Yazı kategorisi: bağlayıcılığı olmayan öznel görüşlerim

milliyetçilik


Bir Bayrağın Gölgesinde Kapanan Gözler

Bir sahne hayal et.

Siyah-beyaz ekran. Rüzgârda dalgalanan bir bayrak. Fon müziği sert: bir marş. Kamera, yukarıdan aşağıya doğru ağır ağır kayar, ve o bayrağın altında sıra sıra dizilmiş insanları gösterir. Hepsi aynı yöne bakıyor. Hepsi aynı ritimde yürüyor. Hepsi aynı şeyi söylüyor. Duygusal bir an bu. Kalbin bile hızlanıyor, garip bir gurur gelip boğazına oturuyor. Sonra kamera arka plana kayıyor ve bir duvar yazısı beliriyor: “Arbeit macht frei”. Film: Schindler’in Listesi.

İşte milliyetçiliğin estetikleştirilmiş yüzü budur. Duygularla süslenmiş, ritüellerle kutsanmış, sistemle kodlanmış bir kolektif gurur yanılsaması. Yeterince yakından bakarsan, o bayrağın altında gözlerini sımsıkı kapatmış bir kalabalık görürsün. Çünkü milliyetçilik, çoğu zaman görmek değil, inanmak ister. Hissederek yürür, sorgulamadan coşar.

Ama bir dur. Bu kadar duygusal bir konuda, bu kadar kolay kabullenilen bir kimlikte, bu kadar çok insanın aynı fikirde olmasında gerçekten tuhaf bir şey yok mu? Gerçek bu kadar ortak mıdır gerçekten?

Şunu sormak gerekir: Bir insan neden, doğduğu yerle övünür?

Bu soru basit gibi görünür. Ama derinleştiğinde, insan zihninin karanlık koridorlarına dokunur. Çünkü doğduğun yer senin tercihin değildir. Bir seçim değildir. Bir başarı da değildir. Ama milliyetçilik, seni tam da bununla ödüllendirir. Sana seçmediğin bir şeyin üzerinden üstünlük hissi verir. Ve bu, insan zihni için bulunmaz bir nimettir. Zahmetsiz kimlik. Hazır gurur. Otomatik anlam.

Yani düşünmeye gerek kalmaz. Kim olduğunu zaten söylerler sana. Tarih kitapları anlatır. Marşlar tekrar eder. Bayraklar sallanır. Ve sen, başını kaldırdığında, gökyüzünü değil o bayrağı görürsün.

Ama asıl sorun şurada başlar: Bir insan neden sahip olmadığı zaferlerle gururlanır? Bir insan neden parçası olmadığı savaşlarla coşar? Çünkü milliyetçilik, bireyin başarısızlığını kolektif hayalle kapatır. Kendi üretmediğin bir başarıya ortak olmak, kendi hayatında başaramadıklarını telafi etmenin kısa yoludur. Sanki Roma senin tarafından inşa edilmiş gibi konuşursun. Sanki Kurtuluş Savaşı’nda sen de siperdeymişsin gibi anlatırsın. Sanki birilerinin keşfettiği tüm bilimler, senin DNA’na işlenmiş gibi davranırsın.

Ama gerçekte, yalnızca pasif bir mirasçısındır. Sadece sana devredilen bir hikâyenin okuyucususun. Ama anlatırken sanki yazarıymışsın gibi davranırsın.

Bu da bizi başka bir soruya götürür: Kimlik dediğimiz şey nedir? Ve ne kadar “bizim”dir?

Kimlik, sadece ait olduğun grubun adıysa, bir zebranın çizgilerinden farkın kalmaz. Ama eğer kimlik; düşüncelerin, ahlaki tercihler, mücadelelerin, vazgeçtiklerin ve savunduklarınsa, o zaman senin seçiminin ürünü olur. Milliyetçilik bu yüzden tehlikelidir: Çünkü seni sana ait olmayan bir kimliğe hapseder. Senin yerine konuşur. Senin adına sever. Senin yerine nefret eder. Senin yerini çalar.

Bunu fark ettiğinde, aslında ne kadar yalnız bırakıldığını anlarsın. Çünkü “biz” dediğin o kalabalığın, seni sen olduğun için değil, onların parçası olduğun sürece kabul ettiğini görürsün. Bir gün o kalıptan saparsan, bir gün o kolektif deliliğe itiraz edersen, seni hemen “bizden değil” diye damgalarlar. Çünkü “biz” dediğin şey, çoğu zaman seni sevmez; sadece senden ne beklediğini sever.

Bunu en iyi anlatan sahnelerden biri, The Wave (Dalga) filmindedir. Bir lise öğretmeni, öğrencilerine faşizmin nasıl doğduğunu anlamaları için bir deney yapar. Sadece birkaç gün içinde öğrenciler, kendi içlerinden olmayanlara baskı yapmaya başlar. Sınıf bir kolektif kimliğe dönüşür. Marşları olur. Selamları olur. Üniformaları olur. Ve bu kolektif yapı, kısa sürede düşünmeyi değil, itaat etmeyi ödüllendirir.

Milliyetçilik budur: hızlı inşa edilen, yavaş çözülüp uzun süre acı bırakan bir yanılsama.

Bir örnek daha düşün: İki insan, yan yana yaşıyor. Birinin kimliği “biz” diye başlıyor, diğerininki “ben” diye. İlki, ait olduğu milletle övünüyor. Diğeri, kendi tercihleriyle. İlki, “bizim milletin insanı şöyle merttir” diyor. Diğeri, “ben kimseye zarar vermeden yaşamak istiyorum” diyor. Biri bir ulusun yüceliğini savunuyor, diğeri sadece kimseyi ötekileştirmemeyi. Hangisi daha ahlaklıdır?

Milliyetçilik, ahlakın yerine gurur koyar. Vicdanın yerine aidiyeti. Gerçeğin yerine anlatıyı. Sorgulamanın yerine sloganı. Ve en kötüsü, insanın birey olma mücadelesini, grubun parçası olma konforuna feda eder.

Ve belki de en dikkat edilmesi gereken şey şudur: Milliyetçilik barış istemez. Çünkü barış, düşmanı yok eder. Düşman yoksa milliyetçilik kendine bir varlık nedeni bulamaz. Bu yüzden hep bir tehdit yaratır. İçeride hain, dışarıda düşman… Yoksa o marşlar neden hep “şehitlik”le biter?

Burada bir gerçek daha var: Bilim diyor ki, insanlar genetik olarak %99.9 oranında birbirinin aynısıdır. Kendi milletinden bir bireyle arandaki fark, başka bir milletin bireyiyle olandan daha fazla olabilir. Yani “biz” dediğin şey, biyolojik bir gerçeklik değil, sosyolojik bir kurmacadır. Ama çok iyi yazılmış bir kurmaca.

Ve iyi yazılmış her hikâye gibi, inanmak, sorgulamaktan daha kolaydır.

O yüzden artık soru şu: Sen gerçekten kendin misin? Yoksa sadece sana ezberletilmiş bir kimliğin aktörü müsün?

Doğduğun yeri sevebilirsin. Dilini sevebilirsin. Yemeklerini, şarkılarını, sokaklarını… Ama bu sevgi, başka yerleri küçümsemeye başladığında, artık sevgi değildir. Bu, sadece korkunun başka bir yüzüdür. “Ben kim olduğumu bilmiyorum, o yüzden senden üstün olduğuma inanmak istiyorum” demenin sosyopolitik versiyonudur.

……..

Kamera tekrar yukarı kayar. Bayrak yine dalgalanıyor. Ama bu kez gözlerin açıktır. Ve artık o gökyüzünde başka bir şey görürsün: Sana ait olmayan bir kimliğin seni yönettiği gerçeği.

Yorum bırakın