Merhaba ,
Bazen olur ya hani… Elinde çayın, camın kenarına yaslanmışsın, dışarıda usul usul bir rüzgâr esiyor, içinden de bir şeyleri çözmeye çalışmak geçiyor. Dünya çok büyük, biz çok küçükmüşüz gibi hissediyorsun. İşte ben de bir akşam öyle otururken, aklıma o hepimizin zaman zaman sorduğu o koca soru geldi: “Neden bazı ülkeler bu kadar zengin de bazıları bu kadar yoksul?” Öyle uzmanlıkla falan değil, sadece insan gibi, içten içe anlamaya çalışarak… Cevaplar ararken elime bir kitap geçti: Ulusların Düşüşü. Daron Acemoğlu ile James A. Robinson’ın kaleme aldığı, kalın, ama öyle havalı cümlelerle değil de derdi olan bir dost gibi konuşan bir kitap. Dedim ki kendi kendime: “Belki bu kitap, o içimi kemiren sorulara biraz olsun ışık tutar.” Ve tuttu da. Şimdi, bu satırlarda, o ışığın bana gösterdiklerini seninle paylaşmak istiyorum. Uzman edasıyla değil… Dost meclisinde, içten içe dertleşiyormuşuz gibi
Kitapta özellikle Mısır örneği beni derinden etkiledi, birazdan anlatacağım. Ama istersen önce genel resme bir bakalım: Gerçekten de neden ulusların kaderi bu kadar farklı oluyor? Kimisi yıllarca fakirlikten kurtulamıyor, kimisi de sürekli ilerleyip zenginleşiyor. Bu konuda türlü türlü teoriler duymuşsundur. Kimi der ki coğrafya kaderdir; “Çölün ortasında olursa tabii fakir kalırsın” diye örnek verirler. Kimisi de kültüre, millete bağlar; “Şu millet çalışkandır, bu millet tembel” laflarını duyarız. Başkaları da çıkar, liderlerin yanlış politikalarını suçlar: “Ah şöyle yapsalardı ülke uçardı, ama kötü yönettiler batırdılar” diye konuşulur. İtiraf edeyim, eskiden ben de bu açıklamalardan birine sarılıp duruyordum. “Herhalde filanca ülke fakirse iklimi kötü ya da insanları eğitimsiz ondan” diye düşünmüşlüğüm çoktur.
Acemoğlu ve Robinson ise kafamdaki bu ezberleri güzelce bozdu. Dedikleri şu kabaca: _Bir ülkenin zenginliğini ya da sefaletini asıl belirleyen şey ne iklimi, ne insanlarının tembelliği veya çalışkanlığı, ne de yöneticilerin anlık kaprisleri… Mesele daha derinde, kurumlarda._ Yani “kim, neyi, nasıl yönetiyor?” sorularında. Kurum derken kastettikleri, ekonominin ve siyasetin işleyiş biçimi, yazılı yazısız tüm kurallar, devletin yapısı, güç dengeleri… Bu ikili diyor ki eğer bir ülke kapsayıcı kurumlar kurmuşsa, yani geniş halk kesimlerini sürece dahil eden, adil bir düzen kurabilmişse, o ülke er ya da geç kalkınıyor. Ama sömürücü kurumlar hakimse, yani öyle bir düzen var ki küçük bir zümre pastayı kapıyor, geri kalanlar için imkan yok; işte o ülkede de ilerleme sağlanamıyor, hatta gerileme ve kısır bir döngü hüküm sürüyor.
Bunu ilk duyduğumda biraz durup düşündüm. Aslında kulağa oldukça mantıklı geliyor, değil mi? Hani bazen deriz ya “balık baştan kokar” diye; eğer baştaki sistem adil değilse, aşağısı da bir türlü düzelmiyor. İnsanlar ne kadar yetenekli, zeki veya çalışkan olursa olsun, eğer önlerinde duvar gibi bir sistem varsa, o potansiyel heba olup gidiyor. Diğer yandan, düzene bakıyorsun, fırsatlar eşit dağıtılmış, insanların sesi duyuluyor, mülkiyetine emeğine saygı var; eh orada da zamanla mucizeler gerçekleşiyor. Bu durum, aileden tut da koca imparatorluklara kadar her ölçekte geçerli sanki. Küçük bir örnek vereyim: Bir iş yerinde patron bütün kararları keyfine göre alır, çalışanları sömürürse, o iş yerinde kimse yeni bir fikir sunmaya cesaret edemez; herkes “aman başımı belaya sokmayayım da maaşımı alayım” diye düşünür. Sonuçta o şirket yenilik yapamaz, verim düşer, belki batar gider. Ama başka bir iş yerinde patron çalışanlarını dinler, onlara ortakmış gibi değer verirse, herkes daha iyi çalışır, şirkete sahip çıkar, yeni fikirlerle şirketi büyütür. Ülkeler de aslında buna benziyor: Kurallar, teşvikler ve güç dağılımı, yani kurumlar, her şeyi değiştiriyor.
Şimdi sana kitaptan aklımda kalan, içime dokunan bazı hikayeler anlatmak istiyorum. Özellikle Mısır’ın hikayesi ve tarih boyunca tekrar tekrar karşımıza çıkan bir “kısır döngü” meselesi var ki, bunu duyunca eminim sen de benim gibi hayret edeceksin. Ayrıca başka ülkelerden, tarihten ve günümüzden de örneklerle bu konuyu harmanlayalım istiyorum. Öyle ansiklopedi bilgisi gibi değil de, hani kahvemizi alıp sohbet ediyoruz tadında anlatmaya devam edeyim. Hazırsan başlayalım dostum.
Mısır: Devrim, Eşitsizlik ve Kısır Döngü
Mısır’ın hikayesine gelirsek… Daha çok değil, 2011 yılında Mısırlılar “Arap Baharı” rüzgarıyla sokaklara döküldü. Kahire’deki Tahrir Meydanı’ndan dünyaya gür bir ses yükseldi: Yeter artık! Yıllarca ülkelerini demir yumrukla yöneten diktatörleri devirdiler. O meydandaki coşku görülmeye değerdi; insanlar sanki çok uzun süre sonra ilk kez umut etmeyi göze almışlardı. Herkesin dilinde aynı soru: “Bu sefer gerçekten değişecek mi? Fakirlik bitecek mi?”
Acemoğlu ve Robinson, işte tam bu soruya yanıt ararken Mısır’ın durumunu çok çarpıcı bir şekilde özetliyor. Diyorlar ki: “Mısır, halkın büyük çoğunluğunu hiçe sayarak toplumu kendi çıkarları için örgütleyen küçük bir elit tarafından yönetildiği için fakirdir.” Bu cümleyi okuduğumda zihnimde adeta ampuller yandı. Düşününce ne kadar doğru: Yıllarca siyasal gücün dar bir çevrede kaldığı, zenginliğin hep aynı elde biriktiği bir düzen varken, halk nasıl ilerlesin? Mısır’da eski devlet başkanı Hüsnü Mübarek’in servetinin 70 milyar doları bulduğu söyleniyor. Düşün! Bu muazzam servet, kimin parasıydı sence? Tabii ki halkın dişinden tırnağından arttırdığı, ya da doğrudan doğruya ondan çalınan, üretimden, petrolden, turizmden elde edilen gelir. Bir kişi ve yandaşları zengin olurken milyonlarca Mısırlı yoksulluk içinde yaşamaya mahkum kaldı.
Hal böyle olunca, diktatör devrilince sihirli bir değnek değmiş gibi her şey bir anda düzelmedi. Mısır, 2011’de devrimi yaşadı ama sonrasını biliyoruz: Kısa bir demokrasi denemesinden sonra yine güç ordu destekli sert bir yönetimin eline geçti. Yani devrim halka beklediği refahı getiremedi. Niye dersen, düzen değişmemişti de ondan.Sadece baştaki kişi değişti, ama kurumlar – yani kurallar, güç yapısı, zenginliğin paylaşım şekli – hep eskisi gibi kaldı veya yeterince değişmedi. Bu da beni tarih boyunca sık sık gördüğümüz bir gerçeğe götürdü: Kısır döngü.Yani, köklü bir değişiklik yapmazsan, yeni gelen eskisini aratıyor bazen. İktidarı ele geçiren, düzeni kendi çıkarına kullanmaya başlıyor, yine halk kaybediyor.
Bu durum bana neyi hatırlatıyor biliyor musun? George Orwell’ın _Hayvan Çiftliği_ romanını. Hani hayvanlar çiftlikte isyan ediyorlardı, baştaki zalim çiftlik sahibini kovalıyorlardı. Başta her şey gül gülistanlıktı; “Bütün hayvanlar eşit olacak” diye hayaller kurdular. Sonra zamanla ne oldu? Domuzlar yavaş yavaş gücü ele geçirip insana benzemeye, diğer hayvanları yine aşağılamaya başladı. En sonunda “Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşit” diye bir slogan kaldı elde… İşte Mısır’ın ve nice ülkenin hikayesi de bence buna benziyor. Devrim yapılıyor, halk “oh be” diyor, ama bir bakmışsın ki yeni gelenler de güç zehirlenmesine uğramış. Fransız İhtilali’nden sonra Napolyon’un imparator olması gibi… Ya da bizim tarihimizde de örnekleri yok mu? Hep aynı terane: Oligarşinin Tunç Yasası dedikleri gerçek – yani her değişimden sonra yeni bir güç odaklı elitin doğması – ne yazık ki sık tekrarlanıyor.
Mısır’ın bugününe baktığımızda, yine ekonomik zorluklar, yine gençlerin işsizlikle boğuşması, yine demokrasi talebi görüyoruz. Tarih tekerrür mü ediyor diye insan sormadan edemiyor. Ancak işte tam da bu noktada, “Ulusların Düşüşü” bize karamsarlıktan ziyade bir ders veriyor: Düzenin kötü olması bir yazgı değil, insanlarının eseridir. İnsan eliyle bozulduysa, yine insan eliyle düzeltilebilir. Ama kolay mı? Hiç değil. Kısır döngü kırılabilir mi? Zor, ama imkansız da değil. Bunun nasıl olabileceğini anlamak için gel beraber biraz da başka örneklere bakalım.
Tarihten Örnekler: Kurumlar Nasıl Şekillendirir?
Tarih sahnesine baktığımızda, güç ve zenginlik dengesinin kurumlar aracılığıyla nasıl kurulduğuna dair sayısız örnek var. Osmanlı İmparatorluğu ile başlayalım: 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı dünyanın en güçlü devletlerinden biriydi. Ancak yeniliğe ve değişime yaklaşımı pek de açık değildi. Mesela **matbaa** olayı dillere destan. Avrupa’da 15. yüzyılda matbaa sayesinde kitaplar hızla yayılıyor, bilgi çağının fitili ateşleniyor. Osmanlı’da ise matbaaya uzun süre izin çıkmıyor; üstelik yasaklanması bir yana, engellemek için ciddi direnç gösteriliyor. Neden? Belki de devrin elitleri (saray, ulema, hattatlar) mevcut düzenin sarsılmasından korktular. “Ya halk fazla kitap okursa, ya düşünmeye başlarsa, ya bizim otoritemize meydan okurlarsa?” kaygısı belki de. Matbaa Osmanlı topraklarına 18. yüzyıl ortasında ancak sınırlı ölçekte girebildi. Bu gecikme nelere mal oldu dersin? Mesela 1800’lerin ortasına gelindiğinde **İngiltere’de erkeklerin yaklaşık %60’ı okur-yazardı, Osmanlı’da ise bu oran %3 civarındaydı!** Aradaki fark korkunç değil mi? Düşün, her 100 erkeğin 60’ı okuma biliyor diğer tarafta, Osmanlı’da sadece 3 kişi… Bu demek ki toplumun geneli karanlıkta kalmış, bilgi sadece bir avuç kişinin elinde. Sonuçta Avrupa bilimde, teknikte koşar adımla ilerlerken Osmanlı geride kaldı. Matbaa meselesi, kurumların (burada siyasal ve düşünceye yönelik kurumların) nasıl gelişimi baltalayabileceğinin güzel bir örneği.
Bu sadece Osmanlı’ya mahsus bir durum değildi elbet. **Çin İmparatorluğu**nda da zamanında benzer bir şekilde deniz seferleri, kâşiflerle yeni topraklarla ticaret gibi yenilikler imparatorlar tarafından durduruldu. 1400’lerde Çinli denizci Zheng He devasa filosuyla Afrika’ya kadar gidip dönüyordu; ama sonrasında imparatorluk içe kapandı, gemileri yaktı, “dünyayı keşfetmeyelim” dedi. Oysa aynı dönemde Avrupalı denizciler dünyayı turlamaya başlamıştı bile. İşte bu fark, kimin ileride söz sahibi olacağını belirledi. Keşif yarışını kazanan Avrupa, sömürgeler kurup zenginliği biriktirirken, Çin kendi içine kapanıp bir süre sonra esamesi okunmaz hale geldi. Görüyorsun ya, **yenilikten korkup kapanmak** hem Osmanlı’ya hem Çin’e pahalıya patladı. Bu kararların arkasında yatan da yine kurumlar: Güç sıkı sıkı elde tutulmak istenirse, yenilik getirecek hamlelere izin çıkmaz.
Gelelim **Amerika kıtasına** ve sömürgeciler çağına… 1500’lerde Avrupalılar Amerika’yı “keşfetmişti”. İspanyollar, Portekizliler güneyde ve Orta Amerika’da ne buldularsa söküp aldılar; altın, gümüş, değerli maden ne varsa gemilere yükleyip Eski Dünya’ya taşıdılar. Aztek ve İnka medeniyetlerini dize getirip yerli halkı köleleştirerek kendi çıkarları için çalıştırdılar. O topraklarda kurulan yeni düzen, tepede bir avuç sömürge valisi ile bunlarla işbirliği yapan yerli aristokratların, aşağıda ise köle gibi çalışan yığının olduğu acımasız bir sistemdi. Bu düzende halkın çoğu neredeyse hiçbir hakka sahip değildi. Üret, vergini ver, sesini çıkarma… Çok tanıdık, değil mi? Latin Amerika’nın birçok bölgesi böyle yüzyıllar geçirdi.
Kuzey Amerika’da ise İngilizler başka bir durumla karşılaştı. İlk geldiklerinde Virginia’da altın aradılar ama bulamadılar. Karşılarında Aztekler kadar yoğun bir medeniyet de yoktu; daha çok küçük köy toplulukları vardı. Sonunda “Burada hemen köşe dönemeyeceğiz” diyerek toprağa yerleşmeye, tarımla uğraşmaya başladılar. İspanyollar gibi hazır hazine bulamadıkları için kölelik sistemine çok daha az başvurmak zorunda kaldılar (yine de kölelik yaptılar ama Latin Amerika’daki kadar aşırı değil). Kızılderililerden fazla vergi alınacak köylü devşirme de çıkmadı. Bu nedenle, kendi kendilerini yönetmeye, işgücü bulmak için Avrupa’dan göçmen çekmeye odaklandılar. 1619’da Virginia’da ilk kez kendi seçtikleri temsilcilerle **meclis** bile topladılar! O devirde İspanyol sömürgelerinde halkın böyle seçim yapması düşünülemezdi. İngilizlerin kuzeydeki kolonilerinde zamanla küçük de olsa bir orta sınıf, mülk sahibi çiftçiler, tüccarlar ortaya çıktı ve bunlar hak talep etmeye başladı. Sonrasında Amerika Birleşik Devletleri’nin kurulmasıyla neticeyi biliyoruz: Oldukça katı bir sömürge düzenine sahip Latin Amerika ülkeleri uzun süre sıkıntı çekti, dürbünle demokrasi aradılar; ABD ise nispeten daha kapsayıcı kurumlar temeli üzerine kurulduğu için hızla sanayileşti ve dünyanın en büyük ekonomisi haline geldi.
Bir örnek de **Kore Yarımadası**’ndan verelim. Kore aslında yüzyıllardır aynı krallıkların idaresinde, ortak bir kültüre sahip bir yerdi. II. Dünya Savaşı sonrasında talihsiz bir şekilde Kuzey ve Güney diye ikiye bölündü ve her iki parçada bambaşka yönetimler iş başına geldi. **Kuzey Kore** tam anlamıyla totaliter, dışa kapalı, halkın özgürlüklerinin hiç olmadığı bir diktatörlük rejimi altında kaldı. **Güney Kore** ise önce askeri darbeler, sancılı yıllar geçirse de zamanla çok partili demokrasiye geçti, piyasa ekonomisini benimsedi ve dünyaya açıldı. Bugün geldiğimiz noktada iki Kore arasında dağlar kadar fark var. Güney Kore teknoloji devi şirketleriyle, kişi başına 30-40 bin dolar geliriyle modern bir refah toplumu. Kuzey Kore ise bir avuç yöneticinin halkı demir yumrukla yönettiği, halkın çoğunun fakirlik ve baskı altında yaşadığı bir yer. Geceleyin uydu fotoğrafına baksan, Güney ışıl ışıl parıldarken Kuzey zifiri karanlık — bu kadar net! İşte aynı insanlar, aynı tarih, ama sadece son 70 yılda farklı kurumlar sebebiyle bambaşka iki ülke ortaya çıktı. Tek fark neydi? Yönetim biçimi, yani kurumları.
Bu verdiğim örneklerin her birinde, aslında aynı ders var: **Kritik anlarda alınan kararlar, oluşan kurumlar ülkelerin geleceğini şekillendiriyor.** Bazen ufacık bir fark, yıllar içinde devasa farklar yaratabiliyor. İngiltere Parlamentosu 17. yüzyılda biraz güç kazanmasaydı, belki de Sanayi Devrimi orada başlamazdı. Veya Osmanlı matbaayı 250 yıl geciktirmek yerine benzer zamanda benimseseydi, belki çok farklı bir kaderi olurdu. Tarihte “ya o an şöyle olsaydı…” diye insanı düşünceye sevk eden çok kavşak var. Kitapta bunlara “kritik dönemeçler” diyorlar. Yani tarihin akışında bazı anlar var ki, yapılan tercihler ülkeleri farklı yola sokuyor. Bir yola girdin mi de, sonra onun üzerine yeni gelişmeler bina oluyor, geriye dönmek zorlaşıyor. İyiye gittiyse ne ala, kötüye gittiyse çıkmak çok zor…
Tabii şunu da ekleyelim: Coğrafya, kültür, tesadüfler tamamen önemsiz değil. Mesela tropikal iklimlerde tarım verimi düşük olabiliyor veya bazı toplumlar tarihsel olarak farklı inanç sistemlerine sahip olabiliyorlar. Ama bunlar asıl belirleyici olsaydı, tarihte birçok ülkenin kaderi asla değişmezdi. Hâlbuki değiştiğini görüyoruz. Bir zamanlar dünyayı titreten, sonra düşen imparatorluklar var (Osmanlı, Roma, Sovyetler gibi); ya da fakirlikten gelip sanayileşenler var (Güney Kore, Singapur gibi). Bu da gösteriyor ki son sözü söyleyen kurumlar. Hatta **Jared Diamond**’ın **_Tüfek, Mikrop ve Çelik_** kitabındaki teze göre coğrafya çok önemliydi, ama Acemoğlu’lar buna “zamanla kurumlar coğrafyadan başrolü kapar” diyerek farklı bir cevap vermiş oldular diyebilirim. Nitekim **Nogales** diye bir kasaba var, Meksika-ABD sınırında ortadan ikiye bölünmüş. Kuzey tarafı Arizona eyaletinde, güney tarafı Meksika’nın Sonora eyaletinde. İklim aynı çöl, insanlar akraba hatta. Ama bugün kuzeyde kişi başına gelir güneyin üç-dört katı, suç oranı daha düşük, eğitim ve sağlık daha iyi. Sınırın tek farkı, iki tarafta bambaşka kurumların işlemiş olması. Yıllarca ABD tarafı daha demokratik ve hukuka dayalı yönetilirken, Meksika tarafı sık sık yozlaşmış yöneticiler ve çalkantılar gördü. Sonuç? Aynı Nogales şehrinin kuzeyi refah içinde, güneyi ise nispeten geri kalmış. Bu örnek coğrafyanın değil, kurumların belirleyici olduğuna güçlü bir kanıt adeta. **İnsan yapımı kurallar** (kanunlar, kurumlar, anayasalar vs.), doğanın ve tarihin verdiklerinden daha fazlasını belirliyor.
## Bugün Dünyası: Kurumlar Hâlâ Anahtar
Günümüzde de kurumların etkisini her yerde görüyoruz. İster zengin, ister fakir olsun, bir ülkenin başına gelenler kurumlarıyla yakından bağlantılı. Örneğin **petrol zengini ülkeler**i ele alalım. Suudi Arabistan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler muazzam petrodolar gelirlerine rağmen çoğu vatandaşları için gerçek bir refah ve özgürlük getirmiş değil. Neden? Çünkü bu paraları yöneten kurumlar çok dar bir çevrenin kontrolünde. Halk hesap soramıyor, seçim yok veya göstermelik. Dolayısıyla petrol belki yolları, gökdelenleri parlak yapıyor ama eğer demokratik, kapsayıcı kurumlar yoksa geniş halk kesimine faydası sınırlı kalıyor. Hatta *”petrol laneti”* diye bir kavram bile var: Doğal kaynak zenginliği bazen paradoksal biçimde ülkeleri durgunlaştırıyor, çünkü kolay para gücü elinde tutanları rehavete ve hırsızlığa itiyor.
Tersine, bazı ülkeler de var ki çok kısıtlı kaynaklarla büyük atılımlar yapabilmiş. Mesela **Güney Kore** dedik; doğal kaynağı, petrolü yok, ama beyin gücü var, çalışan kurumlarıyla mucize yarattı. Yine **Japonya** yeraltı zenginlikleri olmadan, sadece insanların emeği ve iyi planlama ile dünyanın saygın ekonomilerinden oldu. Demek ki zengin olmak için hammadde şart değil, kurumların doğru yönlendirmesi şart.
Yakın tarihli başka örnekler de gözlerimizin önünde cereyan etti. **Venezuela**’yı düşün mesela: Dünyanın en büyük petrol rezervlerinden birine sahip, vaktiyle Latin Amerika’nın en zengin ülkelerindendi. Ama kötü yönetim, yozlaşan kurumlar ve tek adam dayalı popülist politikalar yüzünden şu an halkı enflasyonla, kıtlıkla boğuşuyor, milyonları göç etti. Bu da gösteriyor ki doğal servet de tek başına kurtarmıyor; kurumlar kötü ise ülke çökebiliyor.
Bir başka çarpıcı örnek: **Arjantin**. 1900’lerin başında Arjantin kişi başı gelirde dünyanın ilk 10 ülkesi arasındaydı, Avrupalı göçmenlerin akın ettiği, parıldayan bir ülkeydi. Şu haline bak: Son yüzyılda defalarca ekonomik kriz, darbe, enflasyon sarmalı yaşadı, halen de tam düze çıkmış değil. Niye? Çünkü kurumlarını istikrarlı hale getiremediler, gücün denge denetim mekanizmaları oturmadı. Bir ara zengin olsan bile, bu kalıcı olamayabiliyor, eğer şeffaf ve hesap verebilir bir düzenin yoksa.
Elbette olumlu örnekler de yok değil. Mesela **Botsvana**’yı duymuşsundur. Afrika kıtasında, bağımsızlığını kazanır kazanmaz nispeten kapsayıcı kurumlar inşa etmeye odaklandılar. Uzun süre sadık bir demokrasi geleneği oluşturdular. Derken ülkede muazzam elmas yatakları keşfedildi. Birçok Afrikalı komşusuna göre bu bir lanetin habercisi olabilirdi — malum, **Sierra Leone** gibi yerlerde elmas = iç savaş ve talan demiştir. Ama Botsvana’da şöyle bir fark vardı: Güç başta tek elde toplanmamıştı, kararlar görece kapsayıcı bir biçimde alınıyordu. Sonucunda ne oldu? Elmas gelirleri akılcıca yönetilip eğitime, sağlığa, altyapıya yatırıldı. Bugün Botsvana, kişi başı milli gelir olarak orta gelirli bir ülke konumunda ve çevresindeki birçok ülkeden daha müreffeh, daha istikrarlı. Yani demek ki her durumda kısır döngü esir almak zorunda değil; liderlik doğru vizyonu ortaya koyar, kurumları sağlam temeller üzerine kurarsa, toplum kazanıyor.
Şu da var: Çoğu ülkede insanlar da artık bu gerçeğin farkında ve haklarını talep ediyor. **Dünyanın dört bir yanında protestolar, hareketler** görüyoruz: Latin Amerika’da yolsuzluğa karşı çıkan halk eylemleri (mesela Brezilya’da dev yolsuzluk skandalı sonrası halkın isyanı), Doğu Avrupa’da otoriterleşmeye karşı mücadeleler, Asya’da demokrasi talep eden gençlik hareketleri… Hepsinin özünde insanların sömürülmek, sesi kısılmak istememesi var. **Bizim ülkede** de zaman zaman benzeri tartışmalar yaşanıyor: “Yargı bağımsız mı? Basın özgür mü? Kurumlar gelen baskılara ne kadar dayanıklı?” diye. Toplum olarak biliyoruz ki eğer kurumlarımız zedelenirse, demokratik işleyişte aksama olursa, uzun vadede kalkınmamız da tehlikeye girer. Bu nedenle bu konular üzerine konuşmak, tartışmak, gerekirse sokakta hakkını aramak her yerde olduğu gibi bizde de gündeme geliyor.
Son olarak, bugün dünyası deyince teknoloji ve küreselleşme de var. İletişim çağında insanlar başka ülkelerdeki yaşam standartlarını görüyor, kendi durumlarıyla karşılaştırıyor. Bu da bazen beklenti yaratıyor: “Onlarda bu varsa bizde niye yok?” sorusu yüksek sesli bir talebe dönüşebiliyor. Mesela internetin sansürlendiği, haber alma özgürlüğünün kısıldığı ülkelerde gençler VPN’lerle, proxy’lerle dünyaya açılıyor, gerçeği öğreniyor ve bu baskıya itiraz ediyor. Ya da küresel ekonomi içinde artık bir ülkede kriz olunca herkesi etkiliyor; bir yerdeki savaş, enerjide, gıdada fiyat artışı demek. Bu bakımdan, hiçbir ülke “Ben başkalarından bağımsız takılırım, kurumlarım kötü olsa da idare ederim” diyemez hale geldi. Ya hep beraber yükseliyoruz, ya da hep beraber düşüşü izliyoruz.
## Son Söz: Umut ve Sorumluluk
Sevgili dostum, lafı baya uzattım farkındayım. Ama inan içimden geçenleri dökmek iyi geldi. **Ulusların Düşüşü**’nden öğrendiklerim bana bir gerçeği tekrar hatırlattı: Toplumların kaderi gökten zembille inmiyor, onu biz insanlar kendi ellerimizle dokuyoruz. Kimi zaman acımasız güç oyunlarıyla, kimi zaman el ele vererek güzel kurumlar inşa ederek… Eğer düzeni adil yaparsak çiçek gibi bir memleketimiz oluyor; baskıya, sömürüye göz yumar ya da boyun eğersek, her şey elimizden kayıp gidiyor. Bu kadar basit ve bu kadar zor işte.
Kitabı kapatıp kendi kendime kaldığımda, gözümün önüne bir görüntü geldi. Hayal et: Afrika’da küçücük bir kız çocuğu, elektriğin bile doğru düzgün olmadığı bir köy evinde, gaz lambasının titrek ışığında ders çalışıyor. Hayalleri var, büyüyünce doktor olmak istiyor mesela, ya da mühendis… İşte o an şöyle bir düşünüyorum: Bu kızın kaderi niye böyle zorlu olmak zorunda? Onun suçu ne ki? Sadece yanlış ülkede, yanlış kuralların içinde doğmuş olmak… Öte yanda dünyanın başka köşesinde başka bir çocuk en iyi şartlarda, en iyi okullarda büyüyor, dünyayı gezip görüyor. Aralarındaki fark ne? Ne o diğerinden daha az zeki, ne de daha az insan. Tek fark, doğdukları ülkenin düzeni. Bu gerçeği düşününce içim hem hüzünle doluyor, hem de bir sorumluluk hissi kaplıyor.
Düşünüyorum da, belki bizler çok fazla şeyi değiştiremeyiz hemen. Ne de olsa köklü problemler bunlar. Ama en azından artık meseleyi daha iyi anladığımızı hissediyorum. Seninle bunları paylaştım ki birlikte düşünelim, birlikte dertlenelim ve belki birlikte umut edelim. Şunu unutma: Tarih boyunca kötü gidişata “dur” diyenler de yine sıradan insanlar olmuş. Hakim gücün karşısında boyun eğmemişler, bedel ödemişler ama sonunda çocuklarına daha iyi bir düzen bırakabilmişler.
Ben kendi adıma, bu sohbetten sonra şuna karar verdim: Etrafımda gördüğüm yanlışlıklara ilişkin daha az “kadercilik” yapacağım. Yani “burası böyle, yapacak bir şey yok” demek yok. Sonuçta biz nasıl bir ülkede yaşamak istiyorsak, onu inşa etmek de bizim elimizde. Bu memleketin bütün güzelliğini ortaya çıkartacak olan da biziz, tıkanmasına sebep olacak olan da… Umudumu kaybetmemeye çalışıyorum. Çünkü umut olmadan hareket olmaz. Önce hayal edeceğiz ki sonra gerçek olsun. En karanlık gecelerin sabahı nasıl ağardıysa, dünyanın en karanlık dönemlerinde de bir yerlerden ışık sızıyor. O ışığın peşinden gidelim.
Umarım bu yazdıklarım sana da bir şeyler hissettirmiştir. Belki biraz uzun oldu ama içimden geldiğince paylaştım. Son satırlara gelirken şunu diyebilirim: Her şeye rağmen, tarihin gidişatını insanların azmi ve umudu belirler. Uluslar yıkılır, ülkeler fakirleşir ama sonra bakarsın aynı halk yeniden ayağa kalkar, yeni bir düzen kurar. Bu dediğim düşünce de mümkün olsa da pratikte çok az toplumun başardığı ve bundan sonra da çok az topluma nasip olacak bir kaderdir.