Yazı kategorisi: anlık ruh halimi yansıtan

Absürt

Hayatın sabahları tekrara açılan bir kapısı vardır. Dişlerini fırçalar, çayını içersin; işe gitmek için yola koyulursun. Her sabah aynı kaldırım taşlarına basarsın, aynı trafik ışıklarının önünde durursun, aynı yüzleri selamlar, aynı sokaklardan geçersin. Günler birbirinin gölgesi gibi akar gider ve bir gün, o döngünün ortasında bir an durursun. Her şey, yıllardır hiç değişmeyen bir senfoni gibi akarken bir çatlak belirir içimizde: Ben neden yaşıyorum?

Soru basit, ama yankısı derin. Gökyüzü sessizdir bu soruya; bulutlar ağır ağır geçip gider, rüzgar usulca esip dalları sallarken toprak susar. Ne tanrılar konuşur, ne yıldızlar; sadece büyük bir boşluk yankılanır evrenin içinde. O boşluk, insana tanrı yokmuşçasına susar. Evrenin kayıtsızlığı, içimizde yankılanan cevapsız bir sorudur. Ve o an, bir çatlama hissedersin, bir kırılma; sanki içindeki dünya, hiç dönmemiş gibi bir an durur. Albert Camus, o kırılmaya “absürt” der. İnsanın anlam arayışı ile evrenin kayıtsızlığı arasındaki çarpışma… İşte felsefenin gerçek doğuşu tam da burada başlar.

Sokrates, “Nasıl yaşamalıyız?” diye sormadan önce, daha temel bir soru çıkagelir: Hayat yaşamaya değer mi? Camus, bu yüzden şöyle der: “Gerçekten felsefi olan tek ciddi mesele intihardır.” Hayat saçma mıdır? Yoksa saçma olan, hayattan anlam beklememiz midir? Camus, insanın en büyük yanılgısının, evrenin bir anlam sunacağını varsaymak olduğunu söyler. Oysa evren, ne vaat eder ne de vaadini yerine getirir. Ama insan anlam istemekten vazgeçmez. Ve bu inat, bu gerginlik hayatı değerli kılar.

Camus’nün gözünde yaşamak, bir anlam bulmaktan ziyade anlamsızlıkla birlikte yürümektir. Ve burada mitoloji devreye girer; Sisifos’un trajedisi. Tanrıları kandırdığı için sonsuz bir cezaya mahkûm edilir Sisifos. Kocaman bir kayayı, sonsuzluğa dek bir dağın zirvesine yuvarlamak zorundadır. Ama her seferinde, tam zirveye ulaştığında kaya geri yuvarlanır. Sisifos, yeniden başlar. Ve her seferinde aynı emek, aynı yorgunluk, aynı tekrar… İlk bakışta bu bir işkence gibi görünür. Sonsuz bir çaba, beyhude bir uğraş. Ama Camus başka bir şey görür bu hikayede.

Sisifos, her sabah aynı saatte kalkan, aynı yollardan geçen, aynı konuşmaları yapan modern insanın bir yansımasıdır. Camus, bu döngüde bir tür kahramanlık bulur. “Sisifos mutlu olmalı,” der. Çünkü her seferinde o kayayı yeniden yuvarlamak, anlamsızlığa karşı bir başkaldırıdır. Ve taş düşse bile, yeniden başlamak, Camus’ye göre en büyük zaferdir. Sisifos, evrenin sessizliğine karşı kendi anlamını yaratır; kayanın düşeceğini bilmek, onun seni ezmesine izin vermek zorunda olduğun anlamına gelmez. Sisifos, hayatın saçmalığını kabullenir ama ona teslim olmaz. Her yeni gün, kayayı yeniden yuvarlamak için uyanır. Onun zaferi, zirveye varmak değil; kayanın düşeceğini bile bile devam etmektir.

Albert Camus, Sisifos’a bir kahraman gibi baktı çünkü o kandırmıyordu kimseyi. Hayatın saçmalığını gizlemiyordu. O saçmaya karşı susmuyor, kendi çabasını anlamın yerine koyuyordu. Gerçek kahramanlık buydu Camus’ye göre: İnançsız bir dünyada dürüst yaşamak. Kandırılmadan, kandırmadan… ama vazgeçmeden.

Yabancı’nın Meursault’su da bu dürüstlüğün temsilcisidir. “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” diye başlar hikâye. Bu cümle, bir tokat gibi çarpar insanın yüzüne. Duygusuz, soğuk, mesafeli… Ama Camus için bu, hayatın o tanıdık maskesini çıkaran bir dürüstlüktür. Meursault, acı çekiyormuş gibi yapmaz. Toplumun ona dayattığı yas tutma ritüelini yerine getirmez, sahte bir hüznün ardına saklanmaz. Çünkü Meursault, belki de hissedilecek bir şey olmadığını çoktan anlamıştır. O, toplumun maskelerine uymaz. Gözyaşlarıyla ölçülen bir sevgiye, ritüellerle sabitlenen bir acıya başkaldırır.

Camus, Meursault üzerinden bizi sarsar: Gerçekten hissetmediğin bir şeyi hissetmiş gibi yapmak mı daha insancadır, yoksa hissetmediğini kabul etmek mi? Toplum, role sadakati ödüllendirir; gerçek acıyı değil, gerçek olmayan gözyaşlarını kutsar. Meursault, bu yüzden yalnızlaşır; ama o yalnızlık, sahte bir aidiyetten daha değerlidir.

Ve işte, Camus’nün felsefesi tam da bu noktada kristalleşir: Yaşamak, saçmaya rağmen devam etmektir. Hayat anlam sunmaz, evren sessizdir. Ama insan, o sessizliğin ortasında kendi anlamını yaratır. Ve her sabah, kayanın düşeceğini bile bile yola çıkar. Sisifos, kayayı yeniden yuvarlar. Meursault, annesinin ölümünü olduğu gibi kabul eder. Ve biz, saçmaya rağmen yürürüz. Anlam aramak değil, anlamsızlıkla dans etmek… İşte Camus’nün gözünde yaşamak tam da budur: Saçmaya rağmen devam etmek, en yüce başkaldırıdır.Bunu yapabilenlere özeniyor ve kıskanıyorum.