Bu blog’u açalı yaklaşık 9 yıl oldu. Dile kolay. 9 yıl boyunca yazıp duruyorsun ama hâlâ aynı yerdeysen, zaman seni değiştirmedi mi, sen mi zamanı yanlış yaşadın, bilemiyorsun. Şunu fark ettim: zaman dediğimiz şey bazen bir ilerleyiş değil, sadece bir tekrarlar zinciri. Ve bazen sadece kendini tekrar ediyorsun. Hep aynı boşluk, hep aynı sorular, hep aynı geceler.
Bugün yine o gecelerden biri.
Üç saat önce iyiydim. Şu an değilim. Bunu açıklayacak hiçbir şey yok. Ne kötü bir haber aldım ne bir kırgınlık yaşadım. Ama midemin ortasında tarif edemediğim bir boşluk var. İnsanı içten içe çürüten, hiçbir şeyin anlamını bırakmayan bir hissizlik. Sanki biri gelip iç organlarımı yavaş yavaş çekip almış gibi. Oturuyorum, nefes alıyorum ama içimde bir şey hareket etmiyor.
Hiçbir nedensellik yok. Hiçbir düzen yok. Bu ruh hâlleri tıpkı hava durumu gibi: ne zaman yağmur yağacak bilmiyorsun, ama ıslanıyorsun işte. Biraz evvel içimde her şey sakindi. Şimdi içim tavan arasına kapatılmış, tozlu, havasız bir çocuk gibi ağlıyor.
Benim gibi biri için bu çok zor. Analitik düşünmeyi seven, her şeyde sebep arayan, düzen seven biri için… Bu açıklanamayan ruh hâlleri, bu iniş çıkışsız ama derin düşüşler, bir insanın kendine düşman olmasının en kısa yolu belki de. Çünkü bir açıklama bulamayınca, suçu kendinde arıyorsun. Kendi zihnini didikliyorsun. Ama sonunda sadece daha fazla yorgunluk çıkıyor ortaya.
Sanki buruşturulup sonra açılmaya çalışılan bir kağıt gibiyim. Düzleştikçe kırışıklıklarım daha da belirginleşiyor. Her düzelmeye çalıştığımda, daha fazla eziliyorum.
İyi olduğumda… tuhaf bir huzur geliyor. Sanki hayatın bütün saçmalıklarını affedebilirim. Sanki bu dünya sandığım kadar kötü değil. Sanki… her şey belki de yerli yerinde. Ama o hâl uzun sürmüyor. Çünkü her şeyin anlamsızlığı eninde sonunda gelip çöküyor üstüne. O zaman en küçük bir acı, en küçük bir söz, yılların tortusunu bir anda gün yüzüne çıkarıyor. O zaman geçmişin yükü bir anda bugünün omzuna yığılıyor.
Biri gelip bana “hayatın anlamı senin için ne?” dese, sessiz kalırım. Çünkü bazen gerçekten bilmiyorum. Bazen “anlam” dediğimiz şeyin sadece inananlar için uydurulmuş bir pamuk ipliği olduğunu düşünüyorum. Ucunu göremediğimiz bir karanlıkta, sadece dokunmak için inşa ettiğimiz bir teselli. Bazen de gerçekten bir şeylerin bizim dışımızda bir düzeni olduğuna inanmak istiyorum. Ama o “bir şey”in ne olduğuna emin değilim.
Bu yüzden bazıları beni anlayamıyor. “İyi biri olmaya çalışmalısın” diyorlar. Peki ya içimde iyi bir yer kalmadıysa? Ya ne yaparsam yap, hep kendimi yıkan biri olduysam? İnsan bazen kendine zarar vererek başkalarına iyi davranabilir mi? Bilmiyorum. Bildiğim şey, kendime iyi davranamıyorum artık.
Ve işin kötüsü… suçluluk hissi. Kötü hissettiğim için bile suçlu hissediyorum. Sanki bu hâlimle dünyaya yük oluyorum. Sanki içimdeki bu karanlık, çevremdeki her ışığı söndürüyor. Oysa istemiyorum. Sadece bazen insan kendinden bile kaçamıyor.
Biri bana geçen gün şöyle dedi: “İnsan yaptığı iyiliklerin boşa gitmeyeceğine inanmak ister.” Ve ben o an içimden dedim ki: evet. Belki de bu yüzden bazıları hâlâ Tanrı’ya inanıyor. Belki de bir ihtimal daha anlamlı hale getirecek o adalet umudu için. Ama o adaletin gerçekten gelip gelmeyeceğinden emin olamıyorum. Bazen öte dünyanın varlığını isterken bile, onun yokluğu daha mantıklı geliyor. O yüzden inanamıyorum. O yüzden bağlanamıyorum. O yüzden burada, bu hâlde, bu kadar yalnızım.
Ve sonra… susuyorum.
Çünkü anlatmak bir işe yaramıyor.
Çünkü kimse tam olarak anlamıyor.
Çünkü bazen sen bile kendini anlamıyorsun.
Ve bu… seni yavaş yavaş yok ediyor.
Ben iyi biri olmak istiyorum. Ama olmuyorum.
Ben toparlanmak istiyorum. Ama dağılıyorum.
Ben inanmak istiyorum. Ama bilmiyorum.
Sadece… bilmiyorum.
Nedenini bilmeden geçiyor zaman…