Yazı kategorisi: kişisel yazı, Lalletayn

Hayatın Gerçekleri (Bana Göre)

Bu yazıda hayatı nasıl yaşadığımı değil, hayatı nasıl gördüğümü anlatıyorum.
Çünkü görmekle uygulamak aynı şey değil.
Hayatı böyle görüyorum, ama her zaman böyle yaşayabildiğimi söyleyemem.
Uygulamak, çoğu zaman daha fazla irade isteyen, daha zor bir iş.

Yazının içinde; insanın yalnızlığı, empati kurma çabası, doğuştan gelen bencillik, bencilliğin dünyadaki yıkıcı etkileri, savaşlar ve masum acılar, Tanrı inancı üzerine görüşlerim, bilinmezlik içinde yaşama fikri ve nihayetinde kendi küçük hayat felsefemi nasıl kurmaya çalıştığım gibi konulara değindim.

Hepsi sadece hayatı nasıl gördüğüme dair.
Bildiğim gibi yaşayamamak da bu yolculuğun bir parçası.

Benim Hayat Görüşüm

Bazen hayat durup dururken insana kendi varlığını sorgulatıyor. Bir sabah uyanıyorsun, güneş pencereye vurmuş, perdelerin arasından sızan ışıkta odanın tozları dans ediyor ve sen o an durup, “Ben kimim? Ne yapıyorum? Ne istiyorum bu hayattan?” diye soruyorsun kendine. 
Ben de böyle zamanlar çok oldu. Sanki içimde yıllardır sessizce büyüyen bir soru, bir anda baş köşeye oturuyor. Cevabını ertelediğim şeyler, bir sabah kahvaltı masasının sessizliğinde, ya da kalabalık bir caddenin ortasında yüzüme çarpıveriyor. 
Ve fark ediyorum ki, hayat dediğimiz şey, birikmiş küçük anlardan oluşuyor: Beklenmedik bir telefon görüşmesi, içinden gelmeyerek çıktığın bir yürüyüş, tesadüfen açtığın bir kitap, ansızın göz göze geldiğin biri… Her biri, ruhunun bir köşesini ufak ufak şekillendiriyor.

Kendime sorduğum en temel soru hep aynı yere varıyor: Bu hayatta nasıl bir insan olmak istiyorum? 
İşte bugün, hiçbir şey öğretmeye ya da doğrulamak için ispat yapmaya çalışmadan, sadece içimden geldiği gibi anlatacağım bunu sana. Çünkü ne yaşadıysam, nasıl hissettiysem, kimseye hesap vermeden içimden döküldüğü haliyle burada olacak

İlk öğrendiğim şey şu oldu: 
İnsan her şeyden önce yalnız bir varlık. 
Bunu ilk ne zaman hissettim bilmiyorum. Belki çocukken, ailemin kalabalığı arasında sessizce bir köşeye çekildiğimde… Belki üniversite yıllarında, kalabalık bir kafede herkesin güldüğü anlarda içimi kaplayan garip boşlukla… 
Ama bildiğim bir şey var: Ne kadar kalabalıkların içinde olursan ol, kendi kafanın içinde hep yalnızsın. Kimse tam olarak senin gibi hissedemiyor. Kimse tam olarak senin gibi bakamıyor dünyaya.

Bu yalnızlığı kabullenmek, bana göre insan olmanın ilk ve en ağır sınavı. 
Başta ürkütüyor. Çünkü hep birilerine yaslanmak istiyor insan; bir dostun omzuna, bir sevgilinin sesine, bir ailenin varlığına… Ama ne yaparsan yap, derinlerde bir yerde hep kendine kalıyorsun. 
Ve sanırım bu kötü bir şey değil. 
Çünkü yalnızlığı kabullendiğin anda, o boşluk korkutucu olmaktan çıkıp bir tür özgürlüğe dönüşüyor. Artık başkalarının seni anlamasını beklemiyorsun. Artık kimsenin omzunda varoluşunu taşımaya çalışmıyorsun. 
O zaman daha hafifliyorsun. Daha gerçek oluyorsun.

Hayatımda yaşadığım her kırılma, her büyüme anı, yalnızlığıma yaklaştığım anlarda oldu. 
Bir kayıp yaşadığımda, bir hayal kırıklığına uğradığımda, bir dostluğu yitirdiğimde… 
İşte o anlar, hayatın bana sessizce şunu fısıldadığı anlardı: “Bu dünyada, en son sen varsın. Kendi içinde tutunabilecek misin?” 
Ve her seferinde içimden bir yan, yıkılsa da, ufak ufak ayağa kalkmayı bildi. 
Çünkü öğrendim ki, başkalarından beklediğin her şefkat, her anlayış, her teselli; sonunda, yine senin içinde filizlenmek zorunda.

Yalnızlık, zamanla bir korkudan çok bir ustalık haline geldi benim için. 
Kendi düşüncelerimi sevmeyi öğrendim. 
Kendi sessizliğimi dinlemeyi öğrendim. 
Kendi kendime dost olmayı öğrendim. 
Elbette bazen hâlâ ürküyorum. Hâlâ bazen geceleri, bir mesaj sesi bekler gibi bomboş tavana bakıyorum. Hâlâ bir şarkının ortasında, aniden burnumun direği sızlıyor. 
Ama artık biliyorum ki bu da geçecek. 
Çünkü hayat, duyguların gelip geçtiği, hiçbirinin sonsuz kalmadığı bir nehir gibi.

İşte bu yüzden, hayat görüşümün temeline şunu koyuyorum: 
İnsan, her şeyden önce, kendisiyle baş başa kalmayı öğrenmek zorunda. 
Kendini sevmek değil belki, ama kendine dayanabilmek. 
Kendi zihninin içinde kavga etmeden, kendi yüreğinin içinde azıcık huzur bulabilmek. 
Başka türlü büyüyemiyorsun. Başka türlü insan olamıyorsun.

Sonra fark ettim ki, insan yalnızken gerçek anlamda diğer insanları da sevebiliyor. 
Çünkü sevgiyi bir ihtiyaçtan değil, bir armağandan veriyorsun o zaman. 
Birine tutunmak için değil, tutunduğun hayatı paylaşmak için yaklaşıyorsun. 
Ve bu sevgiler daha temiz, daha sahici oluyor.

Hayatı böyle gördüğüm için bazen fazla “sert” olduğumu söylüyorlar. 
Belki de öyleyim. 
Çünkü gözümde, gerçek sevgiyi ve dostluğu, ancak yalnızlıkla sınanmış insanlar taşıyabiliyor. 
Kendini hiç kaybetmemiş, hiç yalnız kalmamış, hiç içine kapanmamış birinin sevgisine pek güvenemiyorum. 
Çünkü o sevgi, bir eksikliği tamamlama çabası gibi geliyor bana. 
Oysa gerçek sevgi, zaten tam olan iki yalnız ruhun birbirine dokunmasıdır.

Hayatla ilişkim de bu yüzden çok düz bir çizgide ilerlemiyor. 
Bazen sonsuz bir minnettarlıkla doluyorum her şeye: gökyüzüne, toprağa, bir sokak kedisinin uysal bakışına, iyi bir insanın bir tebessümüne… 
Bazen de koca bir öfkeye kapılıyorum: dünyanın adaletsizliğine, insanların birbirine yaptığı kötülüklere, anlamsız savaşlara… 
Ama her iki duygunun da gelip geçici olduğunu biliyorum. 
Hiçbir öfke sonsuz değil. 
Hiçbir minnettarlık da sabaha dek sürmüyor.

O yüzden kendi kendime tutamasam da çoğu zaman şöyle bir söz verdim bir zamanlar: 
Ne olursa olsun, bu hayatı sonuna kadar hissedeceğim. 
İyisiyle kötüsüyle, yalnızlığıyla kalabalığıyla, huzuruyla acısıyla. 
Çünkü hissedebildiğim sürece yaşıyorum. 
Çünkü hissetmek, var olmak demek.

Ve işte tam da bu yüzden, yalnızlıktan korkmuyorum artık. 
Çünkü yalnızlık, beni kendime döndürdü. 
Kendimde kaybolduğum zamanlarda bile, kendimi yeniden bulabileceğimi öğretti bana.

Ve belki de hayatın anlamı, başka hiçbir yerde değil, sadece burada saklı: 
Kendi içinde kaybolup, yine de bir şekilde, bir yerlerde, kendine rastlamakta…
 
Ve zaman geçtikçe fark ettim ki, yalnızlık dediğimiz şey, öyle tek bir kalıba sığacak kadar basit bir şey değil. 
Sanki koca bir orman gibi… İçinde binbir çeşit yalnızlık türü var. 
Bazısı ince ince sızıyor, bazısı yumruk gibi gelip göğsüne oturuyor. 
Bazısı tatlı bir serinlik gibi, bazısı buz gibi bir donukluk gibi.

İlk tanıştığım yalnızlık, o en basit olanıydı: Fiziksel yalnızlık. 
Etrafında kimse olmayınca, insan kendini doğal olarak yalnız hissediyor zaten. 
Çocukken akşam ezanı okununca herkesin evine girdiği mahallede, sokakta tek başına kalan çocuk gibi. 
Ya da yeni taşındığın bir şehirde, akşam karanlığında yabancı sokaklara baka baka yürüyüş yaparken. 
O tür bir yalnızlıkta, insan ister istemez bir iç ses arıyor: “Biri olsa da iki laf etsek…” 
Biri olsun da, sadece varlığıyla bu ağır sessizliği bozsun istiyorsun.

Sonra daha tehlikeli bir yalnızlıkla tanıştım: Sosyal yalnızlık. 
Etrafında insanlar varken bile kendini yabancı gibi hissettiğin o durum. 
Kalabalığın ortasında, seslerin arasında, kahkahaların arasında, yapayalnız hissetmek… 
Bir gün bir doğum günü partisine gitmiştim. Herkes gülüyordu, dans ediyordu, şakalaşıyordu. 
Ama ben, kalabalığın içinde adeta cama basmış bir kuş gibi çırpınıyordum. 
Oraya ait değildim. Onların muhabbetlerine, o coşkulu kahkahalara, o neşeli sohbetlere dokunamıyordum. 
Sadece dışarıdan bakıyordum. 
O gece eve döndüğümde anladım ki; insanın etrafında bin kişi olsa da, ruhu eğer yalnızsa, o kalabalık bir hiçtir.

En can acıtanıysa, duygusal yalnızlık oldu benim için. 
Yanında sevdiğin insanlar var… Dostların, ailen, belki sevgilin… 
Ama bir şey oluyor; ve kimse seni anlamıyor gibi geliyor. 
Dünyanın en önemli acısını yaşamışsın, ama anlatacak kimse bulamıyorsun. 
Ya da buluyorsun ama onların bakışlarında gördüğün şey seni teselli etmiyor. 
Diyorsun ki içinden: “Anlamıyorlar. Anlamaları da imkansız.” 
O zaman, kalabalıkların içinde bile en derin yalnızlığı yaşıyor insan. 
Yalnızlık sadece bir fiziksel yokluk değil; bir anlaşılamama hali.

Ve tüm bunların ötesinde, daha gizli, daha derin bir yalnızlık varmış meğerse: 
Varoluşsal yalnızlık. Bilincin yalnızlığı.

İşte o, insanı asıl titreten yalnızlık. 
Çünkü bu yalnızlık, öyle bir boşluk ki, ne annen doldurabiliyor, ne dostun, ne sevgilin. 
Kimse. 
Çünkü sonunda, hepimiz kendi kafamızın içinde, kendi düşüncelerimizle, kendi hislerimizle baş başa kalan varlıklarız.

Senin kalbinin en derininden geçen bir duyguyu, 
Senin gözlerinle gördüğün bir manzarayı, 
Senin ağzında eriyen bir çikolatanın tadını, 
Senin kulağında yankılanan bir melodiyi, 
Senin içinizde kopan bir fırtınayı — 
hiç kimse, ama hiç kimse, tam olarak bilemez. 
Buna felsefede “qualia” diyorlar. 
Yani her birimizin kendi öznel deneyimi. 
Kırmızı bir çiçeğe baktığında senin hissettiğin şey, 
Benim hissettiğim şeyden farklıdır. 
Aynı şarkıyı dinleriz, ama içimizdeki yankısı bambaşkadır.

Ve bu, içten içe ürkütücü bir gerçek: 
Ne kadar anlatırsan anlat, ne kadar paylaşırsan paylaş, 
Aslında kendi varlığının gerçek ağırlığını, kimse tam olarak taşıyamaz.

Bunu ilk hissettiğim anı hiç unutmam. 
Bir gece, lise yıllarında, pencereden yıldızlara bakıyordum. 
Ve aniden düşündüm: 
“Şu anda kafamın içinde olup bitenleri, tam anlamıyla, dünyadaki hiç kimse bilmiyor. Bilemeyecek.” 
Ne annem, ne babam, ne en yakın arkadaşım, ne de başka birisi… 
Benim aklımın içindeki ben, sadece bana ait.

Ve işte o anda, tarifsiz bir yalnızlık çökmüştü içime. 
Hem korkutucu, hem tuhaf bir şekilde rahatlatıcı bir yalnızlık.

Çünkü bir yandan biliyordum ki, 
bu yalnızlık benim özgürlüğüm demekti. 
Kimse benim düşüncelerime tam anlamıyla hükmedemezdi. 
Kimse benim içimdeki bana ulaşamazdı. 
Ve bu, bana garip bir güç duygusu da veriyordu: 
Evet, yalnızdım. Ama bu yalnızlık, benimdi.

Sonra yıllar geçti, daha çok kitap okudum, daha çok insan tanıdım. 
Ve gördüm ki, yalnızlık sadece benim sırtımda taşıdığım bir yük değilmiş. 
Herkes bir ucundan bu yalnızlığa tutunmuş yaşıyor aslında. 
Kimi bunu bastırıyor, kimi unutuyor, kimi inkar ediyor. 
Ama hepimiz kendi içimizde birer küçük adayız.

Birbirimize ne kadar sarılsak da, 
ne kadar sevişsek de, 
ne kadar beraber ağlasak da, 
sonunda, herkes kendi kıyısında, kendi sessizliğinde duruyor.

Ve sanırım hayat, işte bu yalnızlığı kabullenmekle başlıyor. 
Onu bastırmadan, ondan kaçmadan, onu dramatize etmeden. 
Sadece var olduğunu bilerek. 
Sadece zaman zaman ona el sallayarak. 
“Evet, sen buradasın. Ve ben de buradayım.” diyerek.

Belki de gerçek dostluklar, gerçek aşklar, gerçek bağlılıklar… 
İşte o iki yalnız ruhun, 
bu yalnızlığı el ele, göz göze, sessizce kabul ettiği anlarda başlıyordur.

Ve belki de hayat, tam da bu yüzden bu kadar değerli. 
Çünkü bütün bu yalnızlığın içinde, birbirimize ulaşabildiğimiz o nadir anlar… 
Bütün bir ömrü anlamlı kılmaya yetiyor.

Ve işte, tam da o en derin yalnızlık duygusunun koynunda kıvranırken, insan başka bir mucizeyle karşılaşıyor: 
Empati.

Çünkü insan sadece kendi kafasının içinde kilitli bir mahkûm değil. 
Aynı zamanda, o kafasının küçük pencerelerinden dışarıyı gözetleyen, başka bilinçlere ulaşmaya çalışan, başka kalplerin ritmini duymak isteyen bir canlı. 
Kendine mahkûm olmakla, başkalarına ulaşmak arasında gidip gelen, garip bir varlık.

Yalnızlık içimde kemikleşirken, bir yandan da fark ettim ki, başka insanların hikâyeleriyle, başka insanların acılarıyla, başka insanların sevinçleriyle bir bağ kurabiliyorum. 
Bir romanın içinde bir karakterle gözyaşı dökebiliyorum. 
Bir şarkının notalarında, hiç tanımadığım birinin kalp atışını hissedebiliyorum. 
Bir yabancının acı dolu bakışlarında, kendi sessiz çığlığımı görebiliyorum.

Ve o zaman anlıyorsun: 
İnsanı yalnızlığın mutlak karanlığından kurtaran tek şey, empati yeteneği. 
Başkasının acısına kulak verebilmek, başkasının sevinciyle içten bir tebessüm edebilmek, kendi acını unutmasan da, başkasının acısında kendine bir kardeş bulabilmek.

Bazen bir kitap açıyorum ve yazılan cümlelerde kendi ruhumu buluyorum. 
Bazen hiç tanımadığım bir şair, yüzlerce yıl önce yazdığı bir dizede bana sesleniyor gibi geliyor. 
Sanki bir zamanlar bir yerlerde aynı acıya dokunmuşuz, aynı boşluğa bakmışız. 
Sanki o an, zaman, mekân, dil engelleri eriyor ve ruhlar çıplak kalıyor.

Empati, işte böyle bir köprü. 
Bilinçlerimizin arasındaki dipsiz uçuruma atılan titrek bir ip gibi. 
İnce, narin, her an kopabilir. 
Ama yine de orada.

Kendi yalnızlığımla yüzleştiğimde, içimde hep bir soru doğuyor: 
Peki ya diğerleri? 
Onlar da mı böyle hissediyorlar? 
Onlar da mı gecenin bir vakti yıldızlara bakarken ürperiyorlar? 
Onlar da mı bir şarkının ortasında, ansızın boğazlarında bir düğüm hissediyorlar?

Ve o zaman anlıyorum ki evet, her birimiz kendi yalnızlığımızda debelensek de, bazen o yalnızlıklar çakışıyor. 
Bazen biriyle göz göze geldiğin bir anda, ikiniz de hiçbir şey söylemeden aynı boşluğu, aynı hüznü, aynı hayat kırıklığını paylaşıyorsunuz.

İşte o anlar, bütün bir hayatın ağırlığını hafifletiyor. 
İşte o anlar için yaşamaya değer oluyor dünya.

Bir gün, kalabalık bir otobüste yanımda oturan yaşlı bir adam ağlıyordu. 
Sessizce, kimseye belli etmeden, gözyaşlarını avuçlarına sığdırarak. 
Ne olmuştu bilmiyorum. 
Hangi kaybı, hangi acıyı taşıyordu bilmiyorum. 
Ama o an, içimde onunla birlikte bir şey kırıldı. 
O an, onun sessiz ağlayışı, benim sessiz yalnızlığımla birleşti. 
İkimiz de konuşmadık. 
İkimiz de birbirimizi tanımıyorduk. 
Ama ruhlarımız, kısacık bir an için aynı köprüde buluştu.

İşte böyle küçük anlar, bana insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyor. 
Bütün o gösterişli sözler, süslü hayat hikâyeleri, kahkahalar, başarı hikâyeleri… hepsi boş aslında. 
Önemli olan, o çıplak anlarda, o sahici temaslarda kim olduğun. 
Başkasının acısına sırtını mı dönüyorsun, yoksa onunla bir dakika olsun aynı nefesi mi paylaşıyorsun? Bu anlarda karakterli olmak önemli. Açık söylemek gerekirse bu anlardan başarısız olduğum çok anım olduğu için kendimi kötü hissediyorum.

Hayat, bu küçük empati anlarından ibaret. 
Yoksa her şey çok daha acımasız olurdu. 
Yoksa her yalnızlık çok daha katlanılmaz olurdu.

İnsan bazen sanıyor ki, bu dünyada en büyük şey aşktır, başarıdır, zaferdir. 
Halbuki, en büyük şey, bir başkasının yalnızlığına, acısına, gülüşüne, hüznüne dürüstçe dokunabilmektir. 
Kendi yalnızlığını unutmadan, ama onun üzerinden bir el uzatabilmektir.

İşte sanat da bu yüzden var. 
İnsanlar şarkılar yapıyorlar, romanlar yazıyorlar, filmler çekiyorlar… 
Çünkü kendi bilinç hapishanelerinin duvarlarına küçük küçük delikler açmak istiyorlar. 
O deliklerden başka bilinçlere ulaşmak istiyorlar. 
“Ben de buradayım” demek istiyorlar. 
“Senin hissettiğin gibi hissediyorum” demek istiyorlar.

Ve bazen bir kitap sayfasında, bazen bir piyano notasının titrek tınısında, bazen bir film sahnesinde… 
İşte o delikten bir ışık sızıyor. 
İşte o zaman insan biraz daha az yalnız hissediyor.

Ben de hayatım boyunca bu ışıkları aradım. 
Bazen bir şairin dizelerinde buldum kendimi. 
Bazen bir tablonun renginde. 
Bazen bir dostun sessiz bakışında.

Ve şunu öğrendim: 
İnsan, yalnızlığını paylaşabildiği ölçüde insan oluyor. 
Ne kadar çok duvar örersek, ne kadar çok kabuğumuza çekilirsek, o kadar eksiliyoruz. 
Ama ne zaman ki cesaret edip kendi yalnızlığımızı başka bir yalnızlıkla buluşturuyoruz… 
İşte o zaman eksilmiyoruz. 
İşte o zaman çoğalıyoruz.

Ve belki de hayat dediğimiz şey, başka bir şey değil: 
İki yalnız ruhun, birbirinin karanlığında bir damla ışık bulmaya çalışması…

 
İnsanın yalnızlığını, acılarını, empatisini anlatırken şunu da inkâr edemiyorum kendi içimde: 
Her ne kadar birbirimize ulaşmak istesek de, 
her ne kadar başkalarının hislerini anlamaya çalışsak da, 
eninde sonunda içgüdüsel bir gerçek var: 
İnsan önce kendini düşünüyor.

Bu kötü bir şey mi? 
Belki. 
Belki de değil.

Çünkü doğduğumuz andan itibaren içimize kazınmış bir şey bu. 
Ağlıyoruz çünkü açız. 
Ağlıyoruz çünkü acı çekiyoruz. 
İstiyoruz çünkü var olmak için istemek zorundayız.

Bencillik, kulağa çok ağır bir kelime gibi geliyor. 
Sanki sadece kötü insanlara yakışan bir özellikmiş gibi. 
Ama gerçekte, bencillik dediğimiz şey, bir bakıma yaşamaya devam etme çabası. 
Hayatta kalmak için, biraz da kendi çıkarını öncelemen gerekiyor.

Bunu fark etmek, ilk başta beni rahatsız etti. 
Kendimi iyi bir insan olarak görmek istiyordum. 
Başkaları için yaşayan, fedakâr, şefkatli biri. 
Ama zamanla dürüst olmak gerektiğini öğrendim: 
Hepimizin içinde, görünmeyen bir terazide kendi çıkarını tartan bir taraf var. 
Ve bazen, ne kadar vicdanlı olursan ol, o teraziye gizlice göz ucuyla bakıyorsun.

Ben de baktım. 
Hem de defalarca.

Birine yardım ederken bile, içten içe “Ben olsam bana yardım ederler miydi?” diye düşündüğüm oldu. 
Bir tartışmada, haklı olduğumu savunurken, aslında sadece gururumu korumaya çalıştığım oldu. 
Sevdiğim birini bile, bazen kendi eksiklerimi tamamlama arzusu için sevdiğimi fark ettiğim oldu.

İnsanın doğası bu: 
Kendine yakın olanı korumak, 
kendi acısını dindirmek, 
kendi mutluluğunu kollamak.

Ve bazen bu doğa, empatiyle çarpışıyor. 
Bir yanda “başkası da önemli” diyen kalbin, 
bir yanda “önce ben” diyen içgüdün.

Bu ikisi arasında gidip geldim yıllarca. 
Bazen içimdeki bencilliğe kızdım. 
Bazen onun bana kattığı direnci takdir ettim.

Çünkü insan, sadece kendini feda ederek yaşayamaz. 
Sürekli başkaları için yaşamak, sonunda insanı tüketir. 
Ve kendini hiç düşünmeden başkalarına adayanlar, bir gün bir bakmışlar ki, 
kendi içleri bomboş kalmış.

İşte burada ince bir denge var. 
Ne tamamen bencil olmak doğru, 
ne de tamamen kendinden vazgeçmek.

Ben bu dengeyi bulmayı öğrenmeye çalıştım. 
Hâlâ da öğreniyorum.

Bazen hâlâ, sırf kendim için en iyisini isterken buluyorum kendimi. 
Ve sonra durup, “Peki ya başkaları?” diye soruyorum.

Ama bazen de, başkaları için çok fazla verdiğimde, 
kendi sınırlarımı aşındırdığımı, kendi iç huzurumu kaybettiğimi fark ediyorum.

İşte tam bu noktada şunu öğrendim: 
İyilik yapmak, fedakâr olmak güzeldir. 
Ama insan önce kendi içini sağlam tutmalı. 
Kendi içi boşsa, kimseye gerçek bir şey veremezsin.

Bir zamanlar çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. 
Onun için yapamayacağım şey yoktu. 
Ne isterse koşulsuz yapardım. 
Onun mutluluğunu kendi mutluluğumun önüne koyardım.

Sonra bir gün, tam anlamıyla yorgun düştüğümü fark ettim. 
Kendi isteklerim, kendi ihtiyaçlarım, kendi mutluluğum o kadar geriye atılmıştı ki, 
bir sabah uyanıp kendime şunu sordum: 
“Ben neredeyim?”

Ve o gün anladım ki, 
başkalarına verirken, kendimi kaybetmişim.

İşte o gün, egoizme yeni bir gözle bakmaya başladım. 
Bencillik, sadece kötü bir özellik değil. 
Bazen, kendini korumak için, hayatta kalmak için, 
kendine sadık kalmak için gerekli bir şey.

Tabii ki bu bencilliği zehirli bir kibire dönüştürmemek lazım. 
Başkasının hakkını çiğneyerek, 
başkasının acısına kör kalarak kendini büyütmeye çalışmak değil mesele.

Ama kendini hiçe sayarak da insan olamazsın. 
Kendi yalnızlığını, kendi acılarını, kendi varlığını ciddiye almadan 
başkalarının acılarına doğru dürüst dokunamazsın.

Kendi içimde bu dengeyi bulduğum zamanlar oldu. 
Bazen başarısız oldum, bazen tam isabet ettim.

Ama her defasında şunu öğrendim: 
İnsan hem bencil, hem şefkatli bir varlık. 
İçinde hem “ben” var, hem “biz”.

Ve hayat, bu ikisinin çatışmasından doğan tuhaf bir denge.

İnsanın en güzel hali, 
ne tamamen kendini unutmuş bir kurban, 
ne de tamamen kendini kutsamış bir kibir abidesi.

İnsanın en güzel hali, 
kendi acısını da, başkasının acısını da, 
aynı kalpte taşıyabilen hali.

İşte ben de böyle bir insan olmaya çalışıyorum. 
Kendi yalnızlığımı tanıyarak, 
kendi bencilliğimi kabullenerek, 
kendi kusurlarımla barışarak, 
başka insanlara ulaşmaya çalışıyorum.

Çünkü biliyorum: 
İnsan sadece kendine dönerek, sadece kendine sarılarak büyüyemez. 
Ama kendine sırtını dönerek de gerçek bir sevgi inşa edemez.

İşte bu yüzden, 
kendi içimdeki bencilliği de, 
başkalarına uzattığım eli de, 
ayrılmaz parçalarım olarak kabul ediyorum.

Ve hayatı da, insanı da böyle seviyorum: 
Eksik, çatlak, tutarsız… ama yine de güzel.

 
Bencilliğin küçük versiyonlarıyla kendi hayatımda boğuşurken, 
bir yandan da dünyanın büyük hikâyesine bakınca insan başka bir gerçekle daha yüzleşiyor: 
Bu küçük dürtü, 
yani “önce ben” dürtüsü, 
büyüyüp bir canavara dönüştüğünde, koca hayatları ezip geçiyor.

Savaşlar böyle çıkıyor. 
Sınırlar böyle çiziliyor. 
İnsanlar birbirine böyle silah doğrultuyor. 
Kimse “Ben kötü bir şey yapıyorum” diyerek başlatmıyor bu felaketleri. 
Herkes kendince haklı. 
Herkes kendi çıkarını kutsuyor. 
Ve olan, arada kalan masumlara oluyor.

Çok da uzak değiliz bu hikâyelere. 
Her gün televizyonda, haberde gördüğümüz manzaralar bunun kanlı yüzü zaten. 
Yıkılmış şehirler, enkazdan çıkarılan çocuklar, 
çadır kamplarında hayata tutunmaya çalışan insanlar…

Bunları izlerken bazen bir mesafe koymaya çalışıyorum araya. 
Çünkü insan her gördüğü acıyı doğrudan içeri alırsa, 
bir süre sonra ya yalan bir kahramanlığa kapılıyor, 
ya da ruhu tükeniyor.

Ama araya mesafe koysan da, bazı hikâyeler geçiyor o mesafenin içinden. 
İnsanın içine, kemiklerine kadar işliyor.

Suriye’de iç savaşın ortasında kalmış bir kadının hikâyesi vardı mesela. 
Bir belgeselde görmüştüm. 
Kendi sesiyle anlatıyordu: 
Nasıl evlerini bombaladıklarını, 
nasıl kocasını ve çocuklarını kaybettiğini, 
nasıl saatlerce enkaz altında kurtarılmayı beklediğini.

Ve anlatırken sesi o kadar sakindi ki. 
Öyle bir sakinlik ki, insanı daha da ürpertiyordu. 
Sanki o kadar çok acı çekmişti ki, artık anlatırken hissetmeye bile mecali kalmamıştı.

O an düşündüm: 
İnsan ne kadar bencilleşirse, başka insanların hayatı o kadar önemsizleşiyor. 
Birisi iktidarı için karar veriyor, 
başka birisi çocuklarını mezara gömüyor. 
Birisi sınır çiziyor, 
başka birisi evini, kökünü, geçmişini kaybediyor.

Ve bu hikâyeleri dinlerken şunu da fark ettim: 
İnsan isterse bin tane yardım kampanyasına katılsın, 
isterse tonla bağış yapsın, 
isterse her gün iyi dilekler dilesin… 
Sonunda değiştirebildiğin şey çok sınırlı.

Belki birine dokunabiliyorsun. 
Belki bir anlığına bir yaranın üstünü örtüyorsun. 
Ama asıl sorun çok daha derin, çok daha büyük. 
Ve o sorun öyle kolay kolay çözülmüyor.

Bu yüzden hiç kimseyi  kahraman ilan etmiyorum. 
Küçük bir yardım, küçük bir iyilik, küçük bir çaba… 
Hepsi iyi niyetli. 
Ama dünyanın gerçek yüzü karşısında etkisi çok zayıf.

Bunu görmek, insanın içinde hem bir çaresizlik duygusu yaratıyor, 
hem de bir tür soğukkanlılık. 
Çünkü biliyorsun: 
Bütün bu felaketler, insanın doğasına kazınmış bir şeyin sonucu. 
Ve insan doğası bir gecede değişmiyor.

İçten içe bazen şöyle düşünüyorum: 
Eğer bugün bir savaş bitsin diye bir düğmeye basılacak olsa, 
yine birileri, kendi çıkarı için o düğmeye basmayı reddederdi. 
Çünkü güç, çıkar, iktidar, insanın damarlarında çok derinlere işlemiş bir zehir gibi dolaşıyor.

Bu yüzden çok büyük kahramanlık hikâyelerine inanmıyorum. 
İnsan doğası dediğin şey, birkaç güzel cümleyle terbiye olacak bir şey değil. 
İnsan iyiliği de kötülüğü de içinde taşıyor. 
Ve çoğu zaman hangisinin ağır bastığı, kimsenin tam olarak kontrol edemediği şartlara bağlı.

Kendi adıma, bazen küçük şeyler yapmaya çalışıyorum. 
Ama bunu yaparken de kendime bir masal anlatmıyorum. 
Dünyayı kurtarmıyorum. 
Kurtaramayacağım. Sadece kendi vicdanımı rahatlatıyorum.

Sadece bazen birilerinin acısına sessizce bakıyorum. 
Ve kendi kendime diyorum ki: 
“Şu anda en azından bu acıya kayıtsız kalmadın.”

Bu bile bazen bir şeydir. 
Bazen değildir.

Bunu bilerek yaşıyorum.

Ve belki de hayatı bu yüzden biraz daha gerçekçi, biraz daha ağır bir yerden sevmeye çalışıyorum. 
Ne büyük kahramanlık hayalleriyle kendimi avutuyorum, 
ne de her şeyin anlamsızlığına kapılıp içime kapanıyorum.

Ortada bir yerde duruyorum. 
Bir adım umut, bir adım mesafe. 
Bir adım inanç, bir adım şüphe.

Ve içten içe biliyorum: 
Hayat, bazen sadece seyirci kaldığın şeylerle de seni yoğuruyor. 
Bazen sadece bir başka insanın acısına sessizce bakmak bile, 
sana kendinle ilgili çok şey anlatıyor.

İşte o yüzden, ne kahramanım, ne kurban. 
Sadece, bunca bencilliğin ve felaketin içinde, 
küçük bir bilinç kırıntısıyla, 
daha az zarar vererek yürümeye çalışan biriyim.

Belki hepsi bu.

Ve belki bu bile, düşündüğümden daha büyük bir şeydir.

 
İnsanın bencilliğini, dünyanın acımasız yüzünü, 
masum insanların yerle bir olmuş hayatlarını gördükçe, 
ister istemez daha derin bir sorunun kapısına dayanıyorsun: 
Tanrı var mı?

Öyle, laf olsun diye sorduğun bir soru değil bu. 
Bir kafenin köşesinde kahveni karıştırırken gelişi güzel aklına gelmiyor. 
Bu soru, daha çok gecenin en sessiz saatlerinde, 
kendi yalnızlığının, kendi acizliğinin tam ortasında fısıldanıyor kulağına. 
Ve kaçacak yerin kalmadığında, gözlerinin içine bakıyor.

Ben de kaçamadım.

O savaş mağduru kadının hikâyesini dinlediğim o gece, 
televizyonu kapatıp karanlık odada öylece otururken, 
içimde bir şey fısıldadı: 
“Eğer bir Tanrı varsa, bu nasıl oluyor?”

Eğer bir ilahi güç varsa, 
nasıl olur da o kadının çocukları enkaz altında nefessiz kalır? 
Nasıl olur da milyonlarca insan, sadece birilerinin daha fazla güç istemesi yüzünden yerinden yurdundan olur? 
Nasıl olur da göz göre göre açlıktan ölen çocuklar, susuzluktan kırılan köyler, umutsuzlukla kendini uçurumlardan atan insanlar olur?

Ve eğer bir Tanrı yoksa… 
O zaman bu dünya, bu hayat, bu acılar sadece kör bir kaosun ürünü mü? 
Sadece bir şanssızlık mı her şey? 
Sadece rastgele dağılmış atomların, anlamsız bir bileşkesi mi?

İşte bu ikilemin ortasında büyüdüm ben. 
Bir yanım, bir çocuğun saflığıyla Tanrı’ya inanmak istedi. 
Çünkü bir yerlerde adalet olduğuna, 
her şeyin bir gün anlam bulacağına inanmak istedim.

Çocukken bana öğretilen duaları ezberledim. 
Küçükken başımı yastığa koyduğumda, 
ellerimi minik bir dua için birleştirdim. 
Bir sınavdan önce, bir dileğim olduğunda, hastalandığımda… 
hep bir yere doğru fısıldadım. 
“Allah’ım, bana yardım et.”

O zamanlar her şey daha basitti. 
İnanç, sorgusuzdu. 
İnanç, konforluydu. 
İnanç, koruyucuydu.

Ama büyüdükçe, hayat gözlerimi açtı. 
Ve gördüm ki, dünya bana anlatılan kadar adil değildi. 
İyilerin her zaman kazanmadığını, 
kötülerin her zaman cezasını çekmediğini, 
masumların her zaman korunmadığını gördüm.

Ve içimde bir şey çatlamaya başladı.

Bana anlatılan Tanrı ile, gördüğüm dünya arasındaki uçurum büyüdükçe, 
sorularım da büyüdü.

Okuduğum kitaplar, karşılaştığım insanlar, yaşadığım tecrübeler… 
hepsi içimde bir şeyleri sorgulattı. 
Bir arkadaşım vardı mesela üniversitede, 
dindar bir Müslüman dı. 
Başka bir arkadaşım, Hristiyan inancındaydı. 
Bir başkası ise ateistti. 
Hepsi kendi doğrularına, kendi Tanrılarına, kendi kaderlerine yürekten inanıyordu.

Ve ben düşündüm: 
Hepsi birden nasıl doğru olabilir? 
Hepsi birden nasıl aynı anda var olabilir?

Bir çocuğun doğduğu coğrafya, yetiştiği kültür, ailesinin inancı, 
onun sonsuz kaderini belirleyecekse, 
bu nasıl adil bir oyun olabilir?

İşte o zaman anladım ki, 
inanç dediğimiz şeyin büyük bir kısmı, içine doğduğun hikâyeye bağlı. 
Ve bu hikâyeler, bazen birbirinden tamamen farklı.

Bir adım daha attım: 
Bilimle tanıştım. 
Evrenin 13.8 milyar yıllık geçmişi, 
evrimin yavaş ve acımasız süreçleri, 
fizik yasalarının katı ve umursamaz düzeni… 
Bunların içinde büyülü bir Tanrı figürüne yer bulmak kolay değildi.

Bunu gördükçe kafam karıştı. 
İnançla büyüyen o eski sıcaklık, yerini bir serinliğe bıraktı. 
Artık bilmiyordum. 
Artık hiçbir şeyden emin değildim.

Ve zamanla kendimi, inançsızlığın da, inancın da kıyısında buldum.

Tanrı var mı?

Bilmiyorum.

Tanrı yok mu?

Onu da bilmiyorum.

Ve belki de hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Ama her zaman bir tanrının olmasını olmamasına tercih ederim, olmasına inanmak isterim.

Ama şunu biliyorum: 
İnsan doğası, anlam arıyor. 
Acının, kaybın, ölümün karşısında dayanabilmek için bir şeylere tutunmak istiyor.

Bir çocuğun açlıktan öldüğü bir dünyada yaşıyoruz. 
Ve buna rağmen, hâlâ umut edebiliyoruz. 
Hâlâ seviyoruz. 
Hâlâ yeni hayatlar doğuruyoruz.

Bunu yapabilmemiz için ya büyük bir saflığa, 
ya da büyük bir umuda ihtiyacımız var.

Ben bu ikisinin arasında gidip geliyorum. 
Kimi gün inançlı gibi hissediyorum. 
Kimi gün tamamen boşlukta.

Bir dua etmiyorum belki artık. 
Ama bazen bir yıldız kayarken, 
bazen rüzgarın arasında adını koyamadığım bir huzur hissederken, 
içimden bir fısıltı yükseliyor: 
“Belki bir anlam vardır.” 
“Belki biri bizi görüyordur.”

Bu düşünceye sıkı sıkıya sarılmıyorum. 
Ama reddetmiyorum da.

Çünkü insan bazen bilmemenin de bir yaşam biçimi olduğunu öğreniyor. 
Cevap bulamamanın da bir cevabı olduğunu…

Artık şuna inanıyorum: 
İnanç ya da inançsızlık, 
kesin bilgiler değil, 
varoluşun farklı halleri.

Ve ben, bu iki halin arasında salınarak yaşıyorum. 
Bazen umutla, 
bazen boşlukla. 
Bazen bir duaya yakın, 
bazen bir suskunluğa.

İşte hayat görüşümün bir parçası da bu: 
Bilmediğim yerde, 
zorla cevap uydurmadan, 
bilmediğimi kabul edebilmek.

Ve belki de bu dürüstlük, 
kör bir inançtan daha kıymetli.

Belki Tanrı yok. 
Belki var. 
Belki bir anlam var. 
Belki hiçbir şey yok.

Ama ben, yine de, acıyı gördüğümde içim sızlıyorsa, 
bir çocuğun gülüşünü görünce kalbim hafifliyorsa, 
bir dostla içten bir kahkaha paylaştığımda dünyanın yükü hafifliyorsa…

İşte bu hislerin gerçekliğine inanıyorum.

Bütün bu düşüncelerin, bütün bu iniş çıkışların sonunda,
hayata nasıl baktığımı sorarsan,
sana büyük cevaplar veremem.

Hayat bana göre, öyle hazır reçetelerle yaşanacak bir şey değil.
Öyle üç beş kural öğrenip geçilecek bir sınav da değil.
Hayat, daha çok…
bir tür deneme.
Yanılma.
Bocalama.
Ve bazen küçücük anlarda parlayan bir anlamı yakalama çabası.

Benim için hayat, kesin doğrularla dolu değil.
Küçük sezgilerle, küçük rastlantılarla ilerliyor.
Bazen bir bakışta, bazen bir şarkıda, bazen bir gece yürüyüşünde,
hiç beklemediğin bir anda karşına çıkan o küçük, ince anlamlarda gizli.

Biliyorum ki, bu dünya adil değil.
Biliyorum ki, ne kadar iyi olursan ol, kötü şeyler başına gelebilir.
Biliyorum ki, sevdiğin insanlar ölecek, umutların kırılacak,
ve bazen hayat hiçbir sebep göstermeden canını yakacak.

Ama bütün bunlara rağmen,
bir çocuk kahkaha attığında,
bir dost sessizce sırtına dokunduğunda,
bir sabah gözlerini açıp pencereden sızan ışığa baktığında…
o içini ısıtan küçük sevinçler hâlâ var.

Ve sanırım bütün mesele,
bu küçük anları, büyük acıların gölgesinde kaybetmemek.

Ben artık hayatı böyle yaşıyorum:
Bir elimde yalnızlık,
bir elimde umut.
Bir cebimde şüpheler,
bir cebimde küçük inanç kırıntıları.

Bazen güçlü hissediyorum kendimi.
Bazen çok zayıf.
Bazen her şeyin bir anlamı olduğuna inanıyorum.
Bazen her şeyin bir rastlantılar yığını olduğuna.

Ama her durumda, şunu kendime hatırlatıyorum:
Benim işim, bu hayatı sonuna kadar hissetmek.
İyi ya da kötü.
Hüzünlü ya da coşkulu.
Parlak ya da puslu.

Çünkü hissettiğin sürece,
yaşıyorsun.

O yüzden sevmekten vazgeçmiyorum.
Kırılıyorum ama seviyorum.
Kaybediyorum ama yine de seviyorum.
Çünkü sevgi, anlamın en sade, en katıksız hali bana göre.
Bir dostu, bir anıyı, bir şarkıyı, bir günü…
ve bazen bütün hayatı.

Birçok şey öğrendim bugüne kadar.
Ama en kıymetlisinin bu olduğunu düşünüyorum:
Sevmeden yaşanmaz.
Sevmeden insan tamamlanmaz.

Ve öğrenmek.
Merak etmek.
Sorgulamak.
Düşünmek.
Yanılmak ve tekrar öğrenmek.

Bütün bunlar, insanı diri tutuyor.
Kendi küçük evrenini genişletiyor.
İçinde yeni odalar açıyor.
Yeni pencereler.
Yeni kapılar.

Ben artık hayatı bir okul gibi görüyorum.
Dersi hiç bitmeyen bir okul.
Bazen sert bir öğretmeni olan.
Bazen sıcacık bir teneffüsü.
Bazen öğretmen seni dövüyor, bazen seviyor, bazen sınıfta bırakıyor, bazen seni 2. sınıftan 5.sınıfa bir anda atlatıyor, bazen üniversiteden alıp ilkokula bırakıyor.

Kimi zaman bir kayıp öğretiyor sana bir şeyleri,
kimi zaman bir kavuşma.
Kimi zaman bir yalnızlık,
kimi zaman bir tesadüf.

Ve işte ben bu okulda,
sınıf birincisi olmak için değil,
gerçekten öğrenmek için varım.

Kendimi kandırmadan.
Kimseye sahte zaferler satmadan.
Olabildiğince dürüst.
Olabildiğince açık.
Olabildiğince sahici.

Bazen bir yanlış yapıyorum,
sonra onunla büyüyorum.
Bazen bir güzellik yapıyorum,
sonra onunla hafifliyorum.

Ve günün sonunda,
bütün bu yaşadıklarım,
bütün bu küçük hikâyeler,
bütün bu inişler ve çıkışlar,
benim hayat görüşümü dokuyor.

Büyük iddialarım yok.
Kutsal metinlerim yok.
Evrensel reçetelerim yok.

Sadece kendi yolumu,
kendi yalnızlığımın,
kendi acımın,
kendi sevincimin içinden ördüğüm bir ağım var.

Ve biliyorum:
Bir gün bu hikâye de bitecek.
Tıpkı herkesin hikâyesi gibi.

Ama o güne kadar,
adım adım,
nefes nefes,
bir şeyleri görerek,
bir şeyleri severek,
bir şeyleri hissederek yaşayacağım.

Ve belki de hayat,
başka hiçbir şey değil,
sadece bu kararlı yürüyüşten ibaret.

Nereye gittiğini tam bilmeden.
Ama yine de yürüyerek.
Sessizce.
Sakin.
Ve içten bir kabullenişle.

Belki.