Yazı kategorisi: Genel

Refleksif Bilinç


Not:
Bu yazıyı son paylaştığım yazılarda olduğu gibi uzun zaman önce yazmıştım.
Bugün sohbet arasında bir arkadaşıma şöyle sordum:
“Sence insanla hayvan arasındaki en büyük fark ne?”
Bir tane biyoloji okuyan arkadaşım hariç, bugüne kadar bu soruyu sorduğum herkes aynı cevabı verdi: Akıl.
Evet… İlk bakışta kulağa doğru gibi geliyor. Ama değil.
Çünkü mesele sadece düşünmek değil, düşündüğünü de düşünebilmek.
Yani o meşhur fark, zekâdan çok daha derin bir yerde saklı.
Bu yazıda, insanla hayvan arasındaki farkı bir bilim insanının — sevgili Sinan Canan hocanın — perspektifinden yola çıkarak, biraz da kendi gözümden anlatmaya çalışmıştım.
Anahtar kelime: Refleksif bilinç.
Yani insanı insan yapan o garip iç ses, o kendini fark eden taraf.
Şimdi seni yazıyla başbaşa bırakıyorum.

Yazının yazılma tarihi 04.08.2022
Kullanamadığımız Koca Bir Zihin: İnsan ile Hayvan Arasındaki Asıl Fark

Arada bir düşünüyorum: Kedim Mırmır mı daha akıllı, yoksa ben mi?  Sabahları Mırmır mama kabının yanında bitiveriyor, en ufak bir hışırtıya anında tepki veriyor. Ben ise o sırada elimde telefon, aklım dalgın bir halde koltukta oyalanıyorum. Bu manzara, hayvanların akıllarını anbean tam kapasite kullandığı, insanların ise devasa bir akla sahip olup çoğu zaman bunun farkında bile olmadan yaşadığı düşüncesini aklıma getiriyor. Gerçekten de doğadaki bir kedi veya kuş, hayatta kalmak için sahip olduğu tüm zihinsel donanımı kullanmak zorunda. Biz insanoğlu ise çok daha büyük bir beyin kapasitemiz olmasına rağmen, gündelik koşturmaca içinde bu kapasitenin ufak bir dilimini aktif kullanıyoruz. Peki neden? 🤔

Aslında “insan beyninin yalnızca %X’ini kullanıyoruz” gibi klişe söylemlerin pek doğru olmadığını biliyoruz. Beynimizin aslında kullanılmayan bir kısmı yok; her bölgesi sürekli çalışır halde, fakat potansiyelini ortaya çıkarmak için onu zorlamamız gerekiyor. Sinirbilimci Prof. Dr. Sinan Canan, insan beynini “dünyanın en gelişmiş bilgisayarı”na benzetiyor: Nasıl ki o süper bilgisayarda sadece “merhaba” yazıp kaydedersek cihazın kapasitesinin çoğu boşa gider, benzer şekilde beynimizde bizi “fişekleyecek” bir uğraş olmazsa muazzam zihin gücümüz adeta nadasa bırakılmış bir tarlaya dönüyor . Yani bir bakıma, insanın beyni hep %100 mesai yapıyor ama biz bunun çok küçük bir kısmını bilinçli faaliyetlere ayırıyoruz. Nörobilim araştırmaları da bunu destekliyor: Beynimiz her saniye yaklaşık 14 milyon bit bilgi işliyor, fakat bilincimiz bunun sadece 40 bit kadarını fark edebiliyor ! Geriye kalan muazzam bilgi akışı, otomatik olarak arka planda (bilinçdışında) işleniyor. Günlük hayatımızın çoğunu “otomatik pilotta” geçirmemizin sebebi bu– beyin çalışmaya devam ediyor, fakat biz sadece ufak bir vitrinine hakimiz.

Şimdi bu durumu hayvanlarla kıyaslayalım. Bir hayvanın beyni de elbette sürekli çalışır, ancak hayvan, beyninin tüm kaynaklarını anlık ihtiyaçlarına ve içgüdülerine yönlendirir. Örneğin bir kuş, etrafta yiyecek ararken veya bir kedi av peşindeyken, tüm dikkatide zekâsı o ana odaklanmıştır. Onların beyni, “acaba yarın hava nasıl olacak, emekliliğimde ne yapacağım” gibi bizim kafamızı meşgul eden soyut düşüncelerle bölünmez. Bu nedenle hayvanlar ellerindeki zihinsel kapasiteyi tam verimle kullanarak yaşar diyebiliriz. Onlar için “boşa çalışan beyin” diye bir durum pek yok; içgüdüleri ve öğrenilmiş davranışları neyi gerektiriyorsa zihin gücünü tamamen ona yönlendiriyorlar. Bizim gibi dalıp gitmek, eldeki işi unutup geçmişi veya geleceği düşünmek gibi lüksleri yok. Mesela Mırmır oyuncağının peşinde koşarken %100 Mırmır’dır – ne kendini sorgular ne de “bugün çok mu fare kovaladım” diye dert eder.

Gelelim insanı insan yapan o eşsiz zihinsel niteliğe: Bilinç düzeyimiz. Sinan Canan’ın vurguladığı üzere, “insan zihninin en önemli özelliği kendinin farkında olabilmesidir . Yani biz sadece düşünmekle kalmayız, düşündüğümüzü de düşünürüz. Kendi zihin faaliyetlerimizi dışarıdan izleyebilir, üzerine kafa yorabiliriz. İşte “refleksif bilinç” dediğimiz bu yeti, insan ile hayvan arasındaki en büyük farklardan biri. Hayvanların da bilinci (çevrelerinin farkındalığı) elbette vardır; ancak kendi düşüncesinin farkında olmak , yani düşünceler üzerine düşünebilmek, bildiğimiz kadarıyla insana özgü bir ayrıcalık. Bu sayede başka bir canlının zihninin nasıl çalıştığına dair fikir yürütebiliyoruz, empati kuruyoruz; hatta “ben bu kararı neden verdim, doğru mu yaptım?” diye kendi iç muhasebemizi yapabiliyoruz.

Refleksif bilinç bize muazzam bir iç dünya kazandırıyor. Örneğin, ben sabah kahvaltıda ne yiyeceğimi düşünürken, aynı anda “daha az yemeliyim, formuma dikkat etmeliyim” diye kendi düşüncemi değerlendiriyorum. Bir kedi mamasını görünce saldırır; bir insan ise diyetteyse kendini tutabilir. Nitekim inançlarımız veya hedeflerimiz uğruna içgüdülerimize dur diyebiliyoruz. Sinan Canan buna güzel bir örnek veriyor: Oruç tutmak: İnsandan başka hiçbir canlıya “30 gün boyunca sırf inancın için gün içinde yemek yemeyeceksin” diyemezsiniz. Başka bir hayvan türünde böyle bir iradi pratiğe rastlamak mümkün değil. Açlık, susuzluk gibi en temel dürtülerimizi bile zihnimizdeki soyut bir amaç uğruna bastırabilmek, işte insanın refleksif bilincinin ve özgür iradesinin göstergesi. 

Tabii bu kılıç iki tarafı keskin bir kılıç gibi.  İnsana özgü bu akıl, doğru kullanıldığında harikalar yaratmamızı sağlıyor, ama kullanmadığımızda ya da yönetemediğimizde bize oyunlar da oynayabiliyor. Örneğin, doğal yaşamını sürdüren bir vahşi hayvan “can sıkıntısı” nedir bilmez; yapması gerekenleri yapar, yorulunca dinlenir, tekrar devam eder. Biz insanlar ise amaç duygumuzu yitirdiğimizde çökeriz. Sinan Canan’ın “emeklilik hastalığı” dediği olgu tam da bu: Modern insan çalışmayı bırakıp atıl kaldığında vücutta bir sürü hastalık baş göster. Düşünsenize, yıllarca aktif çalışan birisi emekli olunca kalp rahatsızlığı, depresyon, türlü ağrılar peşi sıra gelebiliyor. Çünkü insan beyni “işe yaramama” hissine isyan ediyor, boş kalınca adeta kendi kendini yiyip bitiriyor. Doğada ise “emeklilik” diye bir konsept yok; hiçbir hayvan “artık avlanmayacağım, köşeme çekilip bekleyeceğim” demiyor. Son nefesine kadar yiyecek aramaya, yuvasını savunmaya, yaşamaya devam ediyor. Biz icat etmişiz bu emekliliği ve bedelini de zihnen ödeyebiliyor . Bu da gösteriyor ki bizim o devasa zihnimiz boşta kaldığında, rutine saplandığında hızla körelebiliyor. Sinan Hoca’nın dediği gibi, insan zihnini zinde tutmak için hep bir hedefinin olması, kendine meydan okuyacak uğraşlar bulması gerekiyor. Aksi halde, o kullanılmayan potansiyel bize negatif olarak geri dönebiliyor (örneğin strese, hastalığa dönüşebiliyor).

Özetle, hayvanların “aklını tam kullanması” ile insanların “aklının azını kullanması” meselesi zekâ eksikliğimizden değil, tam tersine fazladan bir farkındalığımız olmasından kaynaklanıyor. Hayvanlar ihtiyacı kadarını bilir ve onu sonuna dek kullanır. İnsan ise ihtiyaç duyduğundan fazlasını bilir, kafasında kırk tilki dolaştırır, hayaller kurar, planlar yapar… Ve bu yüzden elindeki kapasitenin büyük bölümü potansiyel olarak durur. İnsanı diğer canlılardan ayıran o zihinsel kapasite, doğru şartlar oluştuğunda ortaya çıkmak üzere bir köşede bekler. Bu bekleyiş bazen bizi huzursuz etse de (hani “içimdeki ses” susmadığı için uykular kaçar ya), aynı bekleyiş bize sonsuz imkanlar sunar.

Kedim Mırmır’a bakıyorum; şimdi karnını doyurmuş, koltuğun köşesinde mışıl mışıl uyuyor.  Onun beyni şu an yaptığının dışında bir şeyle meşgul değil; tam kapasite dinleniyor da diyebiliriz. Bense bu satırları yazarken bir yandan da “kız arkadaşım niye telefonlarımı açmıyorsun diye sorduğunda nasıl bir cevap versem” diye düşünüyorum . İşte fark burada: Mırmır olduğu şeyin tamamen farkında olmadan, %100 kedi olarak anı yaşıyor. Ben ise ne olduğumun fazlasıyla farkında olarak, %10 insan + %90 düşünce balonu şeklinde dolaşıyorum! Belki de bu yüzden teknolojiyi, sanatı, medeniyeti biz insanlar geliştiriyoruz; içimizde hep kullanılmayı bekleyen koca bir zihin var. Bu muazzam refleksif bilincimiz sayesinde düşünebiliyor, düşündüğümüzü düşünüp yeni anlamlar yaratabiliyoruz. Hayvanların dünyasında her şey olması gerektiği gibi ve yerli yerinde; bizim dünyamızda ise henüz olmamış şeylerin hayali bile var.

Sonuç olarak, insan zihni ile hayvan zihni arasındaki fark bir “üst katın” varlığı gibi. Hayvanlar zemin katta, tam verimle hayatlarını sürdürürken, biz insanlar çatı katında koca bir salon daha inşa etmişiz. Orada parti de verebiliriz, kendi kendimize kafayı da yiyebiliriz. Seçim ve kontrol bizim elimizde. Refleksif bilincimiz, yani zihnimizin kendi üzerine düşünebilme becerisi, belki de hem en büyük gücümüz hem de en büyük imtihanımız. Bunu fark ettiğimizde, bir yandan içimizdeki o kullanılmayan kapasiteye hayranlık duymamak, diğer yandan da bir kedi kadar huzurlu olamamak üzerine kafa yormamak elde değil.

Ama merak etmeyin, potansiyelimizi az kullanıyoruz diye üzülmeye gerek yok. Önemli olan, ihtiyaç duyduğumuzda o potansiyelin orada olduğunu bilmek ve gerektiğinde harekete geçirmek. Biz insanlar belki her an tam kapasite çalışmıyoruz, fakat gerektiğinde sınırlarımızı aşabiliriz. Hayvanlar ise zaten sınırlarında yaşadıkları için fazlasını aramıyorlar. İkisinin de kendine göre bir güzelliği var. Mırmır’ın huzuru da bizin hayallerimiz de bu dünyanın zenginliği.

Neticede, refleksif bilincimiz sayesinde insanız. Düşündüğümüzü düşünüyoruz, bildiğimizi biliyoruz ve bu sayede kendimizi aşma fırsatımız var. Hayvanlar belki “en akıllı”şekilde yaşarlar, ama bizler “daha neler yapabilirim?” diye sorarak ilerliyoruz. Belki de insan olmanın güzelliği de burada: Aklımızın tamamını kullanmıyoruz, çünkü o akıl denen hazinenin sınırı yok – her an yeni bir keşfe, yeni bir fikre yer var.

Yorum bırakın