Yazı kategorisi: derinliği olmayan kişisel görüşlerim, rastgele söylenmiş sözler

Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine

Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine

Nasreddin Hoca göle maya çalmış. “Tutmaz ki” demişler. “Ya tutarsa” demiş. Bireycilik üzerine konuşmak da biraz buna benziyor. İnsanlık tarihi boyunca ya Tanrıya, ya topluma, ya da düzene bel bağlamış bir varlık türünden bahsediyoruz. Şimdi kalkıp da “ya insan kendi başına bir değer olabilir mi?” diye sormak, göle maya çalmaktan farksız. Tutmuyor çünkü. Ama ya tutarsa? İşte bu sorunun peşinden gitmek gerekiyor. Çünkü bir noktada şu gerçekle yüzleşiyoruz: Tanrı merkezin dışına itildikten sonra onun boşalttığı tahtı dolduracak birini aradık. İlk aday “birey”di. Ama işte, o tahta çıkan her kimse, orada uzun süre kalamıyor.

Ortaçağ boyunca Avrupa’nın aklı da kalbi de kilisenin elindeydi. Ama bu öyle sadece teolojik bir egemenlik değildi. Aristo’dan Platon’a kadar Antik Yunan filozoflarının otoritesiyle beslenmiş, taş gibi bir metafizik inşa edilmişti. İnsan birey değildi, Tanrı’nın huzurunda sadece bir kuldu. Toplum da bireyden önce gelirdi. İnsan kendi adına değil, Tanrı adına yaşardı. Birey olmak bir ayrıcalık değildi, neredeyse bir sapmaydı. Fakat zamanla, bilimin yükselişiyle birlikte Tanrı’nın otoritesi çatırdamaya başladı. Evrenin mekanik olduğu, doğanın yasalara bağlı şekilde işlediği ortaya çıktıkça, “Tanrı her an her şeyi yöneten bir irade midir, yoksa bu evreni kurup çekip giden bir saatçi mi?” sorusu ortaya atıldı.

Ve işte bu soruyla birlikte, Tanrı merkezin dışına atıldı. Felsefe tarihinin o kritik kırılmasında, insan “tahta” çıkarıldı. Descartes’la birlikte “özne” kavramı doğdu: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Yani önce birey vardı. Ondan sonra evren, toplum, hatta Tanrı anlam kazandı. Birey, kendi varlığını ispat ettikten sonra diğerlerini sorgulayabilirdi. Ama burada garip bir çelişki doğdu: Tanrı’yı dışlayarak bireyi merkeze almak, bir süre sonra bireyin de altını oydu. Çünkü mekanik bir evrende, eğer her şey determinizme bağlıysa, bireyin özgür iradesi ne kadar geçerli olabilir ki? Eğer zaten Tanrı yoksa, bireyin anlamı neye dayanacak?

O dönem filozofları bu boşluğu fark etti. “Bireyi tanrılaştırdık ama altı boş kaldı” dediler. Çünkü Tanrı’yı kaybetmenin anlamı sadece bir inancı yitirmek değil, aynı zamanda bireyin değerini temellendirebileceği kaynağı da kaybetmekti. Eğer Tanrı yoksa, insanın kendini üstün görmesi neden meşru olsun? Eğer insan, doğanın geri kalanından sadece birkaç fazla sinapsla ayrılıyorsa, o zaman neden onun yaşamı, bir ağaçtan, bir fareden, bir köpekten daha değerli olsun?

İşte bu soruların cevapsız kalması, modern zamanlarda “doğa”yı merkeze yerleştirdi. İnsan artık Tanrı’nın değil, doğanın bir parçasıydı. Hatta bir noktadan sonra, insanın doğayla özdeş görülmesi, insanın değerini değil, doğanın değerini artırdı. Hayvanseverlik, çevrecilik, veganlık, vejetaryenlik gibi pratiklerin arkasında aslında metafizik bir kayma vardı: Doğa artık araç değil, amaçtı. Yani insan doğayı kendi çıkarları için korumuyordu; doğa sırf “var olduğu” için değerliydi. Bu, ilk bakışta çok ahlaklı ve duyarlı bir yaklaşım gibi görünse de aslında bireyin özel konumunu tamamen ortadan kaldıran, “insanı sıradanlaştıran” bir ideolojik dönüşümdü.

Bireycilik bu noktada yeni bir sınavla karşılaştı. Çünkü artık birey sadece toplumun baskısıyla değil, doğanın kutsanmasıyla da arka plana itiliyordu. Artık köpekler insanlarla eşitleniyor, ormana beton dökmek doğaya değil “Tanrı’ya hakaret” gibi görülüyordu. Birey, kendi iradesiyle, zekâsıyla, düşünebilme yeteneğiyle, estetik zevkiyle, karar verme özgürlüğüyle diğer canlılardan ayrılmaya çalıştıkça “egosantrik” olmakla suçlanıyordu. Ama işin tuhaf tarafı şu ki: Kedi sahiplenen biri, sırf “estetik sebeplerle” sevimli bulduğu için bir kedi istese linç ediliyordu. Çünkü doğaya ve canlılara olan sevgi “koşulsuz” olmalıydı. İnsan bir şeyden hoşlandığı için değil, o şey “var olduğu için” değerliydi. Ve bu, bireyin isteklerinin artık ahlaki anlamda değersizleştiği bir düzene kapı aralıyordu.

Peki ama bu birey dediğimiz şey ne? Egoizmle aynı şey değil. Bireycilik, her insanın biricik olduğu, kendi amacı için yaşadığı, hayatının sorumluluğunu taşıdığı fikrine dayanır. Bireyciliğin kalbinde, insanın kendinde bir “amaç” olması fikri yatar. Yani insan başkaları için araç değil, kendi için yaşayan bir varlıktır. Ama burada kilit bir sorun devreye girer: Eğer evrende bir Tanrı yoksa, insanın “kendinde amaç” olması nasıl temellendirilecek? Yani insan neden “amaç” olsun ki? Neye göre? Kime göre?

Din bu soruya net bir cevap verir. Der ki: “İnsan Allah’ın yarattığı en değerli varlıktır.” Bu, insanı diğerlerinden üstün kılar. Çünkü insan akıl sahibidir, irade sahibidir, hesaba çekilecektir. Yani yaptığı şeylerin anlamı vardır. Her eylemi bir iz bırakır, karşılık bulur. Bu yüzden Tanrı varsa, bireyin değeri ontolojik olarak sabittir. Tanrı yoksa, bireyin değeri sadece “sosyal sözleşmeler” veya “ceza korkusu” gibi dünyevi ve geçici temellere dayanır. Bu da bireycilik için büyük bir açmazdır. Çünkü sen kendini bir birey olarak değerli görüyorsan, diğer insanları da aynı değerde görmek zorundasın. Ama bunu neye dayanarak yapacaksın?

Eğer tanrısız bir dünyada ahlaki bir düzen kuracaksan, Kant gibi bir “ideal gözlemci” kurman gerekir. Yani seni sürekli izleyen, ne yaptığını bilen bir soyut Tanrı. Ama bu da Tanrı fikrinin yerine geçmiyor mu? Üstelik bu gözlemci hayalî. Tanrı gibi her an her yerde değil. Ceza sistemiyle bir yere kadar korkutursun insanı, ama cezasız yerde insan ne yapar, onu bilemezsin. Kaldı ki, hayatta her zaman çıkarla çakışmayan durumlar olur. Bazen birini dolandırmak sana fayda sağlar. O zaman neye göre vazgeçeceksin? Sadece “yakalanırsam ceza alırım” diye mi?

Burada işte bireycilik büyük bir çıkmaza girer. Çünkü bireycilik, eğer bir “değer” üzerine kurulu olacaksa, bu değerin kaynağını belirlemek zorundadır. Tanrı varsa, bireyin değeri Tanrı’dandır. Tanrı yoksa, birey niye değerli olsun? Hele bir de bireyin doğayla eşitlenmesi söz konusuysa, o zaman birey niye özel olsun?

Bunun en görünür örneği kürtaj tartışmalarıdır. Bir taraf “kadının bedeni, onun kararı” der. Diğer taraf “ama o da bir canlı, onun da hakkı var” der. Tanrı inancı olan biri için mesele nettir: O can Tanrı’nın yarattığı bir hayat potansiyelidir, ona zarar veremezsin. Tanrı yoksa? E o zaman sınırı nerede çekeceğiz? Kalp atmaya başladığında mı? Bunu kim belirleyecek? Devlet mi, bilim mi, birey mi?

İşte bütün bu tartışmaların ortasında, insan kendini yeniden tanımlamak zorunda kalıyor. Çünkü bireycilik, din olmadan da mümkündür diyenler için büyük sorumluluklar doğuyor. Ama pratikte bu sorumlulukların altı boş kalıyor. Çoğu seküler birey, değerleri savunurken temellendiremiyor. Hissediyor ama açıklayamıyor. “Neden insan değerlidir?” sorusuna, “çünkü öyle”den fazlasını veremiyor.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor: Tanrı’yı devre dışı bırakmak, sadece bir metafizik inancı kaybetmek değildir. Aynı zamanda bireyin değeri, ahlaki sorumluluğu ve anlam dünyası da çatırdamaya başlar. Din, bireyciliği engellemek zorunda değildir. Tam tersine, Tanrı inancı bireyciliğin sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlayabilir. Çünkü Tanrı varsa, her birey biriciktir. Her bireyin hayatı anlamlıdır. Ve her bireyin yaptığı şeyin karşılığı vardır.

Tanrı yoksa? O zaman insan, doğanın sıradan bir parçasıdır. Ve doğa, çok acımasızdır.