Yazı kategorisi: içime sinen

SOKRATES’İN ÖLÜMSÜZ SAVUNMASI

“Artık ayrılma vakti geldi, yolumuza gidelim – ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi, yalnız Tanrı bilir.”

Sokrates’in Savunması: Zamanları Aşan Bir Ses

Hayal edin: M.Ö. 399 yılının bir bahar günü Atina’dasınız. Şehrin mahkeme meydanında toplanmış yüzlerce yurttaşın uğultusu kulaklarınızda. Ortam gergin ama meraklı; birazdan ünlü filozof Sokrates’in davası sonuçlanacak. Kalabalığın arasında güç bela ilerleyip içeri giriyorsunuz. Taş banklarla çevrili yarım daire şeklindeki alanda beş yüze yakın jüri üyesi – sıradan Atinalı erkek vatandaşlar – yerlerini almış durumda. Onların tam karşısında ise tek başına bir adam duruyor: Sokrates. 70 yaşını aşmış bu bilge, vakur ama mütevazı bir duruşla, üzerine çevrilmiş onlarca gözü sakin sakin süzüyor. Gür sakalı ve donuk bakır bakışlarıyla ne bir korku ne de öfke izi taşıyor yüzünde. Ellerini çözülmemiş bir bulmacanın huzuruyla göğsünde kavuşturmuş, yargıçların kararını bekliyor. Etrafı sessizlikle örülü bu kısa anda, sanki zaman da soluk almayı bırakmış gibi. Kimdir bu adam, neden yargılanıyor ve şu an aklından ne geçiyor acaba? Sizin de yüreğinizde hafif bir sıkışma hissi belirmiyor mu? İşte tam bu sessizlikte Sokrates derin bir nefes alıyor ve dudaklarından yüzyıllar boyunca yankılanacak sözler dökülmeye başlıyor.

Ben de, elimde Platon’un Sokrates’in Savunması metni, zihnimde bu sahneyi canlandırıyorum. Okudukça adeta o mahkeme salonunun tozlu zemininde ben de bulunuyorum. Sokrates’in kendini savunurken kullandığı her kelime, sanki yüzyıllar ötesinden bugün bana sesleniyor. Onunla birlikte, ben de kalabalığa bakıyorum hayalimde; merakla dinleyen birkaç genç yüz görüyorum bir yanda, öte yanda alaycı bir tebessümle onu izleyenler. Belki arka sıralarda, öğrencisi Platon da orada, hocasının her sözünü aklına kazıyor. Bir yandan içimden, “Keşke bir mucize olsa da bu bilge adam kurtulsa” diye geçiriyorum, öte yandan kaderin akışını biliyorum: biraz sonra Atina demokrasisi, tarihinin en tartışmalı kararlarından birini verecek. Sokrates suçlu bulunursa, cezası ölüm olacak. Nasıl olur? diyorum kendi kendime, *gerçekten de koskoca Atina, sırf düşünceleri yüzünden bir filozofu ölüme mi yollayacak? Bunu düşünürken boğazım düğümleniyor. Ama sabrediyorum; önce anlamalıyım, Sokrates buraya nasıl geldi, bu noktaya giden yolun taşları hangi ellerce döşendi?

Sokrates’in yargılanmasının sebeplerine inmek için biraz geriye, onun yaşamına ve Atina’nın o dönemki havasına gitmemiz gerekiyor. Bundan yaklaşık 30 yıl önce, Delphoi’daki ünlü kâhin, Sokrates’in bir dostuna şaşırtıcı bir kehanette bulunmuştu: “Sokrates’ten daha bilge bir insan yok” demişti kahin. Bu söylenti Atina’da hızla yayılınca Sokrates şaşkına dönmüş, hatta rahatsız olmuştu; çünkü kendisi, bilgelik iddiasında olan biri değildi. “Nasıl olur da en bilge ben olabilirim?” diyerek yollara düştü Sokrates, belki de yaşamının akışını sonsuza dek değiştiren bir yolculuğa… Atina’nın saygın politikacılarına, şairlerine, zanaatkârlarına, kendini bilen, akıllı geçinen kim varsa tek tek gidip sorular sormaya başladı. Amacı, kahinin yanıldığını kanıtlamaktı. Ünlü bir devlet adamına adaleti sordu, bir şaire ilhamın kaynağını, bir ustaya ustalığının sırrını… Ne var ki, her sorduğu kişide aynı manzarayla karşılaşıyordu: insanlar kendilerinden emin cevaplar veriyor, ama biraz derine inince aslında pek de bir şey bilmedikleri ortaya çıkıyordu. Sokrates’in ustaca sorgulamaları karşısında bu “bilge” geçinenlerin bilgileri paramparça oluveriyordu. Ve Sokrates sonunda acı bir gerçeğe vardı: Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir. İşte belki de bu yüzden kahin haklıydı; en azından Sokrates, kendi cehaletinin farkındaydı, oysa diğerleri değildi.

Bu keşiften sonra Sokrates kendini bir nevi Atina halkını “uyandırmaya” adamış oldu. Her gün sokaklarda, pazarlarda, gymnasionlarda durup bulduğu her fırsatta sohbete dalıyor, insanlara basit ama sarsıcı sorular soruyordu. “Erdem nedir?”, “İyilik öğretilebilir mi?”, “Ruh ölümsüz müdür?” gibi derin sorularla karşısındakilerin düşüncelerini didik didik ediyor, çelişkilerini ortaya çıkarıyordu. Gençler onun bu keskin zekâsına ve meydan okuyuşuna bayılıyor, etrafında pervane oluyorlardı. Ne de olsa Sokrates hiç para istemiyor, ders ücreti almıyor, gösteriş yapmıyor; sadece konuşuyor, soruyor ve düşündürüyordu. Bu yönüyle, aynı dönemdeki sofistlerden ayrılıyordu. Sofistler, para karşılığı hitabet ve tartışma sanatı öğreten, gerektiğinde yanlış olanı doğru gibi gösterebilen, biraz da kötü şöhretli “bilgi tüccarları”ydı. Oysa Sokrates asla bir “öğretmen” olduğunu iddia etmedi; o, bir ortak arayışın, birlikte gerçeği bulma çabasının yol göstericisiydi sadece. Fakat gelin görün ki, halkın gözünde Sokrates ile sofistleri ayırmak kolay değildi. Ünlü komedya yazarı Aristophanes, “Bulutlar” adlı oyununda Sokrates’i alaycı ve karikatürize bir biçimde, bulutların arasında sallanan bir sepette oturup “başı havada” felsefe yapan bir budala olarak göstermişti. Bu oyun sahnelendiğinde Sokrates henüz genç sayılırdı ve kendisi de gülüp izlemişti belki ama, Atina halkının zihnine “Sokrates = tuhaf düşünceler peşinde koşan, gençleri yoldan çıkaran biri” şeklinde bir imaj kazınmıştı bile. Yıllar içinde Sokrates’in yarattığı hayran kitlesi büyüdükçe, onun alaycı sorularından rahatsız olanların sayısı da arttı. Bir yanda pür dikkat onu dinleyip sonra sokakta başkalarını da sorgulamaya çalışan genç takipçiler, öte yanda geleneksel değerlere bağlı kalmak isteyen, Sokrates’in yöntemlerini tehditkâr bulan aileler, esnaf, siyasetçiler… Kuşak çatışması Atina sokaklarında felsefi bir hal almıştı adeta.

Sokrates’in üzerine titrediği gençlerden bazıları özellikle dikkat çekiyordu. Örneğin Alkibiades adında hırslı bir genç vardı yanında; Sokrates onun hem dostu hem akıl hocası olmuştu. Alkibiades zeki ve yetenekliydi, fakat sonradan hırslarına yenik düşüp savaş zamanı Atina’ya ihanet ederek Sparta’ya kaçtı; hatta sonra tekrar taraf değiştirip bir türlü güven vermeyen bir siyasetçi olarak ün yaptı . Bir diğeri Kritias’tı: Sokrates’in sohbetlerine katılan bu genç, ileride Atina’nın demokrasiye son veren oligark hükümetinin, yani meşhur “Otuz Tiran”ın lideri oldu . M.Ö. 404 yılında Peloponez Savaşı’nı kaybeden Atina, bir süre Sparta’nın desteğiyle başa gelen bu otuz soylu tarafından acımasızca yönetildi; muhalifler sürüldü, mallara el kondu, pek çok masum öldürüldü. Kritias, Sokrates’in adını kirleten kanlı bir miras bırakmıştı ardında. Gerçi Sokrates, tiranlar döneminde onların zorbalıklarına boyun eğmemiş, bir seferinde kendisine verilen hukuksuz bir emri reddetme cesaretini göstermişti: Tiranlar, Sokrates’i bir masumun tutuklanmasına yardım etmeye zorlamış, o ise ölümü göze alarak bunu yapmamıştı . Fakat bu gibi ayrıntılar halkın gözünde pek görünmüyordu. Onlar sadece, Sokrates’in çevresinden yetişen bazı isimlerin şehrin başına bela olduğunu hatırlıyordu. Nitekim demokrasi yeniden kurulup “Otuzlar” devrilince, Atina’da genel bir aff-ı umumî ilan edildi. Artık kimseyi salt siyasi geçmişi nedeniyle mahkemeye çıkarmayacaklardı. Lakin insaf edin, bu affın halkın zihnindeki öfkeyi tamamen sildiğini düşünmek saflık olur. Kimilerinin gözünde Sokrates, Atina’nın çektiği acılarda dolaylı da olsa pay sahibiydi. Ne de olsa öğrencileri devlete ihanet etmiş, diktatör kesilmişti. Onları yetiştiren, cesaretlendiren fikirler belki Sokrates’ten geliyordu. Fakat doğrudan doğruya “Sen demokrasi düşmanlarını yetiştirdin” diye suçlamak yasak olduğundan, başka bahaneler gerekiyordu. Ve işte o bahaneler, dini hassasiyetlerden geldi.

Atina, düşünce özgürlüğüne belli ölçülerde açık olsa da, “dinsizlik” konusunda tahammülsüzdü. Şehrin koruyucu tanrıçası Athena başta olmak üzere onlarca tanrıya tapılan bu toplum, geleneksel inançlarına saygısızlığı affetmiyordu. Özellikle M.Ö. 415’teki uğursuz olaylar – bir gece vakti Atina’daki tüm Hermes heykellerinin (hermai) burunlarının kırılıp tahrip edilmesi ve bazı gençlerin gizli dini ayinlerle alay etmesi skandalı – halkın dine saygısızlık konusunda tedirginliğini iyice artırmıştı. O skandalın sorumlusu olarak yine Alkibiades gibiler görülmüş, koca bir Sicilya seferinin şanssızlığı bile bu olaya bağlanmıştı. Kısacası, dinden sapmanın, toplum düzenine zarar verebileceğine dair yaygın bir korku hakimdi. Nitekim Sokrates’in yargılandığı 399 yılında, sadece o değil, birkaç başka tanınmış kişi daha “dine saygısızlık” suçlamasıyla mahkemeye çıkarılmıştı . Atina’da bir cadı avı esiyordu desek abartmış olmayız. Toplumun üzerinde görünmez bir baskı bulutu: “Ya tanrılarımız bizden yüz çevirirse?” endişesi dolaşıyordu. Böyle bir atmosferde, Sokrates gibi her şeyi sorgulayan ve bildik tanrı anlayışından farklı konuşan biri kolayca hedef haline gelebilirdi.

Aslında Sokrates’in din karşıtı olduğu da tartışmalıdır. O kendine has bir inanç taşıyordu: İçinde ona sürekli “yapma” diyen, vicdan gibi ama ilahi bir kaynaktan geldiğine inandığı bir ses, bir daimonion olduğundan bahsederdi. Bu yüzden resmi törenlere, kurban ayinlerine bazen mesafeli kaldığı oluyordu; çünkü içindeki ses ona engel oluyordu. Halkın kimi bunu duyunca “Yeni bir tanrı icat etmiş, cinlerle konuşuyor!” diye düşündü belki. Kimi de Sokrates’in sürekli zengin mitolojik hikâyeleri ahlaki ölçütlerle sorgulamasını, Homeros’un tanrılarındaki ahlaksızlıkları eleştirmesini hoş karşılamadı. Onun Tanrı anlayışı daha soyut, daha içseldi; bu da dönemin sıradan insanına yabancıydı. Hal böyleyken, fırsat bu fırsat denildi ve Sokrates nihayet şikâyet edildi. Davayı açan üç kişi vardı: Meletos adında dindar bir şair, Anytos adında nüfuzlu bir politikacı ve Lykon adında bir hatip. Bu üç isim belki de toplumun Sokrates’ten rahatsız olan kesimlerinin birer temsilcisi gibiydi. Resmî suçlama ne miydi? “Atina’nın tanrılarına inanmamak, onların yerine başka yeni tanrılar getirmek ve gençleri ahlak bozucu etkilemek” . Kısacası Sokrates’e “dinsizlik ve gençliği yoldan çıkarmak” suçlamaları yöneltilmişti. Bu suçlamalar kulağa oldukça ağır geliyordu, zira bahsedilen şeyler basit kusurlar değil, toplum düzenine ve kutsal değerlere karşı işlenmiş suçlardı. Sokrates, ömrünü erdemli bir yaşama adamış bu adam, şimdi mahkeme karşısında bir suçlu sıfatıyla bulunuyordu.

Tekrar mahkeme salonuna dönelim. Sokrates suçlamaları dinledikten sonra savunmasına başlamak üzere ayağa kalktığında içerideki uğultu kesildi. Onun ne söyleyeceği herkes için büyük bir merak konusuydu. Pek çok kişi, belki Sokrates’in de diğer sanıklar gibi suçlamaları reddedip özür dilemesini, jüriye yalvarmasını bekliyordu. Ne de olsa Atina’da mahkemeler biraz şov alanı gibiydi; sanıklar, ailelerini, çocuklarını ortaya getirir, ağlayıp sızlayarak jüriyi duygusal açıdan etkilemeye çalışırlardı. Ancak Sokrates, daha ilk cümleleriyle alışılmışın dışında bir yol izleyeceğini belli etti. Dedi ki: “Atinalı erkekler, benden etkili ve süslü sözlerle dolu bir savunma beklemeyin. Ben nasıl biliyorsam öyle konuşacağım, çünkü yaşım oldu yetmiş, bu saatten sonra karşınıza çıkıp da bilmediğim bir üslupla konuşacak değilim.” Salon bir an şaşkınlıkla karıştı; Sokrates daha girişte hem alçakgönüllülüğünü hem de lafını sakınmayacağını ilan etmişti. Ardından eski ve yeni tüm suçlamaları ele almaya başladı. Önce, yıllardır insanlar arasında dolaşan söylentilere değindi: “Sokrates suçsuz gençlerin aklını çeliyormuş, onları büyüklerine karşı mahcup ediyormuş…” İşte bu genel kanı, belki de resmi iddialardan daha tehlikeliydi. Sokrates, bu önyargıyı kırmak için hatırlatmalar yaptı. Aristophanes’in Bulutlar oyunundan bile bahsetti savunmasında; o oyunda kendisinin hiç de doğru olmayan bir şekilde, “hava ve yer bilimleriyle uğraşan, havada asılı duran tuhaf bir bilge” olarak resmedildiğini söyledi. “Başımı bulutlardan indirip gerçeklere bakın” demeye getirdi. Ve kendini *sofist* sananlara karşı net bir çizgi çekti: “Ben bir sofist değilim; bilgeliğim varsa bile, o da şuradan gelir: ben başkaları gibi bildiğimi iddia etmiyorum.” Bu sözler üzerine salonda bir uğultu yükseldi. “Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir” diyen bu adam mı gençleri yanlış yönlendiriyordu?

Ardından Sokrates, asıl davaya konu olan suçlamaları tek tek ele aldı. Meletos’un iddialarını çürütmek için onu alaya kaçmayan ama keskin bir sorguya tuttu. Bugün okurken bile bu kısımlar hem düşündürücü hem de ironik bir tebessüm bıraktırır insanın yüzünde. Sokrates Meletos’a sordu: “Gençleri iyileştiren, doğru yola sevk eden kimdir, söyle bakalım?” Meletos, Sokrates dışında herkesin gençlere iyi örnek olduğunu iddia etti: “Onları yargıçlar, hukuk, halk, kısacası Atina’nın tüm saygın vatandaşları terbiye ediyor; bir tek sen yoldan çıkarıyorsun.” Bu cevap üzerine Sokrates’in kaşları hafifçe kalkmış olmalı. O kendine has hafif alaycı üslubuyla devam etti: “İlginç… Bir atı eğitmek söz konusu olduğunda herkes değil, sadece bir at terbiyecisi iyi edebilir de, insan söz konusu olunca herkes iyileştirip bir tek ben mi bozuyorum? Bu tuhaf bir mantık değil mi sence?” Meletos bu soruyla sendeledi. Sokrates üsteledi: “Eğer bu kadar kişi gençleri doğruya sevk ederken bir tek ben bozuyorsam, içlerinden biri olarak kendi kendime de zarar vermiş olmaz mıyım? Bilerek kendi komşusunu kötülüğe sürükleyen insan, sonunda bundan kendisi de zarar görmez mi? Yoksa ben bile bile kendime kötülük mü etmeye çalışıyorum?” Elbette, Meletos’un iddiaları mantıken çürük çıkıyordu. Sokrates belki gülümseyerek: “Eğer istemeyerek yaptıysam uyarırsın, bilerek yaptıysam aptal olmalıyım ki kendimi tehlikeye atayım” diye eklemiştir. Gençleri bilerek, kasten bozduğu suçlamasının ne kadar mantıksız olduğunu jüriye gösteriyordu. Ardından konu dine geldi. Meletos onu şehir tanrılarına inanmamakla ve yerine “yeni ruhlar, yeni ilahlar” ortaya atmakla suçluyordu. Sokrates, “Bu da ilginç doğrusu” diye yanıtladı, “Madem benim yeni bir ilahım var diyorsun – hani şu bahsettiğim içimdeki ses – o halde nasıl olur da hiçbir tanrıya inanmıyor olabilirim? Bir yandan ‘Sokrates hiç tanrı tanımıyor’ diyorsun, aynı nefeste ‘Sokrates’in yeni bir tanrısı var’ diyorsun. Bu çelişki değil mi?” Meletos bu noktada yine afallamıştı. Sokrates sesini biraz yükselterek Atinalılara döndü ve açıkça dile getirdi inancını: “Ben tanrılara inanıyorum. Hatta yaptığım işin, felsefenin tanrının bana verdiği bir görev olduğuna inanıyorum. Bunu bana Delfi kâhini işaret etti, ben de bu yola baş koydum.” Bu sözler belki salonda biraz mırıltıya sebep oldu; Sokrates, kendini Tanrı’nın görevlendirdiği bir misyoner gibi görüyordu adeta. Bu kibir miydi yoksa samimiyet mi? Jüri üyelerinin yüzlerini tek tek görmek isterdim o anda. Kimileri için bu sözler, dine bağlılığın bir ifadesiydi; kimileri içinse Sokrates hala tehlikeli bir meczup edasıyla konuşuyordu.

Sokrates’in savunmasının belki de en çarpıcı anlarından biri, kendini “Atina’ya musallat edilmiş bir at sineği” olarak tanımladığı kısımdı. İşte orada, yaratıcılığı ve cesaretiyle salondakilerin yüreğine dokundu. Sesini sakin ama kararlı bir tonda tutarak dedi ki: “Atinalılar, bana göre devletimiz uysal ve soylu bir ata benziyor; ancak iri cüssesiyle biraz hantal, biraz da uyuşuk… Tanrı da sizi sürekli dürtüp uyandırması için beni, yani bir at sineğini başınıza musallat etti.” Bu benzetmeyi duyanların kimisi ilk defa böyle bir şeye şahit oldukları için şaşkındı, kimisi belki kızdı. Sokrates devam etti: “Ben kentin her yanını dolaşıp her birinize yaklaşıyor, sizi uyandırmaya, öğüt vermeye ve hatta yeri geldi mi azarlamaya çalışıyorum. Bunu sizin iyiliğiniz için yapıyorum, çünkü bir kere uykunuzdan uyanın, gerçeği görün istiyorum. Bana kızabilirsiniz, rahatsız olabilirsiniz; ama bilin ki bu şehir için benim gibi birine zor rastlanır. Eğer beni öldürür ya da susturursanız, Tanrı belki sizi uyandıracak böyle birini bir daha göndermeyebilir.”Salon bir an buz kesmiş olmalı. Bu sözlerde büyük bir uyarı ve gurur vardı: “Ben vazgeçilmezim” diyordu adeta, “Beni yok ederseniz kendinize yazık edersiniz.” Jüri üyelerinin arasında homurdanmalar duyuluyor muydu? Kim bilir… Belki bazıları bu sözleri haddini aşan bir kibir olarak gördü, belki bazı gençler ise içlerinden “Ne kadar da doğru söylüyor!” diye geçirdi. Sokrates, hayatını Atina’yı uyandırmaya adadığını böylece beyan etmişti. Bu, onun hem felsefi misyonunun özeti, hem de mahkeme karşısındaki en cüretkâr savunmasıydı.

Sokrates’in umursamadığı tek şey kendi akıbetiydi sanki. Konuşmasının bir yerinde açıkça şunu söyledi: “Bana bugün ‘Sokrates, biz seni bırakacağız ama bir şartla: bundan sonra felsefe yapma, soru sorma’ deseydiniz, inanın itaat etmezdim. Sizi veya başka birini değil, Tanrı’yı dinlerim. Hayatımı felsefeye adamışım; bunu durdurmamı istemek, benden yaşamamı istememekle aynı şey.” Bu sözler salonda soğuk rüzgarlar estirdi. Kimi yargıçlar kaşlarını çattı, çünkü karşılarındaki sanık, “Beni salıverseniz bile bildiğimi okumaya devam edeceğim” diyordu açıkça. Bu, bir bakıma mahkemeye meydan okumaktı. Sokrates hiç alttan almadı, hiç yalvarmadı. Onun bu tavrında bir isyan, bir başkaldırı tınısı vardı: Kendi bildiği doğrudan asla ödün vermeyecekti. “Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değmez” diyordu Sokrates; eğer felsefe yapamayacaksa, soru soramayacaksa, özgürce düşünecek ortam yoksa yaşamasının anlamı kalmayacaktı. Bunu yargıçların yüzüne karşı dile getirmekten çekinmedi.

Tüm bu savunma boyunca Sokrates’in dostları, öğrencileri her cümleyi nefeslerini tutarak dinlediler. Öte yanda onu suçlu görmek isteyenler ise her cümlede belki daha da sinirleniyorlardı: Bu adam ne pişmanlık gösteriyordu ne de boyun eğme emareleri… Hatta sonunda öyle bir noktaya geldi ki Sokrates, “Ben aslında gençleri de bozmadım, tam tersine onlara doğruyu göstermeye çalıştım; ben inançsız da değilim, Tanrı’ya sizden daha yakın duruyorum belki de” diyerek, mahkemeyi adeta suçlayan bir tona kaydı. Jüriye kendileriyle ilgili de rahatsız edici hakikatler söylemekten çekinmedi. Örneğin, Atina’nın politikalarını eleştiren, çoğunlukla değil bilgiyle yönetilmenin üstünlüğünü savunan düşüncelerini dile getirdi. Demokrasinin o zamanki haliyle bilgisizliğe teslim olduğunu düşündüğünü ima etti. Düşünün ki, Atina halkının gurur duyduğu demokrasi, Sokrates için eleştirilebilir bir sistemdi; çoğunluk yanılıyor olabilirdi, önemli olan hakikati bilen birkaç kişinin doğrularıydı. Bu düşüncelerini belki açıkça değil ama üstü kapalı söylerken, salonda bir rahatsızlık dalgasının geçtiğini hayal edebiliyorum. Sokrates, Atina’yı Sparta’nın kanunlarını övmeye kadar vardırmıştı zamanında – ki Sparta Atina’nın ezeli düşmanıydı. Bunu bilenler, onun aslında demokrasiye gönülden bağlı olmadığını, belki de oligarşik fikirlere yakın durduğunu düşünüyorlardı . Mahkemede söyledikleri de bu şüpheleri dağıtmak bir yana, kuvvetlendirmiş olabilirdi. “Bu adam bizim düzenimize inanmıyor, eline fırsat geçse belki bir Kritias daha çıkarır” diye aklından geçiren yargıçlar oldu mu? Belki evet. Sokrates, özgün fikirlerini cesurca ortaya koyarken, kendi kader ipini de sessizce örüyor olabilirdi.

Beklenen an geldi: Jüri üyeleri oylarını kullanıp karara varmak üzereydi. Sokrates, savunmasını tamamladıktan sonra kürsüden çekildi ve belki de ilk kez endişeli gözlerle öğrencilerine baktı. Onlar da endişeliydi elbet; ancak Sokrates’in yüzünde hâlâ tuhaf bir sükûnet vardı. Bir süre fısıldaşmalar, oylama prosedürü derken, sonuç açıklandı. Sokrates suçlu bulunmuştu. 501 kişilik halk jürisinin çoğunluğu onun aleyhinde oy vermişti. Sonradan hesaplanacaktı: 280 kişi “suçlu” demiş, 221 kişi ise “suçsuz” . Aslında çok da farklı değildi; 30 oy daha lehine olsaydı kurtulacaktı. Sokrates bu sonuca belki biraz hüzünle, belki de beklediği bir şey olduğu için soğukkanlılıkla yaklaştı. Hatta Platon’un aktardığına göre, Sokrates “Oylar bu kadar az farkla çıktığına göre, neredeyse beraat ediyordum, bu benim beklediğimden iyi bir sonuç” diyerek şaşırttı. Evet, belki kendisi bile Atina’dan bu kadar destek göreceğini ummamıştı; onca sert sözün üzerine 221 kişi onu aklamaya razı olmuştu. Ne garip bir andı kim bilir: Sokrates, çok az bir farkla da olsa suçlu ilan edilmiştir ve şimdi ikinci aşamaya, cezanın belirlenmesine geçilecektir. Atina hukukunda, sanık ve davacı taraf, suç sabit görülürse bir ceza önerisinde bulunur, jüri de bu seçeneklerden birini seçerdi. Meletos ve arkadaşları Sokrates için ölüm cezası istediklerini belirtti. Peki Sokrates ne önerecekti? Normalde bir sanık, özellikle hayatı söz konusuysa, jüriyi yumuşatacak bir ceza önerir: Sürgün, para cezası, belki hafif bir hapis… Sokrates ise burada da alışılmadık bir duruş sergiledi. Bir an düşünür gibi yaptı ve “Bana sorarsanız, ben hiçbir suç işlemedim. Aksine bu şehre büyük hizmet ettim; doğrusu hak ettiğim ceza değil, bir ödüldür. Bütün ömrümü insanları uyandırmaya adadığıma göre, devletin bana bakmasını hak ettim. Önerim şu: Bundan sonra hayatımın geri kalanını Prytaneion’da ücretsiz yemek yiyerek geçireyim.” Prytaneion, Atina’da olimpiyat şampiyonlarına, şehre büyük hizmeti olanlara onur olarak ücretsiz ziyafet verilen devlet salonuydu. Sokrates, resmen “Beni ödüllendirin” diyordu! Mahkeme salonu buz kesti. Bu sözler kimilerini kahkahaya boğdu belki, kimilerini se çileden çıkardı. Bir jüri üyesinin yerinde olduğunuzu düşünün: Karşınızda, suçlu bulduğunuz biri size “Bana ödül verin” diyor. Bu açık bir meydan okumaydı. Sokrates ardından arkadaşlarının ısrarıyla küçük bir para cezasını gönülsüzce önerdi (Platon ve birkaç öğrencisi para toplayıp ceza ödemesi için destek olmayı teklif etmişlerdi). Lakin artık ok yaydan çıkmıştı. Jüri ikinci defa oylamaya gittiğinde, bu kez çok daha büyük bir çoğunluk Sokrates’in idam edilmesi yönünde oy kullandı. Sokrates belki ilk oylamadaki nispeten destekten bir nebze umutlanmıştı, ancak şimdi kesinleşen ölüm fermanı karşısında en küçük bir sarsıntı göstermedi. Karar açıklandığında dostlarının yıkıldığını, düşmanlarının ise zafer kazanmış bir edayla birbirine baktığını düşünebiliriz. Sokrates’in yüzünde ise en ufak bir korku belirtisi yoktu.

Cezanın infazı için Sokrates’e içmesi üzere baldıran zehri hazırlanacaktı, fakat hemen değil. O sırada bir devlet geleneği gereği, kutsal bir gemi Delos adasına gönderilmiş olduğundan, gemi dönene dek şehirde idam cezası infaz edilmezdi. Bu da birkaç hafta demekti. Sokrates’in zindanda geçireceği günler vardı. Tam salondan gardiyanlar onu alıp götürmeye hazırlanırken, Sokrates son kez mahkeme üyelerine ve oradaki halka seslendi. Bu sözler, belki de Sokrates’in en unutulmaz sözleri olarak tarihe geçti. Önce kendisini ölüme mahkûm eden çoğunluğa dönerek sakin ama derin bir sesle şöyle dedi: “Beni öldürmekle, ey Atinalılar, bana değil kendinize kötülük edeceksiniz. Çünkü benim gibi birini susturmakla, kendinizi eleştirecek, uyandıracak sesi kısmış olacaksınız. Ama belki de tam istediğiniz budur: bir daha kimse rahatınızı bozmasın istiyorsunuz. Fakat sanmayın ki bu, iyi insanların sizi eleştirmesini engelleyecek; aksine, ben sustuktan sonra sayıca daha fazla, genç ve öfkeli eleştiriciler çıkacak karşınıza. Şimdiye dek ben sizi sakin sakin uyarıyordum; benden sonra gelenler bu kadar yumuşak olmayabilir.” Bu sözlerde hafif bir kehanet, hafif bir kırgınlık vardı. Gerçekten de Sokrates, “Ben gittikten sonra sizi eleştirecek başkaları çıkacak” diyerek öğrencilerine işaret ediyordu belki – Platon gibi, Aristoteles gibi gelecek kuşak filozoflara… Ardından, beraatı için oy veren azınlığa döndü. Onlara teşekkür etti ve şöyle dedi: “Beni ölüme mahkûm edenlere karşı size olan tavrım şu: hiçbirine kin beslemiyorum, hiçbirine kızgın değilim. Onlar da bana ve benim sözlerime alışamadıkları için, kendi çaplarında doğru gördüklerini yaptılar.” İnanılmaz bir erdem gösterisiydi bu; hayatını alanlara bile öfke duymadığını söylemek, ancak gerçekten bilge bir ruhun harcı olabilirdi. Ve son olarak, belki de mahkeme tutanaklarına geçmemiş, ama Platon’un kalemine yansıyan o efsanevi cümleyi söyledi Sokrates: “Artık ayrılma vakti geldi, yolumuza gidelim – ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi, yalnız Tanrı bilir.” Bu sözlerle birlikte Sokrates, dostlarına ve yargıçlara son defa baktı. Orada bulunan herkeste derin bir sarsıntı yaratan bir sahneydi bu. Ölüm ile yaşamı böyle yan yana koyup, hangisinin hayırlı olduğunu insan aklının bilemeyeceğini söyleyen Sokrates, kendi idamını adeta bir bilinmeze sakin bir yolculuk gibi karşılıyordu. Bu, onun ölüm karşısındaki cesaretinin ve bilgece tevazusunun en güçlü ifadesiydi. Mahkeme sona erdiğinde, Atina’nın gündüz gökyüzünde görünmeyen yıldızları gibi, herkesin zihninde Sokrates’in sözleri parıldıyordu.

Sokrates idama mahkûm edilmişti ama henüz hayattaydı; infazın gerçekleşeceği güne dek zindanda bekleyecekti. Bu süre zarfında öğrencileri ve dostları onu yalnız bırakmadılar. Her gün yanına gelip sohbet ettiler. Bu bekleyiş esnasında Sokrates’in yakın dostu Kriton (Crito), kaçış planları bile yaptı. Rüşvet ile gardiyanları ayarlayıp Sokrates’i hapisten kaçırmak, onu Atina dışına, güvende olacağı bir yere götürmek istiyordu. Her şey hazırdı aslında; yeter ki Sokrates kabul etsin. Fakat Sokrates, yaşamı boyunca savunduğu ilkelere son anında ihanet edemezdi. Kaçmayı kesin bir dille reddetti. Kriton’la yaptığı konuşma – Platon bunu ayrı bir diyalog olarak da yazmıştır – adeta hukuk devletine ve prensiplere bağlılığın manifestosudur. Sokrates dostuna şöyle anlattı: “Ben hayatım boyunca bu şehirde yaşadım, bu şehrin yasaları bana hep kol kanat gerdi. Şimdi yasalar aleyhime işledi diye onlara sırtımı dönersem, bu doğru olmaz. Toplumla bir sözleşmem var; sonu kötü de olsa, kurallara uymalıyım. Kötülük gördüm diye kötülük yapamam, haksızlığa uğradım diye haksızlık edemem.” Ne büyük bir erdem örneğiydi bu! O güne dek “hiç kimse isteyerek kötülük yapmaz, bilmeden yapar” diyen Sokrates, kendisine yapılan haksızlığı bile bilerek kötülükle karşılamayı reddediyordu. Kriton çaresiz sustu; hocasının kararı kesindi. Böylece Sokrates, ölüm cezasından kaçma fırsatı varken bunu elinin tersiyle iterek zindanda kalmaya devam etti. Ölüm gecesi geldiğinde de, öğrencileri son ana dek yanındaydı. Platon’un anlattığına göre (ki o gece, hastalığı nedeniyle orada bulunamasa da, diğer tanıkların aktardıklarını yazmış olmalı), Sokrates dostlarıyla uzun uzun sohbet etti, ruhun ölümsüzlüğü ve erdem üzerine tartıştı, onları teselli etti. Gözyaşlarına boğulan dostlarına nazikçe kızdı bile: “Ağlayarak veda etmeyin, beni kadınlar gibi uğurlamayın” dedi. Sonra sakin bir şekilde eline verilen baldıran zehri kadehini aldı ve tereddütsüz içti. Gardiyan acı acı ağlıyordu o esnada – düşünün ki infazından sorumlu memur bile Sokrates’i seviyordu. Sokrates’in son sözleri rivayet odur ki bir arkadaşına hafif bir gülümsemeyle verdiği bir küçük görevdi: “Asklepios’a bir horoz borcumuz var, dostum, unutma onu vermeyi.” Asklepios şifa tanrısıdır; Sokrates belki de ölümü bir şifa, ruhun bedenden kurtulması olarak gördüğünü söylemek istemişti bu şakayla karışık sözde. Ve böylece son nefesini verdi. O an, Atina’nın vicdanında silinmeyecek bir iz bıraktı.

Bu dramatik son, elbette ki orada bulunan genç öğrencisi Platon’un ruhuna da kazındı. Platon, hocasının ölümüyle sarsılsa da, yılmadı; tam aksine, Sokrates’in fikirlerini ve özellikle bu son duruşmasını ölümsüzleştirmeye karar verdi. Kalemine sarıldı ve Sokrates’in Savunması eserini yazdı. Bize bugün ulaşan, işte o mahkemedeki savunmanın Platon’un zihninde kalan yankısıdır. Platon olmasaydı belki de Sokrates’in söylediklerinin çoğu unutulup gidecekti; fakat Platon sayesinde Sokrates’in sesi tarihin sayfalarına nakşedildi. Bu metin sadece tarihsel bir kayıt değil, aynı zamanda Platon’un hocasına bir ağıtı, bir saygı duruşudur. Sanki Platon, “Bakın, haksızlık karşısında nasıl dimdik durdu benim öğretmenim” demek istemiştir tüm gelecek kuşaklara. O gün mahkemede bulunan 500 Atinalının dinlediği sözleri, şimdi milyonlarca insan okuyup öğrenebiliyor. Bu, inanılmaz bir şey. Düşünsenize, Sokrates orada kendini savundu ve belki de o an için başarısız oldu – sonuçta idama mahkûm edildi. Ama Platon’un kalemi sayesinde Sokrates, çağları aşan bir zafer kazandı: Bugün biz Atina jürisinden çok daha fazla sayıda insan, Sokrates’i dinliyoruz ve anlıyoruz. Atina belki onu susturduğunu sandı, ama aslında sesi çok daha gür biçimde çağlara yayıldı.

Platon’un yanı sıra, Sokrates’in bir diğer öğrencisi olan tarihçi Ksenophon da Sokrates’in Savunması hakkında bir metin kaleme aldı. Ksenophon’un versiyonu daha kısa ve bazı farklı ayrıntılar içeriyor; örneğin Ksenophon, Sokrates’in aslında ölümden kaçınmaya niyeti olmadığını, bilgece bir tercihle ölümü seçtiğini vurgular. Der ki, Sokrates zaten çok yaşlanmıştı, yaşamının son demlerinde güçsüz düşüp aciz kalmaktansa, en parlak döneminde onurlu bir şekilde ölmeyi tercih etti. Bu bakış açısı Sokrates’i neredeyse bir intihar misyonunda gösterse de, aslında onun hayatı boyunca savunduğu değerlere uygun hareket ettiğini bir başka yoldan doğruluyor. Sokrates gerçekten de, bedeni yerine ruhunu yüceltmiş, yaşamın uzunluğu yerine onurunu önemsemişti. Platon ve Ksenophon gibi öğrenciler sayesinde Sokrates, fiziksel olarak aramızdan ayrılsa bile, düşünceleriyle hep var oldu. Platon özellikle, Sokrates’i neredeyse tüm eserlerinde baş kahraman yaptı; kendi fikirlerini bile Sokrates’in ağzından anlattı sonraki yıllarda. Bu yönüyle Platon, hocasını tarihin ilk “felsefe şehidi” konumuna getirdi. Sokrates’in Savunması, yazılı metin olarak belki kuru bir mahkeme kaydı olabilecekken, Platon’un ustalığıyla edebi ve felsefi bir esere, ruhu olan bir drama dönüştü. Okurken sanki bir tragedya izler gibi, sonunu bildiğimiz halde heyecanlanır, üzüldüğümüz halde hayranlık duyarız. Platon, Sokrates’in sesini kağıda dökerken, aslında kendi içindeki isyanı ve hüznü de satırlara işlemiştir. O yüzden bu metin hem tarihi bir tanıklık hem de felsefi bir iç dökmedir.

Peki Sokrates’in bu onurlu duruşu ve Platon’un onu ölümsüzleştirmesi, sonraki yüzyıllarda nasıl bir etki yaptı? Bunu kelimelere sığdırmak zor, çünkü Sokrates gerçekten de dünya tarihinde zihinsel bir depremin merkez üssüdür. Onun mahkemedeki tavrı, felsefenin ve düşünce özgürlüğünün sembolü haline geldi. Antik çağda hemen her felsefi okul bir şekilde Sokrates’ten ilham aldı. Kinikler, Sokrates’in sade yaşam idealini benimsediler (Sokrates’in bir öğrencisi olan Antisthenes, Kinik felsefenin kurucusudur mesela). Stoacılar, onun erdeme ve akla verdiği önemi temel aldılar; hatta Stoacıların ünlü filozofu Epiktetos, Sokrates’in ölümü hakkındaki sözleri sık sık anar, ondan örnek alırdı. Platon ve Aristoteles’in ortaya çıkardığı muazzam felsefe geleneği de elbette Sokrates’in gölgesinde yeşerdi – Platon, hocasının mirasını sistematik felsefeye dönüştürdü; Aristoteles de Platon’un öğrencisi olarak dolaylı biçimde Sokrates’in torun öğrencisi sayılır. Yani Sokrates olmasaydı, belki de Platon ve Aristoteles olmazdı; onlar olmayınca modern anlamda bilim ve felsefe çok farklı bir yol izlerdi. Bu etki halkası, Antik Yunan’dan Roma’ya, oradan Orta Çağ’a, Rönesans’a, Aydınlanma’ya dek uzandı. Mesela Romalı düşünür Cicero, Sokrates’i “felsefeyi gökten yeryüzüne indiren adam” diye över; çünkü Sokrates, yıldızların, tanrıların peşinden ziyade insanın günlük yaşamındaki ahlakına, vicdanına odaklanmıştı. Hristiyan düşünürler bile Sokrates’e saygı duymuş, onu bir nevi “inanmasa da Tanrı yolunda can veren” biri olarak görmüşlerdi – Aziz Augustinus, Sokrates’i cehennemde değil cennette görmek isteyecek kadar sevmiştir. Voltaire, Diderot gibi Aydınlanma çağı yazarları, Sokrates’i aklın ve vicdanın özgürlük kahramanı olarak selamladılar. Hatta Fransız Devrimi sırasında özgürlük savunucuları Sokrates’i anmış, onu fikir şehidi olarak yüceltmişlerdi. İnsanlık tarihi, onun şahsında, haksızlığa karşı direnen ve bedelini hayatıyla ödeyen ilk büyük entelektüel figürü buldu. Bu, hiç silinmeyen bir etkidir.

Sokrates’in yargılanması olayı, siyasi boyutuyla da hep tartışıldı, dersler çıkartıldı. Demokrasi ile düşünce özgürlüğünün gerilimli ilişkisine dair en eski ve çarpıcı örnek olarak her zaman anıldı. “Demokrasinin bile tiranlaşabileceği” fikrini Sokrates’in ölümü somutlaştırdı. Bu konuda kimi tarihçiler Atina’yı suçladı, kimileri Sokrates’i de biraz provokatif buldu. Hatta 20. yüzyılda gazeteci I. F. Stone, “Sokrates’in Yargılanması” adlı bir kitapta, Sokrates’in anti-demokratik eğilimlerinin altını çizip, Atinalıların aslında kendi demokrasilerini korumak adına bu kararı verdiklerini öne sürdü . Bu tür tartışmalar gösteriyor ki, Sokrates’in mahkemesi asla tozlanıp raflara kalkmadı; bugün bile alevli fikir çatışmalarına konu olabiliyor. 2020’lerde bile Sokrates’in davası üzerine yeni kitaplar yazılıyor, yeni yorumlar getiriliyor . Bir bakıma, Sokrates’i ölüme mahkûm eden mahkeme hiç bitmedi; insanlık onun fikirlerini tartışmaya, onun duruşunu yargılamaya ve ondan öğrenmeye devam ediyor. Şurası net: Sokrates’in sesi hâlâ canlı, hala bizimle konuşuyor.

Bugünün dünyasında, Sokrates’in hikâyesine baktığımızda garip bir şekilde tanıdık şeyler görüyoruz. Aradan 2400 yıldan fazla zaman geçti, ama hâlâ farklı düşünenlere tahammülsüzlük her toplumda az çok var. Elbette artık kimseyi Zeus’a inanmadı diye mahkemeye çıkarmıyoruz, lakin “gençleri zehirliyor, toplum düzenini bozuyor” ithamları başka şekillerde yaşamaya devam ediyor. Bazen bir yazar çıkıyor gerçeği konuşuyor diye dışlanıyor, bazen bir bilim insanı mevcut düzeni eleştirdi diye sansüre uğruyor, bazen bir gazeteci rahatsız edici haberler yaptığı için cezalandırılıyor. Sokrates’in maruz kaldığı durumun modern yansımaları değil midir bunlar? Toplum olarak rahatımızı kaçıran “at sineklerine” çok da tahammül ettiğimiz söylenemez. Çoğu kez biz de bir Sokrates’i susturamasak bile görmezden geliyoruz, itibarsızlaştırıyoruz. Ama ne olursa olsun, Sokrates’in örneği içten içe vicdanımıza işlemiş durumda. Onun adı anılınca herkes bir durup saygı gösteriyor; çünkü o, düşünce özgürlüğünün ve entelektüel dürüstlüğün  simgesi haline geldi. Bugün eğitim sistemlerinde sıkça duyduğumuz “Sokratik yöntem”, onun soru sormaya dayalı öğretme tarzından gelir ve hâlâ okullarda, üniversitelerde, hatta terapilerde uygulanır. Birinin iddialarını mantık yoluyla çürütmeye çalıştığımız tartışmalara “Sokratik sorgulama” diyoruz. Bilmeden konuşan birine kızdığımızda belki içimizden “Sokrates olsaydı seni madara ederdi” diye geçirdiğimiz bile oluyor. Yani Sokrates, kültürümüzün, düşünce şeklimizin bir parçası adeta. Özgür düşünceye vurgu yapan pek çok kişi ondan alıntılar yapıyor: “Sorgulanmamış bir hayat yaşanmaya değmez” sözü, felsefenin temel motto’larından biri haline gelmiş durumda. Yine “Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğim” özdeyişi, bize alçakgönüllülüğü ve sürekli öğrenmenin önemini hatırlatıyor. Bu sözleri binlerce yıl önce söyleyen bir adamın hikâyesini bilmek, bugünün dünyasında bize hem cesaret veriyor hem de uyarıyor. Cesaret veriyor; çünkü fikir uğruna, doğru bildiğin uğruna mücadele etmenin onurlu bir şey olduğunu görüyoruz. Uyarıyor; çünkü çoğunluğun her zaman haklı olmadığını, bir toplumun bile bile büyük bir hataya ortak olabileceğini görüyoruz. Sokrates’in mahkûmiyeti, tarihteki en büyük adaletsizlik örneklerinden biri olarak hafızalarda. Bu da bize her çağda adaletin, çoğunluğun kararıyla değil, vicdanın ve aklın terazisinde tartılması gerektiğini düşündürüyor.

Ben tüm bu olayları düşünürken, ister istemez kendimizi de sorguluyorum. Sokrates, aslında yaptığıyla hepimize meydan okuyor: “Sen olsaydın ne yapardın?” diye soruyor sanki. Bugün kalkıp en derin inançlarımızı, en köklü geleneklerimizi sorgulamaya cesaret edebilir miyiz? Sırf gerçek peşinde koştuğumuz için toplum bizi dışlarsa, yargılarsa, buna göğüs gerebilir miyiz? Sokrates karşımıza dikilip de bize bilgisizliğimizi göstermeye çalışsa, gururumuzu bir kenara bırakıp dinleyebilir miyiz, yoksa biz de onu taşa tutan kalabalığa mı karışırız? Bu sorular rahatsız edici, evet. Ama Sokrates’in mirası tam da bu rahatsız edici sorularda yatıyor. Onun hayatı, düşünceleri ve ölümü, insanlığın kendi kendine ayna tutmasıdır. Şahsen ben Sokrates’i düşündükçe hem ilham alıyorum hem de hüzünleniyorum. İlham alıyorum; çünkü bir insanın böylesine prensip sahibi, böylesine cesur ve samimi olabileceğini görmek müthiş. Hüzünleniyorum; çünkü böylesi değerli bir insanın zamanında anlaşılmamış ve ölüme gönderilmiş olması içimi sızlatıyor. Kendi hayatıma bakıyorum sonra: Ne kadar “sorgulanmış” bir hayat yaşıyorum? Günlük koşturmaca içinde, gerçekten önemli olan erdem, adalet, iyilik gibi kavramlara ne kadar zaman ayırıyorum? Sokrates olsaydı, benimle konuşsa, bana hangi soruları sorardı diye geçiriyorum içimden. Ve dürüst olmak gerekirse, onun sorularına vereceğim cevaplardan emin değilim. İşte tam bu noktada, Sokrates’in sesi bir kez daha kulağımda çınlıyor: “Kendini bil.” Evet, Delfi Tapınağı’nın girişinde yazan o öğüt – Sokrates’in de sık sık yinelediği – binlerce yıl sonra bana, bize, hâlâ sesleniyor. Kendimizi bilelim, kendimizi sorgulayalım. Ancak o zaman hayatımız, gerçekten yaşamaya değer bir hayat olacak.

Sessiz bir gece vakti, elimde Sokrates’in Savunması kitabıyla bunları düşünürken gözlerim doluyor hafifçe. Sokrates sanki yanımda oturuyor ve kendi sakin sesiyle beni teselli ediyor: “Üzülme,” diyor, “Ben fikrimin bedelini ödedim ama sizler bir şeyler öğrendiniz ya, işte o paha biçilmez.”Gerçekten de öyle. Sokrates’in ödediği bedel, insanlığın aydınlanmasına büyük bir katkı sağladı. O gece Atina’da ölen bedeninin ardından, ölümsüz bir hikâye bıraktı. Bu hikâye, yüzyıllardır filozofların, yazarların, düşünürlerin yüreğinde yankılandı, yankılanıyor. Şimdi bizim de yüreğimizde yankılanmasını sağladıysa, ne mutlu bize. Sokrates’in sesi, zamanın ötesinden bize ulaşmaya devam edecek. Yeter ki biz de, arada bir durup onu dinleyelim, kendimize ve toplumumuza onun gözleriyle bakmaya cesaret edelim. Belki o zaman, çağlar üstü bir bilgenin öğütleriyle, kendi hayatlarımızı da daha anlamlı, daha dürüst, daha dolu yaşayabiliriz. Sokrates mahkemede ölüme giderken bile umutluydu; biz de onun mirasına bakıp umutlanalım: Gerçek ve erdem, er ya da geç, en karanlık hücrelerden bile ışık saçacak güce sahiptir. Sokrates bunu kanıtladı. Şimdi bize düşen, bu ışığı kendi içimizde yaşatmak…