Yazı kategorisi: kitap

SİMYACI~

Simyacı: Kendi Uydurduğu Masala İnanarak Yaşayan İnsanın Güncesi

Bazı kitaplar, içerdiği fikirlerden çok onların nasıl sunulduğuyla değer kazanır. Paulo Coelho’nun Simyacısı da böyle bir kitap. Ne anlattığı değil, nasıl anlattığıyla insanların kalbine dokunuyor.Evet gerçekten dili, anlatımı olağanüstü.Yoksa hepimizin aklında benzer bir kurgu dönüp durur: Hayat bir yolculuktur, içindeki sese kulak ver, evren sana yardım eder, gerçek hazine sende saklıdır… Bunlar yeni fikirler değil. Hatta ilk bakışta insanda hafif bir “kişisel gelişim kitabı” tedirginliği bile yaratıyor. Ama işin aslı, bu kitap o tür raflara sığmayacak kadar ince dokunmuş bir düşünsel örüntü, bir olay örgüsü, bir akışkanlık sunuyor.

Elbette bu örüntüyü safça sahiplenmek kolay. Hatta rahatlatıcı. Çünkü kitap, insanı sorumlu kılmıyor; kaderle birlikte, gizemli bir işbirliği hayal etmesine izin veriyor. “Sen sadece gerçekten iste, evren gerisini halleder.” Güzel laf. Ama bir sorun var: Evren bu işbirliği çağrılarına genelde yanıt vermiyor. Daha doğrusu, bizim istediğimiz gibi bir yanıt vermiyor. O yüzden Simyacı, bir reçete kitabı değil; bir zihin haritası. Santiago’nun hikâyesi, daha çok, anlamın nasıl uydurulduğunu ve bu uydurulan şeyin zamanla ne kadar gerçek hissedilebildiğini gösteriyor.


Santiago bir çoban. Ama öyle klasik, kırsalda yaşayıp hayatından memnun olan bir tip değil. O, okuyan, düş gören, kafası karışık bir karakter. Aslında modern insanın prototipi. Her şeyin farkında ama hiçbir şeye inanmaya tam cesaret edemiyor. Rüyasında bir hazine görüp yola çıkıyor. Ne için? Hayatında eksik olduğunu hissettiği şey için. Bu “şey”, kitapta fiziksel bir hazine gibi anlatılıyor ama çok açık ki, mesele o değil. Mesele, insanın bir eksiklik duygusuyla doğması ve hayatı boyunca o eksikliği giderecek bir anlam arayışına girişmesi.

Rüya, burada bir bahane. Santiago’nun rüyası, senin hedeflerin, benim yarım kalmış cümlelerim gibi. İçinde bir boşluk var ve bu boşluk kendini doldurtmak istiyor. İşte Simyacı burada devreye giriyor. Bu kitap, insanın içindeki “boşlukla baş etme” refleksine yazılmış bir cevap gibi. Çünkü hepimiz o boşluğu bir şekilde anlamla kapatmak zorundayız. Yoksa deliririz. Yoksa o sessizlik, o anlam eksikliği, bizi içten içe çürütür.

Ve Santiago, o boşluğu anlamla doldurmak için yola çıkıyor. Ama dışarıya değil, aslında kendine doğru bir yolculuk bu. Ve bu yolculuk boyunca karşılaştığı her kişi, her olay, her durak; kendi zihninin farklı bir bölmesi gibi.


Simyacılık, tarihte bir dönüşüm arayışıdır. Metali altına çevirme çabası. Ama kitapta bu daha metaforik: Varlığın anlamını bulma, kendini altına dönüştürme, değersiz olanı değerli kılma. Buraya kadar tamam. Ama işin ilginci şu: Bu dönüşüm için ille de yola çıkman gerekiyor. Çünkü dönüşüm sadece içeriden olmaz. Dışarının karmaşası, çölün boşluğu, rüzgârın sessizliği, bir başkasının gözleri olmadan iç dönüşüm başlamıyor.

Ve evet, burada aşk devreye giriyor.


Santiago, çölde Fatıma’yla tanışıyor. Ve bir anda her şey anlam kazanıyor gibi oluyor. O gözler, o dudaklar, o sessizlik… Kitabı okurken burası insanda romantik bir sarsılma yaratabilir. Çünkü hepimiz, Santiago gibi, bir bakışla her şeyin değişebileceğine inanmak istiyoruz. Sanki biri çıkacak ve bütün yolculuğumuzun nedenini, yönünü, değerini bize tek bir göz hareketiyle gösterecek. Ve biz de “işte bu” diyeceğiz.

Ama gerçek hayatta bu pek böyle olmuyor. Bakışlar anlam taşımıyor, taşısa bile bu anlamlar kısa ömürlü oluyor. Biz o anlamı yüklüyoruz, sonra da yitirdiğimizde niye gittiğini anlamıyoruz. Fatıma karakteri de böyle. Aslında bir tür projeksiyon. Santiago, ona bakınca neyi görmek istiyorsa onu görüyor. Ve belki de aşk tam olarak bu: Kendine ait olmayan bir bedende, kendi anlamını görmeye çalışmak. Evet bu büyük bir kumar.

Bu açıdan bakarsak, Fatıma bir kadın değil; Santiago’nun kendisiyle ilgili hayalinin şekil bulmuş hali. O gözlerde gördüğü şey, belki de kendi eksikliğinin çözülmüş hali. Ama tam da bu yüzden, çok da kutsamamak lazım aşkı. Kitap bu konuda oldukça akıllı davranıyor. Fatıma, Santiago’yu yolda durdurmuyor. Onu bekliyor. Aşkla sarıp sarmalamıyor, “git” diyor. Yani aşk burada hem bir durak, hem bir sınav.

Aşık olmak, yolculuğu tamamlamak için bir engel değil, bir eylem çağrısı. Çünkü gerçek aşk, kişiyi çürütmez; kişiyi harekete geçirir. Ama ne olursa olsun, Santiago’nun Fatıma’ya aşık olduğu sahnede, hepimiz bir saniyeliğine kendi içimizde bir özlemle karşılaşıyoruz. Bir “acaba?” doğuyor. Ve bu “acaba?” duygusu, belki de aşkın kendisinden daha gerçek.


Romanın sonuna geldiğimizde Santiago başladığı yere dönüyor. Hazine, aslında en başından beri oradaymış. Rüyasını gördüğü ağacın dibinde. Ve burada çok klasik ama etkili bir anlatı devreye giriyor: Yolculuk dışarıya değil, içeriye yapılan bir şeydi. Ve bu dönüş, insanı en çok yıkan farkındalık. Çünkü aslında bütün o uğraş, bütün o çaba, bütün o savaş… hepsi içindeki bir şeyi teyit etmek içindi.

Yani mesele hedef değil, yolda yaşanan dönüşüm.

Ama bu dönüşüm, kendi başına mistik bir aydınlanma değil. Simyacı, sana şöyle bir cümle fısıldıyor: “Senin hayatın da bir anlatı, ama sen o anlatıyı yazan değil, sadece yaşayan bir karaktersin.” Ve bu cümle, kitabın felsefesinin en net hâli. Evren sana yardım etmiyor. Ama sen, kendi hikâyeni sürdürebilmek için evrenin yardım ettiğine inanıyorsun. Ve bu inanç, seni ayakta tutuyor.


Aşk mı? O da bu hikâyenin bir parçası. Ama sonsuz, saf, ilahi bir duygu değil. Daha çok bir ihtiyaç. Anlam inşa ederken kullanılan duygusal bir yapıtaşı. O yüzden ne gömmek gerekir ne kutsamak. Sadece yerini bilmek yeterli. Aşk, bir yolda karşılaştığın kişiyle aranda geçen anlamlı bir kesişme. Ve o kesişme sana bazı şeyleri hatırlatabilir: Beklemeyi, özlemeyi, umut etmeyi. Ama o kadar.

Fatıma’yı seven Santiago, aslında kendinin eksik yanını seviyor. Ve o eksiklikle yüzleşmeye cesaret edebildiği için yoluna devam ediyor. Bu aşk gerçek mi, hayal mi bilmiyoruz. Ama bir şeyi biliyoruz: Onu yolda tuttu.

Ve bazen, insanın bir adım daha atmak için bir hayale ihtiyacı olur. Hepsi bu.


Simyacı bir kitap değil, bir durum. Bir ruh hali. Bir sorgulama biçimi. İçinde evrenle konuşan karakterler, simgeler, rüyalar var ama aslında bu anlatıların hepsi sadece bir şeyin etrafında dönüyor: İnsan, kendi kurduğu masala inanarak yaşar.

Ve o masala ne kadar inanırsan, o kadar dayanırsın.
Masal biterse, içindeki boşluk tekrar kendini hatırlatır.

Ve Santiago’nun hikâyesinde o boşluk hiç tam anlamıyla dolmaz. Belki hiçbirimizde dolmaz. Ama belki mesele de bu değildir. Belki mesele, onu doluymuş gibi hissettiren şeylerin peşinden gitmektir.


Yazı kategorisi: çok az kişinin anlayabileceği

Tanrı 3.0

Tanrı Ahlaksal Bir Varlık mıdır?

Merhaba. Bugün Tanrı hakkında konuştuğum serinin 3. yazısındasın. İlk 2 yazı için Tanrı ve Tanrı 2.0 başlıklı yazılarıma bakabilirsin.

Bugün, Tanrı hakkında konuşulamayanı konuşmaya niyetliyim. Farkındayım, bu biraz paradoksal bir cümle oldu ama zaten Kierkegaard’ın dediği gibi, felsefeden paradoksu çıkardığınızda geriye sadece sıkıcı bir akademik çöl kalıyor. Ve biz o çölü geçmek istemiyoruz. Biraz kaybolmayı, biraz da susmayı göze alarak ilerlemek istiyoruz. Ama susmadan önce, biraz konuşalım. Tanrı’yı konuşalım. Ama alışılmış biçimde değil. Bugün tartışmak istediğim soru şu: Tanrı ahlaksal bir varlık mıdır?

Evet, soruyu özellikle böyle koyuyorum çünkü hem geleneksel teistik anlayışta, hem de ateist eleştirilerde ortak bir varsayım dikkat çekiyor: Tanrı’nın ahlaksal bir varlık olduğu inancı. İki taraf da – biri varlığına iman ettiği için, diğeri varlığını inkâr ettiği için – Tanrı’yı bir tür “ahlaki fail” olarak tahayyül ediyor. Teist için Tanrı iyiliğin kaynağıdır; ateist içinse Tanrı’nın yokluğu, dünyadaki kötülüklerin açıklamasıdır. Ancak her iki tutum da aynı şeyi kabul eder: Tanrı, iyilikle ve kötülükle ilişkilidir. Ve ben de tam burada ipleri koparmak istiyorum.

Sormamız gereken, belki de hiç sorulmamış temel bir soru var: Bir varlığı ahlaksal yapan şey nedir? Ahlaklılık dediğimiz şey, iyi ve kötü arasında bir ayırt etme yetisini, bir tercihi, bir yönelimi içerir. Yani bir varlığa “ahlaklı” diyebilmemiz için onun, iyiyi seçebilme kapasitesine; kötüyü de en azından bilecek, tanıyacak bir bilince sahip olması gerekir. Ahlaki olmak; iyi ve kötüyü ayırt edebilmeyi, iyiye yönelmeyi, kötüyü dışlamayı gerektirir. Peki, Tanrı bu anlamda ahlaksal bir varlık olabilir mi?

Geleneksel teistik anlayışa göre Tanrı mutlak iyidir. Sadece iyi olanı ister, iyi olanı emreder, iyi olanı yaratır. Bu durumda şu paradoksal soruyla karşılaşıyoruz: Mutlak iyi olan bir varlık, kötüyü nasıl bilir? Çünkü iyinin bilgisi, kötünün bilgisi olmadan tamamlanamaz. İyiliği anlayabilmek için kötülüğün ne olduğunu da bilmek gerekir. Ama eğer Tanrı kötüyü biliyorsa – bilinç düzeyinde tanıyorsa – bu O’nun içinde kötülüğe dair bir imkan, bir farkındalık, bir “ufuk” olduğunu gösterir. Ve bu durumda Tanrı’nın mutlak iyiliği çatırdamaya başlar.

Dahası, Tanrı eğer özgür iradeye sahipse ve iyi olanı bilinçli olarak seçiyorsa, bu demektir ki kötü olanı da seçebilme kapasitesi vardır. Ama bu Tanrı’yı artık kusursuz olmaktan çıkarır. Eğer kötü olanı seçemezse, özgür değildir. Eğer kötü olanı seçebilirse, o zaman mutlak iyi değildir. Dolayısıyla Tanrı’yı hem mutlak iyi hem de bilinçli ve özgür bir ahlaki fail olarak tanımlamak, mantıksal bir çelişki üretir. Ve bu çelişki, ne teistler ne de ateistler tarafından yeterince dikkate alınır.

Ateistler de bu çelişkinin bir başka ucunda dururlar. Onlar, Tanrı varsa neden dünyada kötülük var diye sorarlar. Bu klasik “kötülük problemi” argümanına göre Tanrı ya iyi değildir ya da kudretli değildir. Çünkü kudretli ve iyi olan bir Tanrı, kötülüğe izin vermezdi. Ancak bu argüman da aynı ahlaki çerçevenin içinde döner durur. Çünkü Tanrı’nın iyilikle ve kötülükle ilgilendiği varsayılır. Oysa ben şunu söylüyorum: Tanrı, bu iyilik-kötülük çerçevesinin dışındadır. Tanrı ahlaksal bir varlık değildir.

Evet, burada kastettiğim şey, Tanrı’nın “ahlaksız” bir varlık olduğu değil; Tanrı’nın ahlak felsefesindeki sınıflamanın dışında kaldığıdır. Ahlaklı olan vardır. Ahlaksız olan vardır. Bir de ahlak dışı olan. Biz insanlar, ilk ikiye tabiyiz. Ama Tanrı, eğer varsa, üçüncüsüne dahildir. Ahlak dışı bir varlıktır. İyilik ve kötülük, insan bilincine ait karşıtlık kavramlarıdır. Bizim dilimizde, bizim kültürümüzde, bizim tarihimizde doğmuş ve gelişmiştir. Bir tür evrimsel fayda gözeterek türemiş normatif yapılardır. Ama Tanrı, eğer o aşkın, sonsuz, sınırsız ve bizimle kıyaslanamayacak bir varlıksa, nasıl olur da bizim dilsel etik kategorilerimize sıkışır?

İşte tam da burada teist ile ateistin ortak hatası ortaya çıkıyor. Her ikisi de Tanrı’yı bizim dünyamızın bir kategorisiymiş gibi düşünüyor. Oysa Tanrı ne “varlık” ne de “yokluk” diyalektiği içinde anlaşılabilir. Tanrı, “vardır” ya da “yoktur” denilerek tüketilebilecek bir mesele değildir. Çünkü bu varlık-yokluk ayrımı bile dilsel ve kavramsal bir zemin ister. Ve Tanrı, tam da bu zeminin dışında durur. Heidegger’in dediği gibi, belki de biz “Varlık” dediğimiz şeyi konuşamıyoruz bile. Çünkü konuştuğumuz anda onu bir nesneye indirgemiş oluyoruz. Tanrı da aynı şekilde, konuşulduğu anda bir nesneye, bir iddiaya, bir kavrama dönüşüyor. Oysa o, bütün kavramların ötesinde bir şey – veya hiçlik.

Tanrı hakkında konuşmak, bir nevi kendi dilimizin sınırlarını zorlamaktır. Ludwig Wittgenstein’ın ifadesiyle, “üzerine konuşulamayan hakkında susmalı” mıyız? Belki. Ama bazen susmak da konuşmanın en yoğun biçimi olur. Hele ki konu Tanrıysa.

Ve işin ilginç tarafı şu ki: Bu çıkarımla birlikte, Tanrı’nın ahlaksal bir varlık olmadığını söylediğimizde, hem teistik Tanrı’yı hem de ateistlerin eleştirdiği Tanrı’yı aynı anda çökertmiş oluyoruz. Çünkü her ikisi de, Tanrı’yı bir tür moral aktör olarak, bir tür ahlaki sistem kurucusu olarak görüyordu. Ama biz burada Tanrı’yı bu sistemden çıkararak, belki de daha “Tanrısal” bir konuma koyuyoruz. Tanrı, bizim iyi ya da kötü diye etiketlediğimiz şeylerle ilgilenmek zorunda değildir. Belki de ilgilenmiyordur. Belki de biz iyilik dediğimizde sadece bir işlevselliği, kötülük dediğimizde ise sadece bir bilinemezliği adlandırıyoruz.

Kısaca söylemek gerekirse, Tanrı bizim ahlak sistemimizin, dilsel sınırlarımızın, kavramsal inşalarımızın dışındadır. Bu nedenle Tanrı’yı ahlaksal bir varlık olarak tanımlamak, Tanrı’nın Tanrılığını sınırlamak olur. Ve ben buna karşıyım. Eğer Tanrı varsa, o hiçbir sistemin nesnesi olamaz. Ahlak sisteminin de. Bu yüzden Tanrı, bilinçli şekilde ahlaksal değildir. O, ahlak dışıdır.

İşte bu yüzden Tanrı hakkında konuşmak tehlikelidir. Çünkü her konuşma, Tanrı’nın mutlaklığını biraz daha törpüler. Aslında şunu demek istiyorum: insan duyduğu şeyleri sadece daha önce görmüşse tahayyül edebilir bazen gördüğü şeye benzeterek bazen de ayrıştırarak. Şimdi ben sana “aydınlık” dersem bu kavram senin kafan da hemen karanlık olmayan bir ortamı çağrıştırır. Karanlık dersem hiç ışık olmayan bir ortam hayal edersin. Yani daha önce bildiğin ve gördüğün bir şeylerle bağdaşım kurarsın. Ben “Tanrı” dediğim de senin aklına ne geliyorsa o Tanrı değildir. Çünkü şu an dünyada ki hiç kimsenin görmediği, duymadığı bir benzerlik kuramayacağı aşkın bir varlıktan söz ediyorum. Velhasıl kelam en iyisi çok konuşmamak.

İyi geceler. Biraz paradoksla, biraz da kedinle kucaklaş. Kirkegaard omzunda, Nietzsche arkada…
Tanrıya ise, dilinin yettiği kadar sus. Bence tabi…

Yazı kategorisi: anlık ruh halimi yansıtan

Absürt

Hayatın sabahları tekrara açılan bir kapısı vardır. Dişlerini fırçalar, çayını içersin; işe gitmek için yola koyulursun. Her sabah aynı kaldırım taşlarına basarsın, aynı trafik ışıklarının önünde durursun, aynı yüzleri selamlar, aynı sokaklardan geçersin. Günler birbirinin gölgesi gibi akar gider ve bir gün, o döngünün ortasında bir an durursun. Her şey, yıllardır hiç değişmeyen bir senfoni gibi akarken bir çatlak belirir içimizde: Ben neden yaşıyorum?

Soru basit, ama yankısı derin. Gökyüzü sessizdir bu soruya; bulutlar ağır ağır geçip gider, rüzgar usulca esip dalları sallarken toprak susar. Ne tanrılar konuşur, ne yıldızlar; sadece büyük bir boşluk yankılanır evrenin içinde. O boşluk, insana tanrı yokmuşçasına susar. Evrenin kayıtsızlığı, içimizde yankılanan cevapsız bir sorudur. Ve o an, bir çatlama hissedersin, bir kırılma; sanki içindeki dünya, hiç dönmemiş gibi bir an durur. Albert Camus, o kırılmaya “absürt” der. İnsanın anlam arayışı ile evrenin kayıtsızlığı arasındaki çarpışma… İşte felsefenin gerçek doğuşu tam da burada başlar.

Sokrates, “Nasıl yaşamalıyız?” diye sormadan önce, daha temel bir soru çıkagelir: Hayat yaşamaya değer mi? Camus, bu yüzden şöyle der: “Gerçekten felsefi olan tek ciddi mesele intihardır.” Hayat saçma mıdır? Yoksa saçma olan, hayattan anlam beklememiz midir? Camus, insanın en büyük yanılgısının, evrenin bir anlam sunacağını varsaymak olduğunu söyler. Oysa evren, ne vaat eder ne de vaadini yerine getirir. Ama insan anlam istemekten vazgeçmez. Ve bu inat, bu gerginlik hayatı değerli kılar.

Camus’nün gözünde yaşamak, bir anlam bulmaktan ziyade anlamsızlıkla birlikte yürümektir. Ve burada mitoloji devreye girer; Sisifos’un trajedisi. Tanrıları kandırdığı için sonsuz bir cezaya mahkûm edilir Sisifos. Kocaman bir kayayı, sonsuzluğa dek bir dağın zirvesine yuvarlamak zorundadır. Ama her seferinde, tam zirveye ulaştığında kaya geri yuvarlanır. Sisifos, yeniden başlar. Ve her seferinde aynı emek, aynı yorgunluk, aynı tekrar… İlk bakışta bu bir işkence gibi görünür. Sonsuz bir çaba, beyhude bir uğraş. Ama Camus başka bir şey görür bu hikayede.

Sisifos, her sabah aynı saatte kalkan, aynı yollardan geçen, aynı konuşmaları yapan modern insanın bir yansımasıdır. Camus, bu döngüde bir tür kahramanlık bulur. “Sisifos mutlu olmalı,” der. Çünkü her seferinde o kayayı yeniden yuvarlamak, anlamsızlığa karşı bir başkaldırıdır. Ve taş düşse bile, yeniden başlamak, Camus’ye göre en büyük zaferdir. Sisifos, evrenin sessizliğine karşı kendi anlamını yaratır; kayanın düşeceğini bilmek, onun seni ezmesine izin vermek zorunda olduğun anlamına gelmez. Sisifos, hayatın saçmalığını kabullenir ama ona teslim olmaz. Her yeni gün, kayayı yeniden yuvarlamak için uyanır. Onun zaferi, zirveye varmak değil; kayanın düşeceğini bile bile devam etmektir.

Albert Camus, Sisifos’a bir kahraman gibi baktı çünkü o kandırmıyordu kimseyi. Hayatın saçmalığını gizlemiyordu. O saçmaya karşı susmuyor, kendi çabasını anlamın yerine koyuyordu. Gerçek kahramanlık buydu Camus’ye göre: İnançsız bir dünyada dürüst yaşamak. Kandırılmadan, kandırmadan… ama vazgeçmeden.

Yabancı’nın Meursault’su da bu dürüstlüğün temsilcisidir. “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” diye başlar hikâye. Bu cümle, bir tokat gibi çarpar insanın yüzüne. Duygusuz, soğuk, mesafeli… Ama Camus için bu, hayatın o tanıdık maskesini çıkaran bir dürüstlüktür. Meursault, acı çekiyormuş gibi yapmaz. Toplumun ona dayattığı yas tutma ritüelini yerine getirmez, sahte bir hüznün ardına saklanmaz. Çünkü Meursault, belki de hissedilecek bir şey olmadığını çoktan anlamıştır. O, toplumun maskelerine uymaz. Gözyaşlarıyla ölçülen bir sevgiye, ritüellerle sabitlenen bir acıya başkaldırır.

Camus, Meursault üzerinden bizi sarsar: Gerçekten hissetmediğin bir şeyi hissetmiş gibi yapmak mı daha insancadır, yoksa hissetmediğini kabul etmek mi? Toplum, role sadakati ödüllendirir; gerçek acıyı değil, gerçek olmayan gözyaşlarını kutsar. Meursault, bu yüzden yalnızlaşır; ama o yalnızlık, sahte bir aidiyetten daha değerlidir.

Ve işte, Camus’nün felsefesi tam da bu noktada kristalleşir: Yaşamak, saçmaya rağmen devam etmektir. Hayat anlam sunmaz, evren sessizdir. Ama insan, o sessizliğin ortasında kendi anlamını yaratır. Ve her sabah, kayanın düşeceğini bile bile yola çıkar. Sisifos, kayayı yeniden yuvarlar. Meursault, annesinin ölümünü olduğu gibi kabul eder. Ve biz, saçmaya rağmen yürürüz. Anlam aramak değil, anlamsızlıkla dans etmek… İşte Camus’nün gözünde yaşamak tam da budur: Saçmaya rağmen devam etmek, en yüce başkaldırıdır.Bunu yapabilenlere özeniyor ve kıskanıyorum.

Yazı kategorisi: özgün felsefe

Hayatın Anlamı Üzerine Bir Sorgulama 1

Merhaba

İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı, yine de yaşamaya değer miydi? Bu soru çoğu insan için bir felsefi merak olmaktan öteye gitmezken, Leo Tolstoy için ölüm kalım meselesine dönüşmüştü. ‘Neden yaşamalıyım?’ diye soruyordu Tolstoy, tüm yazın dünyasının tanıdığı büyük Rus yazar. Bir zamanlar savaş meydanlarında, aristokrat salonlarında, geniş malikânelerinde hayatın tadını çıkaran o Tolstoy, bir sabah gözlerini açtığında yaşadığı her şeyin, sahip olduğu her varlığın derin bir hiçlikten ibaret olduğunu fark etti. Kalabalıklar, alkışlar, servetler… Hepsi bir illüzyonun parçalarıymış gibi uçup gitmişti zihninde. ‘Hayalî ve tahrip edilebilir hayatımdan hangi gerçek ve yıkılamaz öz gelecek?’ diye sorarken aslında herkesin korkup kaçtığı bir şeyle yüzleşiyordu: Anlamsızlık.

İtiraflarım adlı otobiyografisinde, anlam bulamamanın yarattığı boşluğu o kadar derinden hissetmişti ki, tek çözümün kendini asmak olduğunu itiraf etmişti. Koca Tolstoy, muazzam eserler ortaya koyan o dev adam, günün birinde kendini odasında yalnız bulup, hayatın devam etmeye değer olup olmadığını sorguluyordu. Bu ne tuhaf bir ironi değil mi? Herkesin peşinden koştuğu zenginlik, ün, başarı… Bunlara sahip olan biri, neden bir ip parçasına hayatını teslim etmek istesin ki?

Bu sorunun geçmişine dalmaya başladığımızda, karşımıza ilginç bir gerçek çıkıyor: ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu düşündüğümüz kadar eski değilmiş meğer. İnsanlık tarihinin başından beri var olduğunu sandığımız bu soru, aslında 1834 yılında Thomas Carlyle’ın Sartor Resartus adlı romanında ilk kez dile getirilmiş. Carlyle, ‘Yaşamımız Zorunluluk’la çevrilidir yine de Hayat’ın anlamı, Özgürlük’ten, İstemli Güç’ten başka bir şey değildir.’ diye yazarken, modern insanın boğuştuğu varoluşsal krizin tohumlarını atıyordu.

Carlyle’ın kahramanı, bu soruyu sormadan önce varoluşsal bunalımın olağan aşamalarından geçer. İlk olarak dini inanç kaybı yaşanır: ‘Şüphe, İnançsızlığa dönüşmüştü … ruhunun üzerinden şüphe üstüne şüphe acımasızca geçiyordu … O hâlde Tanrı yok mu?’ İşte her şeyin koptuğu yer burasıdır. Tanrı’nın olmadığı bir evren, soğuk ve sessizdir; bir buhar makinesi gibi işler ama ruhu yoktur. Carlyle’ın gözünde evren, ‘Yaşamdan, Amaçtan ve İradeden yoksundu: Beni ezmek için donuk kayıtsızlığıyla yuvarlanan âdeta devasa, bozuk, ölçülemez bir Buhar-makinesiydi.’ Varoluşun makineleşmesi… İşte tam olarak burada hayatın anlamı sorgulanmaya başlar.

Tolstoy da aynı bunalımı yaşar. Mal mülk içinde yüzerken, göz kamaştıran malikânelerinde huzur bulması gerekirken içini bir boşluk kemirir durur. Daha fazla toprak, daha fazla servet, daha büyük işler… Ama neden? Ekini büyütüp daha çok mahsul almak için mi? Peki neden? Onca uğraş, onca çaba, sonunda yok olup gidecek bir hayata adanmışsa ne anlamı var ki? Kendisi de, sevdiği herkes de ölecek; geriye sadece ‘pis koku ve solucanlar’ kalacak. Her şey unutulacak ve geriye hiçbir iz kalmayacak. İşte bu yüzden Tolstoy, anlam arayışını varoluşsal bir mesele olarak görür. Ve bu arayış, onu uçurumun kenarına kadar sürükler.

Bu sorunun, yani anlam arayışının tarihsel olarak ne kadar yeni olduğu, aslında bir başka gerçeği de gösteriyor. Sanayi Devrimi, Batı toplumlarında büyük bir değişimi tetiklerken, aynı zamanda modern insanın Tanrı’yı kaybetmesine, bilime sarılmasına ve anlamı maddede aramasına sebep olmuştur. Carlyle, Sartor Resartus’ta ‘Ateistik Yüzyıl’ olarak adlandırdığı bu dönemde bilimin ışığının her köşeye sızmasından rahatsızlık duyar. ‘Doğada ya da Sanatta aydınlatılmamış en küçük bir kuytu ya da en ufak bir delik kalmayacak.’ İşte bu bilimsel ilerleme, anlamın metafizik boyutunu, ruhani arayışları bir kenara itip, yerini mekanik bir dünya görüşüne bırakır.

Aynı şekilde Tolstoy da fizik ve doğa bilimlerine kafa yorduğu dönemlerde, varoluşsal bunalımlarının derinleştiğini günlüğünde itiraf eder. Yerçekimi, hava basıncı, doğa yasaları… Bunlar onun gözünde, her şeyi açıklıyor gibiydi ama hiçbir şeyi anlamlı kılmıyordu. ‘Bütün bilimlerde aradım,’ diye yazmıştı, ‘ancak istediğimi bulmak bir yana, benim gibi hayatın anlamını bilgide arayan herkesin hiçbir şey bulamadığına ikna oldum.’ Yani bilgi, anlamı yaratmıyor, sadece mekanizmayı gösteriyordu. Ve mekanizmanın içinde amaç yoktu.

Peki, Carlyle ve Tolstoy’un ölümünden bir asırdan fazla bir süre geçmişken, biz onların umutsuzca aradığı anlamı bulabildik mi? Sanmıyorum. Modern insan, tüm konforuna rağmen hâlâ o içsel boşluğu hissetmeye devam ediyor. Bilimsel ilerleme, teknolojik gelişmeler, zenginleşen toplumlar… Bunlar sadece meşguliyetler. Anlam mı? O hâlâ karanlık bir odada saklı duruyor.

Karanlıkta Yankılanan Soru: Anlam Nedir?

Tolstoy ve Carlyle’ın ardında bıraktığı iz, varoluşun anlamını arayan sayısız düşünürü beraberinde getirdi. 19. yüzyılın o karanlık düşünce akışında, “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, bir an için bile gölgelenmedi. Ancak o sorunun yankısı, sadece Tolstoy’un malikânelerinin boş odalarında veya Carlyle’ın sayfalarında kalmadı; Nietzsche’nin çığlıklarında, Kierkegaard’ın içsel hesaplaşmalarında, Schopenhauer’in karanlık satırlarında yankılandı. Modern insan, Tanrı’yı kaybettiğinde arkasında büyük bir boşluk bıraktı ve o boşluk hiçbir şeyle dolmadı.

Şöhret? Sahip olabileceğin her şeyin gölgesinde parıldayan, ama içi boş bir illüzyon… İnsanlar, adlarını sokaklarda bağıra bağıra haykırdığında, her yerde yüzleri göründüğünde hayatlarının anlam bulacağını sanıyorlar. Ama gerçek hiç de öyle değil. Nietzsche’nin dediği gibi: “Şöhret, zamanın testine dayanmaz; geçici bir yankıdır, kalıcı bir anlam değil.” Koca imparatorluklar yıkıldı, büyük liderler unutuldu, alkışlar kesildi. Geriye sadece sessizlik kaldı. Öyleyse şöhret, anlamın karşılığı olamaz. Sadece yankılanan bir boşluktur.

Peki ya aşk? O büyük kavuşmalar, filmlerde izlediğimiz tutkulu hikayeler… Şiirlere, romanlara konu olan o büyülü his… Kierkegaard’a soracak olursan, aşk da bir illüzyondur. İnsanı avutmak için yaratılmış, ruhun o derin boşluğunu bir an olsun dindirebilsin diye tasarlanmış geçici bir kaçış noktası. O büyük heyecan, o baş döndürücü tutku, zamanla sıradanlaşır. Kierkegaard, “Tekdüzelik ve Sıkıntı” adlı eserinde, tutkunun zamanla nasıl buharlaştığını anlatır. Başlangıçtaki o yoğun hisler, yerini sıradan diyaloglara, günlük telaşlara bırakır. Bir zamanlar anlam sandığın şey, geriye sıradan bir alışkanlık olarak kalır. Aşk, insanı sarhoş eder ama ayıldığında geriye sadece baş ağrısı bırakır.

Modern dünyanın en büyük aldanışlarından biri. İnsanlar, tutkuyla dolu gecelerde, bedenlerin bir araya gelişinde anlam arıyorlar. Her yeni ten, her yeni dokunuş onlara bir şeyleri hissettirecekmiş gibi… Ama sabah olduğunda, odanın içindeki o ağır sessizlik tekrar geri gelir. İnsan ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın, o içsel boşluk, gecenin bir vakti tekrar kapıyı çalar. O an anlarsın ki; bedenlerin geçici birleşmesi, ruhun boşluğunu doldurmaz. Anlam, tenin dokunuşunda değil, çok daha derinlerde saklıdır. Schopenhauer, bu arzunun köleliğinden kurtulamayan insanın asla özgür olamayacağını savunur. Tutkuların esiri olmuş bir ruh, hiçbir zaman gerçekten hür değildir.

Sevgi mi? İnsanlar bunu anlamın en yüce şekli olarak görme eğilimindedir. Anne babalar çocuklarını kucakladığında, aşıklar birbirine sarıldığında… Anlam mı doğar gerçekten? Yoksa bu da büyük bir aldanış mı? Şöyle bir düşün; sevdiğin herkes ölümlü ve eninde sonunda hayat sahnesinden çekilip gidecek. Ne kadar sarılırsan sarıl, ne kadar seversen sev, bu dünyadaki her şey gibi yok olup gidecek. O zaman o büyük anlam arayışı, başkalarının varlığına mı bağlı olmalı? Schopenhauer, “Sevgi, aslında varoluşun acısını hafifletmek için doğmuş bir yanılgıdır,” derken tam da buna işaret ediyordu. Evet, sevgi güzeldir, ruhu ısıtır. Ama anlam mıdır? Hayır. Çünkü o da geçicidir.

Bütün bu arayışlar, anlamın sadece bu dünyaya sıkışmış, geçici hazlardan ibaret olduğunu sananların yanılgısıdır. İster şöhretin büyüsüne kapıl, ister aşkın sarhoşluğuna düş, ister tenin geçici dokunuşlarında kendini kaybet; günün sonunda geriye kalan şey kocaman bir boşluktur. Ve o boşluğu hiçbir madde, hiçbir ten, hiçbir alkış dolduramaz. İnsan, aradığı anlamı dışarıda değil, kendi içinde bulmalıdır. Ancak o zaman gerçekten yaşamaya değer bir hayatın kapıları aralanır. Ve işte o kapının ardında, Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Schopenhauer’in ömrü boyunca aradığı o ışık süzmesi vardır: Hakiki bir farkındalık.

Anlamı Ararken Kaybolmak

Belki de en köklü sorulardan biriyle devam edelim: Hayatın anlamı haz almak olabilir mi? Madem ki aradığımız şey, yaşadığımız her saniyede biraz daha mutlu olmak, biraz daha doyuma ulaşmak, o zaman hayatın bütün bu karmaşasının altında yatan tek gerçek haz mı? İlk bakışta kulağa cazip geliyor; düşünsenize, tüm hayatınız sadece haz dolu anları biriktirmekten ibaret. Acının, hüznün, kaygının olmadığı bir yaşam… Sonsuz bir mutluluk döngüsü.

Kendi hayatımı düşündüğümde, lise yıllarım gelir aklıma. O zamanlar sanırdım ki her şeyin anlamı haz almakta. Arkadaşlarla eğlenmek, gecenin geç saatlerine kadar dışarıda kalmak, anlamsızca sokaklarda gezip kahkahalara boğulmak… Bir süre iyi gelir insana, adeta sarhoş eder. Ama gecenin bir vakti, herkes dağıldığında, o kalabalık sesler kesildiğinde, bir sessizlik inerdi üstüme. “Bu kadar mı?” diye sorardım kendime. Tüm o koşuşturma, tüm o çılgınlık, her şeyin sonunda sadece daha büyük bir boşluk bırakıyordu içimde.

Ama ne yazık ki bu kadar basit değil. Haz peşinde koşan insan, sanki hiç doymayan bir açlıkla hareket eder. İster başarı olsun, ister para, isterse tensel zevkler… Birine ulaştığında bir diğeri göz kırpar insana. Ve bu döngü hiç bitmez. Her zirve, bir sonrakinin habercisidir. Daha fazla kazanmak, daha fazla tüketmek, daha fazla hissetmek… Ama nedense hiçbir zaman tam olarak ‘Bu kadar, tamam, artık oldum.’ diyemez insan. Çünkü haz, geçicidir. Belki birkaç saniyelik bir sarhoşluk, birkaç dakikalık bir heyecan, ama sonrası? O derin boşluk, tekrar kapıyı çalar.

Eğer hayatın anlamı haz almak olsaydı, onu bulduğumuz an tatmin olmalıydık, değil mi? Oysa ne zaman zirveye çıkılsa, ardından daha büyük bir boşluk, daha derin bir arayış başlar. Belki de insanın en büyük yanılgısı budur: Hep biraz daha fazla hissetme arzusu. O yüzden daha çok çalışır, daha çok tüketir, daha çok peşinden koşarız hazların. Ama sonunda, aradığımız şeyin bir illüzyon olduğunu fark ederiz. Çünkü haz, anlam değildir; sadece anlam arayışının üzerini örten bir yorgan gibidir. Altında ne olduğunu görmek istemediğimizde, üzerine kat kat haz ekleriz ki o boşluğu hissetmeyelim. Ama ne zaman durup bir soluklansak, o örtü kalkar ve o kocaman karanlık tekrar karşımıza çıkar.

Peki ya gerçekten sadece haz peşinde koşsaydık? Daha büyük arabalar, daha lüks evler, daha parlak başarılar… Bunlar bizi tatmin eder miydi? Hayır. Çünkü insan ruhu sadece bedensel tatminle yetinemez. Bir zaman gelir, ‘Bunun ötesinde ne var?’ diye sorar. İşte o an, haz perdesi yavaşça kalkar ve arkasında büyük, sessiz bir boşluk belirir. Ve o boşluk, ne kadar haz eklersen ekle, asla dolmaz. Belki de bu yüzden lise yıllarında anlamı aramaya başlamıştım; çünkü her haz, beni sadece daha büyük bir sorgulamaya itiyordu.

Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Kierkegaard’ın aradığı şey de buydu belki. Hayatın anlamını, geçici hazların ötesinde aramak… Çünkü biliyorlardı ki insan, sadece hazla yetinemez. O, varoluşunun derinliklerinde daha büyük bir yankıyı, daha kalıcı bir iz bırakmayı arar. Ve belki de hayatın gerçek anlamı, o boşluğu doldurmanın yolunu bulmaktır. Ama nasıl? Bu, asırlardır süren büyük bir muamma. Ve belki de o muammanın çözümü, hazların ötesine geçip, gerçekten ne aradığımızı bulmakta saklıdır. Ama ne arıyoruz ve bunu bize kim söyleyecek. Evet sana şunu itiraf etmeliyim hayatın anlamı kesinlikle bir tanrı bir yaratıcı figürünün olup olmamasına bağlıdır. Eğer bir yaratıcı varsa hayatın anlamı vardır. Peki nedir? O Tanrı hayatın anlamını ne olarak koyduysa odur.

Yazı kategorisi: aklıma esen

LİBERAL

Merhabalar,

Biliyor musunuz, uzun zamandır en mutlu olduğum anlar, üzerinde emek verdiğim, her satırını ince ince dokuduğum yazılarımı bitirdiğim zamanlar oldu. Öyle bir his ki, sanki zihnimde dağınık duran düşünceler birer birer yerine oturuyor, kelimeler kağıda dökülürken her şey biraz daha anlam kazanıyor. Bugün yine o günlerden biri… Uzun zamandır üzerine düşündüğüm, araştırdığım, taslağını kafamda defalarca şekillendirdiğim bir yazıyı bitirmenin heyecanı var içimde.

Daha önce burada birlikte milliyetçilik, solculuk, komünizm üzerine konuştuk. Hepsi üzerine ayrı ayrı düşündüğüm, çoğuna katılmadığım, hatta bazen keskin bir dille eleştirdiğim ideolojilerdi. O yazılarda belki öfkemin ince bir sızı gibi satırlara sindiğini hissetmişsinizdir. Çünkü o fikirler, bireyi kolektifin arkasına atan, özgürlüğü bir kalıba sokmaya çalışan düşüncelerdi. Benim için özgürlük, bir ideolojinin lütfu değil; insanın doğuştan gelen hakkıdır.

Ama bugün farklı bir şey yapacağız. Bu kez, çoğu görüşüne katıldığım, savunduğu ilkeleri benimsediğim bir ideolojiyi ele alacağız: Liberalizm.

Liberalizm, belki de en çok inandığım siyasi ve ekonomik felsefelerden biri. Devletin, bireyin özgürlüğünü sınırlamadan yalnızca güvenliği sağladığı, insanların kendi kararlarını alabildiği, piyasanın kendi dengesiyle işlediği bir sistem… Gece Bekçisi Devlet metaforu aklıma gelir hep. Devlet, sadece sokak lambalarını yakar, suçluları kovalar ama işine karışmaz; ne yiyeceğine, ne giyeceğine,  neye inanacağına ,nasıl yaşayacağına müdahale etmez.

Bu yazıda seni hayali bir şehre götüreceğim. Devletin yalnızca bir gölge gibi durduğu, bireylerin özgürce iş kurduğu, fikirlerini serbestçe dile getirdiği, piyasanın kendi akışını bulduğu bir şehir… Sabahın ilk ışıklarıyla esnaf kepenklerini açacak, dükkan sahipleri çaylarını demleyecek ve devlet, sadece uzaktan izliyor olacak.

Sonra birlikte liberalizmin tarihsel köklerine ineceğiz. John Locke’un özgürlük manifestosundan Adam Smith’in Görünmez El teorisine kadar, bu felsefenin taşlarını teker teker dizeceğiz. Piyasanın o büyüleyici işleyişini, bireyin önündeki engellerin nasıl kaldırıldığını ve devletin minimalist bir hakem olarak nasıl var olması gerektiğini konuşacağız.

Ve tabii ki eleştirilere de kulak vereceğiz. Liberalizmin eksik kaldığı, piyasanın insafsız kaldığı anları, devletin müdahale etmemesinin yarattığı eşitsizlikleri, sağlık ve eğitimdeki uçurumları sorgulayacağız. “Gerçekten herkes eşit başlıyor mu bu yarışa?” diye soracağız.

Son olarak modern dünyaya bakacağız. Pandemiyle geri dönen devlet müdahalesini, dijital çağın getirdiği dev tekelleri ve liberalizmin 21. yüzyıldaki sancılı yürüyüşünü tartışacağız. Kripto paralarla açılan yeni özgürlük kapıları, büyük şirketlerin piyasa üzerindeki tahakkümü… Hepsini masaya yatıracağız.

Şimdi, kahveni al, arkanı yasla. Sana serbest piyasanın dar sokaklarını, özgürlüğün geniş caddelerini ve devletin sadece bir gece bekçisi olduğu o dünyayı anlatacağım.

Hazırsan, başlayalım.


Gözlerini Açtığın Şehir: Laissez-Faire

Gözlerini açtığında, sabahın ilk ışıkları şehrin üzerine ince bir sis tabakası gibi yayılıyor. Sokaktan hafif bir uğultu geliyor; kendi hayatını kurmuş insanların sesi bu. Gün henüz yeni başlıyor ama hayat çoktan akmış, kendi yolunu bulmuş.

Yatağından kalkıp pencereden dışarı bakıyorsun. Sokakta kurulan küçük tezgâhlar, dükkanlar, kahve satan genç bir kadın… Hepsi kendi işinin patronu, kendi yolunun yolcusu. Kimseye bağlı değiller, kimsenin boyunduruğunda çalışmıyorlar. Yolda yürürken karşılaştığın yaşlı adam, eski bir terzi, dükkânını kendi emeğiyle ayakta tutmuş. Anlattığına göre, dükkanını açarken kimseden izin almamış; tek yapması gereken, müşterileri memnun etmekmiş.

Kahve almak için sıraya girdiğinde, sıranın hızlıca ilerlediğini fark ediyorsun. Kimse birbiriyle tartışmıyor, herkes kendi işinde. Sıradaki genç adam, kendi işine yeni atılmış, küçük bir yazılım şirketi kurmuş. Devletten destek almamış, yatırımcısını kendi bulmuş, ürününü kendisi geliştirmiş. “Burada herkesin kendi hikâyesi var,” diyor, “kimse bir başkasının sırtından geçinmiyor.”

Biraz ileride genç bir kadın, elindeki kitapları satıyor. “Kimseye minnet etmeden para kazanmak, kendi ayaklarının üstünde durmak müthiş bir duygu,” diyor. “Devlet işime karışmıyor, ne satacağıma ne fiyat koyacağıma karışan yok. İşini iyi yapan kazanıyor.”

Bu şehirde devlet sadece güvenliği sağlıyor, düzeni koruyor. Yol boyunca görebileceğin tek devlet görevlisi, sokakta devriye gezen bir polis memuru. Onun da tek görevi, insanların güven içinde yaşamasını sağlamak. Yasalar basit: Kimse kimsenin özgürlüğüne müdahale etmezse sorun yok.

Bu şehirde kimse özgürlük için kavga etmiyor çünkü özgürlük, zaten herkesin doğuştan sahip olduğu bir hak olarak kabul edilmiş. Yasalar, bireylerin haklarını korumak üzere var; kimsenin özgürlüğü, devletin keyfi kararlarına kurban gitmiyor.

Burası, hayalini kurduğun liberal dünya mı? Özgürlüğün gerçekten böyle bir tadı mı var?

Özgürlüğün Rüzgarı: Liberalizmin Doğuşu

Her şey, Orta Çağ’ın karanlık koridorlarında gezinen düşüncelerle başladı. Kilisenin baskıcı otoritesi, kralların mutlak gücü ve bireyin neredeyse bir hiç sayıldığı zamanlar… İnsan, sadece Tanrı’nın hükmünde bir figürandı. Ne doğduğu toprakları terk edebilir, ne de düşüncelerini özgürce dile getirebilirdi. Her şey, Tanrı’nın ve onun yeryüzündeki temsilcisi olan kralın emri altındaydı.

İşte tam o zamanlarda, Avrupa’nın köhne sokaklarında bir kıvılcım çakmaya başladı. İnsanlar sormaya cesaret etti: “Peki ya bireyin hakkı? Peki ya özgürlük?” İşte liberalizmin tohumları, bu soruların gölgesinde atıldı.

Aydınlanma Çağı: Zincirlerin Kırıldığı Günler

18. yüzyılın başları… Fransa, İngiltere ve Amerika’da yepyeni bir rüzgar esmeye başladı. John Locke, insanın doğuştan gelen haklarının olduğunu savunarak ilk büyük manifestoyu kaleme aldı: “Herkes yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkına sahiptir.” Bu sözler, sadece bir felsefi önerme değil, aynı zamanda bir devrim çağrısıydı.

Locke, devletin var olma sebebinin bireyin haklarını korumak olduğunu öne sürüyordu. Devlet, bir baba figürü değil, bir hakem olmalıydı. İnsanlar kendi kararlarını alabilmeli, kendi hayatlarını inşa edebilmeliydi. Locke’un bu düşünceleri, liberalizmin manifestosu olarak tarihe geçti.

Ardından sahneye Adam Smith çıktı. İskoçya’nın soğuk rüzgarlarının estiği Edinburgh sokaklarında, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabını kaleme aldı. Smith’e göre, insan doğası gereği çıkarlarını gözetir ve bu çıkarlar, piyasa ekonomisini harekete geçirir. Görünmez El teorisi, piyasanın kendi kendini düzenlediğini ve devlet müdahalesinin gereksiz olduğunu savunuyordu. Ekonomik özgürlüğün, bireysel özgürlüğün temel taşı olduğu düşüncesi, liberalizmin ekonomik ayağını güçlendirdi.

Montesquieu: Kuvvetler Ayrılığı

Aydınlanma’nın bir diğer yıldızı Montesquieu, devleti dizginlemenin yolunu aradı. “Kanunların Ruhu” adlı eserinde, devletin gücünün tek bir elde toplanmaması gerektiğini savundu. Yasama, yürütme ve yargı güçleri birbirinden bağımsız olmalıydı. Böylece, devletin bireyin hayatına müdahale etmesi zorlaşacaktı. Montesquieu, özgürlüğün en büyük düşmanının merkezi güç olduğunu çok iyi biliyordu.

Bu üç büyük düşünürün attığı tohumlar, liberalizmin kök salmasını sağladı. Artık özgürlük, sadece bir felsefi kavram değil; aynı zamanda siyasi bir talep, ekonomik bir sistem ve toplumsal bir düzen arayışıydı.



Bireycilik: Devlet mi? Birey mi?

Şehirde yürüyorsun… İnsanlar dükkânlarını açıyor, birileri sabahın ilk ışıklarıyla gazetelerini çıkarıyor, kimileri sokak köşesinde müzik yapıyor. Hepsinin ortak bir tarafı var: kendi ayakları üzerinde duruyorlar. Ne bir devlet dairesine sırtlarını yaslamışlar ne de başkalarının sırtından geçiniyorlar. Ellerinde sahip oldukları tek şey var: kendi özgür iradeleri ve çalışkanlıkları.

Birey… Liberalizmin merkezinde duran, her şeyin etrafında döndüğü o kutsal varlık. Devlet mi? O sadece bir hakem, bir düzen sağlayıcı. Sahada top koşturan, mücadele eden, terleyen hep bireyler. İşte bu yüzden, liberalizmin doğasında devlete dair bir şüphe hep var olmuştur. Devlet ne kadar büyürse, bireyin özgürlüğü o kadar kısıtlanır.

Özgürlük ve Mülkiyet: Locke’un Mirası

John Locke’a göre, bireylerin devredilemez hakları vardır: yaşam, özgürlük ve mülkiyet. Bu haklar, devletin himayesinde değil; doğuştan gelir, bir kralın veya hükümetin lütfu değildir. Mülkiyet hakkı ise, bireyin emeğiyle doğar. Bir çiftçi toprağı eker, biçer ve oradan elde ettiği mahsul onun emeğinin bir karşılığıdır. Bu mülkiyet, devletin değil, bireyin hakkıdır. Yani devlete vergi vermek zorunda değildir. Pardon HARAÇ.

Locke’un felsefesinde devletin rolü oldukça minimaldir. Devletin işi; adaleti sağlamak, mülkiyeti korumak ve insanların birbirlerinin haklarına müdahale etmesini engellemektir. Daha fazlası değil. Bu yüzden liberalizmde devletin sınırları, bireyin haklarını ihlal etmeyecek şekilde çizilir.

Birey ve Toplum İlişkisi: Atomize mi, Organik mi?

Burada belki de en sık sorulan sorulardan biri şudur: “Liberalizm bireyi bu kadar kutsallaştırırken, toplumu göz ardı etmiyor mu?” Cevap net: Hayır. Liberalizm, bireyler arası doğal bir toplumsallık olduğuna inanır; ancak bu, zoraki bir kolektif yaşam değildir. Bireyler, kendi özgür iradeleriyle bir araya gelirler. İhtiyaçları olduğunda bir araya gelir, gereksiz gördüklerinde dağılırlar.

Toplum, devletin bir dayatması değil; bireylerin kendi özgür iradeleriyle kurduğu doğal bir düzendir. Bu yüzden, liberalizmde devletin topluma yön verme yetkisi son derece sınırlıdır. Eğitimden ekonomiye, sağlıktan sanata kadar her şey bireylerin tercihlerine bırakılır. Devletin eli, sadece düzenin bozulduğu yerde görünür.

Devletin Sınırları: Gece Bekçisi mi, Büyük Birader mi?

Liberalizmin meşhur bir metaforu vardır: Gece Bekçisi Devlet. Bu kavram, devletin sadece güvenliği sağladığı, mülkiyeti koruduğu ve adaleti tesis ettiği bir yapı öngörür. Devletin görevi, tıpkı bir gece bekçisi gibi güvenliği sağlamakla sınırlıdır. Ne ekmeğin fiyatına karışır, ne de hangi işin daha değerli olduğuna…

Burada devletin otoritesi sorgulanır. Vergi mi? Liberalizmde, devletin elini bireyin cebine bu kadar kolay uzatması hoş karşılanmaz. Sosyal yardımlar mı? Eğer birey kendi emeğiyle kazanabiliyorsa, devletin ona neyi, ne kadar vereceğini belirlemesi liberal özgürlüğe aykırıdır.

Büyük Birader’e, yani totaliter bir devlete dönüşen her yapı, liberalizmin doğasına aykırıdır. Çünkü devlet büyüdükçe, bireyin nefes alacağı alan daralır. Her yeni yasa, her yeni düzenleme, bireyin bir adım daha geri çekilmesine neden olur.

Milliyetçilik Karşısında Bireycilik: Kimin İçin Özgürlük?

Liberalizm, milliyetçilikten köklü bir şekilde ayrılır. Milliyetçilik, bireyin kimliğini ulus devletin çatısı altında tanımlar; liberalizm ise bireyi, millî sınırların ötesinde özgür bir varlık olarak kabul eder. Bir liberal için; bir insanın hakları, doğduğu toprakla sınırlı değildir. Milliyetçilik, bireyi ulusun bir parçası olarak görürken; liberalizm, ulusu bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan bir yapı olarak kabul eder.

Bu yüzden, bir liberale “Vatan mı, birey mi?” diye sorduğunda, cevabı nettir: “Birey varsa, vatan vardır.” Çünkü bireylerin özgürlüğü olmadan, bir ulus sadece zincirlenmiş kitlelerin topluluğudur. Yani bir düşün bakayım.Sen yoksan devletin var olmasının ne önemi ne geçerliğiği var senin için.

Ekonomik Liberalizm: Görünmez Elin Dansı

Gözlerini yeniden o şehirde aç. Sabahın ilk ışıkları, dükkanların camlarına vuruyor. Kahve kokusu sokak aralarına sinmiş, pastanelerden taze ekmek kokusu yükseliyor. İleriye doğru yürüdüğünde büyük bir meydan var; ortasında küçük tezgâhlar, yerel üreticiler ve genç girişimciler… Kimse fiyat sormuyor, pazarlık yapmıyor. Çünkü burada piyasa kuralları işlemiş, denge kendiliğinden bulunmuş. İşte bu, Görünmez El dediğimiz şey.

Görünmez El: Ekonomik Dengenin Doğal Mimarisi

Adam Smith, İskoçya’nın soğuk rüzgarları arasında kaleme aldığı “Ulusların Zenginliği” eserinde, ekonomik sistemin aslında bir orkestraya benzediğini anlatır. Ancak bu orkestra, bir şefin sopasıyla değil, müzisyenlerin doğal uyumuyla çalar. Her bir birey, kendi çıkarını maksimize etmeye çalışırken, topluma istemeden de olsa katkıda bulunur.

Düşünsene, bir çiftçi tarlasını ekip biçiyor, ürünü satıyor. Bu sırada bir fırıncı, çiftçiden aldığı buğdayı ekmeğe dönüştürüyor ve insanlar sabah kahvaltısını yapabiliyor. Bu döngüde ne merkezi bir planlayıcı var ne de devletin müdahalesi… Herkes kendi işini yapıyor ve bu zincir, kimsenin fark etmediği bir dengeyi sağlıyor.

Smith’in meşhur “Görünmez El” metaforu tam da burada devreye giriyor: Devlet müdahalesi olmadan, piyasa kendi kendine denge bulur. Bu, bir liberal için ekonomik özgürlüğün kutsal kitabıdır. Devletin ekonomiye müdahalesi ne kadar azalırsa, bireyler o kadar rahat nefes alır.

Laissez-Faire: Bırak Yapsınlar, Bırak Geçsinler

Liberal ekonominin en temel kavramlarından biri: Laissez-Faire. Fransızca kökenli bu ifade, “Bırak yapsınlar, bırak geçsinler” anlamına gelir. Temel felsefesi, devletin ekonomiye karışmaması gerektiğidir. Vergiler minimum düzeyde olmalı, bürokratik engeller kaldırılmalı, ticaret özgür olmalıdır.

Hong Kong, Singapur ve İsviçre gibi ülkeler, bu ekonomik modelin başarılı örneklerindendir. Devlet, ticareti kısıtlamaz, girişimcilerin önünü açar ve sermaye özgürce dolaşır. Sonuç mu? Yüksek yaşam standartları, düşük işsizlik oranları ve refah seviyesinin artışı…

Hong Kong’da bir kafe açmak istediğinde tek yapman gereken; yer bulmak, sermaye ayarlamak ve işe koyulmak. Devlet sana neyi nasıl yapacağını söylemez. Eğer başarılıysan, büyürsün. Başarısızsan, yeni bir yol bulursun. Bu özgürlük, bireye hata yapma lüksü de tanır. Çünkü devlet elini cebine atmaz, seni koruma bahanesiyle zincirlemez.

Devlet Müdahalesinin Maliyeti: Hayali Bir Senaryo

Bir sabah kalktığında, belediye başkanının yeni bir karar aldığını duysan: “Şehirde ekmek fiyatları sabitlendi. Kimse ekmeği 5 liradan fazla satamaz.” İlk başta kulağa hoş gelir, değil mi? İnsanlar ekmeği daha ucuza alacak, fakir fukara da rahat edecek… Ancak ertesi gün fırınlar kapanmaya başlar. Çünkü un, maya, elektrik, işçilik maliyetleri 5 lirayı karşılamaz. Kimse zararına iş yapmaz.

Piyasaya yapılan her müdahale, doğrudan ya da dolaylı olarak dengenin bozulmasına yol açar. O yüzden liberalizmin mottosu nettir: “Devletin eli ne kadar kısa olursa, bireyin eli o kadar güçlüdür.”

Rekabetin Adaleti: En İyi Olan Kazansın

Liberalizmde piyasa, bir savaş alanı değildir; bir yarış pistidir. Herkes kendi yetenekleriyle, bilgisiyle, emeğiyle bu yarışa katılır. En iyi ürünü sunan, en iyi hizmeti sağlayan kazanır. Bu yüzden başarısız olan elenir, başarılı olan büyür.
Bu sistem acımasız mı? Belki evet. Ama bir o kadar da adil… Çünkü herkes aynı kurallara tabidir. Devlet kimseye torpil yapmaz, kimseye imtiyaz tanımaz.

Ekonomik liberalizm, bireyin kendi çabasıyla bir yerlere gelmesini destekler. Devletin lütfu değil, bireyin emeği söz konusudur. Fabrikalarını büyüten iş insanları, yazılımlarıyla dünya pazarına açılan genç girişimciler… Hepsi bu özgürlüğün birer meyvesidir.

Siyasal Liberalizm: Sandığın Gücü

Saatler akşamı bulmuş, şehrin ışıkları birer birer yanmaya başlamış. Caddelerde yürüyen insanlar, işlerini tamamlamış, dükkanlarını kapatmış; kimi evine dönüyor, kimi arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyor. Yolda bir seçim afişi dikkatini çekiyor: “Özgürlük İçin Oy Ver!” Altta küçük harflerle eklenmiş bir slogan daha var: “Bireyler Özgür Olduğunda Toplum Güçlenir.”

Liberalizmin siyasi sahnesine hoş geldin. Burada sandık, sadece bir oy verme aracı değil; bireyin devlete “Ben buradayım” deme biçimidir. Devletin varoluş sebebi, bireylerin haklarını korumak ve özgürlüklerini garanti altına almaktır. Aksi takdirde, o devlet liberalizmden sapmış demektir.

Temsili Demokrasi: Bireyin Sesi Sandıkta Yankılanır

Liberalizm, demokrasiyi bireyin sesini en iyi yansıtan araç olarak görür. Ancak burada kastedilen, klasik demokrasiden biraz farklıdır. Temsili demokrasi, bireylerin doğrudan her karara katılmadığı, fakat kendilerini temsil edecek kişileri seçtiği bir düzendir.

Neden mi böyle? Çünkü liberal düşünce, bireyin zamanının kıymetli olduğunu savunur. Her yasa tasarısını tek tek oylamak yerine, bireyler kendi düşüncelerine en yakın temsilcileri seçerler. Bu temsilciler, seçmenin haklarını korur, özgürlüklerini savunur ve devletin birey üzerindeki etkisini minimumda tutar.

Ancak burada bir fark var: Liberal demokrasilerde devlet kutsal bir yapı değildir. Halk, her zaman devletin üzerinde bir denetleyici güce sahiptir. Seçimler bunun bir göstergesidir. Temsilciler, halk adına hareket ederler ve hesap verirler. Eğer halk memnun değilse, seçim zamanı gelir ve yeni temsilciler seçilir.

Hukukun Üstünlüğü: Keyfi Yönetimden Kurtuluş

Liberalizmin bel kemiği olan bir diğer kavram: Hukukun Üstünlüğü. Birey, devlet karşısında hukuken korunur. Devletin keyfi kararlar almasını, bireylerin haklarını gasp etmesini engelleyen şey, hukuk sisteminin bağımsızlığıdır.

Montesquieu’nun ortaya koyduğu Kuvvetler Ayrılığı burada devreye girer. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsızdır ve birbirini denetler. Yasama, kanunları yapar; yürütme, bu kanunları uygular; yargı ise bu uygulamaların adil olup olmadığını denetler.

Bu üç kuvvetin tek elde toplandığı bir yapı, liberalizmde asla kabul edilemez. Çünkü o zaman devlet, bireyin haklarını hiçe sayabilir. “Yasalar, bireyi değil devleti koruyorsa; orada özgürlük yoktur.”

Sivil Toplum: Devletin Alternatif Gücü

Liberalizmin en önemli dayanaklarından biri de sivil toplumdur. Devletin yetkilerini sınırlandıran, bireylerin haklarını savunan, özgürlüğün sesi olan sivil toplum kuruluşları, liberal demokrasilerin en güçlü destekçileridir.

Bir çevre kirliliği mi var? Hemen çevre dernekleri devreye girer. İfade özgürlüğü mü kısıtlanıyor? Bağımsız medya kuruluşları ve insan hakları örgütleri ses çıkarır. Sivil toplum, devletin müdahale edemediği ya da müdahale etmemesi gereken alanlarda bireyin sesi olur.

Liberalizmde devletin büyümesinden korkulur. Çünkü devlet büyüdükçe, sivil alan daralır. Medya devletin kontrolüne girerse, ifade özgürlüğü zedelenir. STK’lar baskı altına alınırsa, bireyin sesi kısılır. Bu yüzden liberal düşünce, sivil toplumun güçlü ve bağımsız olmasını savunur.

Gece Bekçisi Devlet: Devletin Rolü Ne Olmalı?

Bir liberal için devlet, Gece Bekçisi gibi olmalıdır: Sadece güvenliği sağlar, mülkiyeti korur ve bireylerin haklarına saldırı olduğunda devreye girer. Bunun dışında, ekonomiye karışmaz, özel yaşama müdahale etmez, bireyin hangi düşünceye sahip olacağına karar vermez.

Gece Bekçisi Devlet, bireylerin özgürce iş yapabilmesini sağlar. Kendi başına karar alır, risk alır, hata yapar ve öğrenir. Devletin işlevi, bireyin önüne engel koymak değil, var olan engelleri kaldırmaktır.

Hesap Verebilirlik: Devlet Bize Ait mi, Biz mi Devlete?

Liberal düşüncede devlet, halkın hizmetkârıdır, efendisi değil. Bu yüzden hesap verebilir olmalıdır. Devletin her hareketi, bireyin özgürlüğüne etkisi sorgulanır. Yasa dışı dinleme mi yapıldı? Hesap verilir. Vergiler usulsüz mü kullanıldı? Hesap verilir.

Her birey, devletin her hareketini sorgulama hakkına sahiptir. Çünkü devlet, bireyler sayesinde var olur. Liberal düşünce, devletin halka hesap verdiği, halkın devlet üzerinde söz sahibi olduğu bir sistem önerir. Bu yüzden, sandık sadece bir oy pusulası değildir; bireyin, devlet üzerinde kurduğu denetim mekanizmasının en güçlü aracıdır.

Liberal Eleştiriler: Nerede Durur?

Şehrin ışıkları birer birer sönüyor, caddeler sessizliğe bürünüyor. Gecenin o derin sessizliğinde bir şeyler karanlıkta büyüyor: Sorgulamalar, eleştiriler, vicdanın ince ince kanayan yaraları… Liberalizmin özgürlük vaatleri, sokak lambalarının titrek ışıkları altında sorgulanmaya başlıyor.

Serbest Piyasanın İnsafsızlığı: Herkes Eşit Mi Başlar?

İşte liberalizmin en çok eleştirildiği nokta: Eşitlik. Serbest piyasa, görünürde herkese eşit fırsatlar sunduğunu iddia eder. Ancak o yarış pisti, başlangıç çizgisine kadar herkesin eşit şekilde gelmesini sağlıyor mu?

Düşünsene, bir yanda özel okullarda eğitim almış, ailesinden sermaye devralmış biri; diğer yanda kırsal bir köyde, sınırlı imkânlarla büyüyen bir çocuk… Bu iki insan, gerçekten aynı yarışa mı başlıyor? Liberalizmin en çok eleştirildiği yer tam olarak burasıdır. Fırsat eşitliği ile sonuç eşitliği arasındaki uçurum…

Liberalizmin kurucuları, bireyin kendi yetenekleriyle yükselebileceğini savunur. Piyasa, en yetenekli olanı yukarı taşır, en çalışkanı ödüllendirir. Ancak bu argüman, başlangıç noktasının aynı olduğu varsayımına dayanır. Ve işte gerçek dünya, bu varsayımı acımasızca çürütür.

Bir fabrikada sabahın köründe mesaiye başlayan bir işçi ile CEO koltuğunda oturan bir yöneticinin çabası gerçekten aynı mıdır? Bu noktada sosyal liberalizm denilen, daha yumuşak bir yaklaşım ortaya çıkar. Devlet, piyasanın eksiklerini tamamlamalı mı? Eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler gibi alanlarda müdahale etmeli mi? Bir liberalin aklını kurcalayan en büyük soru belki de budur.

Devlet Müdahalesinin Eksikliği: Her Şeyi Piyasa mı Çözer?

Liberalizmin ekonomik ayağı, devletin piyasaya müdahalesini mümkün olduğunca sınırlamayı savunur. Ancak bu müdahalesizlik, bazı durumlarda büyük krizleri beraberinde getirir. En büyük örneklerden biri, 1929 Büyük Buhranı… Wall Street’in çöktüğü, milyonlarca insanın işsiz kaldığı o dönemde, serbest piyasanın kendiliğinden dengeye gelmesi beklenmişti. Ancak gerçekler, teoriden çok daha sertti.

Ardından gelen Keynesyen ekonomi politikaları, liberalizmin saflarını biraz daha yumuşattı. Devlet, ekonomiye müdahale etmeye başladı; işsizlik yardımları, sosyal güvenlik sistemleri kuruldu. Liberalizmin radikal kanadı bunu bir sapma olarak görse de, Sosyal Liberalizm adı altında yeni bir ekol doğdu.

Bir liberalin sorması gereken soru şudur: “Devlet ekonomiye müdahale etmezse, büyük krizlerde kim bireyi koruyacak?” Eğer piyasa her şeyi kendi başına çözebiliyor olsaydı, neden 1929’da ya da 2008’de milyonlarca insan işsiz ve evsiz kaldı?

Eşitsizlik ve Yoksulluk: Görmezden Gelinen Gerçekler

Liberalizmin savunduğu serbest piyasa ekonomisi, en iyi olanı ödüllendirir, en kötü olanı ise dışarıda bırakır. Bu, doğal seçilim gibi işler; ancak sosyal dokunun yıpranmasına neden olabilir. Jeff Bezos gibi servetini katlayan milyarderler yaratılırken, milyonlarca insan asgari ücretle geçinmeye çalışır.

Liberalizmde, devletin serveti yeniden dağıtması fikri, özgürlüğün ihlali olarak kabul edilir. Bir liberalin gözünde, birey ne kazanıyorsa onun hakkıdır; ne eksik ne fazla. Ancak bu düşünce, sosyal adalet arayışında olanların eleştirilerine maruz kalır. “Birileri zenginleşirken, diğerleri neden aç kalıyor?” sorusu, liberalizmin en çok sorgulandığı sorulardan biridir.

Sağlık ve Eğitim: Serbest Piyasanın Elinde mi Olmalı?

Bir liberale, “Sağlık hizmetleri devletin mi elinde olmalı, yoksa piyasanın mı?” diye sorduğunda, genelde alacağın cevap nettir: “Piyasa çözsün.” Ancak gerçek dünyada bu her zaman ideal işlemez. Amerika Birleşik Devletleri, liberalizmin en sert uygulandığı yerlerden biridir. Sağlık hizmetleri tamamen özel sektöre bırakılmıştır. Sonuç mu? Milyonlarca insan sağlık sigortasına erişemiyor, basit bir ameliyat bile devasa borçlar yaratabiliyor.

Piyasanın eline bırakılan eğitim sistemleri, zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirir. Parası olan daha iyi okullarda eğitim alırken, yoksul kesim daha düşük kalitede eğitime mahkum olur. Liberalizmin eleştirmenleri, devletin bu alanlarda güçlü bir şekilde var olması gerektiğini savunur. Aksi takdirde, toplumsal eşitsizlikler artar ve fırsat adaleti ortadan kalkar.

Piyasanın Tekelleşmesi: Özgürlük mü, Tekel mi?

Liberalizmin teorik çerçevesinde, piyasa serbest bırakıldığında en iyi olanın kazanacağı ve tekelleşmenin oluşmayacağı varsayılır. Ancak gerçekler her zaman böyle değildir. Google, Amazon, Facebook gibi teknoloji devleri, neredeyse tüm pazarı ellerinde tutuyor. Küçük girişimcilerin rekabet edebileceği alanlar gitgide daralıyor.

Liberalizm, piyasanın kendi kendini düzenleyeceğini öngörürken; pratikte büyük şirketler, küçükleri yutuyor ve serbest rekabet yerini tekelleşmeye bırakıyor. Devlet müdahalesinin neredeyse hiç olmadığı bir yapıda, büyük sermaye sahipleri, küçük işletmeleri silip süpürüyor.

Küreselleşme: Özgürlük mü, Emek Sömürüsü mü?

Serbest ticaret anlaşmaları, gümrük vergilerinin kaldırılması, sınırların ekonomik olarak açılması… Liberalizmin küreselleşmeyle olan aşkı, bazen farklı sonuçlar doğurur. Bir liberal için küreselleşme, malların ve hizmetlerin serbestçe dolaşması demektir. Ancak eleştirmenler, bu serbestliğin küresel ölçekte emek sömürüsüne yol açtığını savunur.

Ucuz iş gücü arayışındaki büyük şirketler, üretimlerini düşük maliyetli ülkelere taşır. Hindistan’da, Bangladeş’te asgari ücretin çok altında çalışan işçiler, Batı’nın lüks markalarını üretir. Bu noktada liberalizmin adalet anlayışı yeniden sorgulanır: “Özgür piyasa gerçekten özgür mü, yoksa sadece güçlülerin özgürlüğünü mü koruyor?”




Modern Dünyada Liberalizm: Ayakta Kaldı mı?

Hızla değişen sokaklarda yürüyorsun, eskiye nazaran daha kalabalık, daha karmaşık bir şehir var önünde. Dijital ekranlar, devasa gökdelenler, sokak aralarında elektrikli scooter’lar… Dünya, liberalizmin vaat ettiği serbest piyasa ekonomisiyle büyüdü, teknolojiyle tanıştı, küreselleşmenin rüzgarını arkasına aldı. Ama her rüzgar sert estiğinde, bir şeyleri yıkar; liberalizmin temelleri de bundan nasibini aldı.

21. Yüzyılda Liberalizmin Mücadelesi: Devletin Geri Dönüşü

Her şey 2008 Küresel Ekonomik Krizi ile başladı. Wall Street’in çöküşü, bankaların batışı, milyonlarca insanın işsiz kalışı… Serbest piyasanın kendi kendini düzenleyeceğine olan o büyük inanç, bir gecede yerle bir oldu. Devlet, piyasanın enkazını temizlemek zorunda kaldı. Bankaları kurtarmak için trilyonlarca dolarlık teşvikler verildi, merkez bankaları devreye girdi.

Bu, liberalizmin büyük bir sınavıydı. “Devlet ne kadar küçükse, birey o kadar özgürdür,” diyen teoriler, Wall Street’in çöküşüyle sarsıldı. Devletin geri dönüşü, liberalizmin saflarında bir kırılma yarattı. Liberalizmin başarısızlığı mıydı bu, yoksa serbest piyasanın göz ardı ettiği toplumsal gerçeklerin bedeli mi?

2008’den sonra devlet müdahalesi bir süre daha sürdü. Ancak bu kez daha farklı bir şekil aldı: Pandemi. 2020’de başlayan Covid-19 krizi, devletlerin ekonomiye, sosyal hayata ve bireysel özgürlüklere doğrudan müdahalesini beraberinde getirdi. Karantinalar, seyahat yasakları, işyerlerinin kapatılması… Serbest piyasa bir kez daha durma noktasına geldi. Bu sefer, liberalizmin savunduğu bireysel özgürlükler doğrudan kısıtlandı.

Liberalizmin en büyük vaadi olan bireysel özgürlük, bir virüsle birlikte tarihinin en büyük sınavını verdi. Devlet, bireylerin hareket alanını kısıtladı; özgürlükler geçici olarak askıya alındı. Bu, liberal düşüncenin köklerine doğrudan bir meydan okumaydı.

Dijital Ekonomi: Özgürlüğün Yeni Sahası mı, Yeni Bir Tekel mi?

Dijital devrim… 21. yüzyılın en büyük liberal vaadi. Bilgiye herkesin erişebildiği, ticaretin sınır tanımadığı, devletlerin kontrol edemediği bir dijital dünya… Liberalizmin Görünmez El teorisi, bu kez sanal dünyada kendini göstermeye başladı. Amazon, Google, Facebook gibi devler doğdu; sınır tanımadan büyüdüler.

Ancak bu devler, liberalizmin arzuladığı serbest piyasanın bir parçası mı, yoksa yeni birer tekel mi? Google, dijital aramaların %90’ını kontrol ediyor. Facebook, milyarlarca insanın sosyal yaşamını elinde tutuyor. Amazon, global ticaretin merkezine yerleşmiş durumda. Liberalizmin öngördüğü serbest rekabet burada işliyor mu? Yoksa piyasa, dijital devlerin tahakkümüne mi girdi?

Liberalizmin doğasında var olan “en iyi olan kazansın” mottosu, dijital dünyada biraz şekil değiştirdi. Çünkü burada kazanan, en çok veriyi toplayan ve en geniş ağı kuran oldu. Küçük girişimler, bu devlerle yarışmak bir yana, hayatta kalmakta zorlanıyor.

Küreselleşmenin Etkileri: Sınırlar Kalktı, Eşitsizlik Arttı

Liberalizmin en büyük zaferlerinden biri olarak kabul edilen Küreselleşme, dünyayı birbirine daha yakın hale getirdi. Ticaret sınırları kalktı, sermaye özgürce dolaşmaya başladı. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin pazarlarına açıldı.

Ancak bu serbest ticaretin getirdiği refah, eşit dağıtılmadı. Ucuz iş gücü arayışı, fabrikaların Asya’ya kaymasına sebep oldu. Bangladeş’te, Hindistan’da asgari ücretin bile altında çalışan işçiler, Batı’nın lüks markalarını üretti. Küreselleşme, bazı bölgeleri kalkındırırken, bazılarını sömürdü.

Liberalizm, teoride herkesin eşit fırsatlara sahip olduğunu iddia ederken, pratikte sermaye sahibi olanlar her zaman bir adım önde oldu. Küreselleşme ile birlikte bu fark daha da arttı. Sermaye sınırları aşarken, emek aynı hızla aşamadı. İşçi sınıfı, kendi ülkesinde iş bulmakta zorlanırken, zenginler dünya genelinde yatırımlarını büyüttü.

Kripto Paralar: Devletin Tahakkümünden Kaçış mı, Yeni Bir Kaos mu?

Son yılların en büyük liberal hamlesi, kripto paralar oldu. Bitcoin, Ethereum, Ripple… Hepsi devlet kontrolünden bağımsız, merkeziyetsiz bir para birimi sunma vaadiyle ortaya çıktı. Devletin elini cebimizden çekmesi gerektiğini savunan liberaller, kripto paraları büyük bir özgürlük hareketi olarak gördü.

Ancak bu özgürlüğün de bir bedeli vardı: Denetimsizlik. Kripto para piyasalarında yaşanan ani çöküşler, milyonlarca insanın birikimlerini yok etti. Düzenleme eksikliği, dolandırıcılık ve manipülasyonun önünü açtı. Serbest piyasa gerçekten bu kadar serbest olmalı mı? sorusu yeniden gündeme geldi.

Devlet müdahalesi olmadığı zaman kaos mu doğuyor, yoksa gerçek anlamda özgürlük mü kazanılıyor? Kripto paralar, liberalizmin vaat ettiği ekonomik özgürlüğü sunarken, düzenlemelerin olmadığı bir piyasanın risklerini de gözler önüne serdi.

Liberalizmin Günümüzdeki Durumu: Özgürlükten Uzaklaşan Bir Dünya mı?

21. yüzyılın ikinci çeyreğine adım atarken, liberalizmin karşısında büyük bir sınav var: Devletin geri dönüşü. Pandemi, ekonomik krizler ve dijital tekeller, liberalizmin sınırlarını zorlamaya başladı. Devletin piyasaya müdahalesi, özgürlüklerin kısıtlanması ve dijital devlerin piyasayı domine etmesi, liberalizmin geleceğini sorgulatır hale geldi.

Peki, liberalizm hâlâ özgürlüğün anahtarı mı, yoksa bir nostalji mi? Dijital dünyanın getirdiği yeni meydan okumalar, serbest piyasanın içindeki büyük eşitsizlikler ve devletin artan kontrolü… Liberalizm, tüm bu kaosun içinde nasıl ayakta kalacak?

Sonuç: Özgürlüğün Bedeli

Gözlerini yeniden o şehrin sokaklarında açıyorsun. Sabahın ilk ışıkları, binaların pencerelerinden sızıyor. Sokaklar yine hareketli; kimisi dükkânını açıyor, kimisi kahve almak için sırada. Bir yanda çocuklar okula gidiyor, diğer yanda yaşlı bir amca, eski bir gazetenin sayfalarını çeviriyor. Şehirde her şey kendi yolunda akıyor. Görünmez El, neredeyse görünür hale gelmiş; her şey bir düzen içerisinde, bir kaosun içinde saklı düzen…

Liberalizm, belki de insanlık tarihinin en cesur iddiasıdır: Birey, kendi hayatının efendisidir. Ne devletin demir yumruğu, ne de kolektif aklın dayatması… Bir insan, kendi emeğiyle kazanır, kendi kararlarıyla yükselir ya da düşer. Devlet, sadece bir hakemdir; sahaya inmez, topa vurmaz. Bu yüzden liberalizm, bireyi sahaya sürer; kendi başına mücadele etmesini ister.

Özgürlüğün Bedeli: Seçme Hakkı, Yanılma Lüksü

Liberalizm sana bir şey vaat eder: Özgürlük. Ancak bu özgürlüğün bir bedeli vardır. Yanılmak… Devletin seni korumadığı bir ekonomik sistemde, hata yapma lüksün vardır ama aynı zamanda bu hatanın sonuçlarına katlanmak da sana aittir. Bir dükkân mı açmak istedin? Yanlış yatırım mı yaptın? Batarsın. Başarılı mı oldun? Büyürsün.

Sosyal devletlerin sunduğu güvenlik ağı, liberalizmde yok denecek kadar azdır. Devlet, seni korumaz; sadece özgürlüğünü garanti altına alır. Bu, bir bakıma serttir, acımasızdır. Ancak aynı zamanda gerçekçidir. Liberalizmin mottosu nettir: “Özgür olmak istiyorsan, bedelini ödemeye hazır olacaksın.”

Devlet mi? Birey mi?

Tarihte devletler büyüdükçe, birey küçülür. Mutlak monarşilerde kralın sözü kanundur; diktatörlüklerde liderin iradesi halkın kaderidir. Liberalizm, bu kısır döngüyü kırmak için ortaya çıktı. Devletin elini cebimizden çekmesini, duvarlarımızın arkasında ne düşündüğümüze karışmamasını, ticaretimize müdahale etmemesini istedi.

Ama modern dünyada işler değişti. Dijital devler, devletlerin bile baş edemediği bir güç haline geldi. Google, Facebook, Amazon… Bu şirketler, liberalizmin savunduğu serbest piyasanın simgesi mi, yoksa yeni çağın Büyük Biraderleri mi? Devletin otoritesinden kaçan birey, şimdi algoritmaların ve dijital platformların ağına mı düştü?

Liberalizm, devletin müdahalesini sınırladı ama sermaye tekelleri doğurdu. Birey, devletin değilse bile, büyük şirketlerin tahakkümü altına girdi. Bu yüzden modern liberal düşünce, bu yeni meydan okumalarla yüzleşmek zorunda.

Liberalizmin Geleceği: Ayakta Kalacak mı?

21. yüzyılın başında liberalizm, altın çağını yaşarken; 2008 Krizi, pandemiler, dijital tekeller ve devletin geri dönüşüyle sarsıldı. Artık özgürlüğün anlamı değişiyor. Liberalizmin en büyük iddiası olan “bireysel özgürlük”, modern dünyada farklı tehditlerle karşı karşıya.

Eskiden devletin baskısından kaçmak isteyen birey, şimdi siber gözetimden, algoritmalardan ve dijital kontrol mekanizmalarından kaçmaya çalışıyor. Liberalizm, yalnızca devletle değil; artık teknoloji devleriyle, bilgi tekelleriyle de savaşmak zorunda.

Ancak bir gerçek var ki, liberalizm hâlâ insan doğasına en yakın siyasi sistem olarak karşımızda duruyor. Bireyin kendi kararlarını alması, özgürce ticaret yapabilmesi, düşüncelerini ifade edebilmesi… Bunlar, modern dünyada ne kadar zorlansa da, vazgeçilmez insani haklar olarak kalmaya devam ediyor.

Özgürlüğün Bedeli: Bir Seçim Meselesi

Liberalizm sana bir seçim sunar: Kendi hayatının efendisi olma fırsatı… Ancak bu fırsat, hataların da sahibi olmayı gerektirir. Devletin seni korumadığı bir dünyada, ayağını denk almak zorundasın. Yanlış yaptığında, sorumlusu sensin. Doğru yaptığında, meyvesini yiyen de…

Bu yüzden, liberalizm bir özgürlük manifestosudur; ama aynı zamanda bir sorumluluk bildirgesidir. Birey özgürse, devlet küçük kalır. Devlet büyüdükçe, birey o kadar küçülür. Seçim senin: Büyük bir devletin koruması altında mı olmak istersin, yoksa kendi ayaklarının üzerinde mi durmak?









Yazı kategorisi: şöyle böyle

Pop Yıldızı Madonna Değil Kürk Mayolu(!) Madonna



Önce Küçük Bir Teşekkür, Sonra Küçük Bir İtiraf

Merhaba. Yazıya geçmeden önce kısa bir muhabbet edelim istedim. Hani birinin evine girince önce bir çay içer, hal hatır sorarsın ya… Heh işte, o hesap.

Yaklaşık bir aydır bu site bana benim için hatırı sayılır denebilecek kadar para kazandırmaya başladı. Evet, yanlış duymadın. Sen buraya gelip yazılarımı okudukça, gözün ekrana her takıldığında, belki de ekran ışığının yansımasıyla alnında bir kıpırtı oluştuğunda… Ben oradan bir iki kuruş devşiriyorum. Şimdi burada sana klasik “ama para benim umurumda değil” gibi romantik laflar edecek değilim. Umurumda. Hem de baya.

O yüzden senden minicik bir şey rica edeceğim: Bu yazıyı sonuna kadar oku. Evet, evet, sonuna kadar. İçinden “amma uzunmuş bu” diye geçirebilirsin. Haklısın da. Ama ne yapayım, ben kısa cümlelerle anlaşabilen biri değilim. Cümle uzadıkça içim de açılıyor.

Bak dürüst olayım; bu bencilce bir istek. Çünkü sen ne kadar uzun kalırsan, ben o kadar fazla kazanıyorum. Yani bu metni okurken sadece düşünsel olarak değil, ekonomik olarak da bana katkıda bulunmuş oluyorsun. Win-win gibi düşün. Hem belki sen de bir şeyler öğrenirsin ya da hiç değilse birkaç yerde sinirlenip güler, gülüp düşündüğün bir cümleyi ekran görüntüsü alıp birine yollarsın. Belki de “ya bu çocuk ne saçmalamış” dersin. O da olur. Ama kal. Kal ki, biz de yazmaya devam edebilelim.

Neyse mevzuya geçelim

Cehalet, İnanç ve Sorgulama Arasında: Agnostik Bir Sohbet

Merhaba sevgili okur. 😊 Öncelikle bu yazıya hoş geldin. Seninle şöyle samimi bir sohbet havasında dertleşmek istiyorum. Ben agnostik takılan biriyim; yani açıkçası din konusunda net bir inancım yok, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu hakkında kesin bir sonuca varabilmiş değilim. Bu belki bazen bir boşluk hissi veriyor, bazen de müthiş bir özgürlük. Ancak şundan emin ol: Farklı inanç sistemlerine, dinlere ve kutsal kitaplara elimden geldiğince insaflı ve objektif yaklaşmaya çalışıyorum. Çünkü bilmemenin ne demek olduğunu bilen biri olarak, her konuda kesin hükümlere varmadan önce bolca okumak, anlamak ve düşünmek gerektiğine inanıyorum.

Bu yazıda seninle cehalet kavramından tut, okumadan fikir sahibi olma hastalığına; oradan dini dogmalara ve kutsal metinlere yüzeysel bakmanın getirdiği sorunlara; oradan da sosyal medyadaki sahte bilgelik gösterilerine, tarihsel olayların çarpıtılmasına, siyasal manipülasyonlara ve tatlı tatlı yayılan komplo teorilerine uzanan epey geniş bir yelpazede sohbet edeceğiz. Kimi yerde ciddi konulara dalacağız, kimi yerde işi biraz mizaha vuracağız. Ama söz, akademik bir makale okuyormuşsun gibi hissetmeyeceksin. Daha çok uzun zamandır görüşmediğin bir arkadaşınla çay (evet çay kahve değil) içerken laflıyormuşuz gibi, sıcak ve samimi bir üslupla yazmaya gayret edeceğim. Arada bir kendimize güleceğiz, arada bir birlikte düşüneceğiz. Hazırsan başlayalım. 🙂 🔜GO

Cehalet ve Okumadan Ahkâm Kesme Hastalığı

İnsanlık tarihi boyunca cehaletin tatlı bir cesaret, hatta cüret verdiğine dair birçok gözlem yapılmıştır. Hani derler ya “Cehalet ne hoş, her şeyi biliyorsun!” diye, işte tam da o hesap. Gerçekten de, bir konuda bilgisi az olan kişiler garip bir şekilde en yüksek özgüvene sahip olanlar olabiliyor. Bilim insanı Charles Darwin bundan yüz yıl kadar önce benzer bir tespitte bulunmuş: “Cahillik, daha sıklıkla bilgiyi değil güveni doğurur; ısrarla şu veya bu problemin bilimle çözülemeyeceğini iddia edenler, çok bilenler değil, az bilenlerdir.”(bu alıntıyı türkçeye çevirirken zorlandım hatalı olabilir) Yani Türkçesi, insan az bildikçe kendine daha çok güveniyor, bildiğini sandığı şeyin aslında yanlış olabileceğini aklına bile getirmiyor. Halk arasında “cahil cesareti” dediğimiz tam da bu olsa gerek.

Şimdi dürüst olalım, hepimizin hayatında böyle insanlar vardır. Belki ailede bir büyük, belki işyerinde bir arkadaş, belki sosyal medyada takip ettiğin biri, belki de biz… Her konuda söyleyecek kesin bir fikri vardır. Uzay mekiği nasıl çalışmalıdan tut ekonomi neden kötüye gidiyor konusuna kadar her mevzuda uzman kesilir. Üstelik o konuyla ilgili tek bir kitap bile okumamış olabilir ama özgüveni tamdır. Mesela ben üniversitedeyken bir arkadaş vardı, adını vermeyeyim şimdi, çocuk bırak bilimsel makale okumayı, doğru dürüst gazete bile okumazdı.(Evet dostum sen kendini biliyorsun, üzgünüm ama gerçekler böyle) Ama gel gör ki, dünya siyaseti tartışır, en önde o konuşur; din tartışır, en hararetli yorumlar ondan; sanat desen, adam Michelangelo’ya mı çatsın Van Gogh’a mı, maşallah hepsinde söyleyecek lafı var. Başta hayran oluyorsun “vay be ne kültürlü adam” diye, sonra zamanla fark ediyorsun ki aslında derinlemesine bildiği pek bir şey yok, üstünkörü duyduklarını satıyor. Tam bir “bilgiç” cehaleti hali.

Peki bu sadece bizim birkaç tanıdığa özgü bir durum mu? Maalesef hayır. Günümüz toplumunda bu hastalık epey yaygın. İnsanlar okumadan fikir beyan etmeyi adeta bir alışkanlık haline getirdi. Bir konuda derinlemesine araştırma yapmaya, farklı kaynakları okumaya üşeniyoruz. Bunun yerine kulağımıza gelen ilk bilgiyi veya sosyal medyada gördüğümüz bir kaç cümlelik özetleri alıp kendi fikrimizmiş gibi yayıyoruz. Hatta itiraf edeyim, bazen ben de yapmışımdır. Hepimizin aklına uyan, hoşuna giden bir iddia gördüğünde içi gidiyor paylaşmak için, değil mi?

Aslında bu durum bilimsel olarak da incelenmiş. 2024 yılında yapılan kapsamlı bir araştırma, sosyal medyada paylaşılan haber linklerinin %75’inin içeriği hiç tıklanmadan sadece başlık üzerinden paylaşıldığını ortaya koymuş. Dile kolay, dört haberden üçü hiç okunmadan yayılıyor! İnsanlar çoğu zaman sadece başlığı okuyor ya da birkaç cümlelik özetine bakıyor ve “tamam ben anladım olayı” diyerek paylaş tuşuna abanıyor. Sonuç? Yığınla yanlış bilgi, dedikodu, çarpıtma bir sel gibi akıp gidiyor timeline’larda… Böylece hem bilgi kirliliği artıyor hem de cehalet özgüveni bulaşıcı bir hastalık misali yayıldıkça yayılıyor.

Bu okumadan ahkâm kesme huyunun en tehlikeli yanı, tartışma ortamlarında hemen kendini gösteriyor. Bir bakıyorsun, herkes her konuda uzman, herkes birer “koltuk akademisyeni” (armchair scholar) kesilmiş. Sosyal medyada görüyoruz, örneğin sağlıkla ilgili bir mesele mi var, yorumlarda tıp eğitimi olmayan ama kesin tedavi tavsiyeleri veren bir sürü insan. Eğitim konusu mu, eğitim bilimcileri bir kenara itip “bence şöyle olmalı” diyenler dolu. Din mevzusu mu açıldı, Kur’an’ı hiç açmamış veya İncil’i hayatında görmemiş kişiler bile en sert tartışmalara girebiliyor. Sanki bilgisizlik, insana bir bilgelik maskesi takıyor. Dunning-Kruger etkisi denen psikolojik bir kavram var, duymuş olabilirsin: Bilgisi az olan bireylerin, bilgisini abartma ve kendini ehil görme yanılgısı. İşte tam da ondan mustaribiz.
Şimdi bu noktada popüler bir örnek vermek istiyorum

TV8’de yaklaşık 10 yıl önce yayınlanan o meşhur program… Hani şu edebiyattan, kültürden bahsediliyormuş gibi yapılan, ama aslında ekran karşısındakine kalp krizi geçirtme potansiyeli olan sohbetler var ya, işte onlardan biri. Programda Sunucu Funda Özkalyoncuoğlu, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanından bahsediyor… Daha doğrusu, bahsetmeye çalışıyor. Ama kitapla ilgili birkaç temel bilgi eksik. Hayır, eksik değil, büsbütün yok. Yani öyle bir yokluk ki, üstüne felsefe yapılır. Ve o meşhur cümle geliyor:

“Kürk Mantolu Madonna deyince tabii Madonna deyince akla geliyor. Yani o Maria Puder karakterini Madonna’nın gençliği gibi canlandırmak lazım. Beren Saat de çok uygun olur bence.”



Bu cümleyle birlikte sosyal medyada kollektif bir beyin spazmı yaşanıyor. Çünkü, sevgili Funda Hanım, oradaki “Madonna”nın pop yıldızı Madonna olmadığını, hatta kitabın bu anlamda hiçbir alakası olmadığını fark etmemiş. Yani düşündüğün zaman… bir romanın ismini duyunca, karakterin 90’lardan kalma kliplerde kedi gibi kıvranan, elastik vücutlu Madonna ablamız olduğunu sanmak… bu cidden kolay bir yanlış değil. Ama işte, bazen “okumadım” demek çok daha asil bir çıkışken, “okumuş gibi yapmak” ağır hasarlar verebiliyor. Bu da onlardan biri.

Asıl komik olan, karşısındaki konukların da olayı o an fark edip ama utandıklarından ses etmemeleri. Herkes cümleleri boğazında düğümleyerek “evet evet olabilir” diye geçiriyor ama belli ki içlerinden biri bağırmak istiyor:
“Abla, o Madonna değil! O tablo Madonna’sı! Klasik sanat! Rönesans! Maria Puder’in ne alakası var pop yıldızla?”

Ama diyemiyor. Ve olan oluyor.

O anı hatırladıkça gözümün önüne şu sahne geliyor:
Birisi elinde Kürk Mantolu Madonna, ciddi ciddi arkadaşıyla kitap üzerine tartışıyor:
— “Ya ama Madonna çok derin bir karakterdi, özellikle Like a Virgin dönemindeki iç çatışmalarını çok net yansıtmış…”
— “Maria Puder’in o konser sahnesi beni çok etkilemişti…”

Yani işin absürtlüğü o kadar büyük ki, gerçeklikle bağını koparıyor insan. Ve sonra da işte… ne zaman aklına gelse, otobüste, sokakta, yemek yerken fark etmez, gözünü bile kırpmadan duvara bakıp gülmeye başlıyorsun. Biri sorsa da diyemiyorsun:
“Kürk Mantolu Madonna geldi aklıma da…”
Çünkü biri daha duysa, o da senin gibi bir hafta boyunca arada bir “Maria Puder sahnede Like a Prayer söylüyor” diye kendi kendine gülecek. Bu sahne, hafızamızda bir travma gibi değil, bir kültürel kara mizah klasiği gibi yerini aldı artık.

Sana da sonuna kadar hak veriyorum: Bazen kahkahalarımız, birilerinin bilgisizlikle savaşmaya çalıştığı ama kaybettiği o anlara saygı duruşu gibi oluyor. Edebiyat adına susup, gülme refleksiyle konuşuyoruz. Ve belki de bu ülkenin asıl derdi bu: Madonna’yı bile karıştıran bir eğitim sistemine sahipsin, ama hâlâ her konuda kesin konuşanlar televizyon ekranında




Bu noktada belki kendimize şunu sormalıyız: Neden okumuyoruz? Neden zahmet edip derinlemesine öğrenmek yerine, kolay olanı seçiyoruz? Sanırım birkaç nedeni var:

Kolaycıyız: Modern çağ hız çağı; hepimiz fast-food bilgiye alıştık.(Fast food’un tek iyi olduğu yer yiyecek sektörüdür)Uzun bir kitap okuyup konuyu özümsemek yerine, 5 dakikalık YouTube videosuyla uzman olmayı bekliyoruz.

Özgüvenli cehalet: Az önce bahsettiğimiz gibi, bilmediğinin farkında olmamak kişiye suni bir özgüven veriyor. Bir konuyu ne kadar az biliyorsan, o kadar basit zannediyorsun. “Ben de iki yorum okudum, meseleyi çözdüm” diyorsun.

Sorgulama zahmeti: Bir bilgiyi gerçekten öğrenmek, onu sorgulamayı ve belki de kendi inançlarımızı sarsmayı gerektirebilir. Birçok insan rahatsız edici sorularla uğraşmak istemiyor. Mevcut kanaatine uyan basit açıklamayı alınca, “tamam işte buldum cevabı” diyor, kapatıyor konuyu.


Ben agnostik biri olarak, belki de agnsotizm felsefesinin en sevdiğim özelliklerden biri seni  soru sormaya hiç bir zaman kapatmaması. Çünkü emin olmadığım için sürekli okumam, araştırmam, farklı görüşleri dinlemem gerekiyor. Bu bir bakıma seni cehaletten koruyan bir kalkan. Eğer bir konuda kesin inancım olsaydı ve onu sorgulamazsam, belki ben de yanlış bildiğim şeyleri yayacaktım. O yüzden burada kendi adıma bir şans görüyorum: Bilmiyor olmak, aslında öğrenmeye açık olmaktır. “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyen Sokrates’e selam çakalım.(Sokrates’çim seni seviyorum öyle içimden geldi söylemek istedim)Bu cümle belki klişe oldu ama özünde muazzam bir ders içeriyor: Kendi cehaletinin farkında olmak, bilgeliğin başlangıcıdır.

Ama gel gör ki, çoğu insan bu farkındalıktan uzak. Okumuyoruz. Türkiye’de mesela kitap okuma oranlarının düşük olduğundan hep şikâyet edilir. İstatistiklere boğmak istemem seni ama durum çok iç açıcı değil. Sadece din konusunda değil, genel kültürde de böyle. Mesela sosyal medyada rastlıyorum, birisi çıkmış tarihle ilgili kesin hükümler veriyor, “Osmanlı hiç şu hatayı yapmadı” diyor veya “Filanca savaş aslında şöyle oldu” diye atıp tutuyor, merak ediyorum acaba bir tane akademik tarih kitabı okumuş mu? Büyük ihtimalle hayır; ya popüler bir diziden, ya Facebook’taki tarih sayfasından duyduğu yarım yamalak bilgiyi mutlak doğru sanıyor.

Velhasıl, cehalet ve okumadan fikir sahibi olma alışkanlığı çağımızın vebası gibi. Üstelik bu vebanın taşıyıcısı sadece alt eğitim düzeyindekiler değil; diploması profesörü olup da fikri sorulduğunda kulaktan dolma konuşanlar da var. Unvanlar aldatmasın, önemli olan kişinin zihnini sürekli besleyip beslemediği.

Biraz iç kararttıysam kusura bakma, şimdi mevzuyu dinsel boyuta taşıyarak devam edelim, orada da oldukça ilginç şeyler var.

Dinî Dogmalar ve Kutsal Metinlere Yüzeysel Yaklaşım

Din konusuna gelince… Evet, belki mayınlı bir tarla gibi, yanlış bir adımda patlayabilirim. Ama sakin ol, birlikte dikkatle yürüyeceğiz bu tarlada.(Elimde mayın dedektörü var, sakin ol)🙂 Agnostik biri olarak dine ne tamamen göklere çıkaran bir inanan gözlüğüyle bakıyorum, ne de yerin dibine sokan militan bir ateist gibi. Ben dışarıdan gözlem yapan bir meraklı gibiyim diyelim. Tarafsızlık iddiasında bulunmak zor belki ama elimden geldiğince objektif kalmaya çalışıyorum.

Öncelikle dogma nedir, onu bir netleştirelim: Dogma, sorgulanmadan, eleştirilmeden, olduğu gibi kabul edilmesi istenen inanç veya düşünce demek. Dini dogmalar dediğimizde de, genellikle bir dinde sorgulanması hoş görülmeyen, mutlak doğru kabul edilen öğretilerden bahsediyoruz. Mesela bir dine göre “filanca şey günahtır” denir ve bu tabu haline gelir; neden günahtır diye sormak bile ayıplanabilir. Veya bir inanç kuralı öylece kabul edilir, altında yatan değerler tartışılmaz.

Dogmaların iyi yanı, inananlar için bir kılavuz oluşturması olabilir: İnsanlar hayat karmaşasında net çizgiler görmek ister, “şunu yaparsam doğru, bunu yaparsam yanlış” demek bir kesinlik hissi verir, belirsizliği giderir. Ancak kötü yanı ise, sorgulamayı öldürmesidir. Dogmatik bir zihin, herhangi bir konuda “acaba öyle mi?” demez, diyemez; çünkü dogmaya aykırı düşmekten korkar ya da dogmayı öylesine içselleştirmiştir ki aksini düşünmek aklına bile gelmez.

Tarihten örnek verirsek: Orta Çağ’da Avrupa’da Engizisyon mahkemeleri vardı, kilisenin dogmalarına aykırı düşen düşünceler ağır cezalandırılıyordu. En ünlü örnek Galileo Galilei’nin başına gelenler. Galileo, teleskopla gözlem yapıp dünya dönüyor, güneşin etrafında dönüyoruz dediğinde kilisenin o dönemki dogmasına ters düşmüştü (kilise dünyayı evrenin merkezi sanıyordu). Sonuç? Galileo yargılandı, teorisinden vazgeçmesi istendi, hatta efsaneye göre adamcağız mahkeme salonundan çıkarken kendi kendine “Eppur si muove (Ama yine de dönüyor)” diye fısıldanmış. Bu anekdot belki abartıdır ama yaşananlar gerçek: Dogma adına bilimsel gerçek görmezden gelindi.

Benzer durumlar İslam tarihinde de yok mu? Elbette var. Örneğin, astronomi veya matematik alanındaki bilimsel gelişmeler bazı tutucu çevrelerce bid’at (yenilik) diye küçümsenmiş, matbaa Osmanlı’ya geldikten sonra yıllarca yaygın kullanıma sokulmamış çünkü “elle yazma geleneği kutsaldır, matbaa haramdır” diyen hocalar olmuş. (Gerçi matbaanın gecikmesinin tek nedeni dinî direnç değil, başka sosyal sebepleri de var ama o da etkendi der tarihçiler). Sonuçta ne oldu? Dogmaya saplanıp bilime uzak duran toplumlar geri kaldı, acı tecrübeler yaşadı.

Şimdi burada incelik şu: Kutsal metinler ve dogma aynı şey değildir aslında, ama çoğu insan ikisini karıştırır. Kutsal bir metin (İncil, Tevrat, Kur’an, vs.) kendi içinde elbette inanç esasları barındırır. Fakat bu metinlerin yorumlanması sürecinde insanlar dogmalar oluşturur. Yani insan eliyle oluşturulmuş katı kurallar, geleneksel yorumlar zamanla sanki ilahi emir gibi görülmeye başlanır. Örneğin Kur’an’da veya İncil’de belki esnek bırakılmış bir konu, bir din âlimi tarafından belirli bir yorumla açıklanır ve takipçileri bu yorumu adeta değişmez gerçek kabul eder. Böylece dogma doğar.

Bir de kutsal metinlere yüzeysel yaklaşım meselesi var. Bu yalnız inanan kesimde değil, inançsız kesimde de görülüyor. Kutsal kitabı yüzeysel okumak ne demek? Yani bağlamına, tarihsel arka planına, mecazına, diline dikkat etmeden, birkaç cümleyle yargıya varmak demek. Mesela bir ateist, İncil’den vahşi bir cümleyi çekip “Bak bu din kötü, kendi kutsal kitaplarında şöyle yazıyor” diyebiliyor. Veya bir Müslüman, Kur’an’daki bir ayeti tam anlayamadan kafasına göre yorumlayıp yaşamına uygulamaya kalkıyor, belki de yanlış çıkarım yapıyor.

Aslında her iki taraf da benzer hataya düşebiliyor: Okumadan, anlamadan hüküm verme. Bir Hristiyan yazar bununla ilgili güzel bir tespitte bulunmuş: Kutsal Kitap’ın (İncil’in) düşmanları, sırf çelişki bulmak veya eleştirmek amacıyla metni yüzeysel ve hatalı bir biçimde okuyup çelişkiler var sonucuna varırlar diyor. Yani ön yargılı bir zihin zaten kusur bulmak istediği için derine inmeden, bütünlüğe bakmadan, bağlamı önemsemeden “aha buldum çelişkiyi” diye seviniyor. Bu durum başka dinlerin kutsal metinleri için de geçerli. Örneğin İslam’ın karşıtları da Kur’an’dan bazı ayetleri bağlamından koparıp “işte bu kötü bir kitap” demeye çalışır. Halbuki belki o ayetin nüzul sebebini, tarihsel bağlamını, Arapça aslındaki anlam inceliklerini es geçiyordur.

Öbür taraftan, dindar taraf da bazen yüzeysel okumuyor mu? Okuyor tabii. Koca kitabı alıyor, ama sadece işine gelen kısımları ezberliyor. Özellikle de bütünsel mesajı kavramadan, sadece sloganlaşmış ayetlerle amel etmeye kalkınca saçma durumlar doğabiliyor. Bir örnek: Diyelim ki dindar bir Müslüman, Kur’an’ı Türkçe mealinden okumaya başladı ama pek bir şey anlamadı (ki Arapçasını bilmeden sadece mealle anlamak zordur). Sonra bir hocadan duydu ki “falanca ayette şöyle şöyle diyor, o yüzden bu davranış haramdır.” Hiç sorgulamıyor, “Acaba gerçekten öyle mi, başka yorumlar var mı?” demiyor. Belki de o hocanın kendi kültürel yorumunu ilahi emir diye hayatına sokuyor. Bu da dogmatik bir bağnazlık yaratıyor.

Bunun sonucunda ne oluyor? Bir kişi din adına aşırı katı, hoşgörüsüz veya bilgisiz bir tavır sergilediğinde, dışarıdan bakanlar “Din böyleymiş demek ki” diye düşünüp o dine soğuk bakabiliyor. Yani aslında yüzeysel dindarlık hem kişi için zararlı (çünkü sığ kalıyor, manevi derinlikten mahrum) hem de o dinin imajı için zararlı (çünkü kötü örnek teşkil ediyor).

Biraz somutlaştıralım: Kaç kişi gerçekten kendi inandığı kutsal kitabı baştan sona okumuştur? Mesela sokakta rastgele 10 Müslüman çevirsek, “Kur’an’ı tefsiriyle birlikte baştan sona okudun mu?” desek, belki birkaçı “evet” der, çoğu “parça parça okudum” veya “mealini biraz okudum” diyecek. Hristiyanlar için de benzerini düşün; çoğu İncil’in tamamını değil, bazı bölümlerini bilir kiliseden duyduğu kadar. Ama gel gör ki bu insanlar dinleri uğruna kavga etmeye hazırlar! Garip değil mi? Bir futbol takımını hararetle savunursun çünkü tüm maçlarını izlemişsindir belki; ama kutsal kitabını tam okumadan o din için canını vermeye hazır olmak biraz tuhaf bir durum değil mi? Tabii inanç sadece okumayla ilgili değil, gelenek, aile, çevre faktörü var, duygusal bağ var, orası ayrı. Yine de bilmeden inanmak riskli bir yol.

Bir de tam tersi var: Bilmeden inanmamak. Mesela ateist bir arkadaş düşünelim, dinlere veryansın ediyor sürekli: “Bunlar hep masal, bu devirde hala din mi kaldı” falan diye çıkışıyor. Peki sorsan İslam’ın ana öğretisi nedir, Hristiyanlık neye dayanır, emin olun çoğu bilmiyor. Belki internette dolaşan birkaç eleştirel sloganı ezberlemiş (“din afyondur” gibi) ama örneğin hiç Tevrat’tan üç sayfa okumamış, Kur’an’ı hayatında eline almamış. Bu da bir tür cahil cesareti aslında, değil mi?

Benim yaklaşımım şu: Bir şeye inan ya da inanma, ama önce anla. Anlamadan ne körü körüne kabul et, ne de inkar et. Agnostik bakışın güzelliği burada: Ben “bilmiyorum” diyerek başlıyorum, sonra bilmeye çalışıyorum. Diyelim ki Kur’an gerçekten ilahi kelam mı değil mi tartışması var kafamda. Ne yaparım? Oturur biraz okurum, tefsirini karıştırırım, Müslümanların argümanlarını, sonra eleştirileri okurum… En azından bir fikir sahibi olurum. Ama birisi hiçbirini yapmadan “Hepsi uydurma” derse, o kişinin ateizmi de aslında dogmatik bir inanca dönüşmüş oluyor, farkında değil.

Burada küçük bir parantez: Bazı insanlar bilimsellik adına da dogmatizm yapıyor. Bilime inanmak güzel ama bilimi doğru anlamak şartıyla. Günümüzde popüler kültürde “kuantum”, “enerji”, “frekans” gibi laflar moda oldu. New Age denilen akımlar, spiritüalizmin modern versiyonları sanki bilimselmiş gibi sunuluyor. Mesela biri çıkıyor “Kuantum fiziği de aslında düşüncenin gücünü açıklıyor” diyerek bambaşka bir inanç satmaya çalışıyor. Bu da ayrı bir dogma tuzağı. Bir yazar diyordu ki, bugün bazıları sırf içinde bilimsel terimler geçiyor diye uydurma fikirlere inanıyor, “yeni bir bilimsel inanç sistemi” yaratılıyor. Mesela “pozitif düşün, evrene mesaj yolla, kuantum bunu gerçekleştirir” tarzı söylemler… Bilimsel terimleri alıp içini mistisizmle dolduruyorlar. İnsanlar da fizik formülü görünce gerçek sanıyor. Bu da aslında sorgulamadan kabul edilen modern bir dogma örneği. Yani dogma illa kadim dinden gelmez, seküler dünyanın da dogmaları var.

Özetle, ister dinî ister dünyevi olsun, dogmatik düşünce insanı körleştiriyor. Kutsal metinlere yüzeysel yaklaşıp dogmalara sıkı sıkıya sarılmak, hem kişinin ufkunu daraltıyor hem toplumda gereksiz kutuplaşmalara yol açıyor. Halbuki dinlerin özünde genelde iyi ahlak, sevgi, merhamet, adalet gibi evrensel temalar var; bunları almak yerine şekilsel tartışmalara girip birbirini yemek işin trajedisi.

Bak mesela, Kur’an der ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bu ayet (Zümer Suresi 39:9) aslında “bilgi sahibi olmak” ile “olmamak” arasındaki farka dikkat çeker. İncil’de, Hoşea kitabında Tanrı şöyle der: “Yok oldu halkım bilgisizlikten”. Yani cehalet yüzünden halkım mahvoldu diyor. Demek ki dini metinlerin kendisi bile cehaleti eleştiriyor, bilgiyi övüyor. Peygamber Muhammed’e atfedilen ünlü bir söz var: “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” Yani bilgi uğruna uzak diyarlara gitmeyi, çaba göstermeyi öğütlüyor. Bu söz belki hadis literatüründe çok sahih değildir ama asırlardır Müslüman toplumlarda bilinir, tekrarlanır çünkü içerdiği mesaj değerli bulunmuştur. Peki madem dinlerin özü bile “oku, anla, öğren” diyor, o zaman dindar olsun ateist olsun herkesin bundan alacağı ders yok mu? Bence var: Cehalet kutsal bir şey değil, tam tersine kutsal olan bilgidir, öğrenme çabasıdır.

Bir agnostik olarak ben dini konulara geniş yer veriyorum, çünkü dürüst olmak gerekirse en büyük cehalet savaşlarından biri orada yaşanıyor. Bir tarafta körü körüne inanan ve farklı fikirleri düşman belleyenler, öbür tarafta anlamadan din düşmanlığı yapanlar… İki taraf da birbirini besliyor. Biri diğerinin cehaletini gördükçe kendi pozisyonunu daha da sertleştiriyor ve ortada sağlıklı bir diyalog kalmıyor. Keşke herkes biraz karşı tarafın kitabını okusa, empati kurmaya çalışsa. Belki o zaman dogmalar yumuşar, ortak insani değerlerde buluşuruz. Çok mu ütopik oldu? Belki, ama hayal etmekten zarar gelmez.

Sosyal Medya Bilgeliği ve Sahte Entelektüellik

Gelelim çağımızın arenasına: Sosyal medya! Burası öyle bir yer ki, herkese bir mikrofon uzatılmış ve herkes bir anda kendi kürsüsünden konuşmaya başlamış gibi. Bir bakıma demokratik bir ortam; eskiden sadece gazeteciler, yazarlar sesini duyururken şimdi herhangi bir vatandaş tweet atarak gündem yaratabiliyor. Harika bir güç. Ama aynı zamanda bir problem: Entelektüel olmayanlar bile entelektüel taklidi yapabiliyor. Herkes çok bilmiş görünüyor, herkes birer filozof, birer bilim insanı kesiliyor. Peki gerçekten öyleler mi? Maalesef çoğu değil.

Sosyal medyanın bu sözde bilgelik halini besleyen birkaç mekanizma var. Öncelikle, bu platformlar dikkat ekonomisi üzerine kurulu. Yani amaç, olabildiğince fazla etkileşim almak: beğeni, paylaşım, yorum… Dolayısıyla insanlar da ilgi çekici görünmek istiyor. Ne yapıyorlar? Bazen gerçekten doğru düzgün bilgi paylaşanlar var tabii, hakkını yemeyelim, ama çokça kişi de görünüşte bilgili gözükmenin yollarını arıyor. Mesela akademik terimler kullanıyorlar (sıklıkla yanlış veya bağlam dışı şekilde). Twitter’da görmüşsündür, biri bir tartışmada pat diye “kognitif disonans yaşıyorsun” diye yazar, aslında belki kendisi de tam bilmiyor kavramı ama duymuş bir yerde, entel görünmek için sallıyor. Ya da popüler psikoloji terimleri: “Narsist, empati, gaslighting, travma, toksik” falan havada uçuşuyor. Bunlar tabii gerçek kavramlar, ama herkes kullanınca suyunu çıkarıyoruz. Bir noktadan sonra, mevzu kavramın doğruluğu değil kimin daha janjanlı konuştuğu yarışına dönüyor. Bir Medium makalesinde okumuştum, tam da bunu anlatıyordu: Sosyal medya, yarım yamalak teorilerin ve kendini uzman ilan edenlerin en gürültülü eko odasına dönüştü; platformlar aslında bizi entelektüel kestirme yollara itiyor diyordu. Yani normalde entelektüel olmak disiplin ister, araştırma, çalışma, yılların birikimi gerekir. Şimdi ise Instagram’da bir infografik okumak veya Twitter’da 280 karakterlik bir flood okumak kendini uzman sanmaya yetiyor, taç giydiriyor.

Bir de optik meselesi var: Sosyal medyada bilgi paylaşımları çoğu zaman gerçek bir entelektüel tartışma için değil, görünüm içindir. Dışarıya “Bak ben ne kadar kültürlüyüm” mesajı vermek isteyenler, arada süslü laflar, alıntılar paylaşıyor. Bunu eminim sen de fark etmişsindir. Özellikle LinkedIn gibi platformlarda mesela, herkes bir başarı hikayesi, bir liderlik dersi falan paylaşır, çoğu da klişedir. Twitter’da bazı hesaplar var, bot mu insan mı belirsiz, sürekli Einstein, Mevlana, Nietzsche karışımı sözler atıyor ortaya. Performatif entelektüellik dediğimiz şey bu belki: Bilgili olmaktan çok bilgili görünmek önemli hale geliyor.

Madem konu açıldı, biraz eğlenelim: Sosyal medyada sahte entelektüel görünmek isteyenler için bir rehber hazırlasak nasıl olur?  Şöyle “Sosyal Medyada Entelektüel Görünmek İçin 5 Altın Kural” diye maddeler yazalım mı? Onedio (Bu site dünya insanlığını cahil bırakmak için yemin etmiş dahi bir insan tarafından kurulmuş buna eminim) tarzı bir liste yapalım biraz kafamız dağılsın:

1. Profil Fotoğrafını Entelektüel Yap: Profil resminde elinde kitap tutan, kütüphane önünde poz veren bir fotoğrafın yoksa vay haline. Ya da alternatif olarak çok “derin” bir manzara karşısında düşünen adam/kadın pozu da olabilir. Uçurum kenarında filozof edasıyla bakan bir silüet mesela – millete “vay düşüncelere bak” dedirtmeli.

2. Kitap + Kahve Paylaşımları: Instagram hesabında veya Twitter’da arada bir sanatlı bir filtreyle kahve fincanının yanına koyulmuş kitap fotoğrafı paylaşmalısın. Altına da belki kitaptan havalı bir alıntı… Kahve şart tabii, entel adam kahvesiz yapamaz, malum. Millet görsün sen her daim bir elinde kahve bir elinde kitap, entelektüelliğin doruklarında yaşıyorsun.

3. Havalı Alıntılar ve Yabancı Dilde Cümleler: Ara sıra Nietzsche’den, Kafka’dan, Mevlana’dan afilli sözler patlat. Bazen Latince özdeyişler de çok etkili oluyor: mesela “Quidquid latine dictum sit, altum videtur” (Latince söylenen her şey derin görünür). Anlamasan da koy gitsin, nasılsa kimse de anlamayacak ama “Vay arkadaş” diyecekler.

4. Popüler Bilim ve Felsefe Jargonu Kullan: Her tartışmada bir iki akademik kelime sokuştur. Diyelim ki bir konu tartışılıyor, sen “Bu konuda ciddi bir epistemolojik sorun var” diye bir yorum yap. Veya “bu yaklaşım tipik bir postmodern relativizm örneği” de, cümleyi anlayan az olur ama söyleyen havalı olur. Karşındakini de şaşırtırsın, sana bulaşmadan önce iki kere düşünürler belki “bu adam bir şeyler biliyor galiba” diye.

5. Her Konuda Kesin Yorum, Asla Şüphe Yok: Gerçek enteller bile “benim bilgim bu kadar” der bazen, ama sahte entel asla tereddüt etmez. Her soruya bir cevabı, her soruna bir teorisi vardır. Sosyal medyada da ne görse üstüne yorum yapar. Pandemi mi çıkmış, virolog gibi konuşur; yeni bir film mi, sinema eleştirmeni kesilir; kuantum teorisi mi, anında Schrödinger’in kedisini masaya yatırır. Bu tutum aslında ilk bölümde bahsettiğimiz cahil cesaretinin bir yansıması ama dışarıdan bakana “vay be her şeyi biliyor” efekti verir.

Tabii bunları yazarken biraz iğneleme yaptım, yoksa bu kurallara uyan herkes cahildir demek istemiyorum. (Çünkü bu kuralların bazılarına bende uyuyorum)Ama sosyal medya gerçekten de böyle numaralarla dolu. Sahte entelektüellik diyip geçmeyelim, bayağı yaygın bir durum.

Bu sahte bilgelik gösterisinin zararlarından biri, gerçek uzmanların sesini kısmak oluyor. Bazen öyle bir gürültü ortamı oluşuyor ki, sessizce işini yapan bilgili insanlar arada kaynıyor. Mesela Twitter’da iktisat profesörü bir şey yazıyor, altına bir sürü “ekonomist” geçinen kişi hocayı bilgisizlikle suçlayıp kendi teorilerini yazıyor. Okuyan da şaşırıyor, “kim doğru söylüyor acaba” diye. Çünkü uzmanla cahili ayırt etmek zorlaşmış. Sosyal medyada en yüksek ses kiminse, çoğu zaman kitle onu dinliyor. Algoritmalar da buna çanak tutuyor; sansasyonel çıkış yapan, kavgaya giren, kışkırtıcı konuşan öne çıkıyor. Doğruluk veya derinlik arka planda. Bir düşün: Facebook, Twitter gibi mecralar bir içeriğin doğru olup olmadığına bakmıyor, etkileşim alıyor mu almıyor mu ona bakıyor. Öyle olunca da, en uç fikirler, en absürt iddialar bile popüler olabiliyor, yeter ki paylaşım rekoru kırsın.

Zaman zaman ben bile düşüyorum bu tuzağa. Mesela bir bakıyorum, biri uzun bir flood yapmış diyelim ki tarih hakkında. Adam öyle bir özgüvenle yazıyor ki, sanki tüm arşivleri taramış, tüm kaynakları hazmetmiş sanırsın. İki dakika kendimden şüphe ediyorum, “acaba benim bildiğim yanlış mı?” diyorum. Sonra biraz araştırınca bakıyorum ki eleman tarihi romanlardan duyduğunu tarih diye satmış! Ama takipçisi çok, güvenen çok. İşte bu yüzden dijital okuryazarlık önemli diyorlar, yani internetteki bilgiyi süzgeçten geçirme becerisi.

Sosyal medyanın bir de eko odası (echo chamber) tarafı var. İnsanlar genellikle kendi düşüncelerine yakın kişileri takip ediyor, onlarla etkileşiyor. Böylece herkes kendi fikirlerini sürekli teyit eden bir geri bildirim döngüsüne giriyor. Mesela düz dünyacıları düşün: Bir grup insan “Dünya düzdür” diyor ve kendi aralarında forumlarda, gruplarda bunu pekiştiriyorlar. Dışarıdan biri “Yahu saçmalamayın, bakın bilimsel kanıtlar var” dediğinde, hemen onu susturuyorlar ya da gruptan atıyorlar. Kendi küçük dünyalarında, çılgın fikirleri normallik kazanıyor. Sosyal medya bunu her konuda yapıyor. Diyelim ki aşırı uçta politik görüşlerin var, sadece o görüşü destekleyen sayfaları takip edersen, zamanla sanırsın ki tüm dünya senin görüşünde, karşı taraf şeytanın ta kendisi. Bu da yine cehaleti güçlendiren bir unsur. Çünkü farklı bakış açılarını duymuyorsun, kendi sesinin yankısını duyup “haklıyım” diye düşünüyorsun.

Bir de WhatsApp bilgeliği var ki evlere şenlik. Özellikle büyüklerimizden gelen mesajlar… “Aman şu meyveyi şununla asla yemeyin, kanser yapıyor” diye bir bilgi gelir, altında da “Dr. X uyardı, herkes birbirine göndersin” gibi notlar. 15 kişiye gönderince dilek kabul olur tarzı zincir mesajları hatırlarsın, onlar evrim geçirdi, şimdi sözde sağlık veya din bilgisi veren metinler dolaşıyor. Çoğu tamamen uydurma. Ama yazanın adı “Prof. Doktor Bilmemne” diye başlayınca veya “NASA açıkladı” falan deyince akan sular duruyor. Dayım mesela, sırf bu zincir mesajlara inanarak uzun süre sarımsak yuttu kalkan gibi koruyormuş diye (hangi hastalıktan koruyorsa artık). O mesajları kim yazıyor, ne amaçla yayıyor belirsiz; ama bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın dijital versiyonu da bu oluyor.

Peki, ne yapacağız? Sosyal medyayı kapatalım mı? Elbette hayır, onu demiyorum. Sadece, oradaki bilgi akışının niteliğinin farkında olalım istiyorum. Sorgulayalım. Birisi çok iddialı bir şey yazdıysa hemen inanmayalım. Arada sırada belki şu soruyu kendimize soralım: “Bu kişi gerçekten ne kadar biliyor olabilir? Yoksa sadece kendini mi öyle gösteriyor?” Emin ol, bu soru bile bizi birçok yanlış yönlendirilmekten kurtarır.

Bir de entelektüel tevazu diye bir kavram var (intellectual humility derler İngilizcede). Yani “Yanılıyor olabilirim, bilmiyor olabilirim” deme erdemi. Bu erdem sosyal medyada nadir bulunan bir mücevher gibi. Kaç kişi “bilmiyorum” diyor? Çok az. Herkes biliyor, herkes haklı. Ama aslında, gerçek bilgiye ulaşmanın yolu bazen “bilmiyorum, öğrenmeliyim” diyebilmekten geçiyor. Kendine entelektüel diyen insan biraz mütevazı olmayı bilmeli, değil mi? Kemal Sayar’ın bir yazısının başlığı aklıma geldi: “Entelektüel tevazu sizin için neden iyidir?” diyordu, maddeler halinde anlatıyordu. Egosunu biraz terbiye eden insanlar daha fazla şey öğrenebilirler çünkü hatasını kabullenip düzeltmeye açıktırlar. Sosyal medyada en çok ihtiyaç duyduğumuz şey belki bu tevazu.

Tarihsel Çarpıtmalar ve Siyasal Manipülasyon

İnsanların okumadan ahkâm kesmesi, dogmalara sıkı sıkı sarılması sadece bireysel bir zaaf değil; bu zaaflar tarih boyunca siyasetçiler ve çıkar grupları tarafından acımasızca kullanılmış. Cehalet, güçlülerin elinde bir silahtır derler. Bilgi kitlelere hakim olursa, yönlendirmek zorlaşır; ama kitleler cahil kalırsa, onları istenilen kalıba sokmak çok kolaydır.

Tarihsel olayların çarpıtılması meselesi bunun en bariz örneklerinden. Her iktidar, her ideoloji kendi tarih yorumunu yaratır. Bir olay olur, mesela bir savaş, bir devrim, bir anlaşma… Aradan zaman geçer, bakarsın aynı olay farklı tarih kitaplarında bambaşka anlatılıyor. Neden? Çünkü her yazarın veya her rejimin bir ajandası var. Ünlü bir söz vardır: “Tarihi kazananlar yazar.” Kaybeden tarafın hikayesi çoğu zaman unutulur veya önemsizleştirilir. Ama bazen de tam tersi, kaybeden taraf kendini aklamak için yepyeni bir tarih kurgusu üretir ki halkını tekrar motive etsin.

Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrası, Nazi yanlısı bazı kişiler Holokost’un (Yahudi soykırımının) abartıldığını, aslında Nazi Almanyası’nın o kadar da kötü olmadığını iddia eden yazılar yayımladı. Tarihsel bir gerçeği inkar ederek kendilerine yeni bir hikaye yazmaya çalıştılar. Holokost inkarcıları diye bir grup türedi. Ama gerçekler er ya da geç ortaya çıkar; bugün bu görüşler marjinalize oldu, çünkü kanıtlar reddedilemez boyutta. Ancak o dönem bir belirsizlik, bir kafa karışıklığı yaratmayı başardılar bir kesimde.

Bizim ülkemizde de tarih her zaman tartışmalı bir alan. Yakın tarihimizi ele alalım: Osmanlı’nın çöküşü, Cumhuriyet’in kuruluşu, çeşitli darbeler vs. Bu konularda birbirinden çok farklı anlatılar mevcut. Bir kesim der ki “Osmanlı harikaydı, Cumhuriyet bazı hatalar yaptı”, başka bir kesim “Osmanlı geri kalmıştı, Cumhuriyet bizi kurtardı” der. Arada daha nüanslı düşünenler de var tabi ama genelde kamplaşmalar böyle. Hangisi doğru? Doğru tek bir cümleyle özetlenemez belki; tarih karmaşıktır. Ama insanlar karmaşık şeyleri sevmez, basit hikayeler ister. O yüzden siyasetçiler halkın duymak istediği basit tarihi anlatılar sunarlar. Mesela bir politikacı çıkıp “Biz ecdadımızın torunlarıyız, onlar dünyaya hakimdi, yine hakimi olacağız” diye hamaset yapar. Bu duygusal olarak coşku verir belki ama tarihin gerçeklerini ıskalar. Ecdad dünyaya hakim miydi gerçekten? Bir dönem güçlüydü ama her imparatorluk gibi onlar da hatalar yaptılar, yenildiler vs. Bunu söylemez. Öte yandan başka bir politik figür de “Geçmişimiz hep hatalarla doluydu, biz yeni baştan yaratıyoruz her şeyi” diyebilir. O da geçmişi toptan kötüleyerek kendi projesini parlatmaya çalışır.

Tarihsel çarpıtma, insanların hafızasını manipüle etme sanatıdır aslında. “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” demiş atalar, yani insan unutur. Unutulan şeylerin yerine yeni “hatıralar” koymak kolaydır. Günümüzde bu daha da kolaylaştı belki, çünkü sosyal medya ve internet sayesinde yanlış bilgi çok hızlı yayılıyor. Mesela sürekli bir yalan tekrar edilirse insanlar bir süre sonra gerçek zannedebiliyor. Bir örnek: Yıllardır bazı çevreler “Atatürk’ün bilmem ne sözü” diye uydurma cümleler dolaştırır, sonradan Tarih Kurumu “böyle bir söz yoktur kaynaklarda” der ama atı alan Üsküdar’ı geçmiştir, milyonlar o uydurma sözü gerçek sanmıştır bile.

Siyasal manipülasyon sadece tarih üzerinden yapılmaz tabii. Güncel olaylar da çarpıtılır. Bir protesto mu oldu, iktidar yanlısı medya onu vandallık olarak gösterir, muhalif medya halkın sesi olarak. Bir ekonomik kriz mi var, bir taraf “dış güçlerin oyunu” diye açıklar, öbür taraf “beceriksizlik” der. Burada gerçek payları ayrı konu, ama sonuçta algı yönetiliyor. Kitleler de genelde okudukları ilk açıklamaya inanıyor çünkü araştıran, sorgulayan az. Mesela “dış güçler” söylemi bir dönemin klişesiydi; ekonomide ne ters gitse dış mihraklar yapıyor dendi. Bir süre sonra gerçekten birçok insan buna inandı. Bu tip komplovari söylemler siyasetçinin işine gelir çünkü sorumluluğu üzerinden atar, faili belirsiz bir düşman yaratır. Kitle de kendini kurban gibi görür, “Biz masumuz, kötüler yüzünden böyle” diyerek teselli bulur.

Tarihte bunun örnekleri çok. Hitler mesela, iktidara gelmeden önce Alman halkına sürekli şunu dedi: “Biz I. Dünya Savaşı’nı aslında cephede kaybetmedik, içerideki hainler (özellikle Yahudiler ve bazı siyasiler) yüzünden kaybettik, sırtımızdan bıçaklandık.” Buna “arkadan bıçaklama efsanesi” derler. Halkın gururu kırılmış yenilgiden sonra bu efsane onlara cazip geldi, “hainler yüzünden oldu” demek kendi hatalarını kabullenmekten kolaydı. Hitler bu miti kullandı, Yahudileri ve muhalifleri şeytanlaştırdı, kitleleri arkasına aldı. Sonrası malum, felaket… Yani bir komplo teorisi ve tarih çarpıtması, milyonları ölüme sürükleyen bir rejimin harcını kararken kilit rol oynadı.

Bizde de çeşitli komplolar zaman zaman siyaset malzemesi oldu. Mesela yıllardır bitmeyen bir “üst akıl” muhabbeti var. Tam olarak kim olduğu belirsiz ama bir “üst akıl” memleketin kötülüğünü istiyor hep. Bu da bir tür belirsiz komplo motifi. İnsanlar somut bir şey olmayınca zihinlerinde canavarlaştırır ve her şeye onu suçlar hale gelir. Bu aslında psikolojik olarak rahatlatıcı: Kötü bir olay mı oldu, “üst akıl yaptı, dış güçler” de geç, sorumluluk almaya gerek yok.

Bir diğer manipülasyon taktiği: Sahte düşmanlar yaratmak. Mesela iktidarda kalmak isteyen bir yönetim, toplumda kendine bir düşman yaratıp “Bunlar varsa ben de varım, beni destekleyin yoksa onlar gelir” diyebilir. Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler bunu çok yaptı. Her iki tarafta da halk sürekli “öteki taraf gelecek bizi yok edecek” korkusuyla yaşadı, hükümetlerine sığındı. Korku, cehaletle birleşince insanlar sorgulamadan liderlerinin peşinden gider. Çünkü korku, mantıklı düşünmeyi kısıtlar; “aman şimdi birliği bozmayalım” diye her denileni kabule hazır hale gelir toplum.

Tarihsel çarpıtmaların panzehiri ise tarih okuryazarlığı ve çok seslilik. Farklı kaynaklardan okumak, mümkünse bir olayın birden çok tarafının anlatısını dinlemek gerek. Mesela Osmanlı tarihi öğrenmek istiyorsan, bir Türk tarihçi bir de yabancı tarihçi oku, ikisinin arasında daha dengeli bir anlayış oluşur. Ama kaç kişi bunu yapıyor? Pek az. Eğitim sistemimiz bile bazen resmi tarih söylemi dışında okumaya teşvik etmez. O yüzden iş gene bireyin merakına kalıyor. Merak eden açıp okuyacak, araştıracak.

Komplo Teorileri: Gerçekler ve Masallar

Ah, geldik en eğlenceli kısma: Komplo teorileri! ️‍♂️ Komplo teorileri bir yandan zarar verici saçmalıklar, bir yandan da itiraf edelim insan doğası için cezbedici hikayeler. Hepimiz biraz gizem seviyoruz, biraz “aslında bize anlatılandan fazlası var” diye düşünmek hoşumuza gidiyor. Ama bazen ipin ucu kaçıyor, komplo teorileri koca kitleleri esir alıyor.

Nedir komplo teorisi? Basitçe, önemli olayların arkasında gizli ve kötü niyetli güçlerin olduğunu iddia eden açıklamalar. Mesela ne bileyim, “dünya çapında bir elit grup var, her şeyi onlar yönetiyor” klasik bir komplo teorisidir. Veya “X olayı aslında hükümet kendi yaptı, suçu başkasına attı” gibi. Kimi zaman bizzat gerçek komplo planları ortaya çıkar (Watergate skandalı mesela, ABD’de Nixon hükümeti siyasi rakiplerini gizlice dinlemişti, yakalandı). Yani dünyada hiç komplo yok değil, var tabii. Ama komplo teorisyenleri her şeyin altında bir komplo arar hale geliyor, her şeyi açıklayabilen tek bir büyük kötü yaratıyor kafasında.

Bunun cazibesi şu: Dünya karmakarışık, kaotik bir yer. Kötü şeyler oluyor, doğal afet, kaza, kriz… İnsan zihin ise “bir anlam, bir düzen” arıyor. “Tüm bunların bir sebebi olmalı” diyoruz. Mesela pandemi çıkıyor, virüs dünyayı kasıp kavuruyor. Bunun belki bilimsel açıklaması var: Hayvan pazarlarından sıçrayan bir virüs, küreselleşme ile hızla yayılıyor. Ama bu hikaye tatmin etmiyor bazılarını, diyorlar ki “Bu virüsü labaratuvarda üretip bilerek yaydılar!” Kim yaydı? Tabii ki o meşhur “küresel elitler”, Bill Gates’ten tut Rockefeller’a kadar bir isim listesi. Üstüne bir de “çünkü aşılarla bize çip takacaklar” detayı ekledin mi, tadından yenmez bir komplo teorisi oluyor.

Absürt diyorsun belki, ama bu tür teorilere inanan azımsanmayacak kitleler var. Mesela bir araştırmaya göre ABD halkının yaklaşık %10’u düz dünya, Ay’a inişin sahte olduğu veya COVID aşılarına mikroçip konulduğu gibi teorilere inanıyormuş. Dile kolay, her on kişiden biri bu derece uçuk iddialara inanıyor. Hadi Amerika neyse de, bizim memlekette durum çok mu farklı? Geçmişte yapılan anketlerde Türk halkının önemli bir kısmı uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine, falanca tarikatların dünyayı yönettiğine falan inanıyordu.

En popüler komplo teorilerinden bazıları şunlar:

Düz Dünya Teorisi: Bu teoriye göre NASA ve tüm dünya hükümetleri bizi kandırıyor, Dünya aslında düz bir tepsi gibi ve etrafı buz duvarıyla çevrili. Fotoğraflar, uydular, uzaydan gelen veriler falan hepsi düzeneğin parçasıymış. (Gerçekten buna inanan topluluklar var dünyada!)

Ay’a İniş Yalanı: 1969’da Apollo 11’in Ay’a inişi canlı yayınlanmıştı ama komplo teorisyenleri diyor ki “Hepsi Hollywood stüdyosunda çekildi, aslında Ay’a gidilmedi.” Bu iddiayı “ışıklar niye öyle, bayrak niye dalgalanıyor” gibi sözde kanıtlarla desteklemeye çalışırlar.

Aşılarla Mikroçip Takma: COVID-19 aşıları çıkınca bir grup insan “Bill Gates hepimizi çip’leyip kontrol edecek” diye ortalığı ayağa kaldırdı. Çip takma işi bir efsane ama inanlar ciddi, hatta aşı olmaktan kaçanlar oldu bu yüzden.

Chemtrails (Kimyasal Püskürtme): Gökyüzünde uçakların bıraktığı izler var ya, normalde su buharı-kristal vs. olduğu bilimsel olarak açıklanan. Komplocular diyor ki “Yok yok, hükümet bize gizlice kimyasal atıyor bu izlerle, zihin kontrolü yapıyorlar belki de.” Uçak geçince “bak yine ilaçladılar bizi” diyenler çıkıyor.

İlluminati ve Gizli Dünya Düzeni: Bu belki en popüleri. Dünyayı yöneten gizli bir örgüt var, ünlüler, politikacılar, zenginler hep bunun kuklası. Semboller, gizli toplantılar falanla dünyayı yönetiyorlar. Depremlerden savaşlara her şey onların planıymış.

Reptilian (Sürüngen İnsanlar): Bu en fantastiklerinden: Bazı komplo teorisyenlerine göre dünya liderlerinin bazıları aslında insan görünümlü sürüngen uzaylı ırkından! Arada bir gözleri kertenkele gözüne dönüşürken yakalanmış videolar filan var diyorlar (YouTube’da montaj dolu). Elbette hiçbir gerçek yanı yok ama inanan var.

Listeyi uzatabiliriz, “Naziler Antarktika’da gizli üs kurdu” mu dersin, “Elvis Presley ölmedi uzaylılar kaçırdı” mı dersin, “QR kod şeytanın icadı” mı dersin, neler neler… Komplo teorileri yaratıcılıkta sınır tanımıyor.

Peki insanlar neden bunlara inanıyor? Sadece cehalet demek yetmez, psikolojik ve sosyolojik boyutları var:

Belirsizliğe Tahammülsüzlük: İnsan zihni belirsizliği sevmez demiştik. Komplo teorileri karmaşık olaylara basit ve net açıklamalar sunuyor (ama yanlış da olsa). Mesela pandemi karmaşık bir fenomendi, bunlar “virüsü bunlar yaydı, amaçları bu” diyerek bir hikayeye bağlıyor. Belirsizlik gidiyor, yerine yanlış da olsa bir “güvenilir” açıklama geliyor.

Kontrol İhtiyacı: Dünya çok kaotik dedik. Kendisini güçsüz hisseden birey, dünyayı kontrol eden bir “kötü ama güçlü” figür hayal edince, bir anlamda “dünyada tesadüf yok her şey planlı” diyerek teselli buluyor. Çünkü en azından bir plan var, tamamen rastgele değil hiçbir şey.

Özel ve Bilgiç Hissetme: Çoğu komplo teorisyeni kendini “sürüden ayrılmış, gerçeği gören özel kişi” olarak görür. “Herkes uyuyor, bir ben uyandım” havası var. Bu da ego okşayıcı. Bir komploya inanarak, kendini aydınlanmış azınlıkta hissediyor, bu da tatmin sağlıyor.

Grup Aidiyeti: Komplo teorilerine inananlar topluluklar kuruyor, forumlarda, sosyal medyada gruplaşıyorlar. Orada bir dayanışma oluşuyor, birbirlerini onaylayıp bir arada duruyorlar. Bu da insani bir ihtiyaç, ait olma duygusu veriyor.

Basit Düşünme Eğilimi: Komplo teorileri genelde bilimsel açıklamalardan daha basit anlatılır (her ne kadar arka planında çok karmaşık bir ağ varmış gibi görünse de, seni o detaylarla boğmaz, “şu grup yaptı” der geçer). Mesela iklim değişikliği konusu zor; sera gazı, karbon emisyonu, modellemeler filan karmaşık. Ama komplo versiyonu: “İklim değişikliği yalan, Çin uydurdu ki ABD’yi zayıflatsın.” Hop, tek cümlede açıklandı (!). Bu sadelik insanlara çekici gelebiliyor.

Yine ABD’de QAnon diye bir komplo akımı çıktı, “Amerikan devletini satanist bir pedofil elit yönetiyor, Trump bunlarla gizli savaş veriyor” gibi acayip bir hikaye. Buna inanan binlerce insan 2021’de Kongre binasını bastı, Amerikan demokrasisi sallandı. Düşün, bildiğin internet dedikodusu ciddiye alınıp darbe girişimine dönüştü.

Komplo teorilerine inanmak bazen bireysel trajedilere de yol açar. İnsan paranoyaklaşabilir, herkesten şüphe duyar, hatta psikolojik rahatsızlıklara sürüklenebilir. Etrafta “dünya yalan, inanma hiçbir şeye” diye gezen, her an kıyamet senaryolarına hazırlanan insanlar var. Bunların bir kısmı belki zaten psikolojik olarak yatkın, komplo teorileri de onları tetikliyor.

Benim bu konuda yaklaşımım şöyle: Her şeyi resmi açıklamalara körü körüne inanmak da iyi değil (eleştirel düşünmek lazım), ama her şeyi komplo sanmak da uç bir akıl tutulması. Dengeli şüphecilik iyidir. Yani bir iddia duyunca, “bunun kanıtı var mı?” diye sormak, ilkeli şüphe etmek ama kanıt görünce de inkar etmemek gerek. Komplocular kanıt görse de “yok bu da düzmece” diyor çünkü zihinlerini aşırı şüphe kaplamış. Oysa bilimsel yaklaşım ne der? Hipotez kur, kanıt ara, kanıt yeterliyse kabul et, yeni kanıt çıkarsa fikrini güncelle. Bu esnekliği korursak komplo bataklığına saplanmayız.

Bir de komplo teorisi ile gerçek komplo arasını ayırmak şart. Gerçek hayatta elbette gizli planlar, dolaplar dönüyor. Ticarette de siyasette de bu var. Ama her gizlilik komplo teorisi üretmeyi haklı çıkarmaz. Mesela geçmişte ABD’de CIA’nın MK-Ultra diye bir projesi çıktı ortaya, zihin kontrolü deneyleri yapmışlar yıllarca gizlice. Bu bir komploydu ve gerçek. Fakat bu gerçekler ortaya genelde belgesel kanıtlarla, itiraflarla vs. çıkar. Komplo teorisyenleri ise kanıt olmadan bağırır. Sonra arada biri doğru çıksa bile, sürekli yalan söyleyen çobanın hikayesi gibi kimseyi ikna edemez hale gelirler. Bu yüzden aslında en büyük zararı gerçek olabilecek skandalların da ciddiye alınmamasına yol açmak. “Komplo” deyip geçiliyor.

Aslında yine dönüp dolaşıp eğitim ve okuma kültürüne geliyoruz. İnsanlar yeterince bilimsel okuryazar olsa, medyada okuduğunu sorgulasa, biraz mantık yürütse bu kadar komplo teorisi prim yapmaz. Ama maalesef her yerde bir boşluk var. Hatta komplo teorileri o kadar yaygınlaştı ki, bunları çürütmeye çalışan gerçekleri açıklama çabaları da artık komplo gibi görülüyor. “Onlar da komplonun parçası, bizi kandırmak için öyle diyorlar” denip çıkılıyor. Tartışmak imkansızlaşıyor. Böyle durumlarda benim stratejim, çok derine girmeden birkaç sağlam kanıt gösterip gerisini bırakmak. Çünkü karşındaki zihin kapalıysa, ne dersen boş. Kendi uyanması lazım.

Komplo teorileri bazen mizaha da konu oluyor tabii. Özellikle internet meme kültürü bunu epey kullanır. “Folyo şapkalarınızı takın, uzaylılar beynimizi okuyacak” gibi espriler dönüyor. Aslında dalga geçtiğimiz şeye bir bakıma bağışıklık kazanıyoruz böylece. Mizah iyidir, bir fikirle alay edebiliyorsan, onun saçmalığını da ifşa ediyorsun demektir. Gerçi bu, inanana vız gelebilir ama en azından ortada bir zıt ses olur.

Ben  komplo teorilerine inanmayı da bir tür inanç olarak görüyorum. Nasıl ki dindar biri delile bakmadan inancına sadık kalır, bazı komplo taraftarları da ne delil görürse görsün fikrini terketmez. Bu anlamda komplo inancı da bir dogmaya dönüşebiliyor. O yüzden yine iş dönüyor dolaşıyor eleştirel düşünce ve öğrenme kültürüne.

Ne Yapmalı? – Sohbetin Sonu ve Birkaç Temenni

Vay be, ne uzun konuştuk değil mi?  Eğer buraya kadar benimle kaldıysan gerçekten takdir ediyorum; demek ki sen de düşünmeyi, sorgulamayı seven birisin. Umarım okudukların zaman zaman seni düşündürtmüş, belki zaman zaman da gülümsetmiştir.

Şimdi bu sohbeti bağlarken aklımda birkaç nokta var altını çizmek istediğim:

Birincisi, cehalet utanılacak bir şey değil, yeter ki farkında ol ve onu gidermeye çalış. Hepimiz aslında bir şeyleri bilmiyoruz. Ben mesela iktisatta süper değilimdir, oturup ekonomi teorileri tartışamam. Ama eğer bir gün bu hayat memat meselesi olursa öğrenmeye çalışırım. Aynı şekilde, biri gelir dinle ilgili bir soru sorar, cevabım yoksa “bilmiyorum” demekten gocunmam, sonra açar okurum. Bilmiyorum demek ayıp değil. Ayıp olan, bilmiyorsan öğrenmemek ve yanlış biliyormuş gibi yapmaya devam etmek.

İkincisi, dogmaların esiri olmamak lazım. Bu illa dini dogma değil, herhangi bir fikir olabilir. Kafanda yıllardır tuttuğun bir inanç, bir görüş yanlış çıkabilir. Dünya değişiyor, bilgiler güncelleniyor. Esnek olabilmek, fikrini gözden geçirebilmek bir zayıflık değil, erdemdir. Unutma, bir zamanlar dünyanın düz olduğuna dair dogma hakimdi, şimdi gülüyoruz. Bugün belki bizim kesin sandığımız şeylere torunlarımız gülecek. O yüzden her konuda biraz şüphe payı bırakmak iyi bir şey.

Üçüncüsü, okumak, okumak, okumak! Tabi sadece kitap değil, araştırmak diyelim genel. Yani tek bir kaynağa takılma, farklı kaynakları kıyasla, derinlemesine öğrenmeye çalış. Bir konuda fikir sahibi olmadan önce kendine bir süre tanı, hemen yargıya varma. İnternet çağında bilgiye erişim çok kolay aslında, tek tıkla kütüphaneler önünde ama aynı zamanda bilgi kirliliği de bol dedik. O yüzden seçici de olacaksın. Ama şu kesin: Biraz emek verip okuyan insan, okumayan 10 kişiyi cebinden çıkarır.

Dördüncüsü, empati kur ve farklı bakış açılarını dinle. Mesela dindar biri misin, git bir ateistin argümanlarını gerçekten dinle (kavga etmeden). Ateist misin, dindarların dünyasını anlamaya çalış, belki haklı oldukları noktalar göreceksin. Sağcı, solcu, Türk, Kürt, Amerikalı, Çinli fark etmez; önyargıları kırmanın en iyi yolu karşı tarafın insanlığını görmektir. Cehaletin panzehiri biraz da sohbet aslında. Önyargıyla değil, anlamak için yapılan sohbetler. Bu yazıda ben seninle tek taraflı sohbet ettim belki ama hayalimde sen de kendi içinden cevaplar verdin, “acaba öyle mi, bence şöyle” diye düşündün. İşte bu diyalog hali güzeldir.

Beşincisi, gülmeyi bil. Mizah sadece güldürmez, düşünmeyi de kolaylaştırır. Kendinle, inançlarınla bile arada bir dalga geçebilmelisin. (Bu arada bir tavsiye: Mizahı kaldıramayan, hemen alınan insanlarla kesinlikle takılma. Nedenini bilmiyorum ama bu özellikte ki insanların diğer özellikleri de kötü, çekilmez  oluyor)Kendi kutsal saydığın şeylere de mizah penceresinden bakabildiğinde, onları daha sağlıklı değerlendirebilirsin. Bana göre her şeyin  mizahı yapılabilir , ama sen yine de duvarlara dikkat et yoksa balyozu kafana yiyebilirsin. Ama duvarları yıkmak için bazen esprinin balyozu işe yarar. Bu yazıda araya mizah katmamın sebebi de buydu: Konular ciddi ama sürekli ciddi konuşmak sıkıcı ve itici olabilirdi. Hayatın kendisi gibi, biraz ciddi biraz şakalı gittik.

Son olarak, sonsuz bir merak duy. Agnostik olmanın en güzel yanı bu belki: Merak bitmiyor. “Acaba?” sorusu hep var. Belki bir gün Tanrı ile ilgili kendi kesin cevabımı bulurum, belki de bulamam. Ama o zamana kadar merak etmeye, aramaya devam edeceğim. Sadece din değil, her konuda. Bilmediğim bir şey duyunca heyecanlanıyorum açıkçası, yeni bir kapı aralanıyor gibi. Merak duygunu yitirme. Çocukken dünyayı öğrenmeye aç birer sünger gibiyiz, büyüdükçe o sönüyor çoğunlukla. Sönmesin. Tekrar çocuk gibi hayret edebilelim, sorular soralım, “neden, nasıl” demekten vazgeçmeyelim.

Sevgili okur, sanırım sonuna geldik bu uzun yolculuğun.  Belki bazı görüşlerimde bana katılmadığın yerler olmuştur, belki “şunu eksik söyledin” dediklerin… Haklı olabilirsin, ben de her şeyi bilmiyorum sonuçta. Bu bir akademik makale değildi, kafamdakileri döktüğüm dostça bir sohbetti. Umarım sende birkaç ışık yakabilmiş, farklı bir perspektif sunabilmişimdir.

İzninle yazıyı, en başta andığımız o Sevgili Sokrates’in tavrına bir gönderme ile bitireyim: Gerçek bilgelik, cehaletinin farkında olmaktır. O halde gel, birlikte bilgeliğe yürüyelim; cehaletimizin farkında olarak, ama onu azaltmak için durmadan okuyup, düşünerek. Unutma, “Yok oldu halkım bilgisizlikten” demişti kutsal kitap. Halklar da, bireyler de bilgilenerek var olur, yükselir.

Okuduğun için teşekkür ederim. Bir sonraki sohbetimizde görüşmek üzere, bilgiyle ve sevgiyle kal! ❣️❤️

Kaynaklar

Darwin, Charles. The Descent of Man (1871) – Cehalet ve özgüven üzerine özdeyiş (Türkçe çeviri).

Nature Human Behaviour (2024). Sosyal medyada haberlerin %75’inin okunmadan paylaşıldığını ortaya koyan araştırma.

Staggers, Aisha K. “The Age of the Armchair Scholar: How Social Media Fuels Pseudo-Intellectualism.” Medium (20 Ekim 2024) – Sosyal medyada yüzeysel entelektüellik ve bilgi kirliliği üzerine.

Masihiyyen, Masud. “Yahuda İskariyot: Yeremya’daki İki Peygamberlik” – Kutsal Kitap’ı yüzeysel okumanın yanlış sonuçlarına dair tespit.

Hamilton, Lawrence. “Conspiracy vs. Science: A Survey of U.S. Public Beliefs.” Carsey School of Public Policy (25 Nisan 2022) – Amerikan toplumunda komplo teorilerine inanma oranları hakkında araştırma.

Kutsal Kitap (Tevrat/Eski Ahit) – Hoşea 4:6 ayeti, bilgisizliğin halkları yok ettiği üzerine bir deyiş.