Yazı kategorisi: kitap

SİMYACI~

Simyacı: Kendi Uydurduğu Masala İnanarak Yaşayan İnsanın Güncesi

Bazı kitaplar, içerdiği fikirlerden çok onların nasıl sunulduğuyla değer kazanır. Paulo Coelho’nun Simyacısı da böyle bir kitap. Ne anlattığı değil, nasıl anlattığıyla insanların kalbine dokunuyor.Evet gerçekten dili, anlatımı olağanüstü.Yoksa hepimizin aklında benzer bir kurgu dönüp durur: Hayat bir yolculuktur, içindeki sese kulak ver, evren sana yardım eder, gerçek hazine sende saklıdır… Bunlar yeni fikirler değil. Hatta ilk bakışta insanda hafif bir “kişisel gelişim kitabı” tedirginliği bile yaratıyor. Ama işin aslı, bu kitap o tür raflara sığmayacak kadar ince dokunmuş bir düşünsel örüntü, bir olay örgüsü, bir akışkanlık sunuyor.

Elbette bu örüntüyü safça sahiplenmek kolay. Hatta rahatlatıcı. Çünkü kitap, insanı sorumlu kılmıyor; kaderle birlikte, gizemli bir işbirliği hayal etmesine izin veriyor. “Sen sadece gerçekten iste, evren gerisini halleder.” Güzel laf. Ama bir sorun var: Evren bu işbirliği çağrılarına genelde yanıt vermiyor. Daha doğrusu, bizim istediğimiz gibi bir yanıt vermiyor. O yüzden Simyacı, bir reçete kitabı değil; bir zihin haritası. Santiago’nun hikâyesi, daha çok, anlamın nasıl uydurulduğunu ve bu uydurulan şeyin zamanla ne kadar gerçek hissedilebildiğini gösteriyor.


Santiago bir çoban. Ama öyle klasik, kırsalda yaşayıp hayatından memnun olan bir tip değil. O, okuyan, düş gören, kafası karışık bir karakter. Aslında modern insanın prototipi. Her şeyin farkında ama hiçbir şeye inanmaya tam cesaret edemiyor. Rüyasında bir hazine görüp yola çıkıyor. Ne için? Hayatında eksik olduğunu hissettiği şey için. Bu “şey”, kitapta fiziksel bir hazine gibi anlatılıyor ama çok açık ki, mesele o değil. Mesele, insanın bir eksiklik duygusuyla doğması ve hayatı boyunca o eksikliği giderecek bir anlam arayışına girişmesi.

Rüya, burada bir bahane. Santiago’nun rüyası, senin hedeflerin, benim yarım kalmış cümlelerim gibi. İçinde bir boşluk var ve bu boşluk kendini doldurtmak istiyor. İşte Simyacı burada devreye giriyor. Bu kitap, insanın içindeki “boşlukla baş etme” refleksine yazılmış bir cevap gibi. Çünkü hepimiz o boşluğu bir şekilde anlamla kapatmak zorundayız. Yoksa deliririz. Yoksa o sessizlik, o anlam eksikliği, bizi içten içe çürütür.

Ve Santiago, o boşluğu anlamla doldurmak için yola çıkıyor. Ama dışarıya değil, aslında kendine doğru bir yolculuk bu. Ve bu yolculuk boyunca karşılaştığı her kişi, her olay, her durak; kendi zihninin farklı bir bölmesi gibi.


Simyacılık, tarihte bir dönüşüm arayışıdır. Metali altına çevirme çabası. Ama kitapta bu daha metaforik: Varlığın anlamını bulma, kendini altına dönüştürme, değersiz olanı değerli kılma. Buraya kadar tamam. Ama işin ilginci şu: Bu dönüşüm için ille de yola çıkman gerekiyor. Çünkü dönüşüm sadece içeriden olmaz. Dışarının karmaşası, çölün boşluğu, rüzgârın sessizliği, bir başkasının gözleri olmadan iç dönüşüm başlamıyor.

Ve evet, burada aşk devreye giriyor.


Santiago, çölde Fatıma’yla tanışıyor. Ve bir anda her şey anlam kazanıyor gibi oluyor. O gözler, o dudaklar, o sessizlik… Kitabı okurken burası insanda romantik bir sarsılma yaratabilir. Çünkü hepimiz, Santiago gibi, bir bakışla her şeyin değişebileceğine inanmak istiyoruz. Sanki biri çıkacak ve bütün yolculuğumuzun nedenini, yönünü, değerini bize tek bir göz hareketiyle gösterecek. Ve biz de “işte bu” diyeceğiz.

Ama gerçek hayatta bu pek böyle olmuyor. Bakışlar anlam taşımıyor, taşısa bile bu anlamlar kısa ömürlü oluyor. Biz o anlamı yüklüyoruz, sonra da yitirdiğimizde niye gittiğini anlamıyoruz. Fatıma karakteri de böyle. Aslında bir tür projeksiyon. Santiago, ona bakınca neyi görmek istiyorsa onu görüyor. Ve belki de aşk tam olarak bu: Kendine ait olmayan bir bedende, kendi anlamını görmeye çalışmak. Evet bu büyük bir kumar.

Bu açıdan bakarsak, Fatıma bir kadın değil; Santiago’nun kendisiyle ilgili hayalinin şekil bulmuş hali. O gözlerde gördüğü şey, belki de kendi eksikliğinin çözülmüş hali. Ama tam da bu yüzden, çok da kutsamamak lazım aşkı. Kitap bu konuda oldukça akıllı davranıyor. Fatıma, Santiago’yu yolda durdurmuyor. Onu bekliyor. Aşkla sarıp sarmalamıyor, “git” diyor. Yani aşk burada hem bir durak, hem bir sınav.

Aşık olmak, yolculuğu tamamlamak için bir engel değil, bir eylem çağrısı. Çünkü gerçek aşk, kişiyi çürütmez; kişiyi harekete geçirir. Ama ne olursa olsun, Santiago’nun Fatıma’ya aşık olduğu sahnede, hepimiz bir saniyeliğine kendi içimizde bir özlemle karşılaşıyoruz. Bir “acaba?” doğuyor. Ve bu “acaba?” duygusu, belki de aşkın kendisinden daha gerçek.


Romanın sonuna geldiğimizde Santiago başladığı yere dönüyor. Hazine, aslında en başından beri oradaymış. Rüyasını gördüğü ağacın dibinde. Ve burada çok klasik ama etkili bir anlatı devreye giriyor: Yolculuk dışarıya değil, içeriye yapılan bir şeydi. Ve bu dönüş, insanı en çok yıkan farkındalık. Çünkü aslında bütün o uğraş, bütün o çaba, bütün o savaş… hepsi içindeki bir şeyi teyit etmek içindi.

Yani mesele hedef değil, yolda yaşanan dönüşüm.

Ama bu dönüşüm, kendi başına mistik bir aydınlanma değil. Simyacı, sana şöyle bir cümle fısıldıyor: “Senin hayatın da bir anlatı, ama sen o anlatıyı yazan değil, sadece yaşayan bir karaktersin.” Ve bu cümle, kitabın felsefesinin en net hâli. Evren sana yardım etmiyor. Ama sen, kendi hikâyeni sürdürebilmek için evrenin yardım ettiğine inanıyorsun. Ve bu inanç, seni ayakta tutuyor.


Aşk mı? O da bu hikâyenin bir parçası. Ama sonsuz, saf, ilahi bir duygu değil. Daha çok bir ihtiyaç. Anlam inşa ederken kullanılan duygusal bir yapıtaşı. O yüzden ne gömmek gerekir ne kutsamak. Sadece yerini bilmek yeterli. Aşk, bir yolda karşılaştığın kişiyle aranda geçen anlamlı bir kesişme. Ve o kesişme sana bazı şeyleri hatırlatabilir: Beklemeyi, özlemeyi, umut etmeyi. Ama o kadar.

Fatıma’yı seven Santiago, aslında kendinin eksik yanını seviyor. Ve o eksiklikle yüzleşmeye cesaret edebildiği için yoluna devam ediyor. Bu aşk gerçek mi, hayal mi bilmiyoruz. Ama bir şeyi biliyoruz: Onu yolda tuttu.

Ve bazen, insanın bir adım daha atmak için bir hayale ihtiyacı olur. Hepsi bu.


Simyacı bir kitap değil, bir durum. Bir ruh hali. Bir sorgulama biçimi. İçinde evrenle konuşan karakterler, simgeler, rüyalar var ama aslında bu anlatıların hepsi sadece bir şeyin etrafında dönüyor: İnsan, kendi kurduğu masala inanarak yaşar.

Ve o masala ne kadar inanırsan, o kadar dayanırsın.
Masal biterse, içindeki boşluk tekrar kendini hatırlatır.

Ve Santiago’nun hikâyesinde o boşluk hiç tam anlamıyla dolmaz. Belki hiçbirimizde dolmaz. Ama belki mesele de bu değildir. Belki mesele, onu doluymuş gibi hissettiren şeylerin peşinden gitmektir.