Yazı kategorisi: özgün felsefe

Hayatın Anlamı Üzerine Bir Sorgulama 1

Merhaba

İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı, yine de yaşamaya değer miydi? Bu soru çoğu insan için bir felsefi merak olmaktan öteye gitmezken, Leo Tolstoy için ölüm kalım meselesine dönüşmüştü. ‘Neden yaşamalıyım?’ diye soruyordu Tolstoy, tüm yazın dünyasının tanıdığı büyük Rus yazar. Bir zamanlar savaş meydanlarında, aristokrat salonlarında, geniş malikânelerinde hayatın tadını çıkaran o Tolstoy, bir sabah gözlerini açtığında yaşadığı her şeyin, sahip olduğu her varlığın derin bir hiçlikten ibaret olduğunu fark etti. Kalabalıklar, alkışlar, servetler… Hepsi bir illüzyonun parçalarıymış gibi uçup gitmişti zihninde. ‘Hayalî ve tahrip edilebilir hayatımdan hangi gerçek ve yıkılamaz öz gelecek?’ diye sorarken aslında herkesin korkup kaçtığı bir şeyle yüzleşiyordu: Anlamsızlık.

İtiraflarım adlı otobiyografisinde, anlam bulamamanın yarattığı boşluğu o kadar derinden hissetmişti ki, tek çözümün kendini asmak olduğunu itiraf etmişti. Koca Tolstoy, muazzam eserler ortaya koyan o dev adam, günün birinde kendini odasında yalnız bulup, hayatın devam etmeye değer olup olmadığını sorguluyordu. Bu ne tuhaf bir ironi değil mi? Herkesin peşinden koştuğu zenginlik, ün, başarı… Bunlara sahip olan biri, neden bir ip parçasına hayatını teslim etmek istesin ki?

Bu sorunun geçmişine dalmaya başladığımızda, karşımıza ilginç bir gerçek çıkıyor: ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu düşündüğümüz kadar eski değilmiş meğer. İnsanlık tarihinin başından beri var olduğunu sandığımız bu soru, aslında 1834 yılında Thomas Carlyle’ın Sartor Resartus adlı romanında ilk kez dile getirilmiş. Carlyle, ‘Yaşamımız Zorunluluk’la çevrilidir yine de Hayat’ın anlamı, Özgürlük’ten, İstemli Güç’ten başka bir şey değildir.’ diye yazarken, modern insanın boğuştuğu varoluşsal krizin tohumlarını atıyordu.

Carlyle’ın kahramanı, bu soruyu sormadan önce varoluşsal bunalımın olağan aşamalarından geçer. İlk olarak dini inanç kaybı yaşanır: ‘Şüphe, İnançsızlığa dönüşmüştü … ruhunun üzerinden şüphe üstüne şüphe acımasızca geçiyordu … O hâlde Tanrı yok mu?’ İşte her şeyin koptuğu yer burasıdır. Tanrı’nın olmadığı bir evren, soğuk ve sessizdir; bir buhar makinesi gibi işler ama ruhu yoktur. Carlyle’ın gözünde evren, ‘Yaşamdan, Amaçtan ve İradeden yoksundu: Beni ezmek için donuk kayıtsızlığıyla yuvarlanan âdeta devasa, bozuk, ölçülemez bir Buhar-makinesiydi.’ Varoluşun makineleşmesi… İşte tam olarak burada hayatın anlamı sorgulanmaya başlar.

Tolstoy da aynı bunalımı yaşar. Mal mülk içinde yüzerken, göz kamaştıran malikânelerinde huzur bulması gerekirken içini bir boşluk kemirir durur. Daha fazla toprak, daha fazla servet, daha büyük işler… Ama neden? Ekini büyütüp daha çok mahsul almak için mi? Peki neden? Onca uğraş, onca çaba, sonunda yok olup gidecek bir hayata adanmışsa ne anlamı var ki? Kendisi de, sevdiği herkes de ölecek; geriye sadece ‘pis koku ve solucanlar’ kalacak. Her şey unutulacak ve geriye hiçbir iz kalmayacak. İşte bu yüzden Tolstoy, anlam arayışını varoluşsal bir mesele olarak görür. Ve bu arayış, onu uçurumun kenarına kadar sürükler.

Bu sorunun, yani anlam arayışının tarihsel olarak ne kadar yeni olduğu, aslında bir başka gerçeği de gösteriyor. Sanayi Devrimi, Batı toplumlarında büyük bir değişimi tetiklerken, aynı zamanda modern insanın Tanrı’yı kaybetmesine, bilime sarılmasına ve anlamı maddede aramasına sebep olmuştur. Carlyle, Sartor Resartus’ta ‘Ateistik Yüzyıl’ olarak adlandırdığı bu dönemde bilimin ışığının her köşeye sızmasından rahatsızlık duyar. ‘Doğada ya da Sanatta aydınlatılmamış en küçük bir kuytu ya da en ufak bir delik kalmayacak.’ İşte bu bilimsel ilerleme, anlamın metafizik boyutunu, ruhani arayışları bir kenara itip, yerini mekanik bir dünya görüşüne bırakır.

Aynı şekilde Tolstoy da fizik ve doğa bilimlerine kafa yorduğu dönemlerde, varoluşsal bunalımlarının derinleştiğini günlüğünde itiraf eder. Yerçekimi, hava basıncı, doğa yasaları… Bunlar onun gözünde, her şeyi açıklıyor gibiydi ama hiçbir şeyi anlamlı kılmıyordu. ‘Bütün bilimlerde aradım,’ diye yazmıştı, ‘ancak istediğimi bulmak bir yana, benim gibi hayatın anlamını bilgide arayan herkesin hiçbir şey bulamadığına ikna oldum.’ Yani bilgi, anlamı yaratmıyor, sadece mekanizmayı gösteriyordu. Ve mekanizmanın içinde amaç yoktu.

Peki, Carlyle ve Tolstoy’un ölümünden bir asırdan fazla bir süre geçmişken, biz onların umutsuzca aradığı anlamı bulabildik mi? Sanmıyorum. Modern insan, tüm konforuna rağmen hâlâ o içsel boşluğu hissetmeye devam ediyor. Bilimsel ilerleme, teknolojik gelişmeler, zenginleşen toplumlar… Bunlar sadece meşguliyetler. Anlam mı? O hâlâ karanlık bir odada saklı duruyor.

Karanlıkta Yankılanan Soru: Anlam Nedir?

Tolstoy ve Carlyle’ın ardında bıraktığı iz, varoluşun anlamını arayan sayısız düşünürü beraberinde getirdi. 19. yüzyılın o karanlık düşünce akışında, “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, bir an için bile gölgelenmedi. Ancak o sorunun yankısı, sadece Tolstoy’un malikânelerinin boş odalarında veya Carlyle’ın sayfalarında kalmadı; Nietzsche’nin çığlıklarında, Kierkegaard’ın içsel hesaplaşmalarında, Schopenhauer’in karanlık satırlarında yankılandı. Modern insan, Tanrı’yı kaybettiğinde arkasında büyük bir boşluk bıraktı ve o boşluk hiçbir şeyle dolmadı.

Şöhret? Sahip olabileceğin her şeyin gölgesinde parıldayan, ama içi boş bir illüzyon… İnsanlar, adlarını sokaklarda bağıra bağıra haykırdığında, her yerde yüzleri göründüğünde hayatlarının anlam bulacağını sanıyorlar. Ama gerçek hiç de öyle değil. Nietzsche’nin dediği gibi: “Şöhret, zamanın testine dayanmaz; geçici bir yankıdır, kalıcı bir anlam değil.” Koca imparatorluklar yıkıldı, büyük liderler unutuldu, alkışlar kesildi. Geriye sadece sessizlik kaldı. Öyleyse şöhret, anlamın karşılığı olamaz. Sadece yankılanan bir boşluktur.

Peki ya aşk? O büyük kavuşmalar, filmlerde izlediğimiz tutkulu hikayeler… Şiirlere, romanlara konu olan o büyülü his… Kierkegaard’a soracak olursan, aşk da bir illüzyondur. İnsanı avutmak için yaratılmış, ruhun o derin boşluğunu bir an olsun dindirebilsin diye tasarlanmış geçici bir kaçış noktası. O büyük heyecan, o baş döndürücü tutku, zamanla sıradanlaşır. Kierkegaard, “Tekdüzelik ve Sıkıntı” adlı eserinde, tutkunun zamanla nasıl buharlaştığını anlatır. Başlangıçtaki o yoğun hisler, yerini sıradan diyaloglara, günlük telaşlara bırakır. Bir zamanlar anlam sandığın şey, geriye sıradan bir alışkanlık olarak kalır. Aşk, insanı sarhoş eder ama ayıldığında geriye sadece baş ağrısı bırakır.

Modern dünyanın en büyük aldanışlarından biri. İnsanlar, tutkuyla dolu gecelerde, bedenlerin bir araya gelişinde anlam arıyorlar. Her yeni ten, her yeni dokunuş onlara bir şeyleri hissettirecekmiş gibi… Ama sabah olduğunda, odanın içindeki o ağır sessizlik tekrar geri gelir. İnsan ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın, o içsel boşluk, gecenin bir vakti tekrar kapıyı çalar. O an anlarsın ki; bedenlerin geçici birleşmesi, ruhun boşluğunu doldurmaz. Anlam, tenin dokunuşunda değil, çok daha derinlerde saklıdır. Schopenhauer, bu arzunun köleliğinden kurtulamayan insanın asla özgür olamayacağını savunur. Tutkuların esiri olmuş bir ruh, hiçbir zaman gerçekten hür değildir.

Sevgi mi? İnsanlar bunu anlamın en yüce şekli olarak görme eğilimindedir. Anne babalar çocuklarını kucakladığında, aşıklar birbirine sarıldığında… Anlam mı doğar gerçekten? Yoksa bu da büyük bir aldanış mı? Şöyle bir düşün; sevdiğin herkes ölümlü ve eninde sonunda hayat sahnesinden çekilip gidecek. Ne kadar sarılırsan sarıl, ne kadar seversen sev, bu dünyadaki her şey gibi yok olup gidecek. O zaman o büyük anlam arayışı, başkalarının varlığına mı bağlı olmalı? Schopenhauer, “Sevgi, aslında varoluşun acısını hafifletmek için doğmuş bir yanılgıdır,” derken tam da buna işaret ediyordu. Evet, sevgi güzeldir, ruhu ısıtır. Ama anlam mıdır? Hayır. Çünkü o da geçicidir.

Bütün bu arayışlar, anlamın sadece bu dünyaya sıkışmış, geçici hazlardan ibaret olduğunu sananların yanılgısıdır. İster şöhretin büyüsüne kapıl, ister aşkın sarhoşluğuna düş, ister tenin geçici dokunuşlarında kendini kaybet; günün sonunda geriye kalan şey kocaman bir boşluktur. Ve o boşluğu hiçbir madde, hiçbir ten, hiçbir alkış dolduramaz. İnsan, aradığı anlamı dışarıda değil, kendi içinde bulmalıdır. Ancak o zaman gerçekten yaşamaya değer bir hayatın kapıları aralanır. Ve işte o kapının ardında, Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Schopenhauer’in ömrü boyunca aradığı o ışık süzmesi vardır: Hakiki bir farkındalık.

Anlamı Ararken Kaybolmak

Belki de en köklü sorulardan biriyle devam edelim: Hayatın anlamı haz almak olabilir mi? Madem ki aradığımız şey, yaşadığımız her saniyede biraz daha mutlu olmak, biraz daha doyuma ulaşmak, o zaman hayatın bütün bu karmaşasının altında yatan tek gerçek haz mı? İlk bakışta kulağa cazip geliyor; düşünsenize, tüm hayatınız sadece haz dolu anları biriktirmekten ibaret. Acının, hüznün, kaygının olmadığı bir yaşam… Sonsuz bir mutluluk döngüsü.

Kendi hayatımı düşündüğümde, lise yıllarım gelir aklıma. O zamanlar sanırdım ki her şeyin anlamı haz almakta. Arkadaşlarla eğlenmek, gecenin geç saatlerine kadar dışarıda kalmak, anlamsızca sokaklarda gezip kahkahalara boğulmak… Bir süre iyi gelir insana, adeta sarhoş eder. Ama gecenin bir vakti, herkes dağıldığında, o kalabalık sesler kesildiğinde, bir sessizlik inerdi üstüme. “Bu kadar mı?” diye sorardım kendime. Tüm o koşuşturma, tüm o çılgınlık, her şeyin sonunda sadece daha büyük bir boşluk bırakıyordu içimde.

Ama ne yazık ki bu kadar basit değil. Haz peşinde koşan insan, sanki hiç doymayan bir açlıkla hareket eder. İster başarı olsun, ister para, isterse tensel zevkler… Birine ulaştığında bir diğeri göz kırpar insana. Ve bu döngü hiç bitmez. Her zirve, bir sonrakinin habercisidir. Daha fazla kazanmak, daha fazla tüketmek, daha fazla hissetmek… Ama nedense hiçbir zaman tam olarak ‘Bu kadar, tamam, artık oldum.’ diyemez insan. Çünkü haz, geçicidir. Belki birkaç saniyelik bir sarhoşluk, birkaç dakikalık bir heyecan, ama sonrası? O derin boşluk, tekrar kapıyı çalar.

Eğer hayatın anlamı haz almak olsaydı, onu bulduğumuz an tatmin olmalıydık, değil mi? Oysa ne zaman zirveye çıkılsa, ardından daha büyük bir boşluk, daha derin bir arayış başlar. Belki de insanın en büyük yanılgısı budur: Hep biraz daha fazla hissetme arzusu. O yüzden daha çok çalışır, daha çok tüketir, daha çok peşinden koşarız hazların. Ama sonunda, aradığımız şeyin bir illüzyon olduğunu fark ederiz. Çünkü haz, anlam değildir; sadece anlam arayışının üzerini örten bir yorgan gibidir. Altında ne olduğunu görmek istemediğimizde, üzerine kat kat haz ekleriz ki o boşluğu hissetmeyelim. Ama ne zaman durup bir soluklansak, o örtü kalkar ve o kocaman karanlık tekrar karşımıza çıkar.

Peki ya gerçekten sadece haz peşinde koşsaydık? Daha büyük arabalar, daha lüks evler, daha parlak başarılar… Bunlar bizi tatmin eder miydi? Hayır. Çünkü insan ruhu sadece bedensel tatminle yetinemez. Bir zaman gelir, ‘Bunun ötesinde ne var?’ diye sorar. İşte o an, haz perdesi yavaşça kalkar ve arkasında büyük, sessiz bir boşluk belirir. Ve o boşluk, ne kadar haz eklersen ekle, asla dolmaz. Belki de bu yüzden lise yıllarında anlamı aramaya başlamıştım; çünkü her haz, beni sadece daha büyük bir sorgulamaya itiyordu.

Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Kierkegaard’ın aradığı şey de buydu belki. Hayatın anlamını, geçici hazların ötesinde aramak… Çünkü biliyorlardı ki insan, sadece hazla yetinemez. O, varoluşunun derinliklerinde daha büyük bir yankıyı, daha kalıcı bir iz bırakmayı arar. Ve belki de hayatın gerçek anlamı, o boşluğu doldurmanın yolunu bulmaktır. Ama nasıl? Bu, asırlardır süren büyük bir muamma. Ve belki de o muammanın çözümü, hazların ötesine geçip, gerçekten ne aradığımızı bulmakta saklıdır. Ama ne arıyoruz ve bunu bize kim söyleyecek. Evet sana şunu itiraf etmeliyim hayatın anlamı kesinlikle bir tanrı bir yaratıcı figürünün olup olmamasına bağlıdır. Eğer bir yaratıcı varsa hayatın anlamı vardır. Peki nedir? O Tanrı hayatın anlamını ne olarak koyduysa odur.