Yazı kategorisi: derinliği olmayan kişisel görüşlerim

Tanrı 2.0

İlk yazıda “Tanrıdan Sonra Kim Kaldı?” diye sormuştuk ve Tanrı’nın çekildiği tahtı bireyin devralışını, sonra o bireyin de altının nasıl oyulduğunu konuşmuştuk. Din, doğa, anlam ve değer kavramları üzerinden yürümüştük.  İlk yazıyı okumak için :  https://neohermosta.blog/2025/04/09/tanridan-sonra-kim-kaldi-birey-din-ve-anlam-uzerine/



Tanrı Tahtı Bıraktıysa, Birey Nereye Oturacak? 

Bir insanın Tanrı’dan vazgeçmesi kolay değildir. Ama bazen daha zoru, Tanrı’dan arta kalan boşlukla yaşamaktır. İlk yazıda sormuştuk: Tanrı merkezin dışına itildiğinde, yerine birey oturtulmuştu. Ama sonra ne oldu? Birey de tahtta uzun süre kalamadı. Çünkü yük çok fazlaydı. Ve şimdi o taht boş. Peki ya şimdi? Şimdi kim var merkezin ortasında? Cevap çoğunlukla şu: Hiç kimse.

Bireycilik, yalnızca kendin için yaşamak değil; kendinle baş başa kalmayı da göze almak demektir. Bu kulağa romantik gelebilir, ama içi öyle değil. Çünkü Tanrı varsa, seni izleyen, seni bilen, seni duyan biri var demektir. Ve bu tek başına bile, en karanlık gecede bir soba gibi ısıtır insanı. Ama Tanrı çekildiyse, artık tek başınasındır. Ve o yalnızlık, çoğu zaman özgürlük değil, ıssızlık hissi doğurur.

Modern birey, bir anlamda iki uçurum arasında sıkışmıştır: Bir yanda kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, diğer yanda her kararın sorumluluğunu tek başına taşıma yükü. Tanrıdan miras kalan emirler, artık bireyin omzuna yıkılmıştır. Ne yapması gerektiğini söyleyen yoktur. Ne “günah” ne de “sevap” evrensel değildir artık. Her şey tartışmalıdır. Bu da bireyi görünmeyen bir tereddüt denizine fırlatır. Ve çoğu zaman boğulmak kaçınılmazdır.

Nietzsche’nin dediği gibi, Tanrı öldüyse, biz neyin kutsal olduğunu kimden öğreneceğiz? Birey kendi kutsallarını icat etmek zorundadır ama bunu yaparken sürekli şüpheyle kuşatılır. Çünkü kendi icat ettiğin şeye ne kadar inanabilirsin ki? İşte bu yüzden modern birey, çoğu zaman rol yapar. Değerli olduğunu düşünmek ister ama içten içe bunun da bir oyun olduğunun farkındadır. “Kendim için yaşıyorum” der ama ne için yaşadığını bilmez. Ve zamanla bu belirsizlik, “varoluşsal depresyon” denilen o görünmez boşluğa dönüşür.

İşte burada devreye “özgürlük” kavramı girer ama bu da çoğu zaman yanlış anlaşılır. Özgürlük, sadece kuralsızlık değildir. Sınırsızlık hiç değildir. Gerçek özgürlük, yönünü senin belirlediğin bir yolculuktur — ama o yolun haritası da, sorumluluğu da, hesabı da sana aittir. Tanrı’nın olmadığı bir dünyada, özgürlük aynı zamanda cezadır. Çünkü artık neyin “iyi” olduğunu Tanrı değil, sen belirleyeceksin. Ve eğer hata yaparsan, hiçbir ilahî plan seni kurtarmayacak. Başardığında övgü yok. Kaybettiğinde teselli yok. Çünkü artık gökyüzü sessiz.

Ama işin trajik tarafı şu: Tanrı’nın yerine geçen birey, zamanla kendinden de kuşku duymaya başlıyor. Çünkü bireycilik, salt benlik değil; aynı zamanda sürekli kendinle karşı karşıya kalmaktır. Bir Tanrı seni yargıladığında bu adil ya da değil, ama tanıdık bir yargıdır. Oysa insan kendi kendini yargıladığında hem hâkim, hem sanık, hem de cellat olur. Ve bu tür bir içsel mahkemede çoğu zaman af çıkmaz.

İşte bu yüzden birey, anlam ihtiyacını karşılamak için yeniden “bağ” kurmaya çalışır. Ama bu kez Tanrı’yla değil. Kimliklerle, ideolojilerle, gruplarla, kültürlerle, romantik ilişkilerle… Hatta kimi zaman travmalarla. Çünkü hiçbir şey değilse bile, acı bile bir aidiyettir. “Ben şu yüzden böyleyim” diyebilmek bile bireyi anlamsızlıktan kurtarır. Ama tüm bunlar, sadece bir “ikame Tanrı” bulma çabasıdır. Çünkü o taht hâlâ boş durmaktadır ve insan zihni boş tahtlara tahammül edemez.

Burada asıl soruya geliyoruz: Tanrı’nın yokluğunda birey ne yapmalı? Kendi değerlerini yaratmalı mı? Yoksa bir “üst otorite” olmadan değer inşa etmek mümkün değil mi? İşte bu noktada Kierkegaard’a dönüyoruz. O der ki, birey Tanrı’nın sessizliğine rağmen inançla yaşamalıdır. İnanç burada bilgi değil, bir atılamayan adımdır. Absürt bir teslimiyet. Yani her şey anlamsız olsa bile, sen anlamlıymış gibi yaşarsın. Bu tutum, Tanrı’nın yokluğuna rağmen onun varlığını varsaymak gibidir. Ve bu cesaret, belki de en gerçek bireyciliktir: hiçbir garantin olmadan yaşamak.

Ama herkes Kierkegaard olamaz. Çoğumuz bu uçurumun kenarında titreyerek dururuz. “Ya yoksa?” korkusu her zaman içimizde yankılanır. Ve bu yankı, bize en çok şunu fısıldar: Belki de birey olmanın bedeli, sonsuz bir tereddüttür. Çünkü ne yaparsan yap, hiçbir şeyin mutlak olmadığını bilirsin. Ne inancın, ne reddedişin, ne sevgin, ne öfken… Ve bu gri bölge, seni özgür kıldığı kadar yorar da. Çünkü artık ne günah ne sevap vardır. Sadece sen varsındır. Ve o da yetmez çoğu zaman.


Tanrı varsa anlam vardır. Tanrı yoksa, anlam bir tercihten ibarettir. İşte bu denklemin basit gibi görünen ama taş gibi ağır tarafı burada yatar: Eğer Tanrı gerçekten yoksa, birey yalnızca var olmakla kalmaz, aynı zamanda tüm anlam yükünü de tek başına taşımak zorunda kalır. Bu, özgürlük değildir — bir sorumluluk krizidir.

Çünkü Tanrı fikri sadece dini ya da mistik bir ihtiyaç değildir. Aynı zamanda ontolojik bir çerçevedir. İyi-kötü nedir? Adalet nedir? İnsan neden değerlidir? Bu soruların herhangi birine Tanrı olmadan evrensel bir cevap vermek kolay değildir. Elimizde kalan sadece “şu an için geçerli olan” normlar, toplumların üzerinde anlaştığı geçici kurallardır. Peki ya bu normlar değişirse? O zaman ahlak da değişir. Bu durumda birey, kendi ahlakını yaratmak zorundadır ama bu yaratımın mutlak bir zemini yoktur. Kendi ahlakını icat eden birey, kendi yasasının tek hakimi olur. Ve tarihin gösterdiği üzere, bu tür bireylerin sayısı arttığında medeniyet değil, anarşi doğar.

İşte bu noktada bazı düşünürler —Kierkegaard’dan Camus’ye, Dostoyevski’den Sartre’a— şunu sorar: Birey Tanrı olmadan bir sistem kurabilir mi? Ya da daha doğru soruyla: Birey Tanrı olmadan birey kalabilir mi?

Çünkü birey dediğimiz şey, aslında büyük anlatılar sayesinde şekillenen bir kavramdır. Modern bireycilik, her ne kadar Tanrı’dan bağımsızmış gibi sunulsa da, kökeni itibariyle Teistik bir arka plana sahiptir. Tanrı’nın huzurundaki eşit “kul” fikri, Batı düşüncesinde birey kavramını doğurmuştur. Ama sonra, o Tanrı denklemden çıkarılınca, geriye “eşit birey” değil; birbirinden kopuk, anlam arayan, yalnız varlıklar kaldı.

Bugün yaşadığımız bireysel kriz, sadece özgürlükle ilgili değildir. Aynı zamanda değer üretimiyle ilgilidir. Kendini özgür gören birey, aynı zamanda kendini değerli de görmek ister. Ama neye göre? Eğer Tanrı yoksa, birey neden değerlidir? Evrimsel olarak faydalı olduğu için mi? Peki o zaman başka hiçbir işe yaramayan biri —örneğin ağır engelli bir birey— neden yaşamalı? Bu soruya evrensel bir etik sistem sunmadan cevap vermek neredeyse imkânsızdır.

İşte tam bu noktada Tanrı fikrinin kaybı, sadece metafizik değil, ahlaki ve politik bir boşluk da yaratır. Modern çağ bu boşluğu çeşitli yollarla doldurmaya çalıştı: ideolojilerle, ulus devletle, hümanizmle, bilimin kutsallaştırılmasıyla… Ama hiçbiri, Tanrı’nın sağladığı mutlak çerçevenin yerini tam olarak dolduramadı. Bilim, bir şeyin ne olduğunu söyler — ne olması gerektiğini değil. Hümanizm insanı değerli sayar ama neden sorusunu geçiştirir. Seküler etik, evrensel olma iddiasıyla ortaya çıkar ama uygulamada kültürel göreceliğe çarpar.

Kısacası, modern birey Tanrı’dan kurtuldu ama yerine ne koyacağını bilemedi.

Bu noktada şu çok açık: Bireycilik, Tanrı’ya gerek duymayan bir özgürlük biçimi olarak sunuluyor ama kendi içinde dayanak eksikliği taşıyor. Çünkü özgürlükten söz edebilmek için önce özgürlüğün sınırlarını, değerini ve sorumluluğunu tanımlamak gerekir. Tanrı fikriyle desteklenen bireycilik, bu çerçeveyi sağlamıştır: “Özgürsün ama hesaba çekileceksin.” Tanrı olmadan özgürlük varsa da, hesap yoktur. Ve bu durumda özgürlük, bir tür sorumsuzluk alanına dönüşür.

Yani birey, Tanrı’yı reddettiğinde aslında sadece otoriteyi değil, anlamı da terk etmiş olur. Ve bu anlam boşluğu içinde birey, ya radikal nihilizme düşer, ya da eski sistemin yerine yeni inançlar yaratır. Bugün herkesin kimliğini inanç yerine koyması, sürekli bir aidiyet ihtiyacı duyması bu yüzdendir. İnsan, kendi başına var olamıyor. Çünkü “yalnız birey” bir idealdir ama “yalnız birey” gerçekte taşınması çok zor bir yüktür.

Bu yazının sonunda hâlâ şunu söyleyebilirim: Tanrı’nın varlığı akılcı bir zorunluluk değildir belki ama toplumsal ve etik bir çerçeve için hâlâ en sağlam model olabilir. Bunu bir inanan gibi değil, bir gözlemci gibi söylüyorum. Çünkü tarih boyunca, Tanrı’nın yerine başka şeyler koyduk. Hepsi bir noktada ya çöktü, ya da tiranlığa dönüştü. Belki de Tanrı’yı “inanmak için” değil, insanlığın kendi sınırlarını bilmesi için düşünmeliyiz. En azından şimdilik.

Tanrı 2.0” için 2 yorum

  1. Çok beğendim ama sanki yer yer kararsızsın. Tanrı fikrini reddetmiş gibi yazıyorsun ama hâlâ ona tutunmak istiyor gibisin.

  2. İTanrı’nın olmadığını veya inanmadigini incelikli, nazik ve empatik bir şekilde anlatmışsın Ne inançlıları küçümsemişsin, ne inançsızları 👏

Yorum bırakın