pencereye vurmuş, perdelerin arasından sızan ışıkta odanın tozları dans ediyor ve sen o an durup, “Ben kimim? Ne yapıyorum? Ne istiyorum bu hayattan?” diye soruyorsun kendine. 
Ben de böyle zamanlar çok oldu. Sanki içimde yıllardır sessizce büyüyen bir soru, bir anda baş köşeye oturuyor. Cevabını ertelediğim şeyler, bir sabah kahvaltı masasının sessizliğinde, ya da kalabalık bir caddenin ortasında yüzüme çarpıveriyor. 
Ve fark ediyorum ki, hayat dediğimiz şey, birikmiş küçük anlardan oluşuyor: Beklenmedik bir telefon görüşmesi, içinden gelmeyerek çıktığın bir yürüyüş, tesadüfen açtığın bir kitap, ansızın göz göze geldiğin biri… Her biri, ruhunun bir köşesini ufak ufak şekillendiriyor.

Kendime sorduğum en temel soru hep aynı yere varıyor: Bu hayatta nasıl bir insan olmak istiyorum? 
İşte bugün, hiçbir şey öğretmeye ya da doğrulamak için ispat yapmaya çalışmadan, sadece içimden geldiği gibi anlatacağım bunu sana. Çünkü ne yaşadıysam, nasıl hissettiysem, kimseye hesap vermeden içimden döküldüğü haliyle burada olacak

İlk öğrendiğim şey şu oldu: 
İnsan her şeyden önce yalnız bir varlık. 
Bunu ilk ne zaman hissettim bilmiyorum. Belki çocukken, ailemin kalabalığı arasında sessizce bir köşeye çekildiğimde… Belki üniversite yıllarında, kalabalık bir kafede herkesin güldüğü anlarda içimi kaplayan garip boşlukla… 
Ama bildiğim bir şey var: Ne kadar kalabalıkların içinde olursan ol, kendi kafanın içinde hep yalnızsın. Kimse tam olarak senin gibi hissedemiyor. Kimse tam olarak senin gibi bakamıyor dünyaya.

Bu yalnızlığı kabullenmek, bana göre insan olmanın ilk ve en ağır sınavı. 
Başta ürkütüyor. Çünkü hep birilerine yaslanmak istiyor insan; bir dostun omzuna, bir sevgilinin sesine, bir ailenin varlığına… Ama ne yaparsan yap, derinlerde bir yerde hep kendine kalıyorsun. 
Ve sanırım bu kötü bir şey değil. 
Çünkü yalnızlığı kabullendiğin anda, o boşluk korkutucu olmaktan çıkıp bir tür özgürlüğe dönüşüyor. Artık başkalarının seni anlamasını beklemiyorsun. Artık kimsenin omzunda varoluşunu taşımaya çalışmıyorsun. 
O zaman daha hafifliyorsun. Daha gerçek oluyorsun.

Hayatımda yaşadığım her kırılma, her büyüme anı, yalnızlığıma yaklaştığım anlarda oldu. 
Bir kayıp yaşadığımda, bir hayal kırıklığına uğradığımda, bir dostluğu yitirdiğimde… 
İşte o anlar, hayatın bana sessizce şunu fısıldadığı anlardı: “Bu dünyada, en son sen varsın. Kendi içinde tutunabilecek misin?” 
Ve her seferinde içimden bir yan, yıkılsa da, ufak ufak ayağa kalkmayı bildi. 
Çünkü öğrendim ki, başkalarından beklediğin her şefkat, her anlayış, her teselli; sonunda, yine senin içinde filizlenmek zorunda.

Yalnızlık, zamanla bir korkudan çok bir ustalık haline geldi benim için. 
Kendi düşüncelerimi sevmeyi öğrendim. 
Kendi sessizliğimi dinlemeyi öğrendim. 
Kendi kendime dost olmayı öğrendim. 
Elbette bazen hâlâ ürküyorum. Hâlâ bazen geceleri, bir mesaj sesi bekler gibi bomboş tavana bakıyorum. Hâlâ bir şarkının ortasında, aniden burnumun direği sızlıyor. 
Ama artık biliyorum ki bu da geçecek. 
Çünkü hayat, duyguların gelip geçtiği, hiçbirinin sonsuz kalmadığı bir nehir gibi.

İşte bu yüzden, hayat görüşümün temeline şunu koyuyorum: 
İnsan, her şeyden önce, kendisiyle baş başa kalmayı öğrenmek zorunda. 
Kendini sevmek değil belki, ama kendine dayanabilmek. 
Kendi zihninin içinde kavga etmeden, kendi yüreğinin içinde azıcık huzur bulabilmek. 
Başka türlü büyüyemiyorsun. Başka türlü insan olamıyorsun.

Sonra fark ettim ki, insan yalnızken gerçek anlamda diğer insanları da sevebiliyor. 
Çünkü sevgiyi bir ihtiyaçtan değil, bir armağandan veriyorsun o zaman. 
Birine tutunmak için değil, tutunduğun hayatı paylaşmak için yaklaşıyorsun. 
Ve bu sevgiler daha temiz, daha sahici oluyor.

Hayatı böyle gördüğüm için bazen fazla “sert” olduğumu söylüyorlar. 
Belki de öyleyim. 
Çünkü gözümde, gerçek sevgiyi ve dostluğu, ancak yalnızlıkla sınanmış insanlar taşıyabiliyor. 
Kendini hiç kaybetmemiş, hiç yalnız kalmamış, hiç içine kapanmamış birinin sevgisine pek güvenemiyorum. 
Çünkü o sevgi, bir eksikliği tamamlama çabası gibi geliyor bana. 
Oysa gerçek sevgi, zaten tam olan iki yalnız ruhun birbirine dokunmasıdır.

Hayatla ilişkim de bu yüzden çok düz bir çizgide ilerlemiyor. 
Bazen sonsuz bir minnettarlıkla doluyorum her şeye: gökyüzüne, toprağa, bir sokak kedisinin uysal bakışına, iyi bir insanın bir tebessümüne… 
Bazen de koca bir öfkeye kapılıyorum: dünyanın adaletsizliğine, insanların birbirine yaptığı kötülüklere, anlamsız savaşlara… 
Ama her iki duygunun da gelip geçici olduğunu biliyorum. 
Hiçbir öfke sonsuz değil. 
Hiçbir minnettarlık da sabaha dek sürmüyor.

O yüzden kendi kendime tutamasam da çoğu zaman şöyle bir söz verdim bir zamanlar: 
Ne olursa olsun, bu hayatı sonuna kadar hissedeceğim. 
İyisiyle kötüsüyle, yalnızlığıyla kalabalığıyla, huzuruyla acısıyla. 
Çünkü hissedebildiğim sürece yaşıyorum. 
Çünkü hissetmek, var olmak demek.

Ve işte tam da bu yüzden, yalnızlıktan korkmuyorum artık. 
Çünkü yalnızlık, beni kendime döndürdü. 
Kendimde kaybolduğum zamanlarda bile, kendimi yeniden bulabileceğimi öğretti bana.

Ve belki de hayatın anlamı, başka hiçbir yerde değil, sadece burada saklı: 
Kendi içinde kaybolup, yine de bir şekilde, bir yerlerde, kendine rastlamakta…
 
Ve zaman geçtikçe fark ettim ki, yalnızlık dediğimiz şey, öyle tek bir kalıba sığacak kadar basit bir şey değil. 
Sanki koca bir orman gibi… İçinde binbir çeşit yalnızlık türü var. 
Bazısı ince ince sızıyor, bazısı yumruk gibi gelip göğsüne oturuyor. 
Bazısı tatlı bir serinlik gibi, bazısı buz gibi bir donukluk gibi.

İlk tanıştığım yalnızlık, o en basit olanıydı: Fiziksel yalnızlık. 
Etrafında kimse olmayınca, insan kendini doğal olarak yalnız hissediyor zaten. 
Çocukken akşam ezanı okununca herkesin evine girdiği mahallede, sokakta tek başına kalan çocuk gibi. 
Ya da yeni taşındığın bir şehirde, akşam karanlığında yabancı sokaklara baka baka yürüyüş yaparken. 
O tür bir yalnızlıkta, insan ister istemez bir iç ses arıyor: “Biri olsa da iki laf etsek…” 
Biri olsun da, sadece varlığıyla bu ağır sessizliği bozsun istiyorsun.

Sonra daha tehlikeli bir yalnızlıkla tanıştım: Sosyal yalnızlık. 
Etrafında insanlar varken bile kendini yabancı gibi hissettiğin o durum. 
Kalabalığın ortasında, seslerin arasında, kahkahaların arasında, yapayalnız hissetmek… 
Bir gün bir doğum günü partisine gitmiştim. Herkes gülüyordu, dans ediyordu, şakalaşıyordu. 
Ama ben, kalabalığın içinde adeta cama basmış bir kuş gibi çırpınıyordum. 
Oraya ait değildim. Onların muhabbetlerine, o coşkulu kahkahalara, o neşeli sohbetlere dokunamıyordum. 
Sadece dışarıdan bakıyordum. 
O gece eve döndüğümde anladım ki; insanın etrafında bin kişi olsa da, ruhu eğer yalnızsa, o kalabalık bir hiçtir.

En can acıtanıysa, duygusal yalnızlık oldu benim için. 
Yanında sevdiğin insanlar var… Dostların, ailen, belki sevgilin… 
Ama bir şey oluyor; ve kimse seni anlamıyor gibi geliyor. 
Dünyanın en önemli acısını yaşamışsın, ama anlatacak kimse bulamıyorsun. 
Ya da buluyorsun ama onların bakışlarında gördüğün şey seni teselli etmiyor. 
Diyorsun ki içinden: “Anlamıyorlar. Anlamaları da imkansız.” 
O zaman, kalabalıkların içinde bile en derin yalnızlığı yaşıyor insan. 
Yalnızlık sadece bir fiziksel yokluk değil; bir anlaşılamama hali.

Ve tüm bunların ötesinde, daha gizli, daha derin bir yalnızlık varmış meğerse: 
Varoluşsal yalnızlık. Bilincin yalnızlığı.

İşte o, insanı asıl titreten yalnızlık. 
Çünkü bu yalnızlık, öyle bir boşluk ki, ne annen doldurabiliyor, ne dostun, ne sevgilin. 
Kimse. 
Çünkü sonunda, hepimiz kendi kafamızın içinde, kendi düşüncelerimizle, kendi hislerimizle baş başa kalan varlıklarız.

Senin kalbinin en derininden geçen bir duyguyu, 
Senin gözlerinle gördüğün bir manzarayı, 
Senin ağzında eriyen bir çikolatanın tadını, 
Senin kulağında yankılanan bir melodiyi, 
Senin içinizde kopan bir fırtınayı — 
hiç kimse, ama hiç kimse, tam olarak bilemez. 
Buna felsefede “qualia” diyorlar. 
Yani her birimizin kendi öznel deneyimi. 
Kırmızı bir çiçeğe baktığında senin hissettiğin şey, 
Benim hissettiğim şeyden farklıdır. 
Aynı şarkıyı dinleriz, ama içimizdeki yankısı bambaşkadır.

Ve bu, içten içe ürkütücü bir gerçek: 
Ne kadar anlatırsan anlat, ne kadar paylaşırsan paylaş, 
Aslında kendi varlığının gerçek ağırlığını, kimse tam olarak taşıyamaz.

Bunu ilk hissettiğim anı hiç unutmam. 
Bir gece, lise yıllarında, pencereden yıldızlara bakıyordum. 
Ve aniden düşündüm: 
“Şu anda kafamın içinde olup bitenleri, tam anlamıyla, dünyadaki hiç kimse bilmiyor. Bilemeyecek.” 
Ne annem, ne babam, ne en yakın arkadaşım, ne de başka birisi… 
Benim aklımın içindeki ben, sadece bana ait.

Ve işte o anda, tarifsiz bir yalnızlık çökmüştü içime. 
Hem korkutucu, hem tuhaf bir şekilde rahatlatıcı bir yalnızlık.

Çünkü bir yandan biliyordum ki, 
bu yalnızlık benim özgürlüğüm demekti. 
Kimse benim düşüncelerime tam anlamıyla hükmedemezdi. 
Kimse benim içimdeki bana ulaşamazdı. 
Ve bu, bana garip bir güç duygusu da veriyordu: 
Evet, yalnızdım. Ama bu yalnızlık, benimdi.

Sonra yıllar geçti, daha çok kitap okudum, daha çok insan tanıdım. 
Ve gördüm ki, yalnızlık sadece benim sırtımda taşıdığım bir yük değilmiş. 
Herkes bir ucundan bu yalnızlığa tutunmuş yaşıyor aslında. 
Kimi bunu bastırıyor, kimi unutuyor, kimi inkar ediyor. 
Ama hepimiz kendi içimizde birer küçük adayız.

Birbirimize ne kadar sarılsak da, 
ne kadar sevişsek de, 
ne kadar beraber ağlasak da, 
sonunda, herkes kendi kıyısında, kendi sessizliğinde duruyor.

Ve sanırım hayat, işte bu yalnızlığı kabullenmekle başlıyor. 
Onu bastırmadan, ondan kaçmadan, onu dramatize etmeden. 
Sadece var olduğunu bilerek. 
Sadece zaman zaman ona el sallayarak. 
“Evet, sen buradasın. Ve ben de buradayım.” diyerek.

Belki de gerçek dostluklar, gerçek aşklar, gerçek bağlılıklar… 
İşte o iki yalnız ruhun, 
bu yalnızlığı el ele, göz göze, sessizce kabul ettiği anlarda başlıyordur.

Ve belki de hayat, tam da bu yüzden bu kadar değerli. 
Çünkü bütün bu yalnızlığın içinde, birbirimize ulaşabildiğimiz o nadir anlar… 
Bütün bir ömrü anlamlı kılmaya yetiyor.

Ve işte, tam da o en derin yalnızlık duygusunun koynunda kıvranırken, insan başka bir mucizeyle karşılaşıyor: 
Empati.

Çünkü insan sadece kendi kafasının içinde kilitli bir mahkûm değil. 
Aynı zamanda, o kafasının küçük pencerelerinden dışarıyı gözetleyen, başka bilinçlere ulaşmaya çalışan, başka kalplerin ritmini duymak isteyen bir canlı. 
Kendine mahkûm olmakla, başkalarına ulaşmak arasında gidip gelen, garip bir varlık.

Yalnızlık içimde kemikleşirken, bir yandan da fark ettim ki, başka insanların hikâyeleriyle, başka insanların acılarıyla, başka insanların sevinçleriyle bir bağ kurabiliyorum. 
Bir romanın içinde bir karakterle gözyaşı dökebiliyorum. 
Bir şarkının notalarında, hiç tanımadığım birinin kalp atışını hissedebiliyorum. 
Bir yabancının acı dolu bakışlarında, kendi sessiz çığlığımı görebiliyorum.

Ve o zaman anlıyorsun: 
İnsanı yalnızlığın mutlak karanlığından kurtaran tek şey, empati yeteneği. 
Başkasının acısına kulak verebilmek, başkasının sevinciyle içten bir tebessüm edebilmek, kendi acını unutmasan da, başkasının acısında kendine bir kardeş bulabilmek.

Bazen bir kitap açıyorum ve yazılan cümlelerde kendi ruhumu buluyorum. 
Bazen hiç tanımadığım bir şair, yüzlerce yıl önce yazdığı bir dizede bana sesleniyor gibi geliyor. 
Sanki bir zamanlar bir yerlerde aynı acıya dokunmuşuz, aynı boşluğa bakmışız. 
Sanki o an, zaman, mekân, dil engelleri eriyor ve ruhlar çıplak kalıyor.

Empati, işte böyle bir köprü. 
Bilinçlerimizin arasındaki dipsiz uçuruma atılan titrek bir ip gibi. 
İnce, narin, her an kopabilir. 
Ama yine de orada.

Kendi yalnızlığımla yüzleştiğimde, içimde hep bir soru doğuyor: 
Peki ya diğerleri? 
Onlar da mı böyle hissediyorlar? 
Onlar da mı gecenin bir vakti yıldızlara bakarken ürperiyorlar? 
Onlar da mı bir şarkının ortasında, ansızın boğazlarında bir düğüm hissediyorlar?

Ve o zaman anlıyorum ki evet, her birimiz kendi yalnızlığımızda debelensek de, bazen o yalnızlıklar çakışıyor. 
Bazen biriyle göz göze geldiğin bir anda, ikiniz de hiçbir şey söylemeden aynı boşluğu, aynı hüznü, aynı hayat kırıklığını paylaşıyorsunuz.

İşte o anlar, bütün bir hayatın ağırlığını hafifletiyor. 
İşte o anlar için yaşamaya değer oluyor dünya.

Bir gün, kalabalık bir otobüste yanımda oturan yaşlı bir adam ağlıyordu. 
Sessizce, kimseye belli etmeden, gözyaşlarını avuçlarına sığdırarak. 
Ne olmuştu bilmiyorum. 
Hangi kaybı, hangi acıyı taşıyordu bilmiyorum. 
Ama o an, içimde onunla birlikte bir şey kırıldı. 
O an, onun sessiz ağlayışı, benim sessiz yalnızlığımla birleşti. 
İkimiz de konuşmadık. 
İkimiz de birbirimizi tanımıyorduk. 
Ama ruhlarımız, kısacık bir an için aynı köprüde buluştu.

İşte böyle küçük anlar, bana insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyor. 
Bütün o gösterişli sözler, süslü hayat hikâyeleri, kahkahalar, başarı hikâyeleri… hepsi boş aslında. 
Önemli olan, o çıplak anlarda, o sahici temaslarda kim olduğun. 
Başkasının acısına sırtını mı dönüyorsun, yoksa onunla bir dakika olsun aynı nefesi mi paylaşıyorsun? Bu anlarda karakterli olmak önemli. Açık söylemek gerekirse bu anlardan başarısız olduğum çok anım olduğu için kendimi kötü hissediyorum.

Hayat, bu küçük empati anlarından ibaret. 
Yoksa her şey çok daha acımasız olurdu. 
Yoksa her yalnızlık çok daha katlanılmaz olurdu.

İnsan bazen sanıyor ki, bu dünyada en büyük şey aşktır, başarıdır, zaferdir. 
Halbuki, en büyük şey, bir başkasının yalnızlığına, acısına, gülüşüne, hüznüne dürüstçe dokunabilmektir. 
Kendi yalnızlığını unutmadan, ama onun üzerinden bir el uzatabilmektir.

İşte sanat da bu yüzden var. 
İnsanlar şarkılar yapıyorlar, romanlar yazıyorlar, filmler çekiyorlar… 
Çünkü kendi bilinç hapishanelerinin duvarlarına küçük küçük delikler açmak istiyorlar. 
O deliklerden başka bilinçlere ulaşmak istiyorlar. 
“Ben de buradayım” demek istiyorlar. 
“Senin hissettiğin gibi hissediyorum” demek istiyorlar.

Ve bazen bir kitap sayfasında, bazen bir piyano notasının titrek tınısında, bazen bir film sahnesinde… 
İşte o delikten bir ışık sızıyor. 
İşte o zaman insan biraz daha az yalnız hissediyor.

Ben de hayatım boyunca bu ışıkları aradım. 
Bazen bir şairin dizelerinde buldum kendimi. 
Bazen bir tablonun renginde. 
Bazen bir dostun sessiz bakışında.

Ve şunu öğrendim: 
İnsan, yalnızlığını paylaşabildiği ölçüde insan oluyor. 
Ne kadar çok duvar örersek, ne kadar çok kabuğumuza çekilirsek, o kadar eksiliyoruz. 
Ama ne zaman ki cesaret edip kendi yalnızlığımızı başka bir yalnızlıkla buluşturuyoruz… 
İşte o zaman eksilmiyoruz. 
İşte o zaman çoğalıyoruz.

Ve belki de hayat dediğimiz şey, başka bir şey değil: 
İki yalnız ruhun, birbirinin karanlığında bir damla ışık bulmaya çalışması…

 
İnsanın yalnızlığını, acılarını, empatisini anlatırken şunu da inkâr edemiyorum kendi içimde: 
Her ne kadar birbirimize ulaşmak istesek de, 
her ne kadar başkalarının hislerini anlamaya çalışsak da, 
eninde sonunda içgüdüsel bir gerçek var: 
İnsan önce kendini düşünüyor.

Bu kötü bir şey mi? 
Belki. 
Belki de değil.

Çünkü doğduğumuz andan itibaren içimize kazınmış bir şey bu. 
Ağlıyoruz çünkü açız. 
Ağlıyoruz çünkü acı çekiyoruz. 
İstiyoruz çünkü var olmak için istemek zorundayız.

Bencillik, kulağa çok ağır bir kelime gibi geliyor. 
Sanki sadece kötü insanlara yakışan bir özellikmiş gibi. 
Ama gerçekte, bencillik dediğimiz şey, bir bakıma yaşamaya devam etme çabası. 
Hayatta kalmak için, biraz da kendi çıkarını öncelemen gerekiyor.

Bunu fark etmek, ilk başta beni rahatsız etti. 
Kendimi iyi bir insan olarak görmek istiyordum. 
Başkaları için yaşayan, fedakâr, şefkatli biri. 
Ama zamanla dürüst olmak gerektiğini öğrendim: 
Hepimizin içinde, görünmeyen bir terazide kendi çıkarını tartan bir taraf var. 
Ve bazen, ne kadar vicdanlı olursan ol, o teraziye gizlice göz ucuyla bakıyorsun.

Ben de baktım. 
Hem de defalarca.

Birine yardım ederken bile, içten içe “Ben olsam bana yardım ederler miydi?” diye düşündüğüm oldu. 
Bir tartışmada, haklı olduğumu savunurken, aslında sadece gururumu korumaya çalıştığım oldu. 
Sevdiğim birini bile, bazen kendi eksiklerimi tamamlama arzusu için sevdiğimi fark ettiğim oldu.

İnsanın doğası bu: 
Kendine yakın olanı korumak, 
kendi acısını dindirmek, 
kendi mutluluğunu kollamak.

Ve bazen bu doğa, empatiyle çarpışıyor. 
Bir yanda “başkası da önemli” diyen kalbin, 
bir yanda “önce ben” diyen içgüdün.

Bu ikisi arasında gidip geldim yıllarca. 
Bazen içimdeki bencilliğe kızdım. 
Bazen onun bana kattığı direnci takdir ettim.

Çünkü insan, sadece kendini feda ederek yaşayamaz. 
Sürekli başkaları için yaşamak, sonunda insanı tüketir. 
Ve kendini hiç düşünmeden başkalarına adayanlar, bir gün bir bakmışlar ki, 
kendi içleri bomboş kalmış.

İşte burada ince bir denge var. 
Ne tamamen bencil olmak doğru, 
ne de tamamen kendinden vazgeçmek.

Ben bu dengeyi bulmayı öğrenmeye çalıştım. 
Hâlâ da öğreniyorum.

Bazen hâlâ, sırf kendim için en iyisini isterken buluyorum kendimi. 
Ve sonra durup, “Peki ya başkaları?” diye soruyorum.

Ama bazen de, başkaları için çok fazla verdiğimde, 
kendi sınırlarımı aşındırdığımı, kendi iç huzurumu kaybettiğimi fark ediyorum.

İşte tam bu noktada şunu öğrendim: 
İyilik yapmak, fedakâr olmak güzeldir. 
Ama insan önce kendi içini sağlam tutmalı. 
Kendi içi boşsa, kimseye gerçek bir şey veremezsin.

Bir zamanlar çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. 
Onun için yapamayacağım şey yoktu. 
Ne isterse koşulsuz yapardım. 
Onun mutluluğunu kendi mutluluğumun önüne koyardım.

Sonra bir gün, tam anlamıyla yorgun düştüğümü fark ettim. 
Kendi isteklerim, kendi ihtiyaçlarım, kendi mutluluğum o kadar geriye atılmıştı ki, 
bir sabah uyanıp kendime şunu sordum: 
“Ben neredeyim?”

Ve o gün anladım ki, 
başkalarına verirken, kendimi kaybetmişim.

İşte o gün, egoizme yeni bir gözle bakmaya başladım. 
Bencillik, sadece kötü bir özellik değil. 
Bazen, kendini korumak için, hayatta kalmak için, 
kendine sadık kalmak için gerekli bir şey.

Tabii ki bu bencilliği zehirli bir kibire dönüştürmemek lazım. 
Başkasının hakkını çiğneyerek, 
başkasının acısına kör kalarak kendini büyütmeye çalışmak değil mesele.

Ama kendini hiçe sayarak da insan olamazsın. 
Kendi yalnızlığını, kendi acılarını, kendi varlığını ciddiye almadan 
başkalarının acılarına doğru dürüst dokunamazsın.

Kendi içimde bu dengeyi bulduğum zamanlar oldu. 
Bazen başarısız oldum, bazen tam isabet ettim.

Ama her defasında şunu öğrendim: 
İnsan hem bencil, hem şefkatli bir varlık. 
İçinde hem “ben” var, hem “biz”.

Ve hayat, bu ikisinin çatışmasından doğan tuhaf bir denge.

İnsanın en güzel hali, 
ne tamamen kendini unutmuş bir kurban, 
ne de tamamen kendini kutsamış bir kibir abidesi.

İnsanın en güzel hali, 
kendi acısını da, başkasının acısını da, 
aynı kalpte taşıyabilen hali.

İşte ben de böyle bir insan olmaya çalışıyorum. 
Kendi yalnızlığımı tanıyarak, 
kendi bencilliğimi kabullenerek, 
kendi kusurlarımla barışarak, 
başka insanlara ulaşmaya çalışıyorum.

Çünkü biliyorum: 
İnsan sadece kendine dönerek, sadece kendine sarılarak büyüyemez. 
Ama kendine sırtını dönerek de gerçek bir sevgi inşa edemez.

İşte bu yüzden, 
kendi içimdeki bencilliği de, 
başkalarına uzattığım eli de, 
ayrılmaz parçalarım olarak kabul ediyorum.

Ve hayatı da, insanı da böyle seviyorum: 
Eksik, çatlak, tutarsız… ama yine de güzel.

 
Bencilliğin küçük versiyonlarıyla kendi hayatımda boğuşurken, 
bir yandan da dünyanın büyük hikâyesine bakınca insan başka bir gerçekle daha yüzleşiyor: 
Bu küçük dürtü, 
yani “önce ben” dürtüsü, 
büyüyüp bir canavara dönüştüğünde, koca hayatları ezip geçiyor.

Savaşlar böyle çıkıyor. 
Sınırlar böyle çiziliyor. 
İnsanlar birbirine böyle silah doğrultuyor. 
Kimse “Ben kötü bir şey yapıyorum” diyerek başlatmıyor bu felaketleri. 
Herkes kendince haklı. 
Herkes kendi çıkarını kutsuyor. 
Ve olan, arada kalan masumlara oluyor.

Çok da uzak değiliz bu hikâyelere. 
Her gün televizyonda, haberde gördüğümüz manzaralar bunun kanlı yüzü zaten. 
Yıkılmış şehirler, enkazdan çıkarılan çocuklar, 
çadır kamplarında hayata tutunmaya çalışan insanlar…

Bunları izlerken bazen bir mesafe koymaya çalışıyorum araya. 
Çünkü insan her gördüğü acıyı doğrudan içeri alırsa, 
bir süre sonra ya yalan bir kahramanlığa kapılıyor, 
ya da ruhu tükeniyor.

Ama araya mesafe koysan da, bazı hikâyeler geçiyor o mesafenin içinden. 
İnsanın içine, kemiklerine kadar işliyor.

Suriye’de iç savaşın ortasında kalmış bir kadının hikâyesi vardı mesela. 
Bir belgeselde görmüştüm. 
Kendi sesiyle anlatıyordu: 
Nasıl evlerini bombaladıklarını, 
nasıl kocasını ve çocuklarını kaybettiğini, 
nasıl saatlerce enkaz altında kurtarılmayı beklediğini.

Ve anlatırken sesi o kadar sakindi ki. 
Öyle bir sakinlik ki, insanı daha da ürpertiyordu. 
Sanki o kadar çok acı çekmişti ki, artık anlatırken hissetmeye bile mecali kalmamıştı.

O an düşündüm: 
İnsan ne kadar bencilleşirse, başka insanların hayatı o kadar önemsizleşiyor. 
Birisi iktidarı için karar veriyor, 
başka birisi çocuklarını mezara gömüyor. 
Birisi sınır çiziyor, 
başka birisi evini, kökünü, geçmişini kaybediyor.

Ve bu hikâyeleri dinlerken şunu da fark ettim: 
İnsan isterse bin tane yardım kampanyasına katılsın, 
isterse tonla bağış yapsın, 
isterse her gün iyi dilekler dilesin… 
Sonunda değiştirebildiğin şey çok sınırlı.

Belki birine dokunabiliyorsun. 
Belki bir anlığına bir yaranın üstünü örtüyorsun. 
Ama asıl sorun çok daha derin, çok daha büyük. 
Ve o sorun öyle kolay kolay çözülmüyor.

Bu yüzden hiç kimseyi  kahraman ilan etmiyorum. 
Küçük bir yardım, küçük bir iyilik, küçük bir çaba… 
Hepsi iyi niyetli. 
Ama dünyanın gerçek yüzü karşısında etkisi çok zayıf.

Bunu görmek, insanın içinde hem bir çaresizlik duygusu yaratıyor, 
hem de bir tür soğukkanlılık. 
Çünkü biliyorsun: 
Bütün bu felaketler, insanın doğasına kazınmış bir şeyin sonucu. 
Ve insan doğası bir gecede değişmiyor.

İçten içe bazen şöyle düşünüyorum: 
Eğer bugün bir savaş bitsin diye bir düğmeye basılacak olsa, 
yine birileri, kendi çıkarı için o düğmeye basmayı reddederdi. 
Çünkü güç, çıkar, iktidar, insanın damarlarında çok derinlere işlemiş bir zehir gibi dolaşıyor.

Bu yüzden çok büyük kahramanlık hikâyelerine inanmıyorum. 
İnsan doğası dediğin şey, birkaç güzel cümleyle terbiye olacak bir şey değil. 
İnsan iyiliği de kötülüğü de içinde taşıyor. 
Ve çoğu zaman hangisinin ağır bastığı, kimsenin tam olarak kontrol edemediği şartlara bağlı.

Kendi adıma, bazen küçük şeyler yapmaya çalışıyorum. 
Ama bunu yaparken de kendime bir masal anlatmıyorum. 
Dünyayı kurtarmıyorum. 
Kurtaramayacağım. Sadece kendi vicdanımı rahatlatıyorum.

Sadece bazen birilerinin acısına sessizce bakıyorum. 
Ve kendi kendime diyorum ki: 
“Şu anda en azından bu acıya kayıtsız kalmadın.”

Bu bile bazen bir şeydir. 
Bazen değildir.

Bunu bilerek yaşıyorum.

Ve belki de hayatı bu yüzden biraz daha gerçekçi, biraz daha ağır bir yerden sevmeye çalışıyorum. 
Ne büyük kahramanlık hayalleriyle kendimi avutuyorum, 
ne de her şeyin anlamsızlığına kapılıp içime kapanıyorum.

Ortada bir yerde duruyorum. 
Bir adım umut, bir adım mesafe. 
Bir adım inanç, bir adım şüphe.

Ve içten içe biliyorum: 
Hayat, bazen sadece seyirci kaldığın şeylerle de seni yoğuruyor. 
Bazen sadece bir başka insanın acısına sessizce bakmak bile, 
sana kendinle ilgili çok şey anlatıyor.

İşte o yüzden, ne kahramanım, ne kurban. 
Sadece, bunca bencilliğin ve felaketin içinde, 
küçük bir bilinç kırıntısıyla, 
daha az zarar vererek yürümeye çalışan biriyim.

Belki hepsi bu.

Ve belki bu bile, düşündüğümden daha büyük bir şeydir.

 
İnsanın bencilliğini, dünyanın acımasız yüzünü, 
masum insanların yerle bir olmuş hayatlarını gördükçe, 
ister istemez daha derin bir sorunun kapısına dayanıyorsun: 
Tanrı var mı?

Öyle, laf olsun diye sorduğun bir soru değil bu. 
Bir kafenin köşesinde kahveni karıştırırken gelişi güzel aklına gelmiyor. 
Bu soru, daha çok gecenin en sessiz saatlerinde, 
kendi yalnızlığının, kendi acizliğinin tam ortasında fısıldanıyor kulağına. 
Ve kaçacak yerin kalmadığında, gözlerinin içine bakıyor.

Ben de kaçamadım.

O savaş mağduru kadının hikâyesini dinlediğim o gece, 
televizyonu kapatıp karanlık odada öylece otururken, 
içimde bir şey fısıldadı: 
“Eğer bir Tanrı varsa, bu nasıl oluyor?”

Eğer bir ilahi güç varsa, 
nasıl olur da o kadının çocukları enkaz altında nefessiz kalır? 
Nasıl olur da milyonlarca insan, sadece birilerinin daha fazla güç istemesi yüzünden yerinden yurdundan olur? 
Nasıl olur da göz göre göre açlıktan ölen çocuklar, susuzluktan kırılan köyler, umutsuzlukla kendini uçurumlardan atan insanlar olur?

Ve eğer bir Tanrı yoksa… 
O zaman bu dünya, bu hayat, bu acılar sadece kör bir kaosun ürünü mü? 
Sadece bir şanssızlık mı her şey? 
Sadece rastgele dağılmış atomların, anlamsız bir bileşkesi mi?

İşte bu ikilemin ortasında büyüdüm ben. 
Bir yanım, bir çocuğun saflığıyla Tanrı’ya inanmak istedi. 
Çünkü bir yerlerde adalet olduğuna, 
her şeyin bir gün anlam bulacağına inanmak istedim.

Çocukken bana öğretilen duaları ezberledim. 
Küçükken başımı yastığa koyduğumda, 
ellerimi minik bir dua için birleştirdim. 
Bir sınavdan önce, bir dileğim olduğunda, hastalandığımda… 
hep bir yere doğru fısıldadım. 
“Allah’ım, bana yardım et.”

O zamanlar her şey daha basitti. 
İnanç, sorgusuzdu. 
İnanç, konforluydu. 
İnanç, koruyucuydu.

Ama büyüdükçe, hayat gözlerimi açtı. 
Ve gördüm ki, dünya bana anlatılan kadar adil değildi. 
İyilerin her zaman kazanmadığını, 
kötülerin her zaman cezasını çekmediğini, 
masumların her zaman korunmadığını gördüm.

Ve içimde bir şey çatlamaya başladı.

Bana anlatılan Tanrı ile, gördüğüm dünya arasındaki uçurum büyüdükçe, 
sorularım da büyüdü.

Okuduğum kitaplar, karşılaştığım insanlar, yaşadığım tecrübeler… 
hepsi içimde bir şeyleri sorgulattı. 
Bir arkadaşım vardı mesela üniversitede, 
dindar bir Müslüman dı. 
Başka bir arkadaşım, Hristiyan inancındaydı. 
Bir başkası ise ateistti. 
Hepsi kendi doğrularına, kendi Tanrılarına, kendi kaderlerine yürekten inanıyordu.

Ve ben düşündüm: 
Hepsi birden nasıl doğru olabilir? 
Hepsi birden nasıl aynı anda var olabilir?

Bir çocuğun doğduğu coğrafya, yetiştiği kültür, ailesinin inancı, 
onun sonsuz kaderini belirleyecekse, 
bu nasıl adil bir oyun olabilir?

İşte o zaman anladım ki, 
inanç dediğimiz şeyin büyük bir kısmı, içine doğduğun hikâyeye bağlı. 
Ve bu hikâyeler, bazen birbirinden tamamen farklı.

Bir adım daha attım: 
Bilimle tanıştım. 
Evrenin 13.8 milyar yıllık geçmişi, 
evrimin yavaş ve acımasız süreçleri, 
fizik yasalarının katı ve umursamaz düzeni… 
Bunların içinde büyülü bir Tanrı figürüne yer bulmak kolay değildi.

Bunu gördükçe kafam karıştı. 
İnançla büyüyen o eski sıcaklık, yerini bir serinliğe bıraktı. 
Artık bilmiyordum. 
Artık hiçbir şeyden emin değildim.

Ve zamanla kendimi, inançsızlığın da, inancın da kıyısında buldum.

Tanrı var mı?

Bilmiyorum.

Tanrı yok mu?

Onu da bilmiyorum.

Ve belki de hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Ama her zaman bir tanrının olmasını olmamasına tercih ederim, olmasına inanmak isterim.

Ama şunu biliyorum: 
İnsan doğası, anlam arıyor. 
Acının, kaybın, ölümün karşısında dayanabilmek için bir şeylere tutunmak istiyor.

Bir çocuğun açlıktan öldüğü bir dünyada yaşıyoruz. 
Ve buna rağmen, hâlâ umut edebiliyoruz. 
Hâlâ seviyoruz. 
Hâlâ yeni hayatlar doğuruyoruz.

Bunu yapabilmemiz için ya büyük bir saflığa, 
ya da büyük bir umuda ihtiyacımız var.

Ben bu ikisinin arasında gidip geliyorum. 
Kimi gün inançlı gibi hissediyorum. 
Kimi gün tamamen boşlukta.

Bir dua etmiyorum belki artık. 
Ama bazen bir yıldız kayarken, 
bazen rüzgarın arasında adını koyamadığım bir huzur hissederken, 
içimden bir fısıltı yükseliyor: 
“Belki bir anlam vardır.” 
“Belki biri bizi görüyordur.”

Bu düşünceye sıkı sıkıya sarılmıyorum. 
Ama reddetmiyorum da.

Çünkü insan bazen bilmemenin de bir yaşam biçimi olduğunu öğreniyor. 
Cevap bulamamanın da bir cevabı olduğunu…

Artık şuna inanıyorum: 
İnanç ya da inançsızlık, 
kesin bilgiler değil, 
varoluşun farklı halleri.

Ve ben, bu iki halin arasında salınarak yaşıyorum. 
Bazen umutla, 
bazen boşlukla. 
Bazen bir duaya yakın, 
bazen bir suskunluğa.

İşte hayat görüşümün bir parçası da bu: 
Bilmediğim yerde, 
zorla cevap uydurmadan, 
bilmediğimi kabul edebilmek.

Ve belki de bu dürüstlük, 
kör bir inançtan daha kıymetli.

Belki Tanrı yok. 
Belki var. 
Belki bir anlam var. 
Belki hiçbir şey yok.

Ama ben, yine de, acıyı gördüğümde içim sızlıyorsa, 
bir çocuğun gülüşünü görünce kalbim hafifliyorsa, 
bir dostla içten bir kahkaha paylaştığımda dünyanın yükü hafifliyorsa…

İşte bu hislerin gerçekliğine inanıyorum.

Bütün bu düşüncelerin, bütün bu iniş çıkışların sonunda,
hayata nasıl baktığımı sorarsan,
sana büyük cevaplar veremem.

Hayat bana göre, öyle hazır reçetelerle yaşanacak bir şey değil.
Öyle üç beş kural öğrenip geçilecek bir sınav da değil.
Hayat, daha çok…
bir tür deneme.
Yanılma.
Bocalama.
Ve bazen küçücük anlarda parlayan bir anlamı yakalama çabası.

Benim için hayat, kesin doğrularla dolu değil.
Küçük sezgilerle, küçük rastlantılarla ilerliyor.
Bazen bir bakışta, bazen bir şarkıda, bazen bir gece yürüyüşünde,
hiç beklemediğin bir anda karşına çıkan o küçük, ince anlamlarda gizli.

Biliyorum ki, bu dünya adil değil.
Biliyorum ki, ne kadar iyi olursan ol, kötü şeyler başına gelebilir.
Biliyorum ki, sevdiğin insanlar ölecek, umutların kırılacak,
ve bazen hayat hiçbir sebep göstermeden canını yakacak.

Ama bütün bunlara rağmen,
bir çocuk kahkaha attığında,
bir dost sessizce sırtına dokunduğunda,
bir sabah gözlerini açıp pencereden sızan ışığa baktığında…
o içini ısıtan küçük sevinçler hâlâ var.

Ve sanırım bütün mesele,
bu küçük anları, büyük acıların gölgesinde kaybetmemek.

Ben artık hayatı böyle yaşıyorum:
Bir elimde yalnızlık,
bir elimde umut.
Bir cebimde şüpheler,
bir cebimde küçük inanç kırıntıları.

Bazen güçlü hissediyorum kendimi.
Bazen çok zayıf.
Bazen her şeyin bir anlamı olduğuna inanıyorum.
Bazen her şeyin bir rastlantılar yığını olduğuna.

Ama her durumda, şunu kendime hatırlatıyorum:
Benim işim, bu hayatı sonuna kadar hissetmek.
İyi ya da kötü.
Hüzünlü ya da coşkulu.
Parlak ya da puslu.

Çünkü hissettiğin sürece,
yaşıyorsun.

O yüzden sevmekten vazgeçmiyorum.
Kırılıyorum ama seviyorum.
Kaybediyorum ama yine de seviyorum.
Çünkü sevgi, anlamın en sade, en katıksız hali bana göre.
Bir dostu, bir anıyı, bir şarkıyı, bir günü…
ve bazen bütün hayatı.

Birçok şey öğrendim bugüne kadar.
Ama en kıymetlisinin bu olduğunu düşünüyorum:
Sevmeden yaşanmaz.
Sevmeden insan tamamlanmaz.

Ve öğrenmek.
Merak etmek.
Sorgulamak.
Düşünmek.
Yanılmak ve tekrar öğrenmek.

Bütün bunlar, insanı diri tutuyor.
Kendi küçük evrenini genişletiyor.
İçinde yeni odalar açıyor.
Yeni pencereler.
Yeni kapılar.

Ben artık hayatı bir okul gibi görüyorum.
Dersi hiç bitmeyen bir okul.
Bazen sert bir öğretmeni olan.
Bazen sıcacık bir teneffüsü.
Bazen öğretmen seni dövüyor, bazen seviyor, bazen sınıfta bırakıyor, bazen seni 2. sınıftan 5.sınıfa bir anda atlatıyor, bazen üniversiteden alıp ilkokula bırakıyor.

Kimi zaman bir kayıp öğretiyor sana bir şeyleri,
kimi zaman bir kavuşma.
Kimi zaman bir yalnızlık,
kimi zaman bir tesadüf.

Ve işte ben bu okulda,
sınıf birincisi olmak için değil,
gerçekten öğrenmek için varım.

Kendimi kandırmadan.
Kimseye sahte zaferler satmadan.
Olabildiğince dürüst.
Olabildiğince açık.
Olabildiğince sahici.

Bazen bir yanlış yapıyorum,
sonra onunla büyüyorum.
Bazen bir güzellik yapıyorum,
sonra onunla hafifliyorum.

Ve günün sonunda,
bütün bu yaşadıklarım,
bütün bu küçük hikâyeler,
bütün bu inişler ve çıkışlar,
benim hayat görüşümü dokuyor.

Büyük iddialarım yok.
Kutsal metinlerim yok.
Evrensel reçetelerim yok.

Sadece kendi yolumu,
kendi yalnızlığımın,
kendi acımın,
kendi sevincimin içinden ördüğüm bir ağım var.

Ve biliyorum:
Bir gün bu hikâye de bitecek.
Tıpkı herkesin hikâyesi gibi.

Ama o güne kadar,
adım adım,
nefes nefes,
bir şeyleri görerek,
bir şeyleri severek,
bir şeyleri hissederek yaşayacağım.

Ve belki de hayat,
başka hiçbir şey değil,
sadece bu kararlı yürüyüşten ibaret.

Nereye gittiğini tam bilmeden.
Ama yine de yürüyerek.
Sessizce.
Sakin.
Ve içten bir kabullenişle.

Belki.

Yazı kategorisi: bağlayıcılığı olmayan öznel görüşlerim

milliyetçilik


Bir Bayrağın Gölgesinde Kapanan Gözler

Bir sahne hayal et.

Siyah-beyaz ekran. Rüzgârda dalgalanan bir bayrak. Fon müziği sert: bir marş. Kamera, yukarıdan aşağıya doğru ağır ağır kayar, ve o bayrağın altında sıra sıra dizilmiş insanları gösterir. Hepsi aynı yöne bakıyor. Hepsi aynı ritimde yürüyor. Hepsi aynı şeyi söylüyor. Duygusal bir an bu. Kalbin bile hızlanıyor, garip bir gurur gelip boğazına oturuyor. Sonra kamera arka plana kayıyor ve bir duvar yazısı beliriyor: “Arbeit macht frei”. Film: Schindler’in Listesi.

İşte milliyetçiliğin estetikleştirilmiş yüzü budur. Duygularla süslenmiş, ritüellerle kutsanmış, sistemle kodlanmış bir kolektif gurur yanılsaması. Yeterince yakından bakarsan, o bayrağın altında gözlerini sımsıkı kapatmış bir kalabalık görürsün. Çünkü milliyetçilik, çoğu zaman görmek değil, inanmak ister. Hissederek yürür, sorgulamadan coşar.

Ama bir dur. Bu kadar duygusal bir konuda, bu kadar kolay kabullenilen bir kimlikte, bu kadar çok insanın aynı fikirde olmasında gerçekten tuhaf bir şey yok mu? Gerçek bu kadar ortak mıdır gerçekten?

Şunu sormak gerekir: Bir insan neden, doğduğu yerle övünür?

Bu soru basit gibi görünür. Ama derinleştiğinde, insan zihninin karanlık koridorlarına dokunur. Çünkü doğduğun yer senin tercihin değildir. Bir seçim değildir. Bir başarı da değildir. Ama milliyetçilik, seni tam da bununla ödüllendirir. Sana seçmediğin bir şeyin üzerinden üstünlük hissi verir. Ve bu, insan zihni için bulunmaz bir nimettir. Zahmetsiz kimlik. Hazır gurur. Otomatik anlam.

Yani düşünmeye gerek kalmaz. Kim olduğunu zaten söylerler sana. Tarih kitapları anlatır. Marşlar tekrar eder. Bayraklar sallanır. Ve sen, başını kaldırdığında, gökyüzünü değil o bayrağı görürsün.

Ama asıl sorun şurada başlar: Bir insan neden sahip olmadığı zaferlerle gururlanır? Bir insan neden parçası olmadığı savaşlarla coşar? Çünkü milliyetçilik, bireyin başarısızlığını kolektif hayalle kapatır. Kendi üretmediğin bir başarıya ortak olmak, kendi hayatında başaramadıklarını telafi etmenin kısa yoludur. Sanki Roma senin tarafından inşa edilmiş gibi konuşursun. Sanki Kurtuluş Savaşı’nda sen de siperdeymişsin gibi anlatırsın. Sanki birilerinin keşfettiği tüm bilimler, senin DNA’na işlenmiş gibi davranırsın.

Ama gerçekte, yalnızca pasif bir mirasçısındır. Sadece sana devredilen bir hikâyenin okuyucususun. Ama anlatırken sanki yazarıymışsın gibi davranırsın.

Bu da bizi başka bir soruya götürür: Kimlik dediğimiz şey nedir? Ve ne kadar “bizim”dir?

Kimlik, sadece ait olduğun grubun adıysa, bir zebranın çizgilerinden farkın kalmaz. Ama eğer kimlik; düşüncelerin, ahlaki tercihler, mücadelelerin, vazgeçtiklerin ve savunduklarınsa, o zaman senin seçiminin ürünü olur. Milliyetçilik bu yüzden tehlikelidir: Çünkü seni sana ait olmayan bir kimliğe hapseder. Senin yerine konuşur. Senin adına sever. Senin yerine nefret eder. Senin yerini çalar.

Bunu fark ettiğinde, aslında ne kadar yalnız bırakıldığını anlarsın. Çünkü “biz” dediğin o kalabalığın, seni sen olduğun için değil, onların parçası olduğun sürece kabul ettiğini görürsün. Bir gün o kalıptan saparsan, bir gün o kolektif deliliğe itiraz edersen, seni hemen “bizden değil” diye damgalarlar. Çünkü “biz” dediğin şey, çoğu zaman seni sevmez; sadece senden ne beklediğini sever.

Bunu en iyi anlatan sahnelerden biri, The Wave (Dalga) filmindedir. Bir lise öğretmeni, öğrencilerine faşizmin nasıl doğduğunu anlamaları için bir deney yapar. Sadece birkaç gün içinde öğrenciler, kendi içlerinden olmayanlara baskı yapmaya başlar. Sınıf bir kolektif kimliğe dönüşür. Marşları olur. Selamları olur. Üniformaları olur. Ve bu kolektif yapı, kısa sürede düşünmeyi değil, itaat etmeyi ödüllendirir.

Milliyetçilik budur: hızlı inşa edilen, yavaş çözülüp uzun süre acı bırakan bir yanılsama.

Bir örnek daha düşün: İki insan, yan yana yaşıyor. Birinin kimliği “biz” diye başlıyor, diğerininki “ben” diye. İlki, ait olduğu milletle övünüyor. Diğeri, kendi tercihleriyle. İlki, “bizim milletin insanı şöyle merttir” diyor. Diğeri, “ben kimseye zarar vermeden yaşamak istiyorum” diyor. Biri bir ulusun yüceliğini savunuyor, diğeri sadece kimseyi ötekileştirmemeyi. Hangisi daha ahlaklıdır?

Milliyetçilik, ahlakın yerine gurur koyar. Vicdanın yerine aidiyeti. Gerçeğin yerine anlatıyı. Sorgulamanın yerine sloganı. Ve en kötüsü, insanın birey olma mücadelesini, grubun parçası olma konforuna feda eder.

Ve belki de en dikkat edilmesi gereken şey şudur: Milliyetçilik barış istemez. Çünkü barış, düşmanı yok eder. Düşman yoksa milliyetçilik kendine bir varlık nedeni bulamaz. Bu yüzden hep bir tehdit yaratır. İçeride hain, dışarıda düşman… Yoksa o marşlar neden hep “şehitlik”le biter?

Burada bir gerçek daha var: Bilim diyor ki, insanlar genetik olarak %99.9 oranında birbirinin aynısıdır. Kendi milletinden bir bireyle arandaki fark, başka bir milletin bireyiyle olandan daha fazla olabilir. Yani “biz” dediğin şey, biyolojik bir gerçeklik değil, sosyolojik bir kurmacadır. Ama çok iyi yazılmış bir kurmaca.

Ve iyi yazılmış her hikâye gibi, inanmak, sorgulamaktan daha kolaydır.

O yüzden artık soru şu: Sen gerçekten kendin misin? Yoksa sadece sana ezberletilmiş bir kimliğin aktörü müsün?

Doğduğun yeri sevebilirsin. Dilini sevebilirsin. Yemeklerini, şarkılarını, sokaklarını… Ama bu sevgi, başka yerleri küçümsemeye başladığında, artık sevgi değildir. Bu, sadece korkunun başka bir yüzüdür. “Ben kim olduğumu bilmiyorum, o yüzden senden üstün olduğuma inanmak istiyorum” demenin sosyopolitik versiyonudur.

……..

Kamera tekrar yukarı kayar. Bayrak yine dalgalanıyor. Ama bu kez gözlerin açıktır. Ve artık o gökyüzünde başka bir şey görürsün: Sana ait olmayan bir kimliğin seni yönettiği gerçeği.

Yazı kategorisi: içime sinen

SOKRATES’İN ÖLÜMSÜZ SAVUNMASI

“Artık ayrılma vakti geldi, yolumuza gidelim – ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi, yalnız Tanrı bilir.”

Sokrates’in Savunması: Zamanları Aşan Bir Ses

Hayal edin: M.Ö. 399 yılının bir bahar günü Atina’dasınız. Şehrin mahkeme meydanında toplanmış yüzlerce yurttaşın uğultusu kulaklarınızda. Ortam gergin ama meraklı; birazdan ünlü filozof Sokrates’in davası sonuçlanacak. Kalabalığın arasında güç bela ilerleyip içeri giriyorsunuz. Taş banklarla çevrili yarım daire şeklindeki alanda beş yüze yakın jüri üyesi – sıradan Atinalı erkek vatandaşlar – yerlerini almış durumda. Onların tam karşısında ise tek başına bir adam duruyor: Sokrates. 70 yaşını aşmış bu bilge, vakur ama mütevazı bir duruşla, üzerine çevrilmiş onlarca gözü sakin sakin süzüyor. Gür sakalı ve donuk bakır bakışlarıyla ne bir korku ne de öfke izi taşıyor yüzünde. Ellerini çözülmemiş bir bulmacanın huzuruyla göğsünde kavuşturmuş, yargıçların kararını bekliyor. Etrafı sessizlikle örülü bu kısa anda, sanki zaman da soluk almayı bırakmış gibi. Kimdir bu adam, neden yargılanıyor ve şu an aklından ne geçiyor acaba? Sizin de yüreğinizde hafif bir sıkışma hissi belirmiyor mu? İşte tam bu sessizlikte Sokrates derin bir nefes alıyor ve dudaklarından yüzyıllar boyunca yankılanacak sözler dökülmeye başlıyor.

Ben de, elimde Platon’un Sokrates’in Savunması metni, zihnimde bu sahneyi canlandırıyorum. Okudukça adeta o mahkeme salonunun tozlu zemininde ben de bulunuyorum. Sokrates’in kendini savunurken kullandığı her kelime, sanki yüzyıllar ötesinden bugün bana sesleniyor. Onunla birlikte, ben de kalabalığa bakıyorum hayalimde; merakla dinleyen birkaç genç yüz görüyorum bir yanda, öte yanda alaycı bir tebessümle onu izleyenler. Belki arka sıralarda, öğrencisi Platon da orada, hocasının her sözünü aklına kazıyor. Bir yandan içimden, “Keşke bir mucize olsa da bu bilge adam kurtulsa” diye geçiriyorum, öte yandan kaderin akışını biliyorum: biraz sonra Atina demokrasisi, tarihinin en tartışmalı kararlarından birini verecek. Sokrates suçlu bulunursa, cezası ölüm olacak. Nasıl olur? diyorum kendi kendime, *gerçekten de koskoca Atina, sırf düşünceleri yüzünden bir filozofu ölüme mi yollayacak? Bunu düşünürken boğazım düğümleniyor. Ama sabrediyorum; önce anlamalıyım, Sokrates buraya nasıl geldi, bu noktaya giden yolun taşları hangi ellerce döşendi?

Sokrates’in yargılanmasının sebeplerine inmek için biraz geriye, onun yaşamına ve Atina’nın o dönemki havasına gitmemiz gerekiyor. Bundan yaklaşık 30 yıl önce, Delphoi’daki ünlü kâhin, Sokrates’in bir dostuna şaşırtıcı bir kehanette bulunmuştu: “Sokrates’ten daha bilge bir insan yok” demişti kahin. Bu söylenti Atina’da hızla yayılınca Sokrates şaşkına dönmüş, hatta rahatsız olmuştu; çünkü kendisi, bilgelik iddiasında olan biri değildi. “Nasıl olur da en bilge ben olabilirim?” diyerek yollara düştü Sokrates, belki de yaşamının akışını sonsuza dek değiştiren bir yolculuğa… Atina’nın saygın politikacılarına, şairlerine, zanaatkârlarına, kendini bilen, akıllı geçinen kim varsa tek tek gidip sorular sormaya başladı. Amacı, kahinin yanıldığını kanıtlamaktı. Ünlü bir devlet adamına adaleti sordu, bir şaire ilhamın kaynağını, bir ustaya ustalığının sırrını… Ne var ki, her sorduğu kişide aynı manzarayla karşılaşıyordu: insanlar kendilerinden emin cevaplar veriyor, ama biraz derine inince aslında pek de bir şey bilmedikleri ortaya çıkıyordu. Sokrates’in ustaca sorgulamaları karşısında bu “bilge” geçinenlerin bilgileri paramparça oluveriyordu. Ve Sokrates sonunda acı bir gerçeğe vardı: Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. İşte belki de bu yüzden kahin haklıydı; en azından Sokrates, kendi cehaletinin farkındaydı, oysa diğerleri değildi.

Bu keşiften sonra Sokrates kendini bir nevi Atina halkını “uyandırmaya” adamış oldu. Her gün sokaklarda, pazarlarda, gymnasionlarda durup bulduğu her fırsatta sohbete dalıyor, insanlara basit ama sarsıcı sorular soruyordu. “Erdem nedir?”, “İyilik öğretilebilir mi?”, “Ruh ölümsüz müdür?” gibi derin sorularla karşısındakilerin düşüncelerini didik didik ediyor, çelişkilerini ortaya çıkarıyordu. Gençler onun bu keskin zekâsına ve meydan okuyuşuna bayılıyor, etrafında pervane oluyorlardı. Ne de olsa Sokrates hiç para istemiyor, ders ücreti almıyor, gösteriş yapmıyor; sadece konuşuyor, soruyor ve düşündürüyordu. Bu yönüyle, aynı dönemdeki sofistlerden ayrılıyordu. Sofistler, para karşılığı hitabet ve tartışma sanatı öğreten, gerektiğinde yanlış olanı doğru gibi gösterebilen, biraz da kötü şöhretli “bilgi tüccarları”ydı. Oysa Sokrates asla bir “öğretmen” olduğunu iddia etmedi; o, bir ortak arayışın, birlikte gerçeği bulma çabasının yol göstericisiydi sadece. Fakat gelin görün ki, halkın gözünde Sokrates ile sofistleri ayırmak kolay değildi. Ünlü komedya yazarı Aristophanes, “Bulutlar” adlı oyununda Sokrates’i alaycı ve karikatürize bir biçimde, bulutların arasında sallanan bir sepette oturup “başı havada” felsefe yapan bir budala olarak göstermişti. Bu oyun sahnelendiğinde Sokrates henüz genç sayılırdı ve kendisi de gülüp izlemişti belki ama, Atina halkının zihnine “Sokrates = tuhaf düşünceler peşinde koşan, gençleri yoldan çıkaran biri” şeklinde bir imaj kazınmıştı bile. Yıllar içinde Sokrates’in yarattığı hayran kitlesi büyüdükçe, onun alaycı sorularından rahatsız olanların sayısı da arttı. Bir yanda pür dikkat onu dinleyip sonra sokakta başkalarını da sorgulamaya çalışan genç takipçiler, öte yanda geleneksel değerlere bağlı kalmak isteyen, Sokrates’in yöntemlerini tehditkâr bulan aileler, esnaf, siyasetçiler… Kuşak çatışması Atina sokaklarında felsefi bir hal almıştı adeta.

Sokrates’in üzerine titrediği gençlerden bazıları özellikle dikkat çekiyordu. Örneğin Alkibiades adında hırslı bir genç vardı yanında; Sokrates onun hem dostu hem akıl hocası olmuştu. Alkibiades zeki ve yetenekliydi, fakat sonradan hırslarına yenik düşüp savaş zamanı Atina’ya ihanet ederek Sparta’ya kaçtı; hatta sonra tekrar taraf değiştirip bir türlü güven vermeyen bir siyasetçi olarak ün yaptı . Bir diğeri Kritias’tı: Sokrates’in sohbetlerine katılan bu genç, ileride Atina’nın demokrasiye son veren oligark hükümetinin, yani meşhur “Otuz Tiran”ın lideri oldu . M.Ö. 404 yılında Peloponez Savaşı’nı kaybeden Atina, bir süre Sparta’nın desteğiyle başa gelen bu otuz soylu tarafından acımasızca yönetildi; muhalifler sürüldü, mallara el kondu, pek çok masum öldürüldü. Kritias, Sokrates’in adını kirleten kanlı bir miras bırakmıştı ardında. Gerçi Sokrates, tiranlar döneminde onların zorbalıklarına boyun eğmemiş, bir seferinde kendisine verilen hukuksuz bir emri reddetme cesaretini göstermişti: Tiranlar, Sokrates’i bir masumun tutuklanmasına yardım etmeye zorlamış, o ise ölümü göze alarak bunu yapmamıştı . Fakat bu gibi ayrıntılar halkın gözünde pek görünmüyordu. Onlar sadece, Sokrates’in çevresinden yetişen bazı isimlerin şehrin başına bela olduğunu hatırlıyordu. Nitekim demokrasi yeniden kurulup “Otuzlar” devrilince, Atina’da genel bir aff-ı umumî ilan edildi. Artık kimseyi salt siyasi geçmişi nedeniyle mahkemeye çıkarmayacaklardı. Lakin insaf edin, bu affın halkın zihnindeki öfkeyi tamamen sildiğini düşünmek saflık olur. Kimilerinin gözünde Sokrates, Atina’nın çektiği acılarda dolaylı da olsa pay sahibiydi. Ne de olsa öğrencileri devlete ihanet etmiş, diktatör kesilmişti. Onları yetiştiren, cesaretlendiren fikirler belki Sokrates’ten geliyordu. Fakat doğrudan doğruya “Sen demokrasi düşmanlarını yetiştirdin” diye suçlamak yasak olduğundan, başka bahaneler gerekiyordu. Ve işte o bahaneler, dini hassasiyetlerden geldi.

Atina, düşünce özgürlüğüne belli ölçülerde açık olsa da, “dinsizlik” konusunda tahammülsüzdü. Şehrin koruyucu tanrıçası Athena başta olmak üzere onlarca tanrıya tapılan bu toplum, geleneksel inançlarına saygısızlığı affetmiyordu. Özellikle M.Ö. 415’teki uğursuz olaylar – bir gece vakti Atina’daki tüm Hermes heykellerinin (hermai) burunlarının kırılıp tahrip edilmesi ve bazı gençlerin gizli dini ayinlerle alay etmesi skandalı – halkın dine saygısızlık konusunda tedirginliğini iyice artırmıştı. O skandalın sorumlusu olarak yine Alkibiades gibiler görülmüş, koca bir Sicilya seferinin şanssızlığı bile bu olaya bağlanmıştı. Kısacası, dinden sapmanın, toplum düzenine zarar verebileceğine dair yaygın bir korku hakimdi. Nitekim Sokrates’in yargılandığı 399 yılında, sadece o değil, birkaç başka tanınmış kişi daha “dine saygısızlık” suçlamasıyla mahkemeye çıkarılmıştı . Atina’da bir cadı avı esiyordu desek abartmış olmayız. Toplumun üzerinde görünmez bir baskı bulutu: “Ya tanrılarımız bizden yüz çevirirse?” endişesi dolaşıyordu. Böyle bir atmosferde, Sokrates gibi her şeyi sorgulayan ve bildik tanrı anlayışından farklı konuşan biri kolayca hedef haline gelebilirdi.

Aslında Sokrates’in din karşıtı olduğu da tartışmalıdır. O kendine has bir inanç taşıyordu: İçinde ona sürekli “yapma” diyen, vicdan gibi ama ilahi bir kaynaktan geldiğine inandığı bir ses, bir daimonion olduğundan bahsederdi. Bu yüzden resmi törenlere, kurban ayinlerine bazen mesafeli kaldığı oluyordu; çünkü içindeki ses ona engel oluyordu. Halkın kimi bunu duyunca “Yeni bir tanrı icat etmiş, cinlerle konuşuyor!” diye düşündü belki. Kimi de Sokrates’in sürekli zengin mitolojik hikâyeleri ahlaki ölçütlerle sorgulamasını, Homeros’un tanrılarındaki ahlaksızlıkları eleştirmesini hoş karşılamadı. Onun Tanrı anlayışı daha soyut, daha içseldi; bu da dönemin sıradan insanına yabancıydı. Hal böyleyken, fırsat bu fırsat denildi ve Sokrates nihayet şikâyet edildi. Davayı açan üç kişi vardı: Meletos adında dindar bir şair, Anytos adında nüfuzlu bir politikacı ve Lykon adında bir hatip. Bu üç isim belki de toplumun Sokrates’ten rahatsız olan kesimlerinin birer temsilcisi gibiydi. Resmî suçlama ne miydi? “Atina’nın tanrılarına inanmamak, onların yerine başka yeni tanrılar getirmek ve gençleri ahlak bozucu etkilemek” . Kısacası Sokrates’e “dinsizlik ve gençliği yoldan çıkarmak” suçlamaları yöneltilmişti. Bu suçlamalar kulağa oldukça ağır geliyordu, zira bahsedilen şeyler basit kusurlar değil, toplum düzenine ve kutsal değerlere karşı işlenmiş suçlardı. Sokrates, ömrünü erdemli bir yaşama adamış bu adam, şimdi mahkeme karşısında bir suçlu sıfatıyla bulunuyordu.

Tekrar mahkeme salonuna dönelim. Sokrates suçlamaları dinledikten sonra savunmasına başlamak üzere ayağa kalktığında içerideki uğultu kesildi. Onun ne söyleyeceği herkes için büyük bir merak konusuydu. Pek çok kişi, belki Sokrates’in de diğer sanıklar gibi suçlamaları reddedip özür dilemesini, jüriye yalvarmasını bekliyordu. Ne de olsa Atina’da mahkemeler biraz şov alanı gibiydi; sanıklar, ailelerini, çocuklarını ortaya getirir, ağlayıp sızlayarak jüriyi duygusal açıdan etkilemeye çalışırlardı. Ancak Sokrates, daha ilk cümleleriyle alışılmışın dışında bir yol izleyeceğini belli etti. Dedi ki: “Atinalı erkekler, benden etkili ve süslü sözlerle dolu bir savunma beklemeyin. Ben nasıl biliyorsam öyle konuşacağım, çünkü yaşım oldu yetmiş, bu saatten sonra karşınıza çıkıp da bilmediğim bir üslupla konuşacak değilim.” Salon bir an şaşkınlıkla karıştı; Sokrates daha girişte hem alçakgönüllülüğünü hem de lafını sakınmayacağını ilan etmişti. Ardından eski ve yeni tüm suçlamaları ele almaya başladı. Önce, yıllardır insanlar arasında dolaşan söylentilere değindi: “Sokrates suçsuz gençlerin aklını çeliyormuş, onları büyüklerine karşı mahcup ediyormuş…” İşte bu genel kanı, belki de resmi iddialardan daha tehlikeliydi. Sokrates, bu önyargıyı kırmak için hatırlatmalar yaptı. Aristophanes’in Bulutlar oyunundan bile bahsetti savunmasında; o oyunda kendisinin hiç de doğru olmayan bir şekilde, “hava ve yer bilimleriyle uğraşan, havada asılı duran tuhaf bir bilge” olarak resmedildiğini söyledi. “Başımı bulutlardan indirip gerçeklere bakın” demeye getirdi. Ve kendini *sofist* sananlara karşı net bir çizgi çekti: “Ben bir sofist değilim; bilgeliğim varsa bile, o da şuradan gelir: ben başkaları gibi bildiğimi iddia etmiyorum.” Bu sözler üzerine salonda bir uğultu yükseldi. “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” diyen bu adam mı gençleri yanlış yönlendiriyordu?

Ardından Sokrates, asıl davaya konu olan suçlamaları tek tek ele aldı. Meletos’un iddialarını çürütmek için onu alaya kaçmayan ama keskin bir sorguya tuttu. Bugün okurken bile bu kısımlar hem düşündürücü hem de ironik bir tebessüm bıraktırır insanın yüzünde. Sokrates Meletos’a sordu: “Gençleri iyileştiren, doğru yola sevk eden kimdir, söyle bakalım?” Meletos, Sokrates dışında herkesin gençlere iyi örnek olduğunu iddia etti: “Onları yargıçlar, hukuk, halk, kısacası Atina’nın tüm saygın vatandaşları terbiye ediyor; bir tek sen yoldan çıkarıyorsun.” Bu cevap üzerine Sokrates’in kaşları hafifçe kalkmış olmalı. O kendine has hafif alaycı üslubuyla devam etti: “İlginç… Bir atı eğitmek söz konusu olduğunda herkes değil, sadece bir at terbiyecisi iyi edebilir de, insan söz konusu olunca herkes iyileştirip bir tek ben mi bozuyorum? Bu tuhaf bir mantık değil mi sence?” Meletos bu soruyla sendeledi. Sokrates üsteledi: “Eğer bu kadar kişi gençleri doğruya sevk ederken bir tek ben bozuyorsam, içlerinden biri olarak kendi kendime de zarar vermiş olmaz mıyım? Bilerek kendi komşusunu kötülüğe sürükleyen insan, sonunda bundan kendisi de zarar görmez mi? Yoksa ben bile bile kendime kötülük mü etmeye çalışıyorum?” Elbette, Meletos’un iddiaları mantıken çürük çıkıyordu. Sokrates belki gülümseyerek: “Eğer istemeyerek yaptıysam uyarırsın, bilerek yaptıysam aptal olmalıyım ki kendimi tehlikeye atayım” diye eklemiştir. Gençleri bilerek, kasten bozduğu suçlamasının ne kadar mantıksız olduğunu jüriye gösteriyordu. Ardından konu dine geldi. Meletos onu şehir tanrılarına inanmamakla ve yerine “yeni ruhlar, yeni ilahlar” ortaya atmakla suçluyordu. Sokrates, “Bu da ilginç doğrusu” diye yanıtladı, “Madem benim yeni bir ilahım var diyorsun – hani şu bahsettiğim içimdeki ses – o halde nasıl olur da hiçbir tanrıya inanmıyor olabilirim? Bir yandan ‘Sokrates hiç tanrı tanımıyor’ diyorsun, aynı nefeste ‘Sokrates’in yeni bir tanrısı var’ diyorsun. Bu çelişki değil mi?” Meletos bu noktada yine afallamıştı. Sokrates sesini biraz yükselterek Atinalılara döndü ve açıkça dile getirdi inancını: “Ben tanrılara inanıyorum. Hatta yaptığım işin, felsefenin tanrının bana verdiği bir görev olduğuna inanıyorum. Bunu bana Delfi kâhini işaret etti, ben de bu yola baş koydum.” Bu sözler belki salonda biraz mırıltıya sebep oldu; Sokrates, kendini Tanrı’nın görevlendirdiği bir misyoner gibi görüyordu adeta. Bu kibir miydi yoksa samimiyet mi? Jüri üyelerinin yüzlerini tek tek görmek isterdim o anda. Kimileri için bu sözler, dine bağlılığın bir ifadesiydi; kimileri içinse Sokrates hala tehlikeli bir meczup edasıyla konuşuyordu.

Sokrates’in savunmasının belki de en çarpıcı anlarından biri, kendini “Atina’ya musallat edilmiş bir at sineği” olarak tanımladığı kısımdı. İşte orada, yaratıcılığı ve cesaretiyle salondakilerin yüreğine dokundu. Sesini sakin ama kararlı bir tonda tutarak dedi ki: “Atinalılar, bana göre devletimiz uysal ve soylu bir ata benziyor; ancak iri cüssesiyle biraz hantal, biraz da uyuşuk… Tanrı da sizi sürekli dürtüp uyandırması için beni, yani bir at sineğini başınıza musallat etti.” Bu benzetmeyi duyanların kimisi ilk defa böyle bir şeye şahit oldukları için şaşkındı, kimisi belki kızdı. Sokrates devam etti: “Ben kentin her yanını dolaşıp her birinize yaklaşıyor, sizi uyandırmaya, öğüt vermeye ve hatta yeri geldi mi azarlamaya çalışıyorum. Bunu sizin iyiliğiniz için yapıyorum, çünkü bir kere uykunuzdan uyanın, gerçeği görün istiyorum. Bana kızabilirsiniz, rahatsız olabilirsiniz; ama bilin ki bu şehir için benim gibi birine zor rastlanır. Eğer beni öldürür ya da susturursanız, Tanrı belki sizi uyandıracak böyle birini bir daha göndermeyebilir.”Salon bir an buz kesmiş olmalı. Bu sözlerde büyük bir uyarı ve gurur vardı: “Ben vazgeçilmezim” diyordu adeta, “Beni yok ederseniz kendinize yazık edersiniz.” Jüri üyelerinin arasında homurdanmalar duyuluyor muydu? Kim bilir… Belki bazıları bu sözleri haddini aşan bir kibir olarak gördü, belki bazı gençler ise içlerinden “Ne kadar da doğru söylüyor!” diye geçirdi. Sokrates, hayatını Atina’yı uyandırmaya adadığını böylece beyan etmişti. Bu, onun hem felsefi misyonunun özeti, hem de mahkeme karşısındaki en cüretkâr savunmasıydı.

Sokrates’in umursamadığı tek şey kendi akıbetiydi sanki. Konuşmasının bir yerinde açıkça şunu söyledi: “Bana bugün ‘Sokrates, biz seni bırakacağız ama bir şartla: bundan sonra felsefe yapma, soru sorma’ deseydiniz, inanın itaat etmezdim. Sizi veya başka birini değil, Tanrı’yı dinlerim. Hayatımı felsefeye adamışım; bunu durdurmamı istemek, benden yaşamamı istememekle aynı şey.” Bu sözler salonda soğuk rüzgarlar estirdi. Kimi yargıçlar kaşlarını çattı, çünkü karşılarındaki sanık, “Beni salıverseniz bile bildiğimi okumaya devam edeceğim” diyordu açıkça. Bu, bir bakıma mahkemeye meydan okumaktı. Sokrates hiç alttan almadı, hiç yalvarmadı. Onun bu tavrında bir isyan, bir başkaldırı tınısı vardı: Kendi bildiği doğrudan asla ödün vermeyecekti. “Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değmez” diyordu Sokrates; eğer felsefe yapamayacaksa, soru soramayacaksa, özgürce düşünecek ortam yoksa yaşamasının anlamı kalmayacaktı. Bunu yargıçların yüzüne karşı dile getirmekten çekinmedi.

Tüm bu savunma boyunca Sokrates’in dostları, öğrencileri her cümleyi nefeslerini tutarak dinlediler. Öte yanda onu suçlu görmek isteyenler ise her cümlede belki daha da sinirleniyorlardı: Bu adam ne pişmanlık gösteriyordu ne de boyun eğme emareleri… Hatta sonunda öyle bir noktaya geldi ki Sokrates, “Ben aslında gençleri de bozmadım, tam tersine onlara doğruyu göstermeye çalıştım; ben inançsız da değilim, Tanrı’ya sizden daha yakın duruyorum belki de” diyerek, mahkemeyi adeta suçlayan bir tona kaydı. Jüriye kendileriyle ilgili de rahatsız edici hakikatler söylemekten çekinmedi. Örneğin, Atina’nın politikalarını eleştiren, çoğunlukla değil bilgiyle yönetilmenin üstünlüğünü savunan düşüncelerini dile getirdi. Demokrasinin o zamanki haliyle bilgisizliğe teslim olduğunu düşündüğünü ima etti. Düşünün ki, Atina halkının gurur duyduğu demokrasi, Sokrates için eleştirilebilir bir sistemdi; çoğunluk yanılıyor olabilirdi, önemli olan hakikati bilen birkaç kişinin doğrularıydı. Bu düşüncelerini belki açıkça değil ama üstü kapalı söylerken, salonda bir rahatsızlık dalgasının geçtiğini hayal edebiliyorum. Sokrates, Atina’yı Sparta’nın kanunlarını övmeye kadar vardırmıştı zamanında – ki Sparta Atina’nın ezeli düşmanıydı. Bunu bilenler, onun aslında demokrasiye gönülden bağlı olmadığını, belki de oligarşik fikirlere yakın durduğunu düşünüyorlardı . Mahkemede söyledikleri de bu şüpheleri dağıtmak bir yana, kuvvetlendirmiş olabilirdi. “Bu adam bizim düzenimize inanmıyor, eline fırsat geçse belki bir Kritias daha çıkarır” diye aklından geçiren yargıçlar oldu mu? Belki evet. Sokrates, özgün fikirlerini cesurca ortaya koyarken, kendi kader ipini de sessizce örüyor olabilirdi.

Beklenen an geldi: Jüri üyeleri oylarını kullanıp karara varmak üzereydi. Sokrates, savunmasını tamamladıktan sonra kürsüden çekildi ve belki de ilk kez endişeli gözlerle öğrencilerine baktı. Onlar da endişeliydi elbet; ancak Sokrates’in yüzünde hâlâ tuhaf bir sükûnet vardı. Bir süre fısıldaşmalar, oylama prosedürü derken, sonuç açıklandı. Sokrates suçlu bulunmuştu. 501 kişilik halk jürisinin çoğunluğu onun aleyhinde oy vermişti. Sonradan hesaplanacaktı: 280 kişi “suçlu” demiş, 221 kişi ise “suçsuz” . Aslında çok da farklı değildi; 30 oy daha lehine olsaydı kurtulacaktı. Sokrates bu sonuca belki biraz hüzünle, belki de beklediği bir şey olduğu için soğukkanlılıkla yaklaştı. Hatta Platon’un aktardığına göre, Sokrates “Oylar bu kadar az farkla çıktığına göre, neredeyse beraat ediyordum, bu benim beklediğimden iyi bir sonuç” diyerek şaşırttı. Evet, belki kendisi bile Atina’dan bu kadar destek göreceğini ummamıştı; onca sert sözün üzerine 221 kişi onu aklamaya razı olmuştu. Ne garip bir andı kim bilir: Sokrates, çok az bir farkla da olsa suçlu ilan edilmiştir ve şimdi ikinci aşamaya, cezanın belirlenmesine geçilecektir. Atina hukukunda, sanık ve davacı taraf, suç sabit görülürse bir ceza önerisinde bulunur, jüri de bu seçeneklerden birini seçerdi. Meletos ve arkadaşları Sokrates için ölüm cezası istediklerini belirtti. Peki Sokrates ne önerecekti? Normalde bir sanık, özellikle hayatı söz konusuysa, jüriyi yumuşatacak bir ceza önerir: Sürgün, para cezası, belki hafif bir hapis… Sokrates ise burada da alışılmadık bir duruş sergiledi. Bir an düşünür gibi yaptı ve “Bana sorarsanız, ben hiçbir suç işlemedim. Aksine bu şehre büyük hizmet ettim; doğrusu hak ettiğim ceza değil, bir ödüldür. Bütün ömrümü insanları uyandırmaya adadığıma göre, devletin bana bakmasını hak ettim. Önerim şu: Bundan sonra hayatımın geri kalanını Prytaneion’da ücretsiz yemek yiyerek geçireyim.” Prytaneion, Atina’da olimpiyat şampiyonlarına, şehre büyük hizmeti olanlara onur olarak ücretsiz ziyafet verilen devlet salonuydu. Sokrates, resmen “Beni ödüllendirin” diyordu! Mahkeme salonu buz kesti. Bu sözler kimilerini kahkahaya boğdu belki, kimilerini se çileden çıkardı. Bir jüri üyesinin yerinde olduğunuzu düşünün: Karşınızda, suçlu bulduğunuz biri size “Bana ödül verin” diyor. Bu açık bir meydan okumaydı. Sokrates ardından arkadaşlarının ısrarıyla küçük bir para cezasını gönülsüzce önerdi (Platon ve birkaç öğrencisi para toplayıp ceza ödemesi için destek olmayı teklif etmişlerdi). Lakin artık ok yaydan çıkmıştı. Jüri ikinci defa oylamaya gittiğinde, bu kez çok daha büyük bir çoğunluk Sokrates’in idam edilmesi yönünde oy kullandı. Sokrates belki ilk oylamadaki nispeten destekten bir nebze umutlanmıştı, ancak şimdi kesinleşen ölüm fermanı karşısında en küçük bir sarsıntı göstermedi. Karar açıklandığında dostlarının yıkıldığını, düşmanlarının ise zafer kazanmış bir edayla birbirine baktığını düşünebiliriz. Sokrates’in yüzünde ise en ufak bir korku belirtisi yoktu.

Cezanın infazı için Sokrates’e içmesi üzere baldıran zehri hazırlanacaktı, fakat hemen değil. O sırada bir devlet geleneği gereği, kutsal bir gemi Delos adasına gönderilmiş olduğundan, gemi dönene dek şehirde idam cezası infaz edilmezdi. Bu da birkaç hafta demekti. Sokrates’in zindanda geçireceği günler vardı. Tam salondan gardiyanlar onu alıp götürmeye hazırlanırken, Sokrates son kez mahkeme üyelerine ve oradaki halka seslendi. Bu sözler, belki de Sokrates’in en unutulmaz sözleri olarak tarihe geçti. Önce kendisini ölüme mahkûm eden çoğunluğa dönerek sakin ama derin bir sesle şöyle dedi: “Beni öldürmekle, ey Atinalılar, bana değil kendinize kötülük edeceksiniz. Çünkü benim gibi birini susturmakla, kendinizi eleştirecek, uyandıracak sesi kısmış olacaksınız. Ama belki de tam istediğiniz budur: bir daha kimse rahatınızı bozmasın istiyorsunuz. Fakat sanmayın ki bu, iyi insanların sizi eleştirmesini engelleyecek; aksine, ben sustuktan sonra sayıca daha fazla, genç ve öfkeli eleştiriciler çıkacak karşınıza. Şimdiye dek ben sizi sakin sakin uyarıyordum; benden sonra gelenler bu kadar yumuşak olmayabilir.” Bu sözlerde hafif bir kehanet, hafif bir kırgınlık vardı. Gerçekten de Sokrates, “Ben gittikten sonra sizi eleştirecek başkaları çıkacak” diyerek öğrencilerine işaret ediyordu belki – Platon gibi, Aristoteles gibi gelecek kuşak filozoflara… Ardından, beraatı için oy veren azınlığa döndü. Onlara teşekkür etti ve şöyle dedi: “Beni ölüme mahkûm edenlere karşı size olan tavrım şu: hiçbirine kin beslemiyorum, hiçbirine kızgın değilim. Onlar da bana ve benim sözlerime alışamadıkları için, kendi çaplarında doğru gördüklerini yaptılar.” İnanılmaz bir erdem gösterisiydi bu; hayatını alanlara bile öfke duymadığını söylemek, ancak gerçekten bilge bir ruhun harcı olabilirdi. Ve son olarak, belki de mahkeme tutanaklarına geçmemiş, ama Platon’un kalemine yansıyan o efsanevi cümleyi söyledi Sokrates: “Artık ayrılma vakti geldi, yolumuza gidelim – ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi, yalnız Tanrı bilir.” Bu sözlerle birlikte Sokrates, dostlarına ve yargıçlara son defa baktı. Orada bulunan herkeste derin bir sarsıntı yaratan bir sahneydi bu. Ölüm ile yaşamı böyle yan yana koyup, hangisinin hayırlı olduğunu insan aklının bilemeyeceğini söyleyen Sokrates, kendi idamını adeta bir bilinmeze sakin bir yolculuk gibi karşılıyordu. Bu, onun ölüm karşısındaki cesaretinin ve bilgece tevazusunun en güçlü ifadesiydi. Mahkeme sona erdiğinde, Atina’nın gündüz gökyüzünde görünmeyen yıldızları gibi, herkesin zihninde Sokrates’in sözleri parıldıyordu.

Sokrates idama mahkûm edilmişti ama henüz hayattaydı; infazın gerçekleşeceği güne dek zindanda bekleyecekti. Bu süre zarfında öğrencileri ve dostları onu yalnız bırakmadılar. Her gün yanına gelip sohbet ettiler. Bu bekleyiş esnasında Sokrates’in yakın dostu Kriton (Crito), kaçış planları bile yaptı. Rüşvet ile gardiyanları ayarlayıp Sokrates’i hapisten kaçırmak, onu Atina dışına, güvende olacağı bir yere götürmek istiyordu. Her şey hazırdı aslında; yeter ki Sokrates kabul etsin. Fakat Sokrates, yaşamı boyunca savunduğu ilkelere son anında ihanet edemezdi. Kaçmayı kesin bir dille reddetti. Kriton’la yaptığı konuşma – Platon bunu ayrı bir diyalog olarak da yazmıştır – adeta hukuk devletine ve prensiplere bağlılığın manifestosudur. Sokrates dostuna şöyle anlattı: “Ben hayatım boyunca bu şehirde yaşadım, bu şehrin yasaları bana hep kol kanat gerdi. Şimdi yasalar aleyhime işledi diye onlara sırtımı dönersem, bu doğru olmaz. Toplumla bir sözleşmem var; sonu kötü de olsa, kurallara uymalıyım. Kötülük gördüm diye kötülük yapamam, haksızlığa uğradım diye haksızlık edemem.” Ne büyük bir erdem örneğiydi bu! O güne dek “hiç kimse isteyerek kötülük yapmaz, bilmeden yapar” diyen Sokrates, kendisine yapılan haksızlığı bile bilerek kötülükle karşılamayı reddediyordu. Kriton çaresiz sustu; hocasının kararı kesindi. Böylece Sokrates, ölüm cezasından kaçma fırsatı varken bunu elinin tersiyle iterek zindanda kalmaya devam etti. Ölüm gecesi geldiğinde de, öğrencileri son ana dek yanındaydı. Platon’un anlattığına göre (ki o gece, hastalığı nedeniyle orada bulunamasa da, diğer tanıkların aktardıklarını yazmış olmalı), Sokrates dostlarıyla uzun uzun sohbet etti, ruhun ölümsüzlüğü ve erdem üzerine tartıştı, onları teselli etti. Gözyaşlarına boğulan dostlarına nazikçe kızdı bile: “Ağlayarak veda etmeyin, beni kadınlar gibi uğurlamayın” dedi. Sonra sakin bir şekilde eline verilen baldıran zehri kadehini aldı ve tereddütsüz içti. Gardiyan acı acı ağlıyordu o esnada – düşünün ki infazından sorumlu memur bile Sokrates’i seviyordu. Sokrates’in son sözleri rivayet odur ki bir arkadaşına hafif bir gülümsemeyle verdiği bir küçük görevdi: “Asklepios’a bir horoz borcumuz var, dostum, unutma onu vermeyi.” Asklepios şifa tanrısıdır; Sokrates belki de ölümü bir şifa, ruhun bedenden kurtulması olarak gördüğünü söylemek istemişti bu şakayla karışık sözde. Ve böylece son nefesini verdi. O an, Atina’nın vicdanında silinmeyecek bir iz bıraktı.

Bu dramatik son, elbette ki orada bulunan genç öğrencisi Platon’un ruhuna da kazındı. Platon, hocasının ölümüyle sarsılsa da, yılmadı; tam aksine, Sokrates’in fikirlerini ve özellikle bu son duruşmasını ölümsüzleştirmeye karar verdi. Kalemine sarıldı ve Sokrates’in Savunması eserini yazdı. Bize bugün ulaşan, işte o mahkemedeki savunmanın Platon’un zihninde kalan yankısıdır. Platon olmasaydı belki de Sokrates’in söylediklerinin çoğu unutulup gidecekti; fakat Platon sayesinde Sokrates’in sesi tarihin sayfalarına nakşedildi. Bu metin sadece tarihsel bir kayıt değil, aynı zamanda Platon’un hocasına bir ağıtı, bir saygı duruşudur. Sanki Platon, “Bakın, haksızlık karşısında nasıl dimdik durdu benim öğretmenim” demek istemiştir tüm gelecek kuşaklara. O gün mahkemede bulunan 500 Atinalının dinlediği sözleri, şimdi milyonlarca insan okuyup öğrenebiliyor. Bu, inanılmaz bir şey. Düşünsenize, Sokrates orada kendini savundu ve belki de o an için başarısız oldu – sonuçta idama mahkûm edildi. Ama Platon’un kalemi sayesinde Sokrates, çağları aşan bir zafer kazandı: Bugün biz Atina jürisinden çok daha fazla sayıda insan, Sokrates’i dinliyoruz ve anlıyoruz. Atina belki onu susturduğunu sandı, ama aslında sesi çok daha gür biçimde çağlara yayıldı.

Platon’un yanı sıra, Sokrates’in bir diğer öğrencisi olan tarihçi Ksenophon da Sokrates’in Savunması hakkında bir metin kaleme aldı. Ksenophon’un versiyonu daha kısa ve bazı farklı ayrıntılar içeriyor; örneğin Ksenophon, Sokrates’in aslında ölümden kaçınmaya niyeti olmadığını, bilgece bir tercihle ölümü seçtiğini vurgular. Der ki, Sokrates zaten çok yaşlanmıştı, yaşamının son demlerinde güçsüz düşüp aciz kalmaktansa, en parlak döneminde onurlu bir şekilde ölmeyi tercih etti. Bu bakış açısı Sokrates’i neredeyse bir intihar misyonunda gösterse de, aslında onun hayatı boyunca savunduğu değerlere uygun hareket ettiğini bir başka yoldan doğruluyor. Sokrates gerçekten de, bedeni yerine ruhunu yüceltmiş, yaşamın uzunluğu yerine onurunu önemsemişti. Platon ve Ksenophon gibi öğrenciler sayesinde Sokrates, fiziksel olarak aramızdan ayrılsa bile, düşünceleriyle hep var oldu. Platon özellikle, Sokrates’i neredeyse tüm eserlerinde baş kahraman yaptı; kendi fikirlerini bile Sokrates’in ağzından anlattı sonraki yıllarda. Bu yönüyle Platon, hocasını tarihin ilk “felsefe şehidi” konumuna getirdi. Sokrates’in Savunması, yazılı metin olarak belki kuru bir mahkeme kaydı olabilecekken, Platon’un ustalığıyla edebi ve felsefi bir esere, ruhu olan bir drama dönüştü. Okurken sanki bir tragedya izler gibi, sonunu bildiğimiz halde heyecanlanır, üzüldüğümüz halde hayranlık duyarız. Platon, Sokrates’in sesini kağıda dökerken, aslında kendi içindeki isyanı ve hüznü de satırlara işlemiştir. O yüzden bu metin hem tarihi bir tanıklık hem de felsefi bir iç dökmedir.

Peki Sokrates’in bu onurlu duruşu ve Platon’un onu ölümsüzleştirmesi, sonraki yüzyıllarda nasıl bir etki yaptı? Bunu kelimelere sığdırmak zor, çünkü Sokrates gerçekten de dünya tarihinde zihinsel bir depremin merkez üssüdür. Onun mahkemedeki tavrı, felsefenin ve düşünce özgürlüğünün sembolü haline geldi. Antik çağda hemen her felsefi okul bir şekilde Sokrates’ten ilham aldı. Kinikler, Sokrates’in sade yaşam idealini benimsediler (Sokrates’in bir öğrencisi olan Antisthenes, Kinik felsefenin kurucusudur mesela). Stoacılar, onun erdeme ve akla verdiği önemi temel aldılar; hatta Stoacıların ünlü filozofu Epiktetos, Sokrates’in ölümü hakkındaki sözleri sık sık anar, ondan örnek alırdı. Platon ve Aristoteles’in ortaya çıkardığı muazzam felsefe geleneği de elbette Sokrates’in gölgesinde yeşerdi – Platon, hocasının mirasını sistematik felsefeye dönüştürdü; Aristoteles de Platon’un öğrencisi olarak dolaylı biçimde Sokrates’in torun öğrencisi sayılır. Yani Sokrates olmasaydı, belki de Platon ve Aristoteles olmazdı; onlar olmayınca modern anlamda bilim ve felsefe çok farklı bir yol izlerdi. Bu etki halkası, Antik Yunan’dan Roma’ya, oradan Orta Çağ’a, Rönesans’a, Aydınlanma’ya dek uzandı. Mesela Romalı düşünür Cicero, Sokrates’i “felsefeyi gökten yeryüzüne indiren adam” diye över; çünkü Sokrates, yıldızların, tanrıların peşinden ziyade insanın günlük yaşamındaki ahlakına, vicdanına odaklanmıştı. Hristiyan düşünürler bile Sokrates’e saygı duymuş, onu bir nevi “inanmasa da Tanrı yolunda can veren” biri olarak görmüşlerdi – Aziz Augustinus, Sokrates’i cehennemde değil cennette görmek isteyecek kadar sevmiştir. Voltaire, Diderot gibi Aydınlanma çağı yazarları, Sokrates’i aklın ve vicdanın özgürlük kahramanı olarak selamladılar. Hatta Fransız Devrimi sırasında özgürlük savunucuları Sokrates’i anmış, onu fikir şehidi olarak yüceltmişlerdi. İnsanlık tarihi, onun şahsında, haksızlığa karşı direnen ve bedelini hayatıyla ödeyen ilk büyük entelektüel figürü buldu. Bu, hiç silinmeyen bir etkidir.

Sokrates’in yargılanması olayı, siyasi boyutuyla da hep tartışıldı, dersler çıkartıldı. Demokrasi ile düşünce özgürlüğünün gerilimli ilişkisine dair en eski ve çarpıcı örnek olarak her zaman anıldı. “Demokrasinin bile tiranlaşabileceği” fikrini Sokrates’in ölümü somutlaştırdı. Bu konuda kimi tarihçiler Atina’yı suçladı, kimileri Sokrates’i de biraz provokatif buldu. Hatta 20. yüzyılda gazeteci I. F. Stone, “Sokrates’in Yargılanması” adlı bir kitapta, Sokrates’in anti-demokratik eğilimlerinin altını çizip, Atinalıların aslında kendi demokrasilerini korumak adına bu kararı verdiklerini öne sürdü . Bu tür tartışmalar gösteriyor ki, Sokrates’in mahkemesi asla tozlanıp raflara kalkmadı; bugün bile alevli fikir çatışmalarına konu olabiliyor. 2020’lerde bile Sokrates’in davası üzerine yeni kitaplar yazılıyor, yeni yorumlar getiriliyor . Bir bakıma, Sokrates’i ölüme mahkûm eden mahkeme hiç bitmedi; insanlık onun fikirlerini tartışmaya, onun duruşunu yargılamaya ve ondan öğrenmeye devam ediyor. Şurası net: Sokrates’in sesi hâlâ canlı, hala bizimle konuşuyor.

Bugünün dünyasında, Sokrates’in hikâyesine baktığımızda garip bir şekilde tanıdık şeyler görüyoruz. Aradan 2400 yıldan fazla zaman geçti, ama hâlâ farklı düşünenlere tahammülsüzlük her toplumda az çok var. Elbette artık kimseyi Zeus’a inanmadı diye mahkemeye çıkarmıyoruz, lakin “gençleri zehirliyor, toplum düzenini bozuyor” ithamları başka şekillerde yaşamaya devam ediyor. Bazen bir yazar çıkıyor gerçeği konuşuyor diye dışlanıyor, bazen bir bilim insanı mevcut düzeni eleştirdi diye sansüre uğruyor, bazen bir gazeteci rahatsız edici haberler yaptığı için cezalandırılıyor. Sokrates’in maruz kaldığı durumun modern yansımaları değil midir bunlar? Toplum olarak rahatımızı kaçıran “at sineklerine” çok da tahammül ettiğimiz söylenemez. Çoğu kez biz de bir Sokrates’i susturamasak bile görmezden geliyoruz, itibarsızlaştırıyoruz. Ama ne olursa olsun, Sokrates’in örneği içten içe vicdanımıza işlemiş durumda. Onun adı anılınca herkes bir durup saygı gösteriyor; çünkü o, düşünce özgürlüğünün ve entelektüel dürüstlüğün  simgesi haline geldi. Bugün eğitim sistemlerinde sıkça duyduğumuz “Sokratik yöntem”, onun soru sormaya dayalı öğretme tarzından gelir ve hâlâ okullarda, üniversitelerde, hatta terapilerde uygulanır. Birinin iddialarını mantık yoluyla çürütmeye çalıştığımız tartışmalara “Sokratik sorgulama” diyoruz. Bilmeden konuşan birine kızdığımızda belki içimizden “Sokrates olsaydı seni madara ederdi” diye geçirdiğimiz bile oluyor. Yani Sokrates, kültürümüzün, düşünce şeklimizin bir parçası adeta. Özgür düşünceye vurgu yapan pek çok kişi ondan alıntılar yapıyor: “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” sözü, felsefenin temel motto’larından biri haline gelmiş durumda. Yine “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğim” özdeyişi, bize alçakgönüllülüğü ve sürekli öğrenmenin önemini hatırlatıyor. Bu sözleri binlerce yıl önce söyleyen bir adamın hikâyesini bilmek, bugünün dünyasında bize hem cesaret veriyor hem de uyarıyor. Cesaret veriyor; çünkü fikir uğruna, doğru bildiğin uğruna mücadele etmenin onurlu bir şey olduğunu görüyoruz. Uyarıyor; çünkü çoğunluğun her zaman haklı olmadığını, bir toplumun bile bile büyük bir hataya ortak olabileceğini görüyoruz. Sokrates’in mahkûmiyeti, tarihteki en büyük adaletsizlik örneklerinden biri olarak hafızalarda. Bu da bize her çağda adaletin, çoğunluğun kararıyla değil, vicdanın ve aklın terazisinde tartılması gerektiğini düşündürüyor.

Ben tüm bu olayları düşünürken, ister istemez kendimizi de sorguluyorum. Sokrates, aslında yaptığıyla hepimize meydan okuyor: “Sen olsaydın ne yapardın?” diye soruyor sanki. Bugün kalkıp en derin inançlarımızı, en köklü geleneklerimizi sorgulamaya cesaret edebilir miyiz? Sırf gerçek peşinde koştuğumuz için toplum bizi dışlarsa, yargılarsa, buna göğüs gerebilir miyiz? Sokrates karşımıza dikilip de bize bilgisizliğimizi göstermeye çalışsa, gururumuzu bir kenara bırakıp dinleyebilir miyiz, yoksa biz de onu taşa tutan kalabalığa mı karışırız? Bu sorular rahatsız edici, evet. Ama Sokrates’in mirası tam da bu rahatsız edici sorularda yatıyor. Onun hayatı, düşünceleri ve ölümü, insanlığın kendi kendine ayna tutmasıdır. Şahsen ben Sokrates’i düşündükçe hem ilham alıyorum hem de hüzünleniyorum. İlham alıyorum; çünkü bir insanın böylesine prensip sahibi, böylesine cesur ve samimi olabileceğini görmek müthiş. Hüzünleniyorum; çünkü böylesi değerli bir insanın zamanında anlaşılmamış ve ölüme gönderilmiş olması içimi sızlatıyor. Kendi hayatıma bakıyorum sonra: Ne kadar “sorgulanmış” bir hayat yaşıyorum? Günlük koşturmaca içinde, gerçekten önemli olan erdem, adalet, iyilik gibi kavramlara ne kadar zaman ayırıyorum? Sokrates olsaydı, benimle konuşsa, bana hangi soruları sorardı diye geçiriyorum içimden. Ve dürüst olmak gerekirse, onun sorularına vereceğim cevaplardan emin değilim. İşte tam bu noktada, Sokrates’in sesi bir kez daha kulağımda çınlıyor: “Kendini bil.” Evet, Delfi Tapınağı’nın girişinde yazan o öğüt – Sokrates’in de sık sık yinelediği – binlerce yıl sonra bana, bize, hâlâ sesleniyor. Kendimizi bilelim, kendimizi sorgulayalım. Ancak o zaman hayatımız, gerçekten yaşamaya değer bir hayat olacak.

Sessiz bir gece vakti, elimde Sokrates’in Savunması kitabıyla bunları düşünürken gözlerim doluyor hafifçe. Sokrates sanki yanımda oturuyor ve kendi sakin sesiyle beni teselli ediyor: “Üzülme,” diyor, “Ben fikrimin bedelini ödedim ama sizler bir şeyler öğrendiniz ya, işte o paha biçilmez.”Gerçekten de öyle. Sokrates’in ödediği bedel, insanlığın aydınlanmasına büyük bir katkı sağladı. O gece Atina’da ölen bedeninin ardından, ölümsüz bir hikâye bıraktı. Bu hikâye, yüzyıllardır filozofların, yazarların, düşünürlerin yüreğinde yankılandı, yankılanıyor. Şimdi bizim de yüreğimizde yankılanmasını sağladıysa, ne mutlu bize. Sokrates’in sesi, zamanın ötesinden bize ulaşmaya devam edecek. Yeter ki biz de, arada bir durup onu dinleyelim, kendimize ve toplumumuza onun gözleriyle bakmaya cesaret edelim. Belki o zaman, çağlar üstü bir bilgenin öğütleriyle, kendi hayatlarımızı da daha anlamlı, daha dürüst, daha dolu yaşayabiliriz. Sokrates mahkemede ölüme giderken bile umutluydu; biz de onun mirasına bakıp umutlanalım: Gerçek ve erdem, er ya da geç, en karanlık hücrelerden bile ışık saçacak güce sahiptir. Sokrates bunu kanıtladı. Şimdi bize düşen, bu ışığı kendi içimizde yaşatmak…

Yazı kategorisi: Genel

Geçiyor Zaman Nedenini Bilmeden


Bu blog’u açalı yaklaşık 9 yıl oldu. Dile kolay. 9 yıl boyunca yazıp duruyorsun ama hâlâ aynı yerdeysen, zaman seni değiştirmedi mi, sen mi zamanı yanlış yaşadın, bilemiyorsun. Şunu fark ettim: zaman dediğimiz şey bazen bir ilerleyiş değil, sadece bir tekrarlar zinciri. Ve bazen sadece kendini tekrar ediyorsun. Hep aynı boşluk, hep aynı sorular, hep aynı geceler.

Bugün yine o gecelerden biri.

Üç saat önce iyiydim. Şu an değilim. Bunu açıklayacak hiçbir şey yok. Ne kötü bir haber aldım ne bir kırgınlık yaşadım. Ama midemin ortasında tarif edemediğim bir boşluk var. İnsanı içten içe çürüten, hiçbir şeyin anlamını bırakmayan bir hissizlik. Sanki biri gelip iç organlarımı yavaş yavaş çekip almış gibi. Oturuyorum, nefes alıyorum ama içimde bir şey hareket etmiyor.

Hiçbir nedensellik yok. Hiçbir düzen yok. Bu ruh hâlleri tıpkı hava durumu gibi: ne zaman yağmur yağacak bilmiyorsun, ama ıslanıyorsun işte. Biraz evvel içimde her şey sakindi. Şimdi içim tavan arasına kapatılmış, tozlu, havasız bir çocuk gibi ağlıyor.

Benim gibi biri için bu çok zor. Analitik düşünmeyi seven, her şeyde sebep arayan, düzen seven biri için… Bu açıklanamayan ruh hâlleri, bu iniş çıkışsız ama derin düşüşler, bir insanın kendine düşman olmasının en kısa yolu belki de. Çünkü bir açıklama bulamayınca, suçu kendinde arıyorsun. Kendi zihnini didikliyorsun. Ama sonunda sadece daha fazla yorgunluk çıkıyor ortaya.

Sanki buruşturulup sonra açılmaya çalışılan bir kağıt gibiyim. Düzleştikçe kırışıklıklarım daha da belirginleşiyor. Her düzelmeye çalıştığımda, daha fazla eziliyorum.

İyi olduğumda… tuhaf bir huzur geliyor. Sanki hayatın bütün saçmalıklarını affedebilirim. Sanki bu dünya sandığım kadar kötü değil. Sanki… her şey belki de yerli yerinde. Ama o hâl uzun sürmüyor. Çünkü her şeyin anlamsızlığı eninde sonunda gelip çöküyor üstüne. O zaman en küçük bir acı, en küçük bir söz, yılların tortusunu bir anda gün yüzüne çıkarıyor. O zaman geçmişin yükü bir anda bugünün omzuna yığılıyor.

Biri gelip bana “hayatın anlamı senin için ne?” dese, sessiz kalırım. Çünkü bazen gerçekten bilmiyorum. Bazen “anlam” dediğimiz şeyin sadece inananlar için uydurulmuş bir pamuk ipliği olduğunu düşünüyorum. Ucunu göremediğimiz bir karanlıkta, sadece dokunmak için inşa ettiğimiz bir teselli. Bazen de gerçekten bir şeylerin bizim dışımızda bir düzeni olduğuna inanmak istiyorum. Ama o “bir şey”in ne olduğuna emin değilim.

Bu yüzden bazıları beni anlayamıyor. “İyi biri olmaya çalışmalısın” diyorlar. Peki ya içimde iyi bir yer kalmadıysa? Ya ne yaparsam yap, hep kendimi yıkan biri olduysam? İnsan bazen kendine zarar vererek başkalarına iyi davranabilir mi? Bilmiyorum. Bildiğim şey, kendime iyi davranamıyorum artık.

Ve işin kötüsü… suçluluk hissi. Kötü hissettiğim için bile suçlu hissediyorum. Sanki bu hâlimle dünyaya yük oluyorum. Sanki içimdeki bu karanlık, çevremdeki her ışığı söndürüyor. Oysa istemiyorum. Sadece bazen insan kendinden bile kaçamıyor.

Biri bana geçen gün şöyle dedi: “İnsan yaptığı iyiliklerin boşa gitmeyeceğine inanmak ister.” Ve ben o an içimden dedim ki: evet. Belki de bu yüzden bazıları hâlâ Tanrı’ya inanıyor. Belki de bir ihtimal daha anlamlı hale getirecek o adalet umudu için. Ama o adaletin gerçekten gelip gelmeyeceğinden emin olamıyorum. Bazen öte dünyanın varlığını isterken bile, onun yokluğu daha mantıklı geliyor. O yüzden inanamıyorum. O yüzden bağlanamıyorum. O yüzden burada, bu hâlde, bu kadar yalnızım.

Ve sonra… susuyorum.
Çünkü anlatmak bir işe yaramıyor.
Çünkü kimse tam olarak anlamıyor.
Çünkü bazen sen bile kendini anlamıyorsun.
Ve bu… seni yavaş yavaş yok ediyor.

Ben iyi biri olmak istiyorum. Ama olmuyorum.
Ben toparlanmak istiyorum. Ama dağılıyorum.
Ben inanmak istiyorum. Ama bilmiyorum.

Sadece… bilmiyorum.

Nedenini bilmeden geçiyor zaman…

Yazı kategorisi: Genel, POLİTİK OLAN SİYASİDİR(?)

V for Vendetta



Selamlar.
Nasılsınız, iyi misiniz? Umarım hayat, size en azından gün boyu başınızı yastığa rahat koyacak kadar huzur veriyordur. Çünkü bazen sadece bu kadarı bile yeterli geliyor insana. Beni soracak olursanız… eh işte. Ne çok kötü ne de çok iyi. O arada bir yerdeyim. Hani bazı günler vardır, ruhunla bedenin birbirine yabancı gibidir. İçin gitmek ister ama dışın kıpırdamaz. Konuşmak istersin ama sussan daha iyi gibi gelir. İşte öyle bir yerdeyim. Neşeli bir yazı yazamayacağımı en baştan biliyordum. Ama bazı yazılar zaten neşeden değil, ağırlıktan doğar. Bu da onlardan biri olacak galiba.

Çünkü bugün size bir filmden, daha doğrusu bir fikirden bahsetmek istiyorum. Aslında sadece bir fikir de değil, bir isyan. Maskenin ardında gizlenen bir çığlıktan. Adı V for Vendetta. Belki izlediniz, belki bir köşesinden denk geldiniz. Büyük ihtimalle de ilk defa duydunuz.Ama bugün o filmi bir daha izler gibi değil de, bir dostla üzerine konuşur gibi anlatmak istiyorum size. Lafı çok dolandırmadan, ama duygusunu da eksiltmeden.

O yüzden çayınızı kahvenizi alın, bir yere yaslanın. Bugün birlikte bir maskeye bakacağız. Ama gözümüzü onun ardındakinden ayırmadan.



Ben ilk kez V for Vendetta filmini izlediğimde üniversite öğrencisiydim ve o karanlık, yağmurlu gecede televizyon ekranında beliren maskeli adamın ateşli söylevi içimde tuhaf bir kıvılcım çakmıştı. Baştan klasik bir Hollywood aksiyon filmi göreceğimi sanıyordum – neticede Matrix’in yaratıcılarının elinden çıkan bir yapımdı – fakat beklentilerim altüst oldu. O ana dek bir süper kahraman filmi izlediğimi düşünürken, aslında karşıma çıkan şeyin bir manifesto olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Film, sadece bir çizgi roman uyarlaması ya da distopik bir aksiyon değildi; V for Vendetta, her repliği ve sahnesiyle adeta felsefi ve politik bir bildiri, bir anarşizm manifestosu gibi ruhuma işledi. Arkama yaslanıp çayımı yudumlarken ekrandaki V’nin tiradlarını neredeyse nefesimi tutarak dinledim. O andan itibaren filmde anlatılan hikâyenin çok ötesinde bir fikrin peşine düştüğümü hissettim: Maskenin ardındaki o anarşist çığlığın bugün yaşadığımız dünya için de söyleyecekleri vardı. Film bittikten sonra bile uzun süre zihnimde onunla konuşmaya devam ettim; sanki içimde bir şeyler değişmişti, bir damla cesaret damarıma zerk edilmişti.

Bu film 2005 yılında gösterime girdiğinde dünya zaten korku ve belirsizlikle çalkalanıyordu. Bir yanda terör alarmı ve “kitle imha silahları” yalanlarıyla açılan savaşlar, diğer yanda “güvenlik” adı altında artan devlet gözetimi… Dünyanın pek çok yerinde özgürlükler budanıyor, liderler korku siyaseti güdüyordu. V for Vendetta işte böyle bir atmosferde, adeta bir uyarı çanı gibi çaldı. Filmde İngiltere, Norsefire adlı faşist bir parti tarafından demir yumrukla yönetilen totaliter bir devlet haline gelmiştir. Sokaklarda sokağa çıkma yasakları, her köşede “Fingermen” denilen gizli polislerin kol gezmesi, televizyonlarda yalnızca devletin sesi… Büyük ekranlar, dinleme cihazları, her köşe başında kameralar… İnsanlar gündelik hayatlarında sürekli bir korku bulutunun altında yaşıyor; adeta koca bir açık hava hapishanesinde nefes alıyorlar. Norsefire rejimi de bir gecede ortaya çıkmamış; kurgusal geçmişinde önce bir biyolojik saldırı ve kaos ortamı yaşanmış, halk korkuyla kurtarıcı ararken bu faşistler “düzen ve güvenlik” vaadiyle iktidarı ele geçirmiş. Başlarında da Büyük Birader misali Yüksek Şansölye Adam Sutler var (bu rolde, Orwell’in 1984 filminde diktatörlüğün kurbanını oynamış John Hurt’u görmek ayrı bir ironi). Kulağa tanıdık geliyor mu? İzlerken ister istemez kendi dünyamla paralellikler kurdum. Medyanın kitleleri nasıl yönlendirebildiğini, iktidarların korkuyu nasıl bir silah gibi kullanabildiğini düşündüm. Film, distopik geleceği gösteriyor belki ama hissettirdiği şey tam da bugüne dair bir eleştiri barındırıyordu.

Elbette V for Vendetta’nın fikir kökleri tarihsel bir olaya, 17. yüzyıla uzanıyor. “Remember, remember, the Fifth of November…” sözleriyle başlayan o ünlü tekerleme dilimize dolanırken, maskeli kahramanımız V 5 Kasım 1605’teki Barut Komplosu’nu hatırlatıyordu. Peki nedir bu Barut Komplosu?

1605’te İngiltere’de bir grup yönetim karşıtı Katolik, Kral I. James ve diğer aristokratları öldürmek için Parlamento binasının altına barut fıçıları yerleştirmişti. Başını Guy Fawkes adlı bir adamın çektiği bu komplocular, zulüm gördükleri Protestan iktidarı devirmek için devasa bir patlama planlamışlardı. Ancak plan son anda ihbar edildi; Fawkes, bodrumda barut fıçıları yanında yakalandı ve komplo kanlı biçimde bastırıldı. Komplocuların çoğu kaçmaya çalışırken yakalanıp idam edildi; Fawkes da işkence gördükten sonra idama mahkûm oldu. O günden sonra İngiltere’de her 5 Kasım gecesi şenlik ateşleri yakılarak bu ihanetin başarısızlığı kutlandı, adına da Guy Fawkes Gecesi dendi. Yani aslında tarihte Guy Fawkes, mevcut düzene başkaldıran bir “hain” olarak hatırlandı. Ancak tarih paradokslarla doludur: Zamanla Fawkes’ın maskesi, bastırılmaya çalışılan bir fikrin simgesi olarak küllerinden doğdu.

Alan Moore’un yazdığı ve David Lloyd’un çizdiği çizgi romana – oradan da filme – ilham veren şey, bu tarihsel figürün yeniden yorumlanmasıydı. V karakteri, yüzünde o sırıtan Fawkes maskesiyle ortaya çıktığında dört yüz yıl önce başarısız olmuş bir devrimin hayaletini günümüze taşıyor gibiydi. Artık Guy Fawkes maskesi otoriterliğe karşı direnişin evrensel maskesi haline gelmiş durumda. Nitekim filmden sonra bu maske dünya çapında protestolarda sıkça görülmeye başlandı. Occupy hareketinden Anonymous gibi hacktivist gruplara kadar pek çok muhalif grup, kendilerini ifade etmek için V’nin maskesini taktı.

2008’de Scientology karşıtı protestolarda, Anonymous kolektifinden yüzlerce aktivist V’nin maskesini takarak ses getirmişti. Bu ve devamındaki Occupy Wall Street eylemleri gibi örnekler, maskenin küresel bir başkaldırı ikonuna dönüştüğünü gösteriyordu. Maskenin o sırıtan yüzü, isyanın evrensel bayrağı haline gelmişti. Maskenin temsil ettiği şey artık sadece Guy Fawkes değildi; maskenin ardında birleşen fikirdi asıl önemli olan.

Öyle ki, maskenin kendisi artık bir kült ikonuna dönüştü. 2013’te İspanya’daki ExpoSYFY sergisinde, 2006 yapımı filmde kullanılan orijinal V maskesi, peruğu ve şapkası cam bir fanus içinde sergilendi. İsyanın sembolü bir vitrin objesi haline gelmişti – bir fikrin popüler kültürdeki yolculuğunun ironik bir yansıması değil miydi?

Şimdi yeniden filmdeki dünyaya dönelim. Filmin açılışında Evey (Natalie Portman’ın canlandırdığı genç kadın) sokağa çıkma yasağını ihlal edip gece dışarı çıktığında devletin infaz mangası gibi gezen ahlak polislerinin saldırısıyla burun buruna gelir. Evey çocukken anne ve babası rejim karşıtı oldukları için zorla götürülmüş, bir daha da geri dönmemişler; bu travma onu yıllarca politikadan uzak ve korku dolu bir hayata itmiştir. İşte o gece Evey yalnız başına yakalandığında sistemin dişlileri onu da öğütmek üzeredir: Polis görünümlü adamlar zavallı kızı köşeye sıkıştırıp tecavüz etmeye kalkar. Tam içim ürperirken karanlığın içinden bir gölge belirir: V. Pelerinli, maskeli bu gizemli adam (İngilizce versiyonunda V bu sahnede peş peşe “V” harfiyle başlayan sözcüklerle dolu müthiş bir tirat atar; dilimize bunu tam yansıtmak zor olsa da bu ayrıntı onun her şeyi önceden planlayan bir gösterici olduğunu pekiştirir) Shakespeare’den alıntılar yaparak polisleri alt eder.

İlk repliği bile aslında biz seyircilere selam çakar: V, Macbeth’ten bir dize fısıldar, “Şer güçler toplanmış, doğa adeta ürperiyor.” Anlarız ki V sadece bir aksiyon figürü değil; o bir tiyatrocu, bir şair, bir filozof. Beni en çok etkileyen şey, V’nin şiddeti bile teatral ve sanatsal bir biçimde sunması olmuştu. İlk eylemi olarak eski Adalet Sarayı’nı (Old Bailey) havaya uçururken Tchaikovsky’nin 1812 Üvertürü’nü çalması, bir yıkım eylemini sanatla harmanlayan bir protesto olarak aklıma kazındı. Patlamadan hemen önce binanın tepesindeki Adalet heykeline V’nin seslenişini hatırlıyorum: Adaleti, Anarşi ile “aldattığını” söylercesine heykelin yüzüne şiirsel sözler söylemişti. Rejimde adalet kavramının içi boşaltıldığı için V, “Bir zamanlar sana inanmıştım” diyerek ihanet edilen adalete sitem ediyor ve ekliyordu: “Artık hayatımda bir başkası var – adı Anarşi.” Bu sözlerin hemen ardından meydana gelen patlama, sahte adaleti yıkıp yerine özgürlüğün kaosunu getiren bir ritüel gibiydi. O sahneyi izlerken aklımdan “Despotlar sanatı ve müziği susturmak ister, oysa V patlamayı klasik müzik eşliğinde gerçekleştirerek ‘Sanatın sesini kısmayacaksınız’ diyor” diye geçirdim. Totaliter rejime karşı ilk anarşist çığlık bu notalarla gökyüzüne yükseliyordu.

V’nin bu eylemleri hükümeti alarma geçirirken, ertesi gün devlet televizyonu (BTN) patlamayı halka “planlı bir bina yıkımı” olarak duyurur. Gerçekler daha ilk andan çarpıtılır, toplum bir yalanla uyutulmaya çalışılır. Bu noktada film, medyanın iktidar elinde nasıl bir propaganda aracına dönüştüğünü çarpıcı biçimde gösteriyor. Halk, ekrandan duyduğu açıklamaya inanıp geçecek mi, yoksa kendi gözleriyle gördüklerine kulak verecek mi? V, bunu değiştirmek için harekete geçiyor: Televizyon istasyonunu basıp kendi korsan yayınını yapıyor. Tüm Londra’nın ekranlarında aniden V’nin maskeli yüzü belirip o unutulmaz konuşmasını yapmaya başladığında tüylerimin diken diken olduğunu hatırlıyorum. Halkın yıllardır içine hapsedildiği korku döngüsünü kırmak için onlara gerçeği söylüyor. Mevcut düzenin ne kadar çürümüş olduğunu bir bir anlatırken, “Bu ülkeyi bu hale getiren bir avuç deli, sahtekâr, zorba yönetici olabilir” diyor özetle, “ama onları oraya siz oturttunuz!” diye ekliyor. İzlerken irkildim, çünkü V aslında doğrudan bize, gerçek dünyadaki biz izleyicilere de sesleniyordu: Kötü yöneticiler, zalimler varsa buna göz yuman toplumun hiç mi suçu yok? O an anladım ki film bizden kendimizle hesaplaşmamızı istiyor. V konuşmasının sonunda halkı tam bir yıl sonrası için, 5 Kasım gecesi Parlamento önünde buluşmaya davet ediyor. “Bir yıl vaktiniz var” diyor kabaca, “5 Kasım’da gelin ve birlikte bu zulme son verelim.” Bu açık bir başkaldırı çağrısı, bir devrim randevusu gibiydi. Bir film karakteri kitleleri sokağa çağırıyor ve ben izlerken “Keşke bizim dünyamızda da böyle bir uyanış olsa” diye iç geçirdim.

Totalitarizmin dört temel silahını net biçimde görüyoruz: Korku, yalan, itaat ve unutturma. Norsefire rejimi toplumun gözünü korkutarak itaati sağlamış; medyayı tek ses haline getirerek yalanları gerçek diye yutturmuş; geçmişte işlediği korkunç suçları (mesela kendi halkına karşı bir biyolojik saldırı düzenleyip suçu teröristlere atması) unutturmuş. Halk da korku içinde sinip düzene boyun eğmiş. Ta ki maskeli bir “terörist” çıkıp onlara kendi güçlerini hatırlatana dek. Tarih boyunca da benzer döngüler yaşanmadı mı? Hitler’in, Stalin’in, Mussolini’nin iktidarlarında halk önce korkutulmadı mı? Medya tek sese indirgenip kitleler yalanlarla uyuşturulmadı mı? V for Vendetta tanıdık bir hikâyeyi geleceğe projekte edilmiş bir aynada bize gösteriyor.

Ve V’nin dediği gibi, “İnsanlar hükümetlerinden korkmamalı; hükümetler halkından korkmalı.” (Bu söz artık çok klişe oldu ama klişeler de doğru olabilir). Kulağa ters gibi gelse de aslında demokratik ideallerin özünü hatırlatıyor: Yönetimler halk için vardır, halkın rızasıyla vardır ve eğer halk uyandırılıp gücünü hatırlarsa en zalim rejimler bile yıkılabilir.

V bu cümleyi Evey’e kahvaltı sofrasında söylediğinde, aslında Evey’nin kendi korkularını yenmesi için bir ders veriyordu. Evey karakteri filmde sıradan, politikadan uzak durmaya çalışan bir insan olarak başlıyor. Anne babası geçmişte rejim tarafından “sakıncalı” ilan edilip ortadan kaybedilmiş, kendisi bu travma yüzünden içine kapanmış; korku içinde yaşayan biri. V ise onun içindeki korkuyu silkeleyip atmak istiyor. Bunu yapmak için de oldukça sert bir yöntem kullanıyor: Evey’i sahte bir polis baskınıyla bayıltıp kaçırıyor ve kendi yarattığı gizli bir hapishanede günlerce kapatıyor. Zavallı Evey, vatan hainliğiyle suçlandığını sanarak sorguya çekiliyor, saçları kazınıyor, aç susuz bırakılıyor – ta ki ölümle burun buruna geldiğini düşündüğü ana kadar. Bu kısım ilk izlediğimde beni çok sarsmıştı. “Nasıl yani, kahramanımız Evey’e bunu mu yapıyor?” diye isyan ettiğimi hatırlıyorum. Fakat izlemeye devam ettim, çünkü sezgilerim bunun ardında büyük bir ders olduğunu söylüyordu. Nitekim öyle oldu: Evey tam kırılma noktasına geldiğinde, eline gizlice sokuşturulan bir mektup her şeyi değiştirdi. Bu mektup, o hücrede daha önce kalmış Valerie adında bir kadının duvarda bıraktığı hayat hikâyesiydi. Valerie’nin hikâyesi, baskıcı rejimin zulmüne uğramış bir insanın – bir lezbiyenin –  hikâyesiydi. Valerie sadece kadın olduğu ve bir kadına âşık olduğu için o cehenneme atılmış, işkence görmüştü. “Benden her şeyi alabilirler,” diyordu mektupta, “ama bana ait bir şeyi asla alamayacaklar: benim bütüncül benliğimi, ‘bir inç’imi.” O satırları Evey’yle birlikte okudum desem abartı olmaz. Valerie’nin son sözleri bugün bile aklımda: “Bütün kalbimle seni seviyorum. Bu karanlık zamanda bile, aşkın var olduğunu unutma.” İşte bu satırlar Evey’nin içindeki korkuyu bir anda silip süpürüyor. Ölümün kıyısında, artık korkacak bir şeyi kalmadığını fark ediyor. Sonunda celladı ona boyun eğmesini, V’nin kimliğini açıklamasını istediğinde Evey titreyen ama kararlı bir sesle “Beni öldürebilirsiniz” diyor, “Artık korkmuyorum.”

İşte o an Evey özgür doğmuş oluyor. Aslında Evey’nin yaşadığı bu dönüşüm, Platon’un mağara alegorisini de andırıyor. Karanlık bir mağarada zincirlenmiş insanların bir gün serbest kalıp güneş ışığıyla gerçeği görmeye başlaması gibi, Evey de yıllardır içinde yaşadığı korku zindanından çıkıp hakikatle yüzleşiyor. İlk başta canı yanıyor, inanmak istemiyor; ama sonunda aydınlanmış, korkusuz bir birey haline geliyor. Bir daha da eski esaretine dönmesi mümkün olmuyor.

Bu sahne belki de filmin doruk noktasıydı benim için. Evey hapishaneden çıktığında gerçekleri öğreniyor: Meğer onu alıkoyan, işkence eden kişi baştan sona V’den başkası değilmiş! İlk anda Evey dehşete kapılıp V’ye öfkeyle yumruklar savuruyor, “Bana bunu nasıl yaparsın!” diye haykırıyor. Haklı olarak güveni sarsılıyor. V ise karşısında boynunu büküp sessizce onun öfkesini kabulleniyor. Sonunda Evey sakinleşip V’nin neden böyle bir yönteme başvurduğunu anlamaya başlıyor. V ona, “Sana verebileceğim tek şey özgürlük” diyor. Evey o gece yağmur altında kollarını gökyüzüne açıp ağlarken aslında yeniden doğuyor. Valerie mektubunda “Tanrı yağmurun içindedir” demişti; Evey de kafasına vuran yağmur damlaları altında kutsanmışçasına gülümsüyor. V’nin yöntemlerini gerçek hayatta onaylamak tabii ki zor; kimse sevdiğini böyle acı bir sınava tabi tutmamalı. Ama filmin verdiği mesaj soyuttu: Korku prangalarından kurtulmadıkça, kendi hapishanemizin gardiyanlığını bizzat biz yapıyoruz. Evey’in özgürlüğü filmdeki devrimin kilit taşı haline geliyor, çünkü V kendi intikam ve devrim planını sürdürürken Evey’nin özgür bir bilinç olarak yanında olmasına ihtiyaç duyuyor.

Bu sırada Evey’nin güvendiği tek kişi olan televizyoncu arkadaşı Gordon Dietrich aracılığıyla rejimin başka bir zulmüne tanık oluyoruz. Gordon, şovunda bir parodi skeciyle Şansölye Sutler’ı tiye almaya cüret edince aynı gece evi basılıyor. Gizli polisler onu sürükleyip götürürken Evey dehşet içinde dolapta saklanıp bunu izliyor. Ertesi gün öğreniyoruz ki Gordon’un evindeki gizli dolapta yasaklı bir Kur’an-ı Kerim, eşcinsel erotik sanat eserleri gibi Norsefire’ın düşman bellediği şeyler bulunmuş – bunlar onun ölüm fermanı oluyor. Bu sahne beni ayrıca sarstı; faşizmin sadece politik muhalifleri değil, kültürel ve kişisel farklılıkları da nasıl düşman gördüğünü tokat gibi yüzüme çarptı. Sırf farklı olduğu için insanların yok edildiği bir düzen, gerçek hayatta da defalarca gördüğümüz bir trajedi ne yazık ki.

Özgürlük öyle bir şey ki, onun için bedel ödemeye değer mi diye kendimize soruyoruz. Ben kendi adıma, eğer bir gün öyle karanlık bir dönem gelirse en azından Evey kadar cesur olmayı diliyorum. Karanlığa karşı tek bir mum ışığı yaksak bile, onun etrafında birleşecek binlerce yürek olabilir. V’nin hikâyesi bize bunu hatırlatıyor. Belki bugün bir parlamentoyu havaya uçurmak çare değil; belki şiddet hiçbir zaman tam anlamıyla meşru görülemez. Ama V for Vendetta’yı izledikten sonra şundan eminim: Bir fikir kurşun geçirmezdir. Bugün dünyada ne yanlış gidiyorsa onu düzeltecek olan şey de işte o kurşun işlemez fikirlerdir. Devrimler, isyanlar belki her zaman başarıya ulaşmaz – tıpkı Guy Fawkes’ın komplosunun başarısız oluşu gibi. Ama yanlış gördüğümüz şeylere karşı ses çıkarmak, gerekirse sistemi toptan reddetmek (anarşizm tam da bu değil mi zaten?), insanca yaşamanın belki de tek yoludur. Film biterken Evey’in “Bu ülkeden alınan tek şey bir bina değildi; ona verilen şey umut idi” sözü aklımda çınlıyordu. Bizler de daha iyi bir dünyayı hak etmiyor muyuz? Eğer hak ediyorsak bunun için ne kadar mücadele etmeye hazırız?

Şunu da belirtmek gerekir ki V aslında bir bakıma anti-kahraman. Klasik anlamda pürüzsüz bir “iyi” değil. Yöntemleri sert, acımasız ve kimilerine göre teröristçe. Filmi izleyen birçok kişi V’nin eylemlerini tartışır: Masumların ölümüne sebep oldu mu? Amacına ulaşmak için etik sınırları aştı mı? Film aslında bizi bu etik sorularla baş başa bırakıyor. Adalet mi, intikam mı? V’nin şiddetine hedef olanlar “hak etmiş” olsalar da V de sonuçta can alıyor. İzlerken bunu kendi içimde çok tarttım. Bir yanım “Hayat kurtarmak için bu zalimleri durdurmak gerekiyor” derken bir yanım “Ama yöntemleri doğru mu?” diye fısıldıyordu. Sonunda şu kanaate vardım: Bazen zulmü durdurmak için başka çare kalmayabiliyor. Tarihte de tiranlara karşı suikastlar, ihtilaller okumuştum; elbette şiddetsiz direniş en ideali ama her zaman mümkün olmuyor. V for Vendetta bu acı gerçeği yüzümüze vuruyor.

Ben yine de V’nin hikâyesinin zulme karşı direnmenin kolay olmadığını, özgürlüğün bedelinin bazen ağır olabileceğini gösterdiğini düşünüyorum. V filmde kişisel bir intikam peşinde gibi görünse de (Larkhill kampında kendisine işkence edenlerden teker teker hesap sorması), aslında güdüleri salt şahsi değil. O, kendisiyle birlikte sayısız masumun kurban edildiği bir sistemi çökertmek istiyor. Kullandığı yöntemler tartışmaya açık olabilir ama hedefi net: Faşist devleti yıkıp insanlara korkusuz yaşayabilecekleri bir toplum bırakmak.

Öte yandan V dikkat çekici biçimde kurbanlarını özenle seçiyor. Öldürdüğü herkes – papağan gibi yalan haber yayan TV spikeri Prothero, küçük kızlara musallat olan sapık Piskopos Lilliman, insanlar üzerinde deney yapan Dr. Delia Surridge ve emir-komuta zincirinin tepesindeki Creedy ile diktatör Sutler – rejimin suç ortakları ya da en tepedeki zalimler. Yani V’nin şiddeti rastgele değil, doğrudan rejimin baş aktörlerine yönelik. Böyle olunca izleyicinin vicdanında V’nin eylemleri bir nebze haklılık kazanıyor; en azından bende öyle oldu. Hatta film öyle bir kurgu yapıyor ki V’ye sempati duymamak elde değil. “Acaba ben olsam ne yapardım?” diye kendimi sorgularken buldum. Tarihte zulüm düzenlerine karşı isyan edenlerin çoğu başlangıçta terörist, hain ilan edilmemiş miydi? Mesela bir dönem İngilizler tarafından “terörist” damgası yiyen Mandela sonradan özgürlük kahramanı sayılmadı mı? Demek ki bakış açısı her şeyi değiştiriyor. V de bakış açımıza meydan okuyor.

Filmin felsefi altyapısını anlamak için V’nin diline ve referanslarına yakından bakmak gerek. Mesela V’nin en sevdiği roman Kont Monte Kristo – filmde sık sık Edmond Dantès göndermesi yapılıyor – haksızlığa uğrayıp intikam peşine düşen bir karakterin öyküsüdür. Bir sahnede Evey, V’ye adını sorar. V gülerek cevap vermez; bunun yerine edebi bir oyunla kim olduğunu anlatır: “Bana ne adımı soruyorsun?” diyerek Edmond Dantès’in kimliğine gönderme yapar. Yani V, kendini bir kişi olarak değil, bir sembol olarak ortaya koymayı seçiyor.

Zaten filmin belki de en vurucu mesajı bu: V bir insan değil, bir fikirdir. Finalde, Başmüfettiş Finch Evey’e “Kimdi o?” diye sorunca Evey’nin verdiği cevap çok anlamlı: “O sensin… benim… hepimiz.” Gerçekten de film boyunca V’nin kimliği önemsizleşiyor. Yüzünün yanmış halde nasıl göründüğünü asla öğrenemiyoruz. Onun yerine maskenin ardındaki boşluğu biz dolduruyoruz. Maskesinin sabit gülümsemesi sayesinde V’nin duygularını asla doğrudan göremiyoruz; acı çekerken de öfkelenirken de yüzü hep aynı sırıtan ifadede. Bu da onu neredeyse doğaüstü, efsanevi bir adalet hayaleti gibi hissettiriyor, çünkü değişmeyen bir maske ardında insanüstü bir sükûnetle mücadele ediyor. Filmde “V” harfi ve Roma rakamı V (5) sembolü defalarca karşımıza çıkıyor: V’nin tutulduğu hücre 5 numara; takvimde 5 Kasım tarihi beliriyor; saat kadranında akrep ile yelkovan V’yi gösteriyor; V domino taşlarıyla kendi imzasını bırakıyor… Bu tekrarlar V’nin bir insan isminden ziyade bir imge olduğunu hatırlatıyor. V kendini bile bir isimle değil, tek bir harfle tanımlıyor. Bence burada anlatılan şu: Önemli olan kim olduğumuz değil, neyi savunduğumuz.

V’nin bunu en net ifade ettiği an, filmin zirve çatışma sahnesidir. V, rejimin baş celladı Creedy’nin adamlarınca kurşun yağmuruna tutuluyor. Yere serilir gibi oluyor, herkes “işte sonu” derken o yavaşça doğruluyor. Creedy dehşetle “Neden ölmüyorsun artık!” diye bağırıyor. V’nin cevabı tüyler ürpertici: “Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, Bay Creedy. Ve fikirlere kurşun işlemez.” Bu replik tüm hikâyenin özeti gibi adeta. Koltuğumda otururken kalbimin güm güm attığını anımsıyorum. “Evet!” demek istemiştim, “Bir insanı öldürebilirsiniz ama bir fikri asla!” Zihnime mıh gibi çakıldı bu söz. Dünyada gerçekten de fikirler ölümsüzdür, değil mi?

Tarih boyunca nice devrimci, isyancı, düşünür öldürülmüş ama onların fikirleri sonraki kuşaklara ilham vermeye devam etmiştir. Film de tam olarak bunu söylüyor. V sonunda bedenen ölse de temsil ettiği adalet ve özgürlük fikri Evey’nin ellerinde yeniden doğuyor. Evey, V’nin vasiyetine uyarak bedenini patlayıcı dolu trene yerleştirip 5 Kasım gecesi Parlamento binasının altına gönderiyor. Bu sırada maskeli binlerce insan sokaklara dökülüp asker barikatını yararak Parlamento önüne yürüyor. Halkın üzerine ateş açması emredilen askerler, karşılarında tek vücut olmuş, aynı maskeyi takmış devasa bir kalabalığı görünce tetiği çekemiyorlar. Çünkü anlıyorlar ki bu insan selinin önünde durulmaz. Hep birlikte hükümet binasının infilak edişini izliyorlar. Patlama gerçekleştiğinde yavaşça maskelerini çıkaran insanları görüyoruz. Aralarında Evey var, V’nin izinden gitmiş cesur insanlar var; hatta filmde zulüm yüzünden ölmüş Valerie, Dietrich ve o küçük kızın yüzlerini bile kısa anlık görüyoruz. Tabii bu sembolik bir anlatım: Ölmüş karakterler aslında orada değil, ama “V herkes olabilir” mesajı vermek için onların yüzleri gösteriliyor. Bütün halk zulmün yıkılışını izlerken tek bir ruha bürünüyor adeta. İçimden “İşte, fikrin zaferi!” diye geçirdim o an. Başmüfettiş Finch bile gerçeği gördüğünden Evey’i durdurmaktan vazgeçip trenin yolunu açıyor ve devrime sessizce ortak oluyor. Film bu görkemli finaliyle, umutların asla tamamen yok edilemeyeceğini ve gerçekten uyanan bir halkın önünde hiçbir ordunun duramayacağını gösteriyor.

Film bittiğinde uzun süre yerimden kalkamadım; düşünceler beynimde fırtına gibiydi. V’nin yöntemleri, fikirleri, gerçek dünyayla bağlantıları… Kendi kendime sordum: Bizim dünyamızda böyle bir totaliter rejim olsa ben ne yapardım? Başkaldırmak yürek ister; hele tek başına bir V olmak imkânsız zaten. Ama film şunu gösteriyor: Tek bir kıvılcım koca bir yangını başlatabilir. V bir kıvılcım çaktı ve bir yıl boyunca halkın bilinçaltında o kıvılcım kor gibi yandı; sonunda devasa bir devrim ateşine dönüştü. Bu da umutların asla tamamen yok edilemeyeceğine dair güçlü bir metafor. Baskı ne kadar zalim olursa olsun, bir yerlerde bir ruh özgürlük şarkısı söylemeye devam eder.

Burada filmin felsefi boyutunu biraz daha kurcalamak istiyorum. V for Vendetta’yı sıradan bir aksiyon filminden ayıran şey, alt metninde yatan derin tartışmalar. V’nin savunduğu anarşizm fikri nedir? Devlet ve birey ilişkisine dair nasıl bir görüş ortaya koyuyor? 19. yüzyıl düşünürü Max Stirner’e özellikle değinmek isterim, çünkü Stirner’in fikirleriyle V arasında ilginç paralellikler kuruyorum. Stirner, otoriteye – özellikle de devlet denilen yapıya – karşı çok radikal bir tavır almıştı. Meşhur bir sözü vardır: “Devlet kendi şiddetine ‘yasa’ der, bireyin şiddetine ise ‘suç’.” Bu cümleyi ilk okuduğumda uzun süre aklımdan çıkaramamıştım. Gerçekten de devletler savaş açar, idam eder, halkı baskı altında tutar – üstelik bunlar “meşru” görülür; ama bir birey benzer şiddeti uygularsa suç işlemiş sayılır. Stirner’in vurguladığı bu ikiyüzlülük, V for Vendetta’da vücut buluyor. V’nin eylemleri devlet tarafından terörizm diye damgalanırken, devletin halka uyguladığı aşırı şiddet “güvenlik” maskesi altında gizleniyor. Stirner’in “birey her şeyden üstündür, kendi benliğinden başka efendi tanımasın” düşüncesi de V’nin kişiliğinde hayat buluyor diyebiliriz. V, ne tanrı ne efendi diyor; ne yasaları ne düzeni umursuyor, sadece kendi vicdanına ve adalet anlayışına göre hareket ediyor. Bu yönüyle egoist anarşizmin bir temsilcisi gibi. Yine de V’yi sadece Stirner’cı bir egoist olarak tanımlamak eksik olur, çünkü onun nihai hedefi kendi özgürlüğünü kazanmaktan ibaret değil, herkesin özgürlüğü için kendini feda ediyor. Belki burada klasik anarşist düşünürlerin (mesela Bakunin veya Kropotkin’in) kolektivizminden de esintiler var. V, halkın kendi kendini yönetebileceği bir düzenin hayaliyle hareket ediyor.

Aslında Rus anarşist Mihail Bakunin’in bir sözünü hatırlamak gerek: “Yıkma tutkusu, aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur”. V’nin patlattığı binalar, küllerinden yeni bir düzenin doğacağı umuduyla yapılan yaratıcı bir yıkım eylemi adeta. Onu Joker gibi tamamen kaos peşindeki nihilist karakterlerden ayıran şey de bu: V yıkarken yerine ne koyacağını da düşünen biri. Bu anlamda V’yi popüler kültürdeki diğer anarşik figürlerle karşılaştırmak da ilginç. Örneğin Batman evreninin Joker’i de düzene karşıdır ama tamamen kaotik ve nihilisttir, hiçbir kurtuluş vizyonu yoktur. Sırf “Dünya yanarken izlemek” ister. Fight Club filmindeki Tyler Durden karakteri de aklıma geliyor: o da kapitalist sisteme isyan edip kredi kartı şirketlerinin binalarını patlatıyordu. Fakat Tyler’ın kaosu, kişisel öfkesinin kontrolsüz patlaması gibiydi. V’nin farkı, son derece bilinçli, hedefi net ve politik bir eylem planı izlemesi. Onun anarşizmi bir vizyon barındırıyor.

Filmin sonunda rejim yıkıldığında yerine yeni bir hükümet kurulup kurulmayacağı belirsiz. Alan Moore’un çizgi romanı orada bitiyor ve okura bunu düşündürüyor: Kaosun ortasında insanlar ne yapacak? Film ise biraz daha umutlu bir hava veriyor; halk o an tek yürek olmuş, özgürlük yolunda birleşmiş gibi. Ben kendi adıma şunu hissettim: Anarşizm, her ne kadar kaotik ve korkutucu bir kavram gibi görünse de, belki de bugünkü çürümüş düzenden daha iyi bir alternatif olabilir. Bunu söylerken bir yandan tereddüt ediyorum, zira “anarşi” kelimesi çoğu insana şiddet ve düzensizlik çağrıştırır. Ancak filmde gördüğümüz düzen de bir düzen değil; faşist bir kâbus. Onun karşısında anarşi – yani hükümetsiz bir toplum – en azından insanların korku prangalarından kurtulup onuruyla yaşayabileceği bir zemin sunuyor. “Peki ya kaos?” diye sorulabilir. Elbette bir anda hükümetin çökmesi kargaşa riski taşır, ama belki de insanlar birbirlerine kenetlenip yerelden yeni dayanışma ağları kurabilir. Belki de devlet olmadan, hiyerarşi olmadan, insanların gerçekten eşit ve özgür olduğu bir toplumu ancak o zaman inşa edebiliriz. Bu elbette büyük bir soru işareti. Ama tarihte bunun küçük çaplı da olsa örnekleri var. 1936’da İspanya İç Savaşı sırasında Katalonya’da anarşistler fabrikaları, tarlaları kolektif biçimde işletip bir süreliğine de olsa devletsiz düzenin mümkün olabileceğini göstermişlerdi. Bu deneyim dış baskılar ve savaş yüzünden uzun soluklu olamadı, ancak bir fikir olarak insanlığa ilham vermeyi sürdürdü. Film bu soruları açık uçlu bırakıyor ama ben izlerken kendi içimde tartışmaya devam ettim.

V’nin mirası bence en çok sorgulama mirasıdır. Filmi her yeniden izlediğimde (ki sayısını unuttum, o derece seviyorum) kendime sorduğum sorular tazeleniyor: Devletin otoritesi ne kadar meşru? Korku üzerine kurulu bir düzen ne kadar sürdürülebilir? Bir birey, bir “hiç kimse”, dünyayı değiştirebilir mi? V for Vendetta bana ve benim gibi düşünen pek çok insana bu soruları sorduruyor. Özellikle de “hükümetsiz bir toplumda yaşayabilir miyiz?” sorusu üzerine çok düşündüm. Bugünün dünyasında devlet mekanizması her yerde; doğumdan ölüme her adımımız kayıtlı, regüle edilmiş, denetim altında. Özgürlük dediğimiz şey çoğu zaman sadece sunulan seçenekler arasından birini seçme özgürlüğü. Gerçek özgürlük ise belki de hiçbir baskı olmadan kendi kaderimizi tayin edebilmek. Bu çok ütopyacı gelebilir, ama film böylesi bir ütopyanın tohumlarını atıyor.

V for Vendetta’nın bende yarattığı heyecanla kendi siyasi görüşlerimi de sorguladım. Yıllardır düzene dair rahatsızlıklar hissediyordum; haksızlıklar, adaletsizlikler, güçlülerin güçsüzleri ezdiği bir sistem… Bu film işte bu rahatsızlıklarımı bir felsefi çerçeveye oturttu: anarşizm. Düzene körü körüne karşı çıkmak değil belki, ama mevcut iktidar yapılarını temelden sorgulamak. Gerçekten de neden bizi yöneten birileri olmak zorunda? Neden devasa bir hiyerarşi piramidinin en altında biz, üstünde bir avuç seçkin var? Bu adil mi? Film bu soruları sorduruyor ve ben kendi adıma samimiyetle söylemeliyim ki bugünün düzenine alternatif ararken aklıma gelen en insancıl seçenek anarşizm oluyor. Otoriteye, baskıya küçüklüğümden beri tahammül edemeyişim de bunda etkili sanırım; belki bu yüzden filmdeki mesaj beni kalbimden vurdu. Hiyerarşi yerine eşitlik, baskı yerine gönüllü işbirliği hayal etmek… Ütopya diyenler olabilir, ama bir zamanlar kralların olmadığı bir düzen de ütopya sayılırdı. İnsanlık deneye yanıla öğreniyor. Bu arada ilginç bir not: Çizgi romanın yazarı Alan Moore, film uyarlamasını pek benimsememiş ve Hollywood’un hikâyedeki anarşizm vurgusunu hafiflettiğini söylemişti. Yine de bence film mesajını net veriyor; Moore’un memnuniyetsizliği belki de eserinin farklı yorumlara açık olmasından kaynaklanıyor.

Film boyunca V sık sık tarihe ve edebiyata gönderme yapıyor. Kimi zaman Edmund Burke’ün “Kötülüğün kazanması için iyilerin seyirci kalması yeterlidir” sözünü akla getiriyor, kimi zaman Thomas Paine’in “Zalimlere karşı isyan, yapılacak tek şey haline gelir” düşüncesini. Bir sahnede V’nin aynasında Latince bir cümle görürüz: “Vi Veri Veniversum Vivus Vici” – anlamı: “Hakikatin gücüyle, yaşarken evreni fethettim.” Bu aslında V’nin sloganı gibi. O, hakikatin gücüne inanıyor. Maskesinin ardında sakladığı hakikat, en sonunda tüm ülkeyi fethediyor; yani özgürleştiriyor da diyebiliriz. Filmden çıkardığım bir diğer ders de şu: Hakikat, otoritenin en büyük düşmanıdır. Totaliter rejimler bu yüzden gerçeği gizler, tarihi çarpıtır, medyayı sansürler. Ama birisi çıkar da gerçeği haykırırsa, eninde sonunda o ses büyür ve duvarları yıkar. V kendini bir yalanın içine hapsetmektense gerçeği uğruna ölmeyi göze alıyor. Onun ölümü bir son değil, bir başlangıç oluyor.

Sonuç olarak V for Vendetta benim için sadece bir film değil, bir ilham kaynağı, bir iç hesaplaşma davetiyesi oldu. Dostça, samimi bir tonda sohbet eder gibi bu deneyimimi paylaşıyorum; çünkü bu filmi izleyip de benim hissettiklerimi hisseden başkalarının da olduğunu biliyorum. V’nin maskesinin ardındaki anarşist çığlık, belki biraz romantize edilmiş bir isyan hikâyesi sunuyor ama özünde çok gerçek bir duyguya sesleniyor: özgürlük arzusu. Bu film çıktığında çevremde de hararetli tartışmalara yol açmıştı. Kimileri “V sonuçta bir terörist, yöntemleri yanlış” derken kimileri “Böyle zalim bir düzen başka türlü yıkılamaz” diyordu. Ben ise ilk izleyişimde resmen büyülenmiştim; duygularım mantığımın önüne geçmişti. Aradan yıllar geçip filmi tekrar tekrar izledikçe her seferinde yeni bir yanını keşfettim. İlk izlediğimde sadece etkileyici bir intikam öyküsü gibi gelmişti; sonraki izleyişlerimde altındaki felsefi göndermeleri, politik imaları daha fazla fark ettim. Böylesine katmanlı oluşu, V for Vendetta’yı benim gözümde ölümsüz kılıyor.

V for Vendetta: Bir Maskenin Ardındaki Anarşist Çığlık bana tüm bu soruları sordurdu ve içtenlikle söylemeliyim ki bugünkü düzene baktığımda içimde güçlü bir ses “Daha iyisi mümkün, özgür bir dünya mümkün” diye haykırıyor. Kendimi bildim bileli otoriteyle bir meselem olduğundan bu filmdeki fikir bana ışık oldu. Belki bir gün maskelere ihtiyaç duymadan, herkesin yüzüne gururla bakabildiği özgür bir toplumda yaşarız. Son sahnede V’nin vasiyetini gerçekleştiren Evey’nin yüzündeki huzuru görünce içimde böyle bir umut filizleniyor. Ve her yıl 5 Kasım geldiğinde o sözleri içimden geçiriyorum: “Hatırla, hatırla, Kasım’ın beşini…” Çünkü hatırlamak, unutmamak ve o ölmez fikri diri tutmak da bir mücadele biçimi. İşte o güne kadar “Kasım’ın beşini” hatırlamaya ve maskenin ardındaki fikri yaşatmaya devam edeceğiz.

Yazı kategorisi: havadan sudan

Fight Club


Geçen sabah saat 8. İşten çıkalı çok olmamıştı. Gözüm uykusuzluktan kan çanağı değil , bedenim yorgun ama zihnim garip bir şekilde ayık. Eve geldim, üstümdeki kıyafetlerle kendimi yatağa attım. Günü geçiştirmeye çalışırken, birden Fight Club’ı açtım. Yıllar önce izlemiştim, ama nedense bu sefer başka bir gözle izlemek istedim. Belki de artık bazı şeylerin gerçek yüzünü daha net görebildiğim içindir.

Filmi izlememiş olanlara hızlıca şunu söyleyeyim: Fight Club; modern hayatın, özellikle de kapitalist sistemin insanı nasıl öğüttüğünü gösteren ama sonunda “isyan” adı altında başka bir öğütme mekanizması inşa eden bir hikâye. Bir adam, içindeki boşluğu doldurmak için Tyler Durden adında radikal bir figür yaratıyor. Birlikte, erkeklerin bastırılmış öfkesini (bu ne demek bilmiyorum,saçma bir kavram) ortaya dökebileceği bir dövüş kulübü kuruyorlar. İlk başta özgürleştirici gibi görünen bu kulüp, zamanla itaatin, biatin, sorgulamadan emir almanın hüküm sürdüğü yeni bir tarikata dönüşüyor. Ve film boyunca, özgürlük isteyen insanların yeniden nasıl sürüleştirildiğini izliyoruz.

En trajik karakter ise şişman, yumuşak kalpli Robert Paulson. Grupta kabul görmek için kapıda aşağılanmaya katlanıyor, mürit olmak uğruna onurunu yutuyor. Anlatıcı ona “biraz daha dayan” diyerek devam etmesini sağlıyor. Ve sonra ölen tek kişi o oluyor. Belki de hâlâ içini tamamen satamadığı için, belki de karakterli (karakteri tartışılır, karakterli biri o aşağılamaları kabul etmez ama çok da acımasız olmayacam) bir adam olduğu için. Bu ayrıntı, filmin en gerçek ve en acı veren yerlerinden biri.

Film boyunca anlatılan şey, aslında bizim yaşadığımız hayatla birebir örtüşüyor. Devletin elinin değdiği her yerde liyakat değil, sadakat işliyor. Hangi alana bakarsan bak, işinin ehli olanlar değil, işini bilenler kazanıyor. Bu sistemde iş bitirici olmak, karakter sahibi olmaktan daha fazla değer görüyor. Özel sektör de farklı değil. Orada da tek değer, kâr. Yetenek, sadece para kazandırdığı sürece var. Bir an durursan, yerini başkası alır. Orada da insan sadece bir enstrüman. Yorgunluk, psikolojik çöküş, tükenmişlik umurunda değil kimsenin.

Şu gerçeklikten artık kaçamayız: Bu dünyada yetenek değil; bağ kurabilme kabiliyeti, susmayı bilme, gerektiğinde eğilebilme becerisi önemli. Ve evet, dalkavukluk bir meziyet haline getirildi. Bu yüzden karakter sahibi insanlar her yerde dışlanıyor, yalnızlaşıyor. Çünkü varlıkları, diğerlerinin ne kadar silik olduğunu yüzlerine çarpıyor.

Bazen kendime şu soruyu sormaktan alıkoyamıyorum: “Sen bütün bunları söylerken kendini ne sanıyorsun?” Kibirli misin? Belki biraz. Ama bu dünyada eğilmeden yürüyebiliyorsam, o kibir değil, tutunacak başka bir şeyim olmadığı içindir. Çünkü ne zaman biri çıksa ve kendi başına bir şey yapmaya kalksa, ilk saldıranlar her zaman yakınındakiler oluyor. Sürü, bireyden nefret eder. Çünkü sürüye katılmayı reddeden her birey, onların korkaklığını ifşa eder.

Ve insanlar bu yüzden karakterli olanlara saldırır. Çünkü karakter, zayıfları rahatsız eder. Onlara kendilerini hatırlatır. Üstelik bunu sessizce yapar. Bu yüzden yalnızsın. Bu yüzden dışlanıyorsun. Bu yüzden ne kadar iyi olursan ol, hep birileri seni yok etmeye çalışıyor.

Fight Club’da Tyler Durden’ın yaptığı şey, sadece kapitalizme isyan değildi. Aynı zamanda bir lider fetişizmi yaratmaktı. Onun düşüncelerini tekrar eden, sorgulamayan bir grup insan… Farklı sandığımız her sistemin aynı şekilde sürü üretmesi… Oysa mesele sistemde değil. Mesele, o sistemi inşa eden insanların ne olduğu. İnsanı değiştirmedikçe, hiçbir sistem değişmez.

İşte tam bu yüzden devrim, sistemle değil, insanla başlar. Ve çoğu insan, değiştirmek yerine sadece yer değiştirmeyi tercih eder. Gücü ele geçiren, eski düzenin aynısını başka bir biçimde tekrar kurar. Çünkü mesele güç değil; insanın içindeki boşluk. Ve o boşluğu kolay olanla, kalabalık olanla, alkışlanacak olanla doldurmak en konforlu yol.

Bu yüzden artık ne sistemleri kutsuyorum, ne liderleri. Ne de “yeni” diye pazarlanan eski düşünce kalıplarını. Eğer gerçekten bir şey değişecekse, bu ancak karakter sahibi bireylerle olacak. Ama onların sayısı az. Ve az kalmalarının nedeni, çoğunluk tarafından sürekli saldırıya uğramaları.

Şimdi buraya kadar okuduysan, büyük ihtimalle sen de o azınlık içindesin. Ve sana söylemek istediğim şey şu: Sakın sürüye dahil olma. Sakın kendini küçültme, sırf başkalarına benzemek için. Çünkü evet, ölüm var. Ve ölüm varken karakterli yaşamak hâlâ anlamlı. İnsanlara rağmen. Onlara karşı değil, ama onların dışında.

Ölüm var. İyi işler yap. Karakterli kal. Çünkü kalabalık seni sevmeyecek sevecek bir kişi bulman yeterli ki onu da herkes buluyor zaten fazlasına gerek yok. Ama önemli değil. Sen kendini sevebiliyorsan, bu yeter. Gerisi sessizlik.

Yazı kategorisi: derinliği olmayan kişisel görüşlerim

Tanrı 2.0

İlk yazıda “Tanrıdan Sonra Kim Kaldı?” diye sormuştuk ve Tanrı’nın çekildiği tahtı bireyin devralışını, sonra o bireyin de altının nasıl oyulduğunu konuşmuştuk. Din, doğa, anlam ve değer kavramları üzerinden yürümüştük.  İlk yazıyı okumak için :  https://neohermosta.blog/2025/04/09/tanridan-sonra-kim-kaldi-birey-din-ve-anlam-uzerine/



Tanrı Tahtı Bıraktıysa, Birey Nereye Oturacak? 

Bir insanın Tanrı’dan vazgeçmesi kolay değildir. Ama bazen daha zoru, Tanrı’dan arta kalan boşlukla yaşamaktır. İlk yazıda sormuştuk: Tanrı merkezin dışına itildiğinde, yerine birey oturtulmuştu. Ama sonra ne oldu? Birey de tahtta uzun süre kalamadı. Çünkü yük çok fazlaydı. Ve şimdi o taht boş. Peki ya şimdi? Şimdi kim var merkezin ortasında? Cevap çoğunlukla şu: Hiç kimse.

Bireycilik, yalnızca kendin için yaşamak değil; kendinle baş başa kalmayı da göze almak demektir. Bu kulağa romantik gelebilir, ama içi öyle değil. Çünkü Tanrı varsa, seni izleyen, seni bilen, seni duyan biri var demektir. Ve bu tek başına bile, en karanlık gecede bir soba gibi ısıtır insanı. Ama Tanrı çekildiyse, artık tek başınasındır. Ve o yalnızlık, çoğu zaman özgürlük değil, ıssızlık hissi doğurur.

Modern birey, bir anlamda iki uçurum arasında sıkışmıştır: Bir yanda kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, diğer yanda her kararın sorumluluğunu tek başına taşıma yükü. Tanrıdan miras kalan emirler, artık bireyin omzuna yıkılmıştır. Ne yapması gerektiğini söyleyen yoktur. Ne “günah” ne de “sevap” evrensel değildir artık. Her şey tartışmalıdır. Bu da bireyi görünmeyen bir tereddüt denizine fırlatır. Ve çoğu zaman boğulmak kaçınılmazdır.

Nietzsche’nin dediği gibi, Tanrı öldüyse, biz neyin kutsal olduğunu kimden öğreneceğiz? Birey kendi kutsallarını icat etmek zorundadır ama bunu yaparken sürekli şüpheyle kuşatılır. Çünkü kendi icat ettiğin şeye ne kadar inanabilirsin ki? İşte bu yüzden modern birey, çoğu zaman rol yapar. Değerli olduğunu düşünmek ister ama içten içe bunun da bir oyun olduğunun farkındadır. “Kendim için yaşıyorum” der ama ne için yaşadığını bilmez. Ve zamanla bu belirsizlik, “varoluşsal depresyon” denilen o görünmez boşluğa dönüşür.

İşte burada devreye “özgürlük” kavramı girer ama bu da çoğu zaman yanlış anlaşılır. Özgürlük, sadece kuralsızlık değildir. Sınırsızlık hiç değildir. Gerçek özgürlük, yönünü senin belirlediğin bir yolculuktur — ama o yolun haritası da, sorumluluğu da, hesabı da sana aittir. Tanrı’nın olmadığı bir dünyada, özgürlük aynı zamanda cezadır. Çünkü artık neyin “iyi” olduğunu Tanrı değil, sen belirleyeceksin. Ve eğer hata yaparsan, hiçbir ilahî plan seni kurtarmayacak. Başardığında övgü yok. Kaybettiğinde teselli yok. Çünkü artık gökyüzü sessiz.

Ama işin trajik tarafı şu: Tanrı’nın yerine geçen birey, zamanla kendinden de kuşku duymaya başlıyor. Çünkü bireycilik, salt benlik değil; aynı zamanda sürekli kendinle karşı karşıya kalmaktır. Bir Tanrı seni yargıladığında bu adil ya da değil, ama tanıdık bir yargıdır. Oysa insan kendi kendini yargıladığında hem hâkim, hem sanık, hem de cellat olur. Ve bu tür bir içsel mahkemede çoğu zaman af çıkmaz.

İşte bu yüzden birey, anlam ihtiyacını karşılamak için yeniden “bağ” kurmaya çalışır. Ama bu kez Tanrı’yla değil. Kimliklerle, ideolojilerle, gruplarla, kültürlerle, romantik ilişkilerle… Hatta kimi zaman travmalarla. Çünkü hiçbir şey değilse bile, acı bile bir aidiyettir. “Ben şu yüzden böyleyim” diyebilmek bile bireyi anlamsızlıktan kurtarır. Ama tüm bunlar, sadece bir “ikame Tanrı” bulma çabasıdır. Çünkü o taht hâlâ boş durmaktadır ve insan zihni boş tahtlara tahammül edemez.

Burada asıl soruya geliyoruz: Tanrı’nın yokluğunda birey ne yapmalı? Kendi değerlerini yaratmalı mı? Yoksa bir “üst otorite” olmadan değer inşa etmek mümkün değil mi? İşte bu noktada Kierkegaard’a dönüyoruz. O der ki, birey Tanrı’nın sessizliğine rağmen inançla yaşamalıdır. İnanç burada bilgi değil, bir atılamayan adımdır. Absürt bir teslimiyet. Yani her şey anlamsız olsa bile, sen anlamlıymış gibi yaşarsın. Bu tutum, Tanrı’nın yokluğuna rağmen onun varlığını varsaymak gibidir. Ve bu cesaret, belki de en gerçek bireyciliktir: hiçbir garantin olmadan yaşamak.

Ama herkes Kierkegaard olamaz. Çoğumuz bu uçurumun kenarında titreyerek dururuz. “Ya yoksa?” korkusu her zaman içimizde yankılanır. Ve bu yankı, bize en çok şunu fısıldar: Belki de birey olmanın bedeli, sonsuz bir tereddüttür. Çünkü ne yaparsan yap, hiçbir şeyin mutlak olmadığını bilirsin. Ne inancın, ne reddedişin, ne sevgin, ne öfken… Ve bu gri bölge, seni özgür kıldığı kadar yorar da. Çünkü artık ne günah ne sevap vardır. Sadece sen varsındır. Ve o da yetmez çoğu zaman.


Tanrı varsa anlam vardır. Tanrı yoksa, anlam bir tercihten ibarettir. İşte bu denklemin basit gibi görünen ama taş gibi ağır tarafı burada yatar: Eğer Tanrı gerçekten yoksa, birey yalnızca var olmakla kalmaz, aynı zamanda tüm anlam yükünü de tek başına taşımak zorunda kalır. Bu, özgürlük değildir — bir sorumluluk krizidir.

Çünkü Tanrı fikri sadece dini ya da mistik bir ihtiyaç değildir. Aynı zamanda ontolojik bir çerçevedir. İyi-kötü nedir? Adalet nedir? İnsan neden değerlidir? Bu soruların herhangi birine Tanrı olmadan evrensel bir cevap vermek kolay değildir. Elimizde kalan sadece “şu an için geçerli olan” normlar, toplumların üzerinde anlaştığı geçici kurallardır. Peki ya bu normlar değişirse? O zaman ahlak da değişir. Bu durumda birey, kendi ahlakını yaratmak zorundadır ama bu yaratımın mutlak bir zemini yoktur. Kendi ahlakını icat eden birey, kendi yasasının tek hakimi olur. Ve tarihin gösterdiği üzere, bu tür bireylerin sayısı arttığında medeniyet değil, anarşi doğar.

İşte bu noktada bazı düşünürler —Kierkegaard’dan Camus’ye, Dostoyevski’den Sartre’a— şunu sorar: Birey Tanrı olmadan bir sistem kurabilir mi? Ya da daha doğru soruyla: Birey Tanrı olmadan birey kalabilir mi?

Çünkü birey dediğimiz şey, aslında büyük anlatılar sayesinde şekillenen bir kavramdır. Modern bireycilik, her ne kadar Tanrı’dan bağımsızmış gibi sunulsa da, kökeni itibariyle Teistik bir arka plana sahiptir. Tanrı’nın huzurundaki eşit “kul” fikri, Batı düşüncesinde birey kavramını doğurmuştur. Ama sonra, o Tanrı denklemden çıkarılınca, geriye “eşit birey” değil; birbirinden kopuk, anlam arayan, yalnız varlıklar kaldı.

Bugün yaşadığımız bireysel kriz, sadece özgürlükle ilgili değildir. Aynı zamanda değer üretimiyle ilgilidir. Kendini özgür gören birey, aynı zamanda kendini değerli de görmek ister. Ama neye göre? Eğer Tanrı yoksa, birey neden değerlidir? Evrimsel olarak faydalı olduğu için mi? Peki o zaman başka hiçbir işe yaramayan biri —örneğin ağır engelli bir birey— neden yaşamalı? Bu soruya evrensel bir etik sistem sunmadan cevap vermek neredeyse imkânsızdır.

İşte tam bu noktada Tanrı fikrinin kaybı, sadece metafizik değil, ahlaki ve politik bir boşluk da yaratır. Modern çağ bu boşluğu çeşitli yollarla doldurmaya çalıştı: ideolojilerle, ulus devletle, hümanizmle, bilimin kutsallaştırılmasıyla… Ama hiçbiri, Tanrı’nın sağladığı mutlak çerçevenin yerini tam olarak dolduramadı. Bilim, bir şeyin ne olduğunu söyler — ne olması gerektiğini değil. Hümanizm insanı değerli sayar ama neden sorusunu geçiştirir. Seküler etik, evrensel olma iddiasıyla ortaya çıkar ama uygulamada kültürel göreceliğe çarpar.

Kısacası, modern birey Tanrı’dan kurtuldu ama yerine ne koyacağını bilemedi.

Bu noktada şu çok açık: Bireycilik, Tanrı’ya gerek duymayan bir özgürlük biçimi olarak sunuluyor ama kendi içinde dayanak eksikliği taşıyor. Çünkü özgürlükten söz edebilmek için önce özgürlüğün sınırlarını, değerini ve sorumluluğunu tanımlamak gerekir. Tanrı fikriyle desteklenen bireycilik, bu çerçeveyi sağlamıştır: “Özgürsün ama hesaba çekileceksin.” Tanrı olmadan özgürlük varsa da, hesap yoktur. Ve bu durumda özgürlük, bir tür sorumsuzluk alanına dönüşür.

Yani birey, Tanrı’yı reddettiğinde aslında sadece otoriteyi değil, anlamı da terk etmiş olur. Ve bu anlam boşluğu içinde birey, ya radikal nihilizme düşer, ya da eski sistemin yerine yeni inançlar yaratır. Bugün herkesin kimliğini inanç yerine koyması, sürekli bir aidiyet ihtiyacı duyması bu yüzdendir. İnsan, kendi başına var olamıyor. Çünkü “yalnız birey” bir idealdir ama “yalnız birey” gerçekte taşınması çok zor bir yüktür.

Bu yazının sonunda hâlâ şunu söyleyebilirim: Tanrı’nın varlığı akılcı bir zorunluluk değildir belki ama toplumsal ve etik bir çerçeve için hâlâ en sağlam model olabilir. Bunu bir inanan gibi değil, bir gözlemci gibi söylüyorum. Çünkü tarih boyunca, Tanrı’nın yerine başka şeyler koyduk. Hepsi bir noktada ya çöktü, ya da tiranlığa dönüştü. Belki de Tanrı’yı “inanmak için” değil, insanlığın kendi sınırlarını bilmesi için düşünmeliyiz. En azından şimdilik.

Yazı kategorisi: derinliği olmayan kişisel görüşlerim, rastgele söylenmiş sözler

Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine

Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine

Nasreddin Hoca göle maya çalmış. “Tutmaz ki” demişler. “Ya tutarsa” demiş. Bireycilik üzerine konuşmak da biraz buna benziyor. İnsanlık tarihi boyunca ya Tanrıya, ya topluma, ya da düzene bel bağlamış bir varlık türünden bahsediyoruz. Şimdi kalkıp da “ya insan kendi başına bir değer olabilir mi?” diye sormak, göle maya çalmaktan farksız. Tutmuyor çünkü. Ama ya tutarsa? İşte bu sorunun peşinden gitmek gerekiyor. Çünkü bir noktada şu gerçekle yüzleşiyoruz: Tanrı merkezin dışına itildikten sonra onun boşalttığı tahtı dolduracak birini aradık. İlk aday “birey”di. Ama işte, o tahta çıkan her kimse, orada uzun süre kalamıyor.

Ortaçağ boyunca Avrupa’nın aklı da kalbi de kilisenin elindeydi. Ama bu öyle sadece teolojik bir egemenlik değildi. Aristo’dan Platon’a kadar Antik Yunan filozoflarının otoritesiyle beslenmiş, taş gibi bir metafizik inşa edilmişti. İnsan birey değildi, Tanrı’nın huzurunda sadece bir kuldu. Toplum da bireyden önce gelirdi. İnsan kendi adına değil, Tanrı adına yaşardı. Birey olmak bir ayrıcalık değildi, neredeyse bir sapmaydı. Fakat zamanla, bilimin yükselişiyle birlikte Tanrı’nın otoritesi çatırdamaya başladı. Evrenin mekanik olduğu, doğanın yasalara bağlı şekilde işlediği ortaya çıktıkça, “Tanrı her an her şeyi yöneten bir irade midir, yoksa bu evreni kurup çekip giden bir saatçi mi?” sorusu ortaya atıldı.

Ve işte bu soruyla birlikte, Tanrı merkezin dışına atıldı. Felsefe tarihinin o kritik kırılmasında, insan “tahta” çıkarıldı. Descartes’la birlikte “özne” kavramı doğdu: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Yani önce birey vardı. Ondan sonra evren, toplum, hatta Tanrı anlam kazandı. Birey, kendi varlığını ispat ettikten sonra diğerlerini sorgulayabilirdi. Ama burada garip bir çelişki doğdu: Tanrı’yı dışlayarak bireyi merkeze almak, bir süre sonra bireyin de altını oydu. Çünkü mekanik bir evrende, eğer her şey determinizme bağlıysa, bireyin özgür iradesi ne kadar geçerli olabilir ki? Eğer zaten Tanrı yoksa, bireyin anlamı neye dayanacak?

O dönem filozofları bu boşluğu fark etti. “Bireyi tanrılaştırdık ama altı boş kaldı” dediler. Çünkü Tanrı’yı kaybetmenin anlamı sadece bir inancı yitirmek değil, aynı zamanda bireyin değerini temellendirebileceği kaynağı da kaybetmekti. Eğer Tanrı yoksa, insanın kendini üstün görmesi neden meşru olsun? Eğer insan, doğanın geri kalanından sadece birkaç fazla sinapsla ayrılıyorsa, o zaman neden onun yaşamı, bir ağaçtan, bir fareden, bir köpekten daha değerli olsun?

İşte bu soruların cevapsız kalması, modern zamanlarda “doğa”yı merkeze yerleştirdi. İnsan artık Tanrı’nın değil, doğanın bir parçasıydı. Hatta bir noktadan sonra, insanın doğayla özdeş görülmesi, insanın değerini değil, doğanın değerini artırdı. Hayvanseverlik, çevrecilik, veganlık, vejetaryenlik gibi pratiklerin arkasında aslında metafizik bir kayma vardı: Doğa artık araç değil, amaçtı. Yani insan doğayı kendi çıkarları için korumuyordu; doğa sırf “var olduğu” için değerliydi. Bu, ilk bakışta çok ahlaklı ve duyarlı bir yaklaşım gibi görünse de aslında bireyin özel konumunu tamamen ortadan kaldıran, “insanı sıradanlaştıran” bir ideolojik dönüşümdü.

Bireycilik bu noktada yeni bir sınavla karşılaştı. Çünkü artık birey sadece toplumun baskısıyla değil, doğanın kutsanmasıyla da arka plana itiliyordu. Artık köpekler insanlarla eşitleniyor, ormana beton dökmek doğaya değil “Tanrı’ya hakaret” gibi görülüyordu. Birey, kendi iradesiyle, zekâsıyla, düşünebilme yeteneğiyle, estetik zevkiyle, karar verme özgürlüğüyle diğer canlılardan ayrılmaya çalıştıkça “egosantrik” olmakla suçlanıyordu. Ama işin tuhaf tarafı şu ki: Kedi sahiplenen biri, sırf “estetik sebeplerle” sevimli bulduğu için bir kedi istese linç ediliyordu. Çünkü doğaya ve canlılara olan sevgi “koşulsuz” olmalıydı. İnsan bir şeyden hoşlandığı için değil, o şey “var olduğu için” değerliydi. Ve bu, bireyin isteklerinin artık ahlaki anlamda değersizleştiği bir düzene kapı aralıyordu.

Peki ama bu birey dediğimiz şey ne? Egoizmle aynı şey değil. Bireycilik, her insanın biricik olduğu, kendi amacı için yaşadığı, hayatının sorumluluğunu taşıdığı fikrine dayanır. Bireyciliğin kalbinde, insanın kendinde bir “amaç” olması fikri yatar. Yani insan başkaları için araç değil, kendi için yaşayan bir varlıktır. Ama burada kilit bir sorun devreye girer: Eğer evrende bir Tanrı yoksa, insanın “kendinde amaç” olması nasıl temellendirilecek? Yani insan neden “amaç” olsun ki? Neye göre? Kime göre?

Din bu soruya net bir cevap verir. Der ki: “İnsan Allah’ın yarattığı en değerli varlıktır.” Bu, insanı diğerlerinden üstün kılar. Çünkü insan akıl sahibidir, irade sahibidir, hesaba çekilecektir. Yani yaptığı şeylerin anlamı vardır. Her eylemi bir iz bırakır, karşılık bulur. Bu yüzden Tanrı varsa, bireyin değeri ontolojik olarak sabittir. Tanrı yoksa, bireyin değeri sadece “sosyal sözleşmeler” veya “ceza korkusu” gibi dünyevi ve geçici temellere dayanır. Bu da bireycilik için büyük bir açmazdır. Çünkü sen kendini bir birey olarak değerli görüyorsan, diğer insanları da aynı değerde görmek zorundasın. Ama bunu neye dayanarak yapacaksın?

Eğer tanrısız bir dünyada ahlaki bir düzen kuracaksan, Kant gibi bir “ideal gözlemci” kurman gerekir. Yani seni sürekli izleyen, ne yaptığını bilen bir soyut Tanrı. Ama bu da Tanrı fikrinin yerine geçmiyor mu? Üstelik bu gözlemci hayalî. Tanrı gibi her an her yerde değil. Ceza sistemiyle bir yere kadar korkutursun insanı, ama cezasız yerde insan ne yapar, onu bilemezsin. Kaldı ki, hayatta her zaman çıkarla çakışmayan durumlar olur. Bazen birini dolandırmak sana fayda sağlar. O zaman neye göre vazgeçeceksin? Sadece “yakalanırsam ceza alırım” diye mi?

Burada işte bireycilik büyük bir çıkmaza girer. Çünkü bireycilik, eğer bir “değer” üzerine kurulu olacaksa, bu değerin kaynağını belirlemek zorundadır. Tanrı varsa, bireyin değeri Tanrı’dandır. Tanrı yoksa, birey niye değerli olsun? Hele bir de bireyin doğayla eşitlenmesi söz konusuysa, o zaman birey niye özel olsun?

Bunun en görünür örneği kürtaj tartışmalarıdır. Bir taraf “kadının bedeni, onun kararı” der. Diğer taraf “ama o da bir canlı, onun da hakkı var” der. Tanrı inancı olan biri için mesele nettir: O can Tanrı’nın yarattığı bir hayat potansiyelidir, ona zarar veremezsin. Tanrı yoksa? E o zaman sınırı nerede çekeceğiz? Kalp atmaya başladığında mı? Bunu kim belirleyecek? Devlet mi, bilim mi, birey mi?

İşte bütün bu tartışmaların ortasında, insan kendini yeniden tanımlamak zorunda kalıyor. Çünkü bireycilik, din olmadan da mümkündür diyenler için büyük sorumluluklar doğuyor. Ama pratikte bu sorumlulukların altı boş kalıyor. Çoğu seküler birey, değerleri savunurken temellendiremiyor. Hissediyor ama açıklayamıyor. “Neden insan değerlidir?” sorusuna, “çünkü öyle”den fazlasını veremiyor.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor: Tanrı’yı devre dışı bırakmak, sadece bir metafizik inancı kaybetmek değildir. Aynı zamanda bireyin değeri, ahlaki sorumluluğu ve anlam dünyası da çatırdamaya başlar. Din, bireyciliği engellemek zorunda değildir. Tam tersine, Tanrı inancı bireyciliğin sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlayabilir. Çünkü Tanrı varsa, her birey biriciktir. Her bireyin hayatı anlamlıdır. Ve her bireyin yaptığı şeyin karşılığı vardır.

Tanrı yoksa? O zaman insan, doğanın sıradan bir parçasıdır. Ve doğa, çok acımasızdır.

Yazı kategorisi: Genel

Ahh

Merhaba dostlar,
Bugün size sakinliğin içinden yazıyorum. Huzur var… Ama bir yanımda usulca oturan o tanıdık hüzün de. İçimde çokça sessizlik, azıcık özlem, biraz da kendimi bulamama hâli. Bu yazı, o hâlin kalemle buluşmuş hali.
Böyle zamanlarda yazdığım şeyleri, normal ruh hâlime döndüğümde tekrar okuyunca genelde şöyle diyorum: “Keşke yazmasaymışım.”
Sanki bu romantik, duygusal ruh hâli bana ait değilmiş gibi geliyor. Kendime yakıştıramıyorum. Hatta çoğu zaman silerim. Ama sonra bir ses çıkıyor içimden:
“Sen galiba busun…”
Ve evet, sanırım bazen insan, kendi içinde sakladığı başka bir ‘ben’e yazıyor. Onu sevmesen de, o da sensin.

Bazı sabahlar, içimde açıklayamadığım bir sızıyla uyanıyorum. Ne tam bir hüzün, ne de tam bir neşe… Sanki ikisinin arasına sıkışmış, isimsiz bir his. Elimi pencereye koyuyorum, cam soğuk. Dışarıda rüzgâr var. Dallar, o eski melodilerini tekrar tekrar fısıldıyor. Ve ben, susuyorum.

Ağaçlara bakarken hep aynı şeyi hissediyorum. Zamansızlık. Kökleri geçmişte, dalları gelecekte. Gövdeleri şimdiye gömülü… Ne bir yere yetişme telaşları var ne de unutulmak korkuları. Sessizce oradalar. Varlıklarının mecburiyeti yok. Sadece varlar. Ve bu yetiyor.

Benimse içimde sürekli bir kıpırtı var. Bir şey yapmalıyım hissi. Ama ne? Hayatımın derinlerinde, açıklayamadığım bir boşluk dolaşıyor. Bazen doğaya bakarken o boşluk biraz şekil alıyor. Güneşin ağaç yapraklarına vuran gölgesi gibi… Net değil, ama var.

Düşündükçe büyüyor içimdeki hayranlık. Gökyüzüne, yağmur damlalarına, bir örümcek ağının sabah çiyleriyle süslenmiş ince işçiliğine… Ve içimden bir ses “Bu hayatı, dünyayı anlamak çok zor”

Kâinat denen şey… Ne büyüleyici bir bilmecesin sen. Bazen bir gecede yıldızlara bakarken, onların binlerce yıl önce ölmüş olduklarını düşünüyorum. Şu an ışığını gördüğüm yıldız, belki artık yok bile. Ama ışığı hâlâ buraya, gözlerime ulaşıyor. Bu düşünce beni darmadağın ediyor. Yok olmuş bir şeyin iziyle büyülenmek… Belki de hayat da böyle bir şeydir: çoktan kaybolmuş anlamların yankısını duyup hâlâ yaşıyormuş gibi yapmak.

Doğada bir amaç yok, ama bir denge var. Bir şiirsellik. Ve o şiirselliğin içinde kendimi bazen bir yaprak gibi hissediyorum. Rüzgârın yönüne göre savrulan, bazen düşen, bazen de bir dala tutunan… Belki de yaşam dediğimiz şey, sadece tutunma çabası. Bir  bir insana,düşünceye, bir ana, bir anlama… Ama o anlama bir türlü dokunamıyoruz. Hep bir sis var önünde. Bilinmezlik. Ah, bu tatlı azap…

Bazen düşünüyorum, belki de yapmam gereken tek şey, susmak. Ağaçlar gibi… Kök salmak bir yere. Rüzgârı beklemek. Güneşin ne zaman çıkacağını bilmeden, sadece sabretmek. Çünkü bazı şeyler, bizim çabamızla değil, doğanın zamanlamasıyla oluyor. Tıpkı bir tomurcuğun açması gibi.

Kendime şöyle diyorum: Belki de aradığın cevap değil, sorudur. Belki de hayat, cevapsız bir şiirdir. Her okuduğunda farklı hissettiren. Ve belki de bizim görevimiz, o şiirin içinde bir dize olmaktır. Kimi zaman neşeli, kimi zaman hüzünlü… Ama mutlaka içten.

Ve işte ben, o bilinmezliğin ortasında oturuyorum. Göğe bakıyorum. Bir ağaç gibi sessizleşiyorum. Çünkü bazen susmak, her şeyi söylemenin en derin yoludur.

Yazı kategorisi: Genel

Ulusların Düşüşü

Merhaba ,

Bazen olur ya hani… Elinde çayın, camın kenarına yaslanmışsın, dışarıda usul usul bir rüzgâr esiyor, içinden de bir şeyleri çözmeye çalışmak geçiyor. Dünya çok büyük, biz çok küçükmüşüz gibi hissediyorsun. İşte ben de bir akşam öyle otururken, aklıma o hepimizin zaman zaman sorduğu o koca soru geldi: “Neden bazı ülkeler bu kadar zengin de bazıları bu kadar yoksul?” Öyle uzmanlıkla falan değil, sadece insan gibi, içten içe anlamaya çalışarak… Cevaplar ararken elime bir kitap geçti: Ulusların Düşüşü. Daron Acemoğlu ile James A. Robinson’ın kaleme aldığı, kalın, ama öyle havalı cümlelerle değil de derdi olan bir dost gibi konuşan bir kitap. Dedim ki kendi kendime: “Belki bu kitap, o içimi kemiren sorulara biraz olsun ışık tutar.” Ve tuttu da. Şimdi, bu satırlarda, o ışığın bana gösterdiklerini seninle paylaşmak istiyorum. Uzman edasıyla değil… Dost meclisinde, içten içe dertleşiyormuşuz gibi

Kitapta özellikle Mısır örneği beni derinden etkiledi, birazdan anlatacağım. Ama istersen önce genel resme bir bakalım: Gerçekten de neden ulusların kaderi bu kadar farklı oluyor? Kimisi yıllarca fakirlikten kurtulamıyor, kimisi de sürekli ilerleyip zenginleşiyor. Bu konuda türlü türlü teoriler duymuşsundur. Kimi der ki coğrafya kaderdir; “Çölün ortasında olursa tabii fakir kalırsın” diye örnek verirler. Kimisi de kültüre, millete bağlar; “Şu millet çalışkandır, bu millet tembel” laflarını duyarız. Başkaları da çıkar, liderlerin yanlış politikalarını suçlar: “Ah şöyle yapsalardı ülke uçardı, ama kötü yönettiler batırdılar” diye konuşulur. İtiraf edeyim, eskiden ben de bu açıklamalardan birine sarılıp duruyordum. “Herhalde filanca ülke fakirse iklimi kötü ya da insanları eğitimsiz ondan” diye düşünmüşlüğüm çoktur.

Acemoğlu ve Robinson ise kafamdaki bu ezberleri güzelce bozdu. Dedikleri şu kabaca: _Bir ülkenin zenginliğini ya da sefaletini asıl belirleyen şey ne iklimi, ne insanlarının tembelliği veya çalışkanlığı, ne de yöneticilerin anlık kaprisleri… Mesele daha derinde, kurumlarda._ Yani “kim, neyi, nasıl yönetiyor?” sorularında. Kurum derken kastettikleri, ekonominin ve siyasetin işleyiş biçimi, yazılı yazısız tüm kurallar, devletin yapısı, güç dengeleri… Bu ikili diyor ki eğer bir ülke kapsayıcı kurumlar kurmuşsa, yani geniş halk kesimlerini sürece dahil eden, adil bir düzen kurabilmişse, o ülke er ya da geç kalkınıyor. Ama sömürücü kurumlar hakimse, yani öyle bir düzen var ki küçük bir zümre pastayı kapıyor, geri kalanlar için imkan yok; işte o ülkede de ilerleme sağlanamıyor, hatta gerileme ve kısır bir döngü hüküm sürüyor.

Bunu ilk duyduğumda biraz durup düşündüm. Aslında kulağa oldukça mantıklı geliyor, değil mi? Hani bazen deriz ya “balık baştan kokar” diye; eğer baştaki sistem adil değilse, aşağısı da bir türlü düzelmiyor. İnsanlar ne kadar yetenekli, zeki veya çalışkan olursa olsun, eğer önlerinde duvar gibi bir sistem varsa, o potansiyel heba olup gidiyor. Diğer yandan, düzene bakıyorsun, fırsatlar eşit dağıtılmış, insanların sesi duyuluyor, mülkiyetine emeğine saygı var; eh orada da zamanla mucizeler gerçekleşiyor. Bu durum, aileden tut da koca imparatorluklara kadar her ölçekte geçerli sanki. Küçük bir örnek vereyim: Bir iş yerinde patron bütün kararları keyfine göre alır, çalışanları sömürürse, o iş yerinde kimse yeni bir fikir sunmaya cesaret edemez; herkes “aman başımı belaya sokmayayım da maaşımı alayım” diye düşünür. Sonuçta o şirket yenilik yapamaz, verim düşer, belki batar gider. Ama başka bir iş yerinde patron çalışanlarını dinler, onlara ortakmış gibi değer verirse, herkes daha iyi çalışır, şirkete sahip çıkar, yeni fikirlerle şirketi büyütür. Ülkeler de aslında buna benziyor: Kurallar, teşvikler ve güç dağılımı, yani kurumlar, her şeyi değiştiriyor.

Şimdi sana kitaptan aklımda kalan, içime dokunan bazı hikayeler anlatmak istiyorum. Özellikle Mısır’ın hikayesi ve tarih boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkan bir “kısır döngü” meselesi var ki, bunu duyunca eminim sen de benim gibi hayret edeceksin. Ayrıca başka ülkelerden, tarihten ve günümüzden de örneklerle bu konuyu harmanlayalım istiyorum. Öyle ansiklopedi bilgisi gibi değil de, hani kahvemizi alıp sohbet ediyoruz tadında anlatmaya devam edeyim. Hazırsan başlayalım dostum.

Mısır: Devrim, Eşitsizlik ve Kısır Döngü

Mısır’ın hikayesine gelirsek… Daha çok değil, 2011 yılında Mısırlılar “Arap Baharı” rüzgarıyla sokaklara döküldü. Kahire’deki Tahrir Meydanı’ndan dünyaya gür bir ses yükseldi: Yeter artık! Yıllarca ülkelerini demir yumrukla yöneten diktatörleri devirdiler. O meydandaki coşku görülmeye değerdi; insanlar sanki çok uzun süre sonra ilk kez umut etmeyi göze almışlardı. Herkesin dilinde aynı soru: “Bu sefer gerçekten değişecek mi? Fakirlik bitecek mi?”

Acemoğlu ve Robinson, işte tam bu soruya yanıt ararken Mısır’ın durumunu çok çarpıcı bir şekilde özetliyor. Diyorlar ki: “Mısır, halkın büyük çoğunluğunu hiçe sayarak toplumu kendi çıkarları için örgütleyen küçük bir elit tarafından yönetildiği için fakirdir.” Bu cümleyi okuduğumda zihnimde adeta ampuller yandı. Düşününce ne kadar doğru: Yıllarca siyasal gücün dar bir çevrede kaldığı, zenginliğin hep aynı elde biriktiği bir düzen varken, halk nasıl ilerlesin? Mısır’da eski devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in servetinin 70 milyar doları bulduğu söyleniyor. Düşün! Bu muazzam servet, kimin parasıydı sence? Tabii ki halkın dişinden tırnağından arttırdığı, ya da doğrudan doğruya ondan çalınan, üretimden, petrolden, turizmden elde edilen gelir. Bir kişi ve yandaşları zengin olurken milyonlarca Mısırlı yoksulluk içinde yaşamaya mahkum kaldı.

Hal böyle olunca, diktatör devrilince sihirli bir değnek değmiş gibi her şey bir anda düzelmedi. Mısır, 2011’de devrimi yaşadı ama sonrasını biliyoruz: Kısa bir demokrasi denemesinden sonra yine güç ordu destekli sert bir yönetimin eline geçti. Yani devrim halka beklediği refahı getiremedi. Niye dersen, düzen değişmemişti de ondan.Sadece baştaki kişi değişti, ama kurumlar – yani kurallar, güç yapısı, zenginliğin paylaşım şekli – hep eskisi gibi kaldı veya yeterince değişmedi. Bu da beni tarih boyunca sık sık gördüğümüz bir gerçeğe götürdü: Kısır döngü.Yani, köklü bir değişiklik yapmazsan, yeni gelen eskisini aratıyor bazen. İktidarı ele geçiren, düzeni kendi çıkarına kullanmaya başlıyor, yine halk kaybediyor.

Bu durum bana neyi hatırlatıyor biliyor musun? George Orwell’ın _Hayvan Çiftliği_ romanını. Hani hayvanlar çiftlikte isyan ediyorlardı, baştaki zalim çiftlik sahibini kovalıyorlardı. Başta her şey gül gülistanlıktı; “Bütün hayvanlar eşit olacak” diye hayaller kurdular. Sonra zamanla ne oldu? Domuzlar yavaş yavaş gücü ele geçirip insana benzemeye, diğer hayvanları yine aşağılamaya başladı. En sonunda “Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşit” diye bir slogan kaldı elde… İşte Mısır’ın ve nice ülkenin hikayesi de bence buna benziyor. Devrim yapılıyor, halk “oh be” diyor, ama bir bakmışsın ki yeni gelenler de güç zehirlenmesine uğramış. Fransız İhtilali’nden sonra Napolyon’un imparator olması gibi… Ya da bizim tarihimizde de örnekleri yok mu? Hep aynı terane: Oligarşinin Tunç Yasası dedikleri gerçek – yani her değişimden sonra yeni bir güç odaklı elitin doğması – ne yazık ki sık tekrarlanıyor.

Mısır’ın bugününe baktığımızda, yine ekonomik zorluklar, yine gençlerin işsizlikle boğuşması, yine demokrasi talebi görüyoruz. Tarih tekerrür mü ediyor diye insan sormadan edemiyor. Ancak işte tam da bu noktada, “Ulusların Düşüşü” bize karamsarlıktan ziyade bir ders veriyor: Düzenin kötü olması bir yazgı değil, insanlarının eseridir. İnsan eliyle bozulduysa, yine insan eliyle düzeltilebilir. Ama kolay mı? Hiç değil. Kısır döngü kırılabilir mi? Zor, ama imkansız da değil. Bunun nasıl olabileceğini anlamak için gel beraber biraz da başka örneklere bakalım.

Tarihten Örnekler: Kurumlar Nasıl Şekillendirir?

Tarih sahnesine baktığımızda, güç ve zenginlik dengesinin kurumlar aracılığıyla nasıl kurulduğuna dair sayısız örnek var. Osmanlı İmparatorluğu ile başlayalım: 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı dünyanın en güçlü devletlerinden biriydi. Ancak yeniliğe ve değişime yaklaşımı pek de açık değildi. Mesela **matbaa** olayı dillere destan. Avrupa’da 15. yüzyılda matbaa sayesinde kitaplar hızla yayılıyor, bilgi çağının fitili ateşleniyor. Osmanlı’da ise matbaaya uzun süre izin çıkmıyor; üstelik yasaklanması bir yana, engellemek için ciddi direnç gösteriliyor. Neden? Belki de devrin elitleri (saray, ulema, hattatlar) mevcut düzenin sarsılmasından korktular. “Ya halk fazla kitap okursa, ya düşünmeye başlarsa, ya bizim otoritemize meydan okurlarsa?” kaygısı belki de. Matbaa Osmanlı topraklarına 18. yüzyıl ortasında ancak sınırlı ölçekte girebildi. Bu gecikme nelere mal oldu dersin? Mesela 1800’lerin ortasına gelindiğinde **İngiltere’de erkeklerin yaklaşık %60’ı okur-yazardı, Osmanlı’da ise bu oran %3 civarındaydı!** Aradaki fark korkunç değil mi? Düşün, her 100 erkeğin 60’ı okuma biliyor diğer tarafta, Osmanlı’da sadece 3 kişi… Bu demek ki toplumun geneli karanlıkta kalmış, bilgi sadece bir avuç kişinin elinde. Sonuçta Avrupa bilimde, teknikte koşar adımla ilerlerken Osmanlı geride kaldı. Matbaa meselesi, kurumların (burada siyasal ve düşünceye yönelik kurumların) nasıl gelişimi baltalayabileceğinin güzel bir örneği.

Bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir durum değildi elbet. **Çin İmparatorluğu**nda da zamanında benzer bir şekilde deniz seferleri, kâşiflerle yeni topraklarla ticaret gibi yenilikler imparatorlar tarafından durduruldu. 1400’lerde Çinli denizci Zheng He devasa filosuyla Afrika’ya kadar gidip dönüyordu; ama sonrasında imparatorluk içe kapandı, gemileri yaktı, “dünyayı keşfetmeyelim” dedi. Oysa aynı dönemde Avrupalı denizciler dünyayı turlamaya başlamıştı bile. İşte bu fark, kimin ileride söz sahibi olacağını belirledi. Keşif yarışını kazanan Avrupa, sömürgeler kurup zenginliği biriktirirken, Çin kendi içine kapanıp bir süre sonra esamesi okunmaz hale geldi. Görüyorsun ya, **yenilikten korkup kapanmak** hem Osmanlı’ya hem Çin’e pahalıya patladı. Bu kararların arkasında yatan da yine kurumlar: Güç sıkı sıkı elde tutulmak istenirse, yenilik getirecek hamlelere izin çıkmaz.

Gelelim **Amerika kıtasına** ve sömürgeciler çağına… 1500’lerde Avrupalılar Amerika’yı “keşfetmişti”. İspanyollar, Portekizliler güneyde ve Orta Amerika’da ne buldularsa söküp aldılar; altın, gümüş, değerli maden ne varsa gemilere yükleyip Eski Dünya’ya taşıdılar. Aztek ve İnka medeniyetlerini dize getirip yerli halkı köleleştirerek kendi çıkarları için çalıştırdılar. O topraklarda kurulan yeni düzen, tepede bir avuç sömürge valisi ile bunlarla işbirliği yapan yerli aristokratların, aşağıda ise köle gibi çalışan yığının olduğu acımasız bir sistemdi. Bu düzende halkın çoğu neredeyse hiçbir hakka sahip değildi. Üret, vergini ver, sesini çıkarma… Çok tanıdık, değil mi? Latin Amerika’nın birçok bölgesi böyle yüzyıllar geçirdi.

Kuzey Amerika’da ise İngilizler başka bir durumla karşılaştı. İlk geldiklerinde Virginia’da altın aradılar ama bulamadılar. Karşılarında Aztekler kadar yoğun bir medeniyet de yoktu; daha çok küçük köy toplulukları vardı. Sonunda “Burada hemen köşe dönemeyeceğiz” diyerek toprağa yerleşmeye, tarımla uğraşmaya başladılar. İspanyollar gibi hazır hazine bulamadıkları için kölelik sistemine çok daha az başvurmak zorunda kaldılar (yine de kölelik yaptılar ama Latin Amerika’daki kadar aşırı değil). Kızılderililerden fazla vergi alınacak köylü devşirme de çıkmadı. Bu nedenle, kendi kendilerini yönetmeye, işgücü bulmak için Avrupa’dan göçmen çekmeye odaklandılar. 1619’da Virginia’da ilk kez kendi seçtikleri temsilcilerle **meclis** bile topladılar! O devirde İspanyol sömürgelerinde halkın böyle seçim yapması düşünülemezdi. İngilizlerin kuzeydeki kolonilerinde zamanla küçük de olsa bir orta sınıf, mülk sahibi çiftçiler, tüccarlar ortaya çıktı ve bunlar hak talep etmeye başladı. Sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmasıyla neticeyi biliyoruz: Oldukça katı bir sömürge düzenine sahip Latin Amerika ülkeleri uzun süre sıkıntı çekti, dürbünle demokrasi aradılar; ABD ise nispeten daha kapsayıcı kurumlar temeli üzerine kurulduğu için hızla sanayileşti ve dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi.

Bir örnek de **Kore Yarımadası**’ndan verelim. Kore aslında yüzyıllardır aynı krallıkların idaresinde, ortak bir kültüre sahip bir yerdi. II. Dünya Savaşı sonrasında talihsiz bir şekilde Kuzey ve Güney diye ikiye bölündü ve her iki parçada bambaşka yönetimler iş başına geldi. **Kuzey Kore** tam anlamıyla totaliter, dışa kapalı, halkın özgürlüklerinin hiç olmadığı bir diktatörlük rejimi altında kaldı. **Güney Kore** ise önce askeri darbeler, sancılı yıllar geçirse de zamanla çok partili demokrasiye geçti, piyasa ekonomisini benimsedi ve dünyaya açıldı. Bugün geldiğimiz noktada iki Kore arasında dağlar kadar fark var. Güney Kore teknoloji devi şirketleriyle, kişi başına 30-40 bin dolar geliriyle modern bir refah toplumu. Kuzey Kore ise bir avuç yöneticinin halkı demir yumrukla yönettiği, halkın çoğunun fakirlik ve baskı altında yaşadığı bir yer. Geceleyin uydu fotoğrafına baksan, Güney ışıl ışıl parıldarken Kuzey zifiri karanlık — bu kadar net! İşte aynı insanlar, aynı tarih, ama sadece son 70 yılda farklı kurumlar sebebiyle bambaşka iki ülke ortaya çıktı. Tek fark neydi? Yönetim biçimi, yani kurumları.

Bu verdiğim örneklerin her birinde, aslında aynı ders var: **Kritik anlarda alınan kararlar, oluşan kurumlar ülkelerin geleceğini şekillendiriyor.** Bazen ufacık bir fark, yıllar içinde devasa farklar yaratabiliyor. İngiltere Parlamentosu 17. yüzyılda biraz güç kazanmasaydı, belki de Sanayi Devrimi orada başlamazdı. Veya Osmanlı matbaayı 250 yıl geciktirmek yerine benzer zamanda benimseseydi, belki çok farklı bir kaderi olurdu. Tarihte “ya o an şöyle olsaydı…” diye insanı düşünceye sevk eden çok kavşak var. Kitapta bunlara “kritik dönemeçler” diyorlar. Yani tarihin akışında bazı anlar var ki, yapılan tercihler ülkeleri farklı yola sokuyor. Bir yola girdin mi de, sonra onun üzerine yeni gelişmeler bina oluyor, geriye dönmek zorlaşıyor. İyiye gittiyse ne ala, kötüye gittiyse çıkmak çok zor…

Tabii şunu da ekleyelim: Coğrafya, kültür, tesadüfler tamamen önemsiz değil. Mesela tropikal iklimlerde tarım verimi düşük olabiliyor veya bazı toplumlar tarihsel olarak farklı inanç sistemlerine sahip olabiliyorlar. Ama bunlar asıl belirleyici olsaydı, tarihte birçok ülkenin kaderi asla değişmezdi. Hâlbuki değiştiğini görüyoruz. Bir zamanlar dünyayı titreten, sonra düşen imparatorluklar var (Osmanlı, Roma, Sovyetler gibi); ya da fakirlikten gelip sanayileşenler var (Güney Kore, Singapur gibi). Bu da gösteriyor ki son sözü söyleyen kurumlar. Hatta **Jared Diamond**’ın **_Tüfek, Mikrop ve Çelik_** kitabındaki teze göre coğrafya çok önemliydi, ama Acemoğlu’lar buna “zamanla kurumlar coğrafyadan başrolü kapar” diyerek farklı bir cevap vermiş oldular diyebilirim. Nitekim **Nogales** diye bir kasaba var, Meksika-ABD sınırında ortadan ikiye bölünmüş. Kuzey tarafı Arizona eyaletinde, güney tarafı Meksika’nın Sonora eyaletinde. İklim aynı çöl, insanlar akraba hatta. Ama bugün kuzeyde kişi başına gelir güneyin üç-dört katı, suç oranı daha düşük, eğitim ve sağlık daha iyi. Sınırın tek farkı, iki tarafta bambaşka kurumların işlemiş olması. Yıllarca ABD tarafı daha demokratik ve hukuka dayalı yönetilirken, Meksika tarafı sık sık yozlaşmış yöneticiler ve çalkantılar gördü. Sonuç? Aynı Nogales şehrinin kuzeyi refah içinde, güneyi ise nispeten geri kalmış. Bu örnek coğrafyanın değil, kurumların belirleyici olduğuna güçlü bir kanıt adeta. **İnsan yapımı kurallar** (kanunlar, kurumlar, anayasalar vs.), doğanın ve tarihin verdiklerinden daha fazlasını belirliyor.

## Bugün Dünyası: Kurumlar Hâlâ Anahtar

Günümüzde de kurumların etkisini her yerde görüyoruz. İster zengin, ister fakir olsun, bir ülkenin başına gelenler kurumlarıyla yakından bağlantılı. Örneğin **petrol zengini ülkeler**i ele alalım. Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler muazzam petrodolar gelirlerine rağmen çoğu vatandaşları için gerçek bir refah ve özgürlük getirmiş değil. Neden? Çünkü bu paraları yöneten kurumlar çok dar bir çevrenin kontrolünde. Halk hesap soramıyor, seçim yok veya göstermelik. Dolayısıyla petrol belki yolları, gökdelenleri parlak yapıyor ama eğer demokratik, kapsayıcı kurumlar yoksa geniş halk kesimine faydası sınırlı kalıyor. Hatta *”petrol laneti”* diye bir kavram bile var: Doğal kaynak zenginliği bazen paradoksal biçimde ülkeleri durgunlaştırıyor, çünkü kolay para gücü elinde tutanları rehavete ve hırsızlığa itiyor.

Tersine, bazı ülkeler de var ki çok kısıtlı kaynaklarla büyük atılımlar yapabilmiş. Mesela **Güney Kore** dedik; doğal kaynağı, petrolü yok, ama beyin gücü var, çalışan kurumlarıyla mucize yarattı. Yine **Japonya** yeraltı zenginlikleri olmadan, sadece insanların emeği ve iyi planlama ile dünyanın saygın ekonomilerinden oldu. Demek ki zengin olmak için hammadde şart değil, kurumların doğru yönlendirmesi şart.

Yakın tarihli başka örnekler de gözlerimizin önünde cereyan etti. **Venezuela**’yı düşün mesela: Dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip, vaktiyle Latin Amerika’nın en zengin ülkelerindendi. Ama kötü yönetim, yozlaşan kurumlar ve tek adam dayalı popülist politikalar yüzünden şu an halkı enflasyonla, kıtlıkla boğuşuyor, milyonları göç etti. Bu da gösteriyor ki doğal servet de tek başına kurtarmıyor; kurumlar kötü ise ülke çökebiliyor.

Bir başka çarpıcı örnek: **Arjantin**. 1900’lerin başında Arjantin kişi başı gelirde dünyanın ilk 10 ülkesi arasındaydı, Avrupalı göçmenlerin akın ettiği, parıldayan bir ülkeydi. Şu haline bak: Son yüzyılda defalarca ekonomik kriz, darbe, enflasyon sarmalı yaşadı, halen de tam düze çıkmış değil. Niye? Çünkü kurumlarını istikrarlı hale getiremediler, gücün denge denetim mekanizmaları oturmadı. Bir ara zengin olsan bile, bu kalıcı olamayabiliyor, eğer şeffaf ve hesap verebilir bir düzenin yoksa.

Elbette olumlu örnekler de yok değil. Mesela **Botsvana**’yı duymuşsundur. Afrika kıtasında, bağımsızlığını kazanır kazanmaz nispeten kapsayıcı kurumlar inşa etmeye odaklandılar. Uzun süre sadık bir demokrasi geleneği oluşturdular. Derken ülkede muazzam elmas yatakları keşfedildi. Birçok Afrikalı komşusuna göre bu bir lanetin habercisi olabilirdi — malum, **Sierra Leone** gibi yerlerde elmas = iç savaş ve talan demiştir. Ama Botsvana’da şöyle bir fark vardı: Güç başta tek elde toplanmamıştı, kararlar görece kapsayıcı bir biçimde alınıyordu. Sonucunda ne oldu? Elmas gelirleri akılcıca yönetilip eğitime, sağlığa, altyapıya yatırıldı. Bugün Botsvana, kişi başı milli gelir olarak orta gelirli bir ülke konumunda ve çevresindeki birçok ülkeden daha müreffeh, daha istikrarlı. Yani demek ki her durumda kısır döngü esir almak zorunda değil; liderlik doğru vizyonu ortaya koyar, kurumları sağlam temeller üzerine kurarsa, toplum kazanıyor.

Şu da var: Çoğu ülkede insanlar da artık bu gerçeğin farkında ve haklarını talep ediyor. **Dünyanın dört bir yanında protestolar, hareketler** görüyoruz: Latin Amerika’da yolsuzluğa karşı çıkan halk eylemleri (mesela Brezilya’da dev yolsuzluk skandalı sonrası halkın isyanı), Doğu Avrupa’da otoriterleşmeye karşı mücadeleler, Asya’da demokrasi talep eden gençlik hareketleri… Hepsinin özünde insanların sömürülmek, sesi kısılmak istememesi var. **Bizim ülkede** de zaman zaman benzeri tartışmalar yaşanıyor: “Yargı bağımsız mı? Basın özgür mü? Kurumlar gelen baskılara ne kadar dayanıklı?” diye. Toplum olarak biliyoruz ki eğer kurumlarımız zedelenirse, demokratik işleyişte aksama olursa, uzun vadede kalkınmamız da tehlikeye girer. Bu nedenle bu konular üzerine konuşmak, tartışmak, gerekirse sokakta hakkını aramak her yerde olduğu gibi bizde de gündeme geliyor.

Son olarak, bugün dünyası deyince teknoloji ve küreselleşme de var. İletişim çağında insanlar başka ülkelerdeki yaşam standartlarını görüyor, kendi durumlarıyla karşılaştırıyor. Bu da bazen beklenti yaratıyor: “Onlarda bu varsa bizde niye yok?” sorusu yüksek sesli bir talebe dönüşebiliyor. Mesela internetin sansürlendiği, haber alma özgürlüğünün kısıldığı ülkelerde gençler VPN’lerle, proxy’lerle dünyaya açılıyor, gerçeği öğreniyor ve bu baskıya itiraz ediyor. Ya da küresel ekonomi içinde artık bir ülkede kriz olunca herkesi etkiliyor; bir yerdeki savaş, enerjide, gıdada fiyat artışı demek. Bu bakımdan, hiçbir ülke “Ben başkalarından bağımsız takılırım, kurumlarım kötü olsa da idare ederim” diyemez hale geldi. Ya hep beraber yükseliyoruz, ya da hep beraber düşüşü izliyoruz.

## Son Söz: Umut ve Sorumluluk

Sevgili dostum, lafı baya uzattım farkındayım. Ama inan içimden geçenleri dökmek iyi geldi. **Ulusların Düşüşü**’nden öğrendiklerim bana bir gerçeği tekrar hatırlattı: Toplumların kaderi gökten zembille inmiyor, onu biz insanlar kendi ellerimizle dokuyoruz. Kimi zaman acımasız güç oyunlarıyla, kimi zaman el ele vererek güzel kurumlar inşa ederek… Eğer düzeni adil yaparsak çiçek gibi bir memleketimiz oluyor; baskıya, sömürüye göz yumar ya da boyun eğersek, her şey elimizden kayıp gidiyor. Bu kadar basit ve bu kadar zor işte.

Kitabı kapatıp kendi kendime kaldığımda, gözümün önüne bir görüntü geldi. Hayal et: Afrika’da küçücük bir kız çocuğu, elektriğin bile doğru düzgün olmadığı bir köy evinde, gaz lambasının titrek ışığında ders çalışıyor. Hayalleri var, büyüyünce doktor olmak istiyor mesela, ya da mühendis… İşte o an şöyle bir düşünüyorum: Bu kızın kaderi niye böyle zorlu olmak zorunda? Onun suçu ne ki? Sadece yanlış ülkede, yanlış kuralların içinde doğmuş olmak… Öte yanda dünyanın başka köşesinde başka bir çocuk en iyi şartlarda, en iyi okullarda büyüyor, dünyayı gezip görüyor. Aralarındaki fark ne? Ne o diğerinden daha az zeki, ne de daha az insan. Tek fark, doğdukları ülkenin düzeni. Bu gerçeği düşününce içim hem hüzünle doluyor, hem de bir sorumluluk hissi kaplıyor.

Düşünüyorum da, belki bizler çok fazla şeyi değiştiremeyiz hemen. Ne de olsa köklü problemler bunlar. Ama en azından artık meseleyi daha iyi anladığımızı hissediyorum. Seninle bunları paylaştım ki birlikte düşünelim, birlikte dertlenelim ve belki birlikte umut edelim. Şunu unutma: Tarih boyunca kötü gidişata “dur” diyenler de yine sıradan insanlar olmuş. Hakim gücün karşısında boyun eğmemişler, bedel ödemişler ama sonunda çocuklarına daha iyi bir düzen bırakabilmişler.

Ben kendi adıma, bu sohbetten sonra şuna karar verdim: Etrafımda gördüğüm yanlışlıklara ilişkin daha az “kadercilik” yapacağım. Yani “burası böyle, yapacak bir şey yok” demek yok. Sonuçta biz nasıl bir ülkede yaşamak istiyorsak, onu inşa etmek de bizim elimizde. Bu memleketin bütün güzelliğini ortaya çıkartacak olan da biziz, tıkanmasına sebep olacak olan da… Umudumu kaybetmemeye çalışıyorum. Çünkü umut olmadan hareket olmaz. Önce hayal edeceğiz ki sonra gerçek olsun. En karanlık gecelerin sabahı nasıl ağardıysa, dünyanın en karanlık dönemlerinde de bir yerlerden ışık sızıyor. O ışığın peşinden gidelim.

Umarım bu yazdıklarım sana da bir şeyler hissettirmiştir. Belki biraz uzun oldu ama içimden geldiğince paylaştım. Son satırlara gelirken şunu diyebilirim: Her şeye rağmen, tarihin gidişatını insanların azmi ve umudu belirler. Uluslar yıkılır, ülkeler fakirleşir ama sonra bakarsın aynı halk yeniden ayağa kalkar, yeni bir düzen kurar. Bu dediğim düşünce de mümkün olsa da pratikte çok az toplumun başardığı ve bundan sonra da çok az topluma nasip olacak bir kaderdir.

Yazı kategorisi: Genel

Refleksif Bilinç


Not:
Bu yazıyı son paylaştığım yazılarda olduğu gibi uzun zaman önce yazmıştım.
Bugün sohbet arasında bir arkadaşıma şöyle sordum:
“Sence insanla hayvan arasındaki en büyük fark ne?”
Bir tane biyoloji okuyan arkadaşım hariç, bugüne kadar bu soruyu sorduğum herkes aynı cevabı verdi: Akıl.
Evet… İlk bakışta kulağa doğru gibi geliyor. Ama değil.
Çünkü mesele sadece düşünmek değil, düşündüğünü de düşünebilmek.
Yani o meşhur fark, zekâdan çok daha derin bir yerde saklı.
Bu yazıda, insanla hayvan arasındaki farkı bir bilim insanının — sevgili Sinan Canan hocanın — perspektifinden yola çıkarak, biraz da kendi gözümden anlatmaya çalışmıştım.
Anahtar kelime: Refleksif bilinç.
Yani insanı insan yapan o garip iç ses, o kendini fark eden taraf.
Şimdi seni yazıyla başbaşa bırakıyorum.

Yazının yazılma tarihi 04.08.2022
Kullanamadığımız Koca Bir Zihin: İnsan ile Hayvan Arasındaki Asıl Fark

Arada bir düşünüyorum: Kedim Mırmır mı daha akıllı, yoksa ben mi?  Sabahları Mırmır mama kabının yanında bitiveriyor, en ufak bir hışırtıya anında tepki veriyor. Ben ise o sırada elimde telefon, aklım dalgın bir halde koltukta oyalanıyorum. Bu manzara, hayvanların akıllarını anbean tam kapasite kullandığı, insanların ise devasa bir akla sahip olup çoğu zaman bunun farkında bile olmadan yaşadığı düşüncesini aklıma getiriyor. Gerçekten de doğadaki bir kedi veya kuş, hayatta kalmak için sahip olduğu tüm zihinsel donanımı kullanmak zorunda. Biz insanoğlu ise çok daha büyük bir beyin kapasitemiz olmasına rağmen, gündelik koşturmaca içinde bu kapasitenin ufak bir dilimini aktif kullanıyoruz. Peki neden? 🤔

Aslında “insan beyninin yalnızca %X’ini kullanıyoruz” gibi klişe söylemlerin pek doğru olmadığını biliyoruz. Beynimizin aslında kullanılmayan bir kısmı yok; her bölgesi sürekli çalışır halde, fakat potansiyelini ortaya çıkarmak için onu zorlamamız gerekiyor. Sinirbilimci Prof. Dr. Sinan Canan, insan beynini “dünyanın en gelişmiş bilgisayarı”na benzetiyor: Nasıl ki o süper bilgisayarda sadece “merhaba” yazıp kaydedersek cihazın kapasitesinin çoğu boşa gider, benzer şekilde beynimizde bizi “fişekleyecek” bir uğraş olmazsa muazzam zihin gücümüz adeta nadasa bırakılmış bir tarlaya dönüyor . Yani bir bakıma, insanın beyni hep %100 mesai yapıyor ama biz bunun çok küçük bir kısmını bilinçli faaliyetlere ayırıyoruz. Nörobilim araştırmaları da bunu destekliyor: Beynimiz her saniye yaklaşık 14 milyon bit bilgi işliyor, fakat bilincimiz bunun sadece 40 bit kadarını fark edebiliyor ! Geriye kalan muazzam bilgi akışı, otomatik olarak arka planda (bilinçdışında) işleniyor. Günlük hayatımızın çoğunu “otomatik pilotta” geçirmemizin sebebi bu– beyin çalışmaya devam ediyor, fakat biz sadece ufak bir vitrinine hakimiz.

Şimdi bu durumu hayvanlarla kıyaslayalım. Bir hayvanın beyni de elbette sürekli çalışır, ancak hayvan, beyninin tüm kaynaklarını anlık ihtiyaçlarına ve içgüdülerine yönlendirir. Örneğin bir kuş, etrafta yiyecek ararken veya bir kedi av peşindeyken, tüm dikkatide zekâsı o ana odaklanmıştır. Onların beyni, “acaba yarın hava nasıl olacak, emekliliğimde ne yapacağım” gibi bizim kafamızı meşgul eden soyut düşüncelerle bölünmez. Bu nedenle hayvanlar ellerindeki zihinsel kapasiteyi tam verimle kullanarak yaşar diyebiliriz. Onlar için “boşa çalışan beyin” diye bir durum pek yok; içgüdüleri ve öğrenilmiş davranışları neyi gerektiriyorsa zihin gücünü tamamen ona yönlendiriyorlar. Bizim gibi dalıp gitmek, eldeki işi unutup geçmişi veya geleceği düşünmek gibi lüksleri yok. Mesela Mırmır oyuncağının peşinde koşarken %100 Mırmır’dır – ne kendini sorgular ne de “bugün çok mu fare kovaladım” diye dert eder.

Gelelim insanı insan yapan o eşsiz zihinsel niteliğe: Bilinç düzeyimiz. Sinan Canan’ın vurguladığı üzere, “insan zihninin en önemli özelliği kendinin farkında olabilmesidir . Yani biz sadece düşünmekle kalmayız, düşündüğümüzü de düşünürüz. Kendi zihin faaliyetlerimizi dışarıdan izleyebilir, üzerine kafa yorabiliriz. İşte “refleksif bilinç” dediğimiz bu yeti, insan ile hayvan arasındaki en büyük farklardan biri. Hayvanların da bilinci (çevrelerinin farkındalığı) elbette vardır; ancak kendi düşüncesinin farkında olmak , yani düşünceler üzerine düşünebilmek, bildiğimiz kadarıyla insana özgü bir ayrıcalık. Bu sayede başka bir canlının zihninin nasıl çalıştığına dair fikir yürütebiliyoruz, empati kuruyoruz; hatta “ben bu kararı neden verdim, doğru mu yaptım?” diye kendi iç muhasebemizi yapabiliyoruz.

Refleksif bilinç bize muazzam bir iç dünya kazandırıyor. Örneğin, ben sabah kahvaltıda ne yiyeceğimi düşünürken, aynı anda “daha az yemeliyim, formuma dikkat etmeliyim” diye kendi düşüncemi değerlendiriyorum. Bir kedi mamasını görünce saldırır; bir insan ise diyetteyse kendini tutabilir. Nitekim inançlarımız veya hedeflerimiz uğruna içgüdülerimize dur diyebiliyoruz. Sinan Canan buna güzel bir örnek veriyor: Oruç tutmak: İnsandan başka hiçbir canlıya “30 gün boyunca sırf inancın için gün içinde yemek yemeyeceksin” diyemezsiniz. Başka bir hayvan türünde böyle bir iradi pratiğe rastlamak mümkün değil. Açlık, susuzluk gibi en temel dürtülerimizi bile zihnimizdeki soyut bir amaç uğruna bastırabilmek, işte insanın refleksif bilincinin ve özgür iradesinin göstergesi. 

Tabii bu kılıç iki tarafı keskin bir kılıç gibi.  İnsana özgü bu akıl, doğru kullanıldığında harikalar yaratmamızı sağlıyor, ama kullanmadığımızda ya da yönetemediğimizde bize oyunlar da oynayabiliyor. Örneğin, doğal yaşamını sürdüren bir vahşi hayvan “can sıkıntısı” nedir bilmez; yapması gerekenleri yapar, yorulunca dinlenir, tekrar devam eder. Biz insanlar ise amaç duygumuzu yitirdiğimizde çökeriz. Sinan Canan’ın “emeklilik hastalığı” dediği olgu tam da bu: Modern insan çalışmayı bırakıp atıl kaldığında vücutta bir sürü hastalık baş göster. Düşünsenize, yıllarca aktif çalışan birisi emekli olunca kalp rahatsızlığı, depresyon, türlü ağrılar peşi sıra gelebiliyor. Çünkü insan beyni “işe yaramama” hissine isyan ediyor, boş kalınca adeta kendi kendini yiyip bitiriyor. Doğada ise “emeklilik” diye bir konsept yok; hiçbir hayvan “artık avlanmayacağım, köşeme çekilip bekleyeceğim” demiyor. Son nefesine kadar yiyecek aramaya, yuvasını savunmaya, yaşamaya devam ediyor. Biz icat etmişiz bu emekliliği ve bedelini de zihnen ödeyebiliyor . Bu da gösteriyor ki bizim o devasa zihnimiz boşta kaldığında, rutine saplandığında hızla körelebiliyor. Sinan Hoca’nın dediği gibi, insan zihnini zinde tutmak için hep bir hedefinin olması, kendine meydan okuyacak uğraşlar bulması gerekiyor. Aksi halde, o kullanılmayan potansiyel bize negatif olarak geri dönebiliyor (örneğin strese, hastalığa dönüşebiliyor).

Özetle, hayvanların “aklını tam kullanması” ile insanların “aklının azını kullanması” meselesi zekâ eksikliğimizden değil, tam tersine fazladan bir farkındalığımız olmasından kaynaklanıyor. Hayvanlar ihtiyacı kadarını bilir ve onu sonuna dek kullanır. İnsan ise ihtiyaç duyduğundan fazlasını bilir, kafasında kırk tilki dolaştırır, hayaller kurar, planlar yapar… Ve bu yüzden elindeki kapasitenin büyük bölümü potansiyel olarak durur. İnsanı diğer canlılardan ayıran o zihinsel kapasite, doğru şartlar oluştuğunda ortaya çıkmak üzere bir köşede bekler. Bu bekleyiş bazen bizi huzursuz etse de (hani “içimdeki ses” susmadığı için uykular kaçar ya), aynı bekleyiş bize sonsuz imkanlar sunar.

Kedim Mırmır’a bakıyorum; şimdi karnını doyurmuş, koltuğun köşesinde mışıl mışıl uyuyor.  Onun beyni şu an yaptığının dışında bir şeyle meşgul değil; tam kapasite dinleniyor da diyebiliriz. Bense bu satırları yazarken bir yandan da “kız arkadaşım niye telefonlarımı açmıyorsun diye sorduğunda nasıl bir cevap versem” diye düşünüyorum . İşte fark burada: Mırmır olduğu şeyin tamamen farkında olmadan, %100 kedi olarak anı yaşıyor. Ben ise ne olduğumun fazlasıyla farkında olarak, %10 insan + %90 düşünce balonu şeklinde dolaşıyorum! Belki de bu yüzden teknolojiyi, sanatı, medeniyeti biz insanlar geliştiriyoruz; içimizde hep kullanılmayı bekleyen koca bir zihin var. Bu muazzam refleksif bilincimiz sayesinde düşünebiliyor, düşündüğümüzü düşünüp yeni anlamlar yaratabiliyoruz. Hayvanların dünyasında her şey olması gerektiği gibi ve yerli yerinde; bizim dünyamızda ise henüz olmamış şeylerin hayali bile var.

Sonuç olarak, insan zihni ile hayvan zihni arasındaki fark bir “üst katın” varlığı gibi. Hayvanlar zemin katta, tam verimle hayatlarını sürdürürken, biz insanlar çatı katında koca bir salon daha inşa etmişiz. Orada parti de verebiliriz, kendi kendimize kafayı da yiyebiliriz. Seçim ve kontrol bizim elimizde. Refleksif bilincimiz, yani zihnimizin kendi üzerine düşünebilme becerisi, belki de hem en büyük gücümüz hem de en büyük imtihanımız. Bunu fark ettiğimizde, bir yandan içimizdeki o kullanılmayan kapasiteye hayranlık duymamak, diğer yandan da bir kedi kadar huzurlu olamamak üzerine kafa yormamak elde değil.

Ama merak etmeyin, potansiyelimizi az kullanıyoruz diye üzülmeye gerek yok. Önemli olan, ihtiyaç duyduğumuzda o potansiyelin orada olduğunu bilmek ve gerektiğinde harekete geçirmek. Biz insanlar belki her an tam kapasite çalışmıyoruz, fakat gerektiğinde sınırlarımızı aşabiliriz. Hayvanlar ise zaten sınırlarında yaşadıkları için fazlasını aramıyorlar. İkisinin de kendine göre bir güzelliği var. Mırmır’ın huzuru da bizin hayallerimiz de bu dünyanın zenginliği.

Neticede, refleksif bilincimiz sayesinde insanız. Düşündüğümüzü düşünüyoruz, bildiğimizi biliyoruz ve bu sayede kendimizi aşma fırsatımız var. Hayvanlar belki “en akıllı”şekilde yaşarlar, ama bizler “daha neler yapabilirim?” diye sorarak ilerliyoruz. Belki de insan olmanın güzelliği de burada: Aklımızın tamamını kullanmıyoruz, çünkü o akıl denen hazinenin sınırı yok – her an yeni bir keşfe, yeni bir fikre yer var.