Yazı kategorisi: Genel




Bugün bir şey anlatmak için oturmadım buraya. Hatta okuma bu yazıyı
Belki anlatmak için değil, sadece durmak için yazıyorum.
Hani bazen yolda yürürken bir taşta oturmak istersin ya, sadece o anlık…
İşte bu yazı da o oturuş gibi. Ne öncesi var, ne sonrası. Sadece bir ara durak. Bir sisin içindeki açıklık. Belki de sadece dinlenmek içindir.

Çok anlam yüklememek lazım belki de.
Zaten son zamanlarda kelimelerin anlamı da biraz flu gibi.
“İyiyim” dediğinde ne kastettiğini bilmiyor insan.
“Mutluyum” cümlesiyle kimi kandırdığını…
Biraz buralardayım sanırım. Belirsizliğin, yarı-gölgenin, net olmayan sınırların içinde.

Sabah perdeleri açtığımda sis vardı camın dışında.
Bir evin silueti, biraz ağaç, belki kuşlar… ama hepsi bir film gibi. Net değil. Hayır bunların hiçbiri yoktu dışarıda güneş vardı.
Ve o görüntüde kendimi tanıdım.
Böyleyim ben de.
Bir ev kadar uzak, bir kuş kadar geçici, bir ağaç kadar sabit ama hepsi gibi silik.

Bazen insanlar soruyor:
“Nasılsın?”
Kafamdan yüzlerce şey geçiyor o an ama sadece “İdare ediyorum” diyebiliyorum.
Belki de bu yazı da o cevabın biraz uzamış hâli.
İdare ediyorum.
İçim tam olarak boş değil ama dolu da değil.
Hüzünlü gibi ama dertli değil.
Bir şey olacakmış gibi ama olmuyor da.

Sanki biri bir kapıdan geçip gidecekmiş gibi.
Sanki bir telefon çalacakmış gibi.
Sanki gökyüzü birden kararacakmış gibi.
Ama hiçbiri olmuyor.
Zaman sadece geçiyor.
Ve ben bunun içindeyim.

Bir şeyin adını koymak istemiyorum.
Çünkü ad koyunca bir çerçeve çizmiş oluyorsun.
Ben çerçevesiz olmak istiyorum bugün.
Biraz dağınık.
Biraz sisli.
Biraz sonbahar kokulu.

Anlam aramak da zor artık.
Anlam eskisi kadar kendini belli etmiyor.
Kitapların arasında kaybolmuş gibi.
İnsanların gözlerinde saklanmış gibi.
Kahvenin dibine çökmüş gibi.
Ve bazen o anlamı aramak da ağır geliyor.

Ama belki de sorun anlamda değil, arayışta.
Yani bizde.
Çünkü biz durmuyoruz.
Çünkü biz, anlamı yakaladığımızı sandığımızda bile bir sonraki şeyi aramaya çoktan başlamış oluyoruz.
Ve bazen kendimizi de geride bırakıyoruz.

Bugün biraz kendimi bulmak istiyorum.
Ama acelem yok.
Yolun tamamını yürümek istemiyorum.
Belki sadece birkaç adım.
Belki sadece bir bankta oturmak.
Belki sadece bir şey yazmak, birine göndermeden.

Çünkü bazen kendine yazmak gerek.
Kimseye anlatmadan.
Kendini ikna etmeye çalışmadan.
Sadece olduğun gibi, olduğun yerde.

Şu an sen okuyorsun ya bu satırları,
Bunu benim için mi yazdı diyorsun evet senin için ama galiba kendim için…
Ama biraz sana da.
Ama belki de hiç kimseye değil.
Belki sadece o camın dışında bekleyen sisin kendisine.
Kime yazıldığını bilmediğin mektuplar gibi.
Gönderilmeyen kartpostallar gibi.

Bu yazının sonunda bir sonuç yok.
Çünkü bazı günler sonuçsuz geçiyor.
Bazı yazılar bir şey demeden bitiyor.
Ve bazı insanlar kendini hiçbir zaman tam olarak anlatamıyor…

Ama belki de sorun değil bu.
Sadece sessizce bir şeyleri bırakmak, vazgeçmek
Sanki sisin içine bir taş atmak gibi.
Sesi duyulmaz ama izi kalır.

İşte bu da öyle bir yazı.
Kime yazıldığı belli olmayan.
Ne dediği tam anlaşılamayan.
Ama hissi kalan.


“Ve sonra, her şey yavaşça sisin içine geri çekildi… ne söyledim, ne sustum tam hatırlamıyorum”

Yazı kategorisi: yazarken sıkıldığım

Jung 1

Bu yazı Psikoloji ve Din kitabı üzerine yazdığım serinin ilk yazısı olacak umarım devam ederim.Bu kitabı okurken açıkçası biraz zorlandım. Dili ağırdı, bazı yerlerde cümleler peş peşe dizilmiş ama hiçbiri bir yere varmıyormuş gibi hissettirdi. Belki de ben anlamadım tam olarak. Belki de kitap anlaşılmak için değil, sadece zihni biraz zorlamak için yazılmıştı. Her neyse… Yani buraya yazdığım şeylerde bazı hatalar, yanlış yorumlar olabilir. Çünkü gerçekten zor bir kitaptı.

Ama işte bazı kitaplar vardır, tam anlamasan da sende bir şey bırakır. Kapatınca cümleleri değil ama duygusunu taşırsın yanında. Psikoloji ve Din tam olarak öyle bir kitaptı benim için. Ne anlattığını değil, neyi hissettirdiğini anlamaya çalıştım. Bu yazı da biraz onun üzerine. Anlatmaktan çok yakalamaya çalışmak gibi beni zorlayan bir kitap olduğu için de yazıyı biraz kısa tuttum. Eğer yapabilirsem devam ettirmeye çalışacağım yazıyı. Neyse başlayalım.

Bir Tanrıyla Konuşan Psikoloji


Bazen hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığı sabahlar olur. Uyanırsın ama uyanmazsın. Dış dünya var gibi yapar ama sana değmez. Sesler gelir, konuşmalar geçer ama hiçbiri sana dokunmaz. Sanki dünya seninle bağlantısını kesmiş gibidir, ya da sen dünyadan çıkmışsındır da kimse fark etmemiştir. İçinde bir oyukla dolaşırsın gün boyunca. Tarif edemediğin, anlatmaya kalksan çocukça bir cümleye dökülecek bir boşluk. Ama oradadır işte.

Kimi buna yalnızlık der. Kimi anlamsızlık. Kimiyse geçer sanır. Ama geçmez. Çünkü bu bir his değil, bir hâl. Varlığın kendisine sinmiş bir sızı. Ve insanın ne zaman Tanrı’yı aramaya başladığına dair en iyi cevap da budur belki: bu suskun boşluk.

Çünkü insan, içinden gelen bir sese yanıt bulamayınca göğe konuşmaya başlar.

Yüzyıllar boyunca bunu yaptı. Gök gürültüsünden Tanrı çıkardı, yağmurdan bereket tanrıçası, yıldızlardan kader yazıcısı… Çünkü ruh, içini kemiren şeyin karşısında bir açıklama arar. Anlamak, sakinleştirir. Ve bazen anlamak yetmeyince, inanmak devreye girer.

Ama bir gün biri çıktı ve bu sesleri duyduğunu söyleyen insanların gerçekten ne yaşadığını anlamaya çalıştı. Onların hayal görmediğini, yalancı olmadığını; tam tersine, çok derin bir gerçekle temas kurduklarını düşündü. Çünkü ona göre Tanrı, sadece gökteki bir figür değil, ruhun karanlık sularında yüzen bir imgeydi.

Adı Carl Gustav Jung’dı.

O, Tanrı’yı inkâr edenlerden değildi. Ama Tanrı’ya da körü körüne inanan biri olmadı hiç. O, Tanrı’yı hissedenlerin hissettiklerini anlamaya çalıştı. Dindar olup olmadığı sorulduğunda “inanıyor gibi yaşıyorum” demesi boşuna değildi. Çünkü ona göre inanç, bir kanı değil, bir deneyimdi.

İnsan ruhunun en derin katmanlarında biriken, isimlendirilmemiş korkular, özlemler, arzular… bunların hepsi bir noktada “kutsal” diye tanımladığımız şeylerle yüzleşiyordu. Ve bu yüzleşme bir dogma değil, bir iç yolculuktu.

Tanrı bazen bir rüyada çıkar karşımıza. Bazen bir şarkının ortasında, bazen yalnız bir gecede. Bazen hiç inanmadığımız bir anda, dua ederken yakalarız kendimizi. Tanrısız olduğunu düşündüğümüz akıllar, en karanlık anlarında bir varlığa seslenmekten utanmaz. Çünkü o sesleniş, çoğu zaman bir Tanrı’ya değil, kendi parçalanmış ruhumuza yönelmiştir.

Ve işte bu yüzden, Jung’un psikolojisi biraz da bir din gibi kokar. Rasyonelin ötesine taşar, bilimin sınırlarını esnetir. Onun psikolojisinde Tanrı, bir kavram değil; bir iç gerçekliktir. Adı konmamış bir duygu, bir sızı, bir imge… Kimi zaman baba figürü, kimi zaman ışık, kimi zaman yalnızlıktır.

Jung için din, bir kural listesi değil, insanın kendini anlamlandırma biçimidir. İnandıklarımız, korkularımızla, arzularımızla şekillenir. Tanrı, çoğu zaman bize benzeyen bir yüze bürünür. Çünkü insan, anlamadığı şeyi kendi suretinde yaratır.

Ve o zaman, en sahici dua şudur belki de:
“Ey benim kendime benzettiğim Tanrı… Sesimi duyduğuna inanmasam da konuşmaya devam ediyorum. Çünkü bu konuşma seni değil, beni ayakta tutuyor.” (Evet düşününce kesinlikle saçma gibi duruyor eğer sesimi duyduğuna inanmıyorsam niye dua edeyim, buna bir arkadaşım şöyle cevap verdi ama duymadığınıda bilmiyorum ki duymadığına emin olsam dua etmem.Bir ihtimal duyuyorsa bu bile dua etmem için yeterli bir sebep demişti; mantıklı bence)

Belki de din dediğimiz şey, yeryüzünde yalnız kalmamanın başka bir adıdır. Ve Jung, bu yalnızlık hissini bilimle değil, sembollerle çözmeye çalıştı. Rüyalarda gördüğümüz Tanrılar, mitolojide anlatılan ölümler, dirilişler, fedakârlıklar… hepsi içimizde olup bitenlerin dışa vurumuydu.

İçimizde biri konuşuyor. Hep konuşuyor. Jung, o sesi dinlemeye cesaret etti. Ve o sesin bize Tanrı’dan çok, kendimizi anlatmaya çalıştığını söyledi.

Tanrı’yı gökte aramaktan yorulduğun bir anda, belki de tek yapman gereken şey içini susturup biraz dinlemektir. Çünkü bazen o büyük sessizlik, cevaplardan daha çok şey anlatır diyordu.

Jung’un hikâyesi biraz gölgeyle başlar. Çünkü onun düşünsel yolculuğu, bir başka dev gölgenin altından başlar: Freud’un.

Freud’a göre din, insanın bastırılmış arzularının, özellikle de çocukluktan gelen korku ve suçlulukların bir dışavurumuydu. Tanrı, baba figürünün idealize edilmiş bir haliydi. Din, bir tür kitlesel nevrozdu. Bu düşünceler, 20. yüzyılın başında birçok entelektüelin ruhunu sarhoş etti. Çünkü artık Tanrı’yla değil, onun psikolojik nedenleriyle ilgilenebilecek bir bilim vardı.

Ama Jung, bu açıklamayı biraz dar buldu. Freud’un dinin yalnızca bastırılmış cinsellikten ibaret olduğunu söylemesi ona göre indirgemeciydi. İnsan dediğin şey sadece dürtülerden oluşamazdı. Rüyalar, mitler, semboller… bunlar sadece saplantıların değil, ruhun daha derin katmanlarının yansımalarıydı.

Yine de Jung’un Freud’dan kopuşu sadece teorik değildi. Aralarında bir çeşit baba-oğul ilişkisi vardı. Freud’un Jung’a duyduğu hayranlık kadar, Jung’un Freud’a duyduğu saygı da büyüktü. Ama fikirler ayrılmaya başladığında, bu ilişki kırıldı. Jung’un hatıralarında geçen bir anekdot vardır: Freud’la bir konuşma sırasında Jung, Freud’un bilinçdışına dair görüşlerine itiraz eder. Freud ise öfkeyle cevap verir: “Sana kutsal bir şeyi emanet ettim.”

Burada duralım. Bilimin ortasında bir adam, fikirlerini “kutsal” diye tanımlıyorsa, aslında dinin yapısına ne kadar yakın bir sistem kurduğunu da farkında olmadan ifşa ediyordur. Jung’un içini kemiren de buydu belki: Freud dine karşı çıkarken, kendi teorisini bir dogmaya dönüştürüyordu.

Ama bu Jung’un tamamen haklı olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü onun da kurduğu sistem, kimi zaman fazlasıyla soyut, sembollere fazlasıyla bağımlı ve bilimsel sınırların dışına kayan bir yapıydı. Kolektif bilinçdışı, arketipler, evrensel semboller… hepsi büyüleyici kavramlar. Ama aynı zamanda da kontrolsüz bir alan. Oraya neyi yerleştirirsen yerleştir, karşı çıkan pek fazla veri olmaz.

Yine de Jung, kendi yolunu seçti. Dinî sembolleri çözülecek mitler olarak ele aldı. Ona göre bu semboller, kişisel değil kolektifti. Bir rüyada görülen yaşlı bilge adam figürü, sadece dedemizle ilgili bir anı değil; binlerce yıllık insanlık tarihinin zihinsel tortusuydu. Jung, bu tortunun izini mitolojilerde, dinî metinlerde, efsanelerde ve psikozlarda sürdü.

Yani din, ona göre yalnızca inanç değil; aynı zamanda ruhsal bir dil, iç dünyanın sembolik anlatımıydı.

Bu noktada bir şey açık: Jung, Tanrı’ya inanıp inanmadığını net olarak söylemez. O daha çok Tanrı’nın içsel bir olgu olduğunu savunur. “Tanrı, insan ruhunun bir parçasıdır,” der. Belki bir varlık değil ama kesinlikle bir deneyimdir.

Burada durup düşünmek gerek: Eğer Tanrı’yı “sadece bir içsel deneyim” olarak kabul edersek, onun insan üzerindeki etkisini daha iyi anlar mıyız, yoksa tamamen içselleştirip sembolleştirerek asıl özünü kaçırır mıyız? Jung’un bu yaklaşımı, dini anlamayı kolaylaştırıyor gibi görünse de, bir yandan da onun evrensel geçerliliğini gölgeye çekiyor olabilir.

Ama Jung bu gri bölgelerde yaşamayı severdi. O, mutlak cevaplar peşinde koşmazdı. Onun psikolojisi, net sınıflamalarla değil; belirsizlikle, geçişlilikle, derinlikle ilgilenirdi. Tanrı’nın gerçekten var olup olmadığı onun için ikincildi. Önemli olan, bir insanın kendi iç dünyasında Tanrı’yla nasıl yaşadığıydı.

Bu yüzden onun Tanrı tanımı, bir tapınağın içinden değil; bir rüyanın, bir krizin, bir yalnızlığın ortasından gelir. Orada Tanrı, konuşmaz. Ama sembol olur. Orada Tanrı, emretmez. Ama yön gösterir. Jung’un Tanrısı, bir sistemin başındaki figür değil; içimizde çatışan parçaları bir araya getirme çabamızın simgesidir.

Ama işte burada da şu soru kalır: Eğer Tanrı, sadece bir sembolse, neden onun yokluğunda bu kadar çok acı çekiyoruz?

Bu sorunun cevabını belki de sadece Jung değil, hiçbir düşünür tam olarak veremedi. Çünkü bazen cevaplar değil, sorular kalır geriye. Ve Jung, soruları çoğaltarak ilerleyen bir adamdı.

Simgelerle konuşan bir psikoloji kurdu. Ve o simgeler, belki de  daha çok şey anlatmaya başlıyordu.

Devam Edecek…

Yazı kategorisi: kafama göre

Nemo Kayıp Değil

Kayıp Balık Nemo: Okyanusun Derinlerinde Büyümek ve Kendini Bulmak


Bir süredir bir balık besliyorum. Öyle uzun uzun düşündüğüm, önceden planladığım bir şey değildi. Bir şekilde önüme çıktı, ben de “neden olmasın” deyip aldım. Küçük, sessiz, durgun bir canlı. Ama her akşam  başında durup onu izlemek, beklemediğim bir huzur veriyor insana. Günün kalabalığı azalıp, suyun içinde süzülen o ufak gövdeye bakınca, garip bir şekilde kendi içime doğru sessizce çekiliyorum.

Derken bir akşam, onu izlerken  aklıma geldi: Kayıp Balık Nemo. Çocukken izlemiştim. Ama hatırladığımı sandığım şeylerin aslında hiçbirini hatırlamıyormuşum. Renkliydi, eğlenceliydi diye kalmış sadece aklımda. O yüzden tekrar açtım ve izledim. Ama bu kez başka bir gözle… büyümüş bir gözle. Yani aslında o filmi ikinci defa değil, ikinci defa ilk defa izlemiş oldum.

İşte bu yazı, o iki “ilk izleyişin” arasında geçen o uzun yılların, biriktirdiği anlamlarla yazıldı. Çünkü bu sefer gördüğüm şey sadece bir balığın kaybolması değildi. Bir çocuğun dünyaya kafa tutuşu, bir babanın korkularıyla savaşı, bir yolculuğun içinde büyümekti.

Eğer sen de bazen kendini henim gibi  biraz kaybolmuş hissediyorsan… belki bu yazı senin için de bir “yeniden buluş” olur. Aslında bu yazı en çok kendim için. Başlıyorum…

Hayatın bazı anları vardır ki insan kendini uçsuz bucaksız bir okyanusta yüzerken kaybolmuş hisseder. Hepimiz, en az bir kere, hangi yöne yüzmemiz gerektiğini bilemediğimiz mavi derinliklerle baş başa kalmışızdır. Bazen bir çocuk olarak dünyanın enginliği karşısında korkuya kapılırız, bazen de bir ebeveyn veya yetişkin olarak o engin dünya karşısında çocukları, kendimizi veya yakınlarımızı kaybetme kaygısı yaşarız. Pixar’ın animasyon klasiği Kayıp Balık Nemo, işte tam da bu hislerin filmidir: Bir okyanusun iki ucu kadar farklı görünen bakış açılarının, yani bir çocuğun merak dolu masumiyetini ve bir babanın kaygı dolu koruyuculuğunu, derin suların içinde buluşturan bir yolculuk hikâyesi.

Yüzeyden bakıldığında küçük bir balığın kaybolma ve bulunma hikâyesi gibi görülse de, Kayıp Balık Nemo derinlerinde büyük temalar barındırıyor. Karakter gelişimi, ebeveynlik ve çocukluk, travma ve onun izleri, özgürlük ihtiyacı, büyümek ve hayata atılmak, kimlik arayışı… Tüm bu temalar filmin su altı dünyasında mercan kayalıkları arasına gizlenmiş inci taneleri gibi parıldıyor. Böylesine zengin bir hikâyeyi izlerken, insan kendini sadece Marlin ile Nemo’nun değil, aynı zamanda kendi iç dünyasının da bir yolculuğunda buluyor. Belki de bu yüzden yıllar içinde hem çocukların hem de yetişkinlerin kalbine dokunmayı başarmış nadir filmlerden biri oldu.

Hikâyemiz mercan resiflerinin renkli dünyasında başlıyor. Nemo adında küçücük bir palyaço balığı, okyanusun bu sakin köşesindeki yuvasından ilk kez uzaklaşma hazırlığında: Bugün okulun ilk günü. Nemo enerji dolu, meraklı ve cesaretli bir yavru; ancak bir yönüyle diğer yavru balıklardan farklı: Doğuştan zedeli kalmış bir yüzgeci var, bu yüzden babası ona “şanslı yüzgeci” dese de, asla hızlı yüzemeyeceğini düşünüyor. Baba Marlin, Nemo’yu göz bebeği gibi sakınıyor; onun için dünya nice tehlikeyle dolu, okyanus yavrusu için çok geniş ve tehlikeli. Marlin, geçmişte yaşadığı korkunç bir kayıp nedeniyle paranoyak bir koruyucuya dönüşmüş: Eşi ve yüzlerce yumurtasını bir yırtıcı balığın saldırısında kaybetmişti. O felaketten geriye sadece tek bir hasarlı yumurta kaldı – işte Nemo, bu nedenle babası için bir evlat olmanın ötesinde, koca bir dünyada kurtarabildiği son umudun sembolü.

Marlin için Nemo yalnızca bir evlat değil, kaybettiği bütün dünyanın ona kalan tek parçası. Bu yüzden ona sıkı sıkıya bağlı; bir an olsun gözlerinin önünden ayırmak istemiyor. Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’inde tilki, küçük prense unutulmaz bir öğüt verir: “Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden.” Marlin bu gerçeği iliklerinde hissederek yaşıyor desek yeridir. Ne var ki bir evladı bu denli korumanın bedeli, onun özgürlüğünü kısıtlamak oluyor.

Nemo, okul gününün heyecanıyla yeni arkadaşlarıyla birlikte resifin açığına, büyük mavi okyanusun başlangıcına yüzdüğünde, Marlin’in kalbi küt küt atıyor. Yıllardır güvenli anemon yuvalarından çıkmasına izin vermediği oğlu, ışıltılı güneşin aydınlattığı derin sulara doğru merakla kulaç atıyor. Diğer yaramaz yavru balıklar Nemo’yu “bırak baban görmesin” diyerek resifin dışına çağırıyor, onlarla beraber tehlikeli olabileceği söylenen açık suya yaklaşıyorlar. Marlin paniğe kapılıyor, Nemo’yu sert şekilde uyarıyor: “Oraya gitme! Hemen geri dönüş yap!” O an baba ile oğulun tüm gerilimi yüzeye çıkıyor; Nemo, babasının kıskanç tavrına başkaldırarak bir anlık öfkeyle açığa doğru fırlıyor ve kendini kanıtlamak istercesine yüzeye büyük bir teknenin yanına kadar çıkıyor. Tam o anda dev gölgeler beliriyor: Yüzeyde bekleyen dalgıç insanlar Nemo’yu fark etmiş durumda. Minik palyaço balığı kaçmaya çalışsa da, bir anda kendini bir ağın içinde buluyor. Sudan çıkarılırken küçücük bedeni şiddetle çırpınıyor; korkuyla son bir kez aşağı baktığında, babasının kırk yıl düşünse göremeyeceği kadar dehşete düşmüş bakışlarla aşağıdan ona doğru yüzdüğünü görür. Nemo, bir an “Babamı terk etmemeliydim…” diye düşünecek vakit bile bulamadan suyun üzerine çıkarılıyor; sıcak güneşin altında nefes alamayarak çaresizce dolanıyor. Artık tek görebildiği, kendisini hapseden plastik torbanın boğucu duvarları. Nemo hiç anlamadığı bir biçimde evinden koparılmış, bilinmeze doğru taşınıyor.

Marlin, gözlerinin önünde gerçekleşen bu kâbusa inanamıyor. Oğlu “kayboldu” – hayır, daha da kötüsü, göz göre göre elinden alındı. Bir an suları yara yara teknenin peşinden çaresizce yüzüyor; ama paletleri ve motoru olan insanoğlu, küçücük bir balıktan katbekat hızlı. Marlin artık güçsüzce okyanusun ortasında asıl hedefini de şaşırmış durumda kalakalıyor. Az önce Nemo’ya söylediği kırıcı sözler kulaklarında yankılanıyor: “Henüz hazır değilsin! İyi yüzücü değilsin!” Belki de asıl hazır olmayan kendisiydi; dış dünyanın risklerine karşı hiçbir zaman gerçekten hazır hissetmediği için Nemo’yu da hep tutmaya çalışıyordu. Yıllarca risk almamak, seçim yapmamak ona güvenli geldi – kim bilir, belki de Mr. Nobody filmindeki o sözü içten içe benimsiyordu: “Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür.” Marlin hiçbir şeyi seçmezse, hiçbir kötü şey olmayacağını sandı. Ama hayat, böyle işlemiyor. Suçluluk, korku ve çaresizlik duyguları içinde bir uçurum gibi büyürken, aklından geçen tek bir şey var: “Onu geri getirmeliyim.” Tam bu sırada yanı başında yavaşça yüzen mavi bir balık beliriyor ve yumuşak bir sesle soruyor: “Yardıma mı ihtiyacın var?” Marlin ilk başta fark etmiyor bile; ne söylenirse söylensin Nemo yoksa hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlarındaki söz sanki Marlin’in iç sesi oluveriyor: “Gerçekle düş birbirine karışıyor; tutunacak bir dalım kalmadı. Tutunamıyorum…” Ama tam da bu çaresizlik anında, içindeki baba yüreği bir şey fısıldıyor: Vazgeçme. Nemo için ne kadar korksa da, onu kurtarmak için korkularıyla yüzleşmek zorunda olduğunu anlıyor. Derin bir nefes alıyor ve yanan gözlerini ufka dikerek kendi kendine söz veriyor: “Oğlumu bulacağım.” Böylece, korkaklığıyla tanınan Marlin’in hayatında ilk kez böylesine büyük bir macera başlıyor. Bilmeden kendi iç dünyasının dışındaki engin dünyaya doğru varoluşsal bir yolculuğa da kulaç atmış oluyor.

Yeni tanıştığı mavi balık Dory, Marlin’i yıldırıcı ciddiyetinin ortasına adeta bir gökkuşağı gibi düşürüyor. Dory son derece dost canlısı, iyimser ve neşeli; öyle ki Nemo’nun başına gelenleri duyar duymaz hiç tereddütsüz yardım etmeyi teklif ediyor. Ne var ki Dory’nin hafızası, altın balıkları hakkındaki tabiri gerçek kılacak derecede kısa: Bir an önce söylediği şeyi saniyeler sonra unutabiliyor. Marlin başta bu durumdan usanıyor, hatta Dory’nin peşine takılıp boşa vakit kaybettiğini düşünüyor. Fakat kayıp giden dalgıç maskesinin üzerindeki yazıyı Dory okuyabiliyor: “P. Sherman, 42 Wallaby Way, Sydney” adresi, Nemo’nun götürüldüğü yeri işaret ediyor. Bu bir umut ışığı. Marlin tek başına asla bulamayacağı bu ipucunu Dory sayesinde elde ediyor. Artık ikili birlikte yola çıkıyor; yolculukları esnasında devasa üç köpekbalığıyla karşılaşıyorlar. Neyse ki bu tedirgin edici yüzler, beklenenin aksine onlara saldırmıyor; kendilerini bir tür “Balıklar arkadaştır, yemek değil” terapisi toplantısının ortasında buluyorlar. Marlin, köpekbalıklarının dostane sohbetine inanmakta zorlanıyor ama Dory her zamanki masum güleryüzlülüğüyle ortama ayak uyduruyor. Talihsiz bir anda Dory’nin burnu kanayınca köpekbalığı lideri içgüdülerine yenik düşüyor ve avcıya dönüşüyorlar. Marlin ve Dory, bir batık denizaltının içinde can havliyle kaçarken patlayan mayınların gürültüsüyle okyanusun zifiri derinliklerine doğru düşüyorlar. Okyanusun derinlerinde kaybolan maskeyi bulmak için karanlıklara dalarken Dory’nin neşeli mırıldanısı yükseliyor: “Yüzmeye devam et, yüzmeye devam et…” Marlin tedirginlikle etrafına bakınıyor, korkunç gölgeler görür gibi oluyor. Ansızın karanlıktan, fosforlu dişleriyle bir derin deniz canavarı üzerlerine doğru atılıyor. Kaçarken Dory’nin gözüne maskenin üzerindeki yazılar ışıldıyor ve o unuttu sanılan hafızası inanılmaz bir şekilde devreye giriyor: Dory adresi ezberliyor! Sydney’e gitmeleri gerektiğini artık biliyorlar. Marlin bu noktada Dory’nin hiç tahmin etmediği bir yönüyle karşılaşıyor: Her şeyi unutan bu balık, bazen en önemli şeyleri unutmayabiliyor. Belki de Dory’nin içten kalbi, aklının yapamadığını başarıyor; Marlin görevini sürdürsün diye kritik bilgiyi aklında tutabiliyor. Bu, Marlin’in Dory’ye duyduğu güveni biraz olsun artırıyor. Tehlikelerle dolu şu kısa zamanda Marlin ilk kez yalnız olmadığını hissediyor; dünyanın sandığı kadar kötü olamayabileceğine dair içinde kıpırtılar beliriyor.

Gözlerini açtığında Nemo kendisini bir diş muayenehanesinin içindeki akvaryumda buluyor. Etrafında daha önce hiç görmediği türlerde balıklar var; birbirinden farklı renkte, çeşitte bu akvaryum sakinleri Nemo’yu kibarca karşılıyor. Ancak dost canlısı bu küçük topluluğun bile gizleyemediği tatsız bir gerçek var: Nemo, insanlar tarafından çok sevdikleri ama balıklara hiç de iyi davranmayan yaramaz bir kıza hediye edilmek üzere yakalanmış. Yani bu cam fanusun dışında Nemo’yu daha da belirsiz ve belki ölümcül bir akıbet bekliyor. Akvaryumdaki lider ruhlu balık Gill, Nemo’ya cesaret aşılamaya çalışıyor. Gill, okyanustan koparılarak buraya getirilmiş deneyimli bir kaçış planı ustası; tek sorunu, hiçbir planını bugüne dek başarıyla gerçekleştirememiş olması. Nemo’yu görür görmez onda kaçış için bir fırsat görüyor: Ufak cüssesi sayesinde akvaryumun filtresine ulaşıp onu tıkayabileceğini ve böylece akvaryum kirlendiğinde dış arıtma cihazının devreye gireceğini, bu sayede bir kaçış şansı doğacağını anlatıyor. Nemo isteksizce de olsa bu plana umut bağlıyor; böylece hem kendisini kurtaracak, hem de yeni dostlarını bu fanustan kaçırıp denize kavuşturacaktır. Ancak ilk denemesi felaketle sonuçlanıyor: Nemo filtreye sıkışıyor, az kalsın parçalanıyor. Gill son anda onu kurtarsa da, Nemo’nun içine yeniden korku düşüyor. Kendine güveni kırılan küçük balık, belki de hiç dönüş yolu olmadığını düşünmeye başlıyor. Hatta ismindeki acı tesadüfü fark ediyor: Nemo, Latince “hiç kimse” demek. Kendini hiç kimse gibi, unutulmuş ve bırakılmış hissediyor. Tam bu sırada cama konan bir pelikan, dışarıdan akvaryum sakinlerine heyecanla bir şeyler anlatıyor. Bu pelikanın adı Nigel ve dişçinin arkadaşı; gün boyu limanda duydukları haberleri aktarmaya bayılıyor. Nigel’ın anlattıkları Nemo’yu şoka sokuyor: Okyanusta bir palyaço balığı, yüzlerce kilometre boyunca tüm tehlikelere meydan okuyarak kayıp bir yavru balığı arıyormuş. Marlin’in destanı denizde kulaktan kulağa yayılırken, nihayet oğlunun bulunduğu akvaryuma kadar ulaşmış. Kendi babası hakkında duydukları Nemo’nun göğsünde sıcak bir gurur ve umut dalgası oluşturuyor. Yalnızca bir ‘hiç kimse’ olmadığını, birinin dönüşü olmayan bir yolculuğa sırf onu bulmak için çıktığını işitmek, Nemo’ya bitkin ruhunun ihtiyaç duyduğu gücü veriyor. Jules Verne’in unutulmaz denizcisi Kaptan Nemo bir romanında, “Deniz her şeydir. Deniz hayat demektir. Her şey denizden geldiği gibi bir gün denize dönecektir!” der. Bizim Nemo da cam fanusun arkasından maviliğe hasretle bakarken bu sözlerin gerçekliğine yürekten inanıyor. Okyanus onu çağırıyor ve Nemo, babasıyla yeniden buluşma ümidiyle ikinci bir kaçış girişimi için kendini toparlıyor.

Marlin ile Dory, Doğu Avustralya Akıntısı’na (EAC) kapılarak okyanus boyunca hızlı bir yolculuk yapıyor. Bu sırada onlara rehberlik eden yüzyıllık bir deniz kaplumbağası olan Crush ve minik oğlu Squirt, Marlin’in hiç alışık olmadığı bir ebeveynlik anlayışını gösteriyor. Crush, yavrusunu akıntının tehlikelerine rağmen serbest bırakıyor; Squirt bir ara akıntıdan dışarı fırlasa da kendi kendine geri dönmeyi başarıyor. Endişeyle izleyen Marlin’e kaplumbağa babası gülümseyerek şunu söylüyor: “Aslında hiçbir zaman emin olamayız. Hazır olduklarını sadece onlar bilir!” Bu basit gerçek Marlin’in içine işliyor. Nemo’yu ne kadar korumaya çalışsa da, onun büyüyüp kendi hayatını yaşaması gereken ayrı bir birey olduğunu kabullenmeye başlıyor içten içe. Bu arada Marlin ve Dory’nin okyanusu aşarak Sydney limanına ulaştığı haberi tüm deniz dünyasına yayılmış durumda. Kahramanımızın olağanüstü macerası dilden dile aktarılıyor; hatta kaplumbağaların anlattıklarını yavru bir pelikan duyup arkadaşlarına yetiştiriyor. Sonunda Marlin’in destanı Nemo’nun bulunduğu tanka kadar ulaşıyor, Nigel da bu yüzden Nemo’yu ziyarete gelmişti. Tüm yollar nihayet Sydney’de kesişiyor. Marlin, Dory ile beraber limandaki çöp balıkları arasında Nemo’yu ararken, Nigel onları buluyor ve sırtına alıp doğruca dişçi muayenehanesinin penceresine uçuyor.

Dışarıdaki müdahaleyle akvaryum karmakarışık olurken, Nemo bir plan yapmış ve kendini ölmüş gibi bırakmıştı. Amacı, dişçinin ellerinden kaçmak için klozete atılıp denize ulaşmaktı. Tam da Nigel penceredeyken Nemo kuyruğunu yukarı doğru düzlemiş halde hareketsiz yatarak numara yapıyor. Bunu gören Marlin, oğlunun öldüğünü sanıp yıkılıyor. Nigel şok içinde kanat çırparak odayı terk ederken, Marlin’in içindeki son umut da sönmüş gibi. Oğlunu kaybettiğine inanarak Dory’ye teşekkür ediyor ve tek başına evine dönmeye koyuluyor; kalbi bir kez daha paramparça. Dory ise onu bırakmak istemiyor: “Lütfen gitme. Sen yanımdayken… ben, ben her şeyi hatırlıyorum.” diyor gözleri dolarak. Marlin bu sözlerin ağırlığını kaldıramadan uzaklaşıyor, Dory ise bir başına denizin ortasında kala kalıyor; hafızası tekrar bulanık, yön duygusu kayıp. Ama kader tam bu anda bir kıyak yapıyor: Dory, açıklarda küçük bir balık yavrusuna rastlıyor. Nemo ile Dory birbirlerini tanıyamadan yüzmeye devam ederken, Dory’nin aklına birden “P. Sherman, 42 Wallaby Way” sözcükleri düşüyor. Parçalar birleşiyor: Bu yavru, Marlin’in oğlu Nemo’dan başkası değil! Dory sevinçle Nemo’yu da yanına alarak Marlin’e yetişiyor. O an Marlin, az önce ebedi zannettiği kaybının aslında bir yanılgıdan ibaret olduğunu görüyor. Oğluna sarılıp gözyaşları döküyor; hayatının en karanlık anı bir anda neşe ve şükran gözyaşlarına dönüşüyor. Fakat bu mutlu son görüntüsü uzun sürmüyor: Üzerlerine dev bir balık ağı gölge gibi çöküyor ve Dory dahil bir sürü mavi balık balıkçıların ağında kapana kısılıyor. Nemo, bunca maceradan sonra öğrendikleriyle harekete geçiyor: Ağın içine cesurca girerek tüm balıklara hep birlikte aşağı yüzmelerini söylüyor. Marlin istemsizce yine korkuya kapılıyor; Nemo’yu tekrar kaybetme endişesiyle onu durdurmak istiyor. Ama bu kez içindeki ses farklı: Güven. Yıllardır eksikliğini hissettiği, Dory ile dostluğundan ve Nemo’nun cesaretinden öğrenmeye başladığı güven duygusu, Marlin’i yerinde tutuyor. Ve küçük Nemo, babasının inanışını arkasına alarak balıkları organize ediyor; hep birlikte ağı dip yönüne çekiyorlar. Sonunda ağ dayanamıyor ve bütün balıklar denize dökülüyor – Dory ve Nemo da serbest! Galadriel’in Yüzüklerin Efendisi’nde dile getirdiği gibi, “En küçük kişi bile geleceğin gidişatını değiştirebilir.” Körpe Nemo, dev bir sürüye liderlik ederek hepsini kurtarıyor; babasının gözünde de artık kırk yumurtadan geriye kalan narin yavru değil, cesaretiyle parlayan genç bir birey var. O günden sonra Marlin’in içini yıllardır kemiren korkular yerini ılık bir dinginliğe bırakıyor. Okyanusun tehlikeleri tamamen yok olmamış olabilir, ama hayatın devamlı bir risk olduğunu artık biliyor ve bunu kucaklıyor. Nihayet evine döndüklerinde Marlin, Nemo’yu okula gönderirken bu kez gönlü rahat. Oğlunun yeni maceralara atılmasını gözümü kırpmadan izliyor, hatta Dory ile birlikte arkasından espriler yaparak gülüyor. Marlin’in yolculuğu belki de kendi içindeki Tutunamayanlar’ı aşma yolculuğuydu: travmalarını geride bırakarak hayata yeniden tutunmayı başarabildi. Nemo ise okyanusun sonsuzluğu içinde kendini kanıtlamanın, büyüyüp kendi ayakları üzerinde durmanın ilk adımlarını attı. Dory, unuttuğu ailesi yerine yeni bir aile kazandı; dostlarıyla birlikte olduğunda hafızasının güçlendiğini fark etti, yani sevginin şifası hafızadan güçlüydü. Ve biz izleyiciler, bu sıcacık masalın sonunda belki kendi içimizdeki kayıp balıkları bulduk. Belki içimizdeki Marlin gibi korkularımızla yüzleşip bir nebze olsun cesareti tatdık, belki Nemo gibi hiç anlamadığımız koca dünyada kendi gücümüzü fark ettik, belki de Dory gibi sevgiyi yanımızda bulduk. Buraya kadar benimle bu yolculuğa dayanan sen, sevgili okur, şimdi kendi iç denizlerine bak ve gör: Kaybettiğin ne varsa, aslında içindeki cesarette saklı. Oğuz Atay’ın sesiyle sana sesleniyorum: Hepimizin bir Nemo’ya, bir Marlin’e, bir Dory’ye dönüşebilecek anları var. Önemli olan, hangi durumda olursak olalım, pes etmemek ve şarkıyı söylemeye devam etmek: Yüzmeye devam et, yüzmeye devam et… (Bunu kendime söylüyorum)

“Nemo’yu buldular ama bence burada asıl mesela kendilerini bulmalarıydı”

Yazı kategorisi: emek verdiğim

Küçük Prens

Merhaba arkadaşlar nasılsınız? Ciddi soruyorum bu arada. Gerçekten nasılsınız? Çünkü bu yazıya başlarken uzun süre “acaba kiminle konuşuyorum” diye düşündüm. Bir çocukla mı? Bir pilotla mı? Belki bir gezegenin üstünde tek başına oturan biriyle? Belki de hâlâ içinde bir “Küçük Prens” taşıyan yetişkin bir dostla… Kim bilir?

Bu yazı, öyle “bir oturuşta yazılanlardan” değil. Aylarca aklımın bir köşesinde gezindi durdu. Her gece yatmadan önce bir paragrafı hayal ettim, sabah uyanınca çoğunu unuttum. Yazmaya başladığımda ise cümleler bazen yıldızlardan akıp geldi, bazen kelimeleri bir kuyudan kova kova çekmek zorunda kaldım. Çünkü Küçük Prens gibi bir kitabı anlatmak, aslında kendini anlatmak gibi bir şey. Hem kolay, hem imkânsız. Kolay, çünkü herkesin içinde bir şeyleri tetikliyor. İmkânsız, çünkü her okuyan başka bir yerinden tutuluyor bu hikâyenin. Ben de bu yazıda biraz kendi sesimi aradım, biraz da sizin kulağınıza usulca bir şeyler fısıldamak istedim.

Hermann Hesse’nin sadeliğini, Exupéry’nin bilge çocukluğunu, Jung’un gölgelerini, Camus’nün yalnızlığını ve bazen de kendi çay bardağımın dibindeki tortuyu kattım bu metne. Sonuçta ortaya ne çıktı bilmiyorum. Sadece elimden geleni yaptım.
Umarım bir yerinde siz de kendinizden bir parça bulur,
bir gülüş yakalarsınız.
Ve kim bilir…
Belki siz de bir gün yıldızlara bakarken o küçük kahkahayı duyarsınız. 🌌

Hazırsanız başlayalım.

Çölün Ortasında Bir Çocuk: Küçük Prens’in  Yolculuğu

Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında, uçağı arızalanmış bir pilot bir gece ansızın küçük bir çocukla karşılaşır. Bu çocuğun nereden geldiğini, kim olduğunu anlamaya çalışırken aslında içimizdeki çocukla da yeniden tanışmaya başlarız. Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens adlı eserindeki bu büyülü çocuk, kalbimize dostça seslenen, filozofça sorular soran bir yol gösterici gibidir. Kitabın başındaki o ünlü cümleyi hatırlayalım: “Bütün büyükler bir zamanlar çocuktular. (Ama onlardan çok azı bunu hatırlar.)”. İşte bu satır, bizi alçakgönüllü bir yüzleşmeye davet eder: Büyüdükçe unuttuğumuz masumiyetimiz, merakımız ve saf içtenliğimiz ne oldu?  Bilgelikle, gösterişe kapılmadan soruyor kitap: Bir zamanlar biz de çocuk değil miydik ve neden dünyaya artık çocukken baktığımız gözlerle bakamaz olduk?

Küçük Prens’in masalsı hikâyesi, aslında her yetişkinin yüreğinde yaşamaya devam eden o çocuğun sesini duyurmaya çalışır. Yazarın anlatıcısı olan pilotun çocukluk anısıyla başlar her şey: Altı yaşında çizdiği bir boğa yılanı resmini büyükler bir türlü anlayamaz; onlar için bu resim sadece bir şapkadan ibarettir. Pilot der ki “Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara durmadan açıklama yapmak da çocuklar için sıkıcı.”. Gerçekten de, yetişkinler hesaplar, kurallar ve kalıplarla meşgulken çocuklar dünyanın özündeki mucizeyi görür. Bu yüzden pilot, çocukluk hayal gücünü öldüren bir dünyada tek başına kalmıştır, ta ki Küçük Prens çıkagelene kadar. Çölde karşılaşıp ondan bir koyun çizmesini isteyen bu tuhaf küçük ziyaretçi, pilotun içindeki paslanmış yaratıcı ruhu uyandırır. Artık “içimizdeki çocuk” konuşmaya başlamıştır.

Küçük Prens’in sorduğu basit sorular ve söylediği içten sözler, aslında büyüdükçe yabancılaştığımız değerleri hatırlatır. Küçük Prens, pilotun çizdiği koyunu görünce sevinir, çünkü kutunun içinde bir koyun olduğunu hayal edebilecek kadar yaratıcıdır. Onun gözünde bir kutu, içine bir evren sığdırabilir. Bu yaratıcı bakış, yetişkinlerin çoğunda kaybolmuştur. Bizler gerçekleri sayılarda, şekillerde ararız; oysa “İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.” diye fısıldar Küçük Prens’in arkadaşı tilki. Kalbin gözüyle görmek – Hesse’nin eserlerinde de sıkça hissedilen o içsel gözle – dünyayı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görmek demektir. Zamanla “zihinlerimizin alanını büyütüp ruhlarımızın alanını küçülttüğümüz” bir çağda yaşıyoruz; mantıkla davranmayı “büyümek” sanıyor, ama özümüzün güzelliğinden uzaklaştıkça yaşamın tadını unutuyoruz. Küçük Prens işte bu unutulan tadı, o taze suyu bulmak için bir arayış hikâyesi.

Pilot ve Küçük Prens çölde ilerlerken, aslında biz de kendi içimizde bir yolculuğa çıkarız. Çöl, bomboş ve ıssız görünse de, dönüşümün mekanıdır. Pek çok hikâyede çöl, insanın kendini sorguladığı, arındığı bir yerdir; burada eski alışkanlıklar kumda savrulur ve insan özüne yaklaşır. Pilotun çölde susuzlukla imtihanı da böyle bir arayıştır. Suyun gerçek anlamını ancak yüreğiyle arayan bulur – nitekim Küçük Prens, çölde buldukları kuyunun suyunun “yıldızlar altındaki yürüyüşten, makaranın şarkısından” doğduğunu söyler. Yani suyu değerli kılan sadece susuzluğu gidermesi değil, ona giden yolculuktur, emeğimiz ve umutlarımızdır. Hermann Hesse de bir eserinde “Mutluluk anları acılar denizinin üstünde bir köpük gibi belirir ve ışıldayarak başkalarını da etkiler” diyordu; çöldeki kuyu da işte böyle, zahmetin ve inancın damıttığı bir anlam pınarıdır.

Küçük Prens, kendi küçük gezegeninden bize misafir olduysa, bunun bir sebebi var. Kendi gezegeninde bakmakla yükümlü olduğu bir gül vardı – kaprisli, güzel ve narin bir gül. Küçük Prens o güle çok değer veriyordu, ama güle duyduğu sevgiye rağmen ondan incinmiş, hatta kaçıp uzaklara gitmişti. “Onu sevmeyi bilmek için çok gençtim” diye itiraf eder sonradan. Bu söz, insanın gençken (ya da olgunlaşmamışken) sevgiyi nasıl da yanlış anlayabileceğini gösterir. Gül, tıpkı sevdiklerimiz gibi, kusurları ve kırılganlıklarıyla sevilmeyi bekliyordu. Fakat Küçük Prens, gülün nazını, cilvesini görünce kalbi kırılmış, sevgisinden şüphe etmişti. Belki de biz de hayatımızda güllerimize – sevdiklerimize – böyle yapmıyor muyuz? Onların ihtiyacı olan ilgiyi “kapris” sanıp, değerini geç anlayabiliyoruz. Psikolog Carl Jung, her insanın ruhunda bir anima (dişil ruh imgesi) olduğunu söyler; Küçük Prens’in gülü belki de onun anima’sıydı – yani içindeki sevgi kapasitesini sınayan bir ayna. Gülün hem güzelliği hem dikeni vardı. Sevmek ise, o dikene rağmen gülün güzelliğine bağlanabilmekti. Gençken bunu bilmezken, yitirdikten sonra öğreniyoruz. Nietzsche’nin de dediği gibi, insan bazen acıyla öğrenir olgunlaşmayı; “insan ancak yücelttiği yanılgılarından kurtulup acıyla baş etmeyi öğrendiğinde” olgunlaşır der o. Küçük Prens de güle duyduğu özlem ve pişmanlıkla olgunlaştı; sevginin sorumluluk demek olduğunu anladı.

Gülünden ayrılan Küçük Prens, belki gönül yarasını onarmak, belki dünyayı daha iyi anlamak için bir yolculuğa koyulur. Kendi küçük gezegeninden çıkıp birbirinden tuhaf karakterlerin yaşadığı başka gezegenleri ziyaret eder. Bu gezegenlerde karşılaştığı “büyükler”, aslında büyüdükçe düştüğümüz tuzakların birer temsilidir. İlk gittiği asteroidde bir Kral yaşar – ama hükmedecek kimsesi olmayan bir kral. Yalnızlığını buyurganlıkla örtmeye çalışan bu kral, aslında otorite tutkusunun karikatürüdür. Küçük Prens, kralın kendini önemli hissetme çabasını anlayamaz; zira çocuk dünyasında hükmetmek değil, anlamak ve keşfetmek vardır. İkinci gezegende bir Kendini Beğenmiş (Magrur) adama rastlar. Bu adam sadece alkış duymak ister, başkasının onu övmesine muhtaçtır. Onun gezegeninde de Küçük Prens çok kısa kalır, çünkü tek derdi kendini beğendirmek olan birine ne denilebilir ki? Üçüncü gezegende tanıştığı Sarhoş, utancını unutmak için içip duran, içtikçe daha da utanan bir kısır döngü içindedir. Bu adam, belki de dünyada sıkça gördüğümüz kaçışın sembolüdür: Gerçeklerden kaçmak için kendimizi oyaladığımız, sonra o oyalanmanın boşluğuyla tekrar yüzleştiğimiz kısır döngüler… Küçük Prens bu çaresiz hale üzülür, çünkü sevgisizlik ve umutsuzluk kokar orası.

Dördüncü gezegen, çok ciddi bir İş Adamı’na aittir. Bu kırmızı suratlı adam, sürekli yıldızları saymakla meşgul, kafasını kağıtlardan kaldırmayan bir tiptir. Hiç eğlenmemiş, hiç bir çiçeğin kokusunu duymamış, yıldızlara bile bakmamıştır; tek derdi sayılar ve sahip olmaktır. Küçük Prens onunla konuşmaya çalışır ama iş adamı “ciddi işlerim var, önemli işlerim var” diyerek onu başından savar. Exupéry burada yetişkin dünyasının trajikomik hâlini gösterir: *“Adam hiç çiçek koklamamış. Hiç yıldızlara bakmamış. Hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş ve bütün gün ‘önemli işlerim var’ deyip durur.”*. Bu satırlar aslında acı bir gerçeği ifşa eder: Hayatı sayılara, mal-mülke indirgeyen insanın ruhu çoraklaşmıştır. Heidegger’in dediği gibi modern insan “hesaplayıcı düşünce”ye o kadar kaptırmıştır ki kendini, varoluşunun asıl anlamını unutur. Yıldızlara sahip olduğunu sanan bu iş adamı, aslında yıldızların güzelliğini bile göremiyor – oysa “Yıldızlar güzeldir, çünkü bir çiçek gizlidir onlarda” der Küçük Prens. Sahip olmak hırsıyla bakmak yerine hayranlıkla baksaydı, belki yıldızların gerçek ışığını hissedecekti. Saint-Exupéry, bir yetişkin karakterin ağzından tam da bunu söyletir: “Hayatı boyunca hiç çiçek koklamamış, hiç yıldızlara bakmamış, hiç kimseyi sevmemiş… bütün gün rakamlarla uğraşmış… Bu adam da bir mantar gibi olmuş,” der pilot başka bir bölümde, büyüklerin haline şaşarak. Mantar, karanlıkta büyür ve içi boştur – sevgisiz insan da böyle değil midir? Camus, insanın modern dünyada absürd bir boşlukla yüz yüze olduğunu söylerken belki tam da böyle tipleri hayal ediyordu: Yabancılaşmış, yaşam enerjisini “önemli işler” uğruna yitirmiş insanlar… Küçük Prens bize soruyor: Biz de onlardan biri mi olduk yoksa hâlâ yıldızlara bakıp hayal kurabiliyor muyuz?

Beşinci gezegende Fenerci ile karşılaşır Küçük Prens. Bu adamın görevi, gezegenindeki sokak lambasını yakıp söndürmektir. Eskiden gezegeninin dönüş hızı normalken bu iş mantıklıdır; ama gezegen öyle hızlanmıştır ki artık her dakika bir gün sürmekte, adamcağız durmaksızın lambayı yakıp söndürmektedir. Ne dinlenmeye vakti kalır ne uyumaya. Yine de “emir böyle” diyerek görevine sadıktır. Küçük Prens, önce bu adamı diğer büyüklerden farklı bulur: En azından kendinden başkası için bir şey yapıyor, bir lamba yakıyor, belki birilerine faydası dokunuyor. Fakat bir süre sonra anlar ki, fenerci de anlamını yitirmiş bir rutine tutsak olmuş durumda. “Talimat böyle” diyerek değişen şartlara uyum sağlayamayan bu adam, içimizdeki alışkanlıkların esiri olan yanımızı temsil eder. Nice insanlar vardır ki, bir zamanlar anlamlı buldukları işleri sürdürürken şartlar değişse de sorgulamayı unutur, kurallara körü körüne bağlı kalır. Bu fenerci, “vazife aşkına cellada dönüşen” kişilere bir örnek sanki. Heidegger bu durumu “otantikliğini yitirmek” olarak tanımlardı: Kendi varoluşunu sorgulamadan, sürü psikolojisiyle yaşamaya devam etmek. Oysa gerçek anlam, bazen kuralları esnetmeyi, değişimi kabul etmeyi gerektirir. Küçük Prens fenerciye, gezegeninin çok küçük ve hızlı olduğunu, istediği an dinlenebileceğini anlatmaya çalışır ama nafile – adam kulağını tıkamıştır, çünkü kural korkusu kalbinin sesini bastırmıştır. Biz de zaman zaman böyle değil miyiz? Toplumun koyduğu kuralları, alışkanlıklarımızı sorgulamayı unutur, ruhumuzu bürokratik bir düzene hapsetmez miyiz? “Kurallara sıkı sıkıya bağlı olmak değişimin önündeki en büyük dirençtir” diye yazar bir yorumcu; hayat esneklik ister, ruhumuzun hayata karışması için bazen o katı döngüyü kırmak gerekir. Fenerci’nin trajedisi, esneklikten yoksun bir itaatin trajedisidir.

Altıncı gezegende Coğrafyacı ile tanışır. Bu bilgin kişi, masasından kalkmadan gezginlerin getirdiği bilgileri yazmakta, haritalar çizmektedir. Fakat tuhaf bir şekilde, kendi gezegenini bile gezip görmemiştir; çünkü o bir “araştırmacı” değil, “masa başı bilgesi”dir. Coğrafyacı sadece kalıcı şeyleri kaydeder, “çünkü efemer (geçici) şeylerin bir değeri yoktur” der. Küçük Prens gülünün efemer olduğunu öğrenince irkilir: Günü birinde gülü yok olabilir! Coğrafyacı, “Güller geçicidir, biz dağları, nehirleri yazarız” diyerek onu önemsemez. Bu da düşünürsek, modern bilimin veya soyut aklın bir eleştirisi gibi gelir kulağa. Sadece kalıcı olana, somut veriye odaklanıp duyguların, geçici güzelliklerin değersiz sayılması… Oysa Küçük Prens’in yolculuğu tam tersini öğretmiştir: Bir şeyin faniliği, onun anlamını azaltmaz; aksine, sevdiklerimizin ölümlü oluşu, onlara daha derin bir kıymet verir. Coğrafyacı, kendi gezegeninin güzelliklerini bile görmeden kitaplara gömülmüş halde, geleceğe endeksli bir yaşam sürer. Hep bir “kaşif” bekler, kendi içindeki kaşifi çoktan öldürdüğünün farkında olmadan. Bu karakter bize şunu düşündürüyor: Bilgi peşinde koşarken, bilgeliği ıskalamak mümkün. Schopenhauer, insanın bilgi ve istek arasında hapsolup acı çektiğini anlatır; coğrafyacı da istekten (meraktan) yoksun, sadece bilgi tüketen biri haline gelmiş, hayattan kopmuş. Küçük Prens ise tam bir gezgin ruhuyla sorular sorup durur; kitap bilgisi değil, birebir tecrübe peşindedir. Bu nedenle coğrafyacıdan öğrendiği “gülünün faniliği” bilgisi, onda derin bir sorumluluk duygusu uyandırır. Gezegenine dönüp gülünü korumak istemeye başlar, çünkü gülün varlığı artık bir lütuf gibi görünür gözüne.

Küçük Prens’in ziyaret ettiği bu altı gezegen, aslında modern insanın hastalıklarını sembolize ediyor: Güç hırsı (kral), gösteriş merakı (kendini beğenmiş), bağımlılık ve ümitsizlik (sarhoş), sahip olma hırsı (iş adamı), amaçsız bir itaat ve rutine bağlılık (fenerci), deneyimsiz bilgiçlik (coğrafyacı)… Bu gezegenlerde yaşayanların ortak yanı, hepsinin yalnız ve sevgiden yoksun oluşu. Hiçbirinin gerçek bir dostu yok, hiçbiri bir çocukla sohbet edecek sakinliğe sahip değil. Küçük Prens onların dünyasından geçerken, biz de şapkamızı önümüze koyup düşünüyoruz: Bu tuhaf büyüklerin hangileri bize benziyor? Belki hepimizde biraz o iş adamının telaşı, o kendini beğenmişin onay arayışı, o fenercinin inatçılığı yok mu? Exupéry bu karakterlerle bize ayna tutuyor. Jung der ki, insan kendi gölgesiyle (yani kusurlarıyla) yüzleşmeden bütün olamaz. Bu büyükler, insanın gölge yönlerini temsil ediyor ve Küçük Prens’in masum bilinci onlarla yüzleştikçe kendisi de büyüyor, farkındalığı artıyor.

Sonunda Küçük Prens’in yolu Dünya gezegenine düşer. Dünya, önceki gezegenlerden çok daha karmaşıktır: Milyonlarca insanın yaşadığı, büyük çölleri, dağları ve okyanusları olan bir devasa gezegen. Küçük Prens Dünya’ya indiğinde önce kimseyi göremez; kocaman gezegende yapayalnız kalır bir süre. Derken karşısına bir yılan çıkar. Çölün altın renkli yılanı, bilmece gibi konuşur onunla. “Çölde biraz yalnızsın… İnsanların arasında da yalnızdır insan” der gibidir. Yılanın teklifini duyarız: Zehri çok güçlüdür ve isterse Küçük Prens’i “geldiği yere geri götürebilir”. Yılan burada ölümün sembolü olarak belirir – tıpkı eski mitolojilerde hem ölümün hem dönüşümün simgesi oluşu gibi. Küçük Prens hemen anlamaz, ama bu yılan onun hikâyesinde önemli bir rol oynayacaktır. Yılanla ilk karşılaşmalarında Prens, onun muammalı sözlerine anlam veremez; ancak sezgisel bir ürperti duyar. Belki de Camus’nün bahsettiği “saçma” duygusuna benzer bir ürpertidir bu: Koca dünyada yapayalnız bir canlı, anlam ararken ölümün soğuk nefesini bir an hisseder. Fakat Küçük Prens yılana teslim olmaz o an, yoluna devam eder – çünkü henüz öğrenecekleri bitmemiştir.

Dünya’da Küçük Prens’in ilk keşiflerinden biri, bir gül bahçesi olur. Kendi gezegeninde tek bir eşsiz gülü olduğunu sanırken, burada binlerce gülden oluşan bir bahçeyle karşılaşır. Önce büyük bir hayal kırıklığı yaşar: “Ben kendimi zengin bir kral sanıyordum, eşsiz bir çiçeğim vardı. Oysa sıradan bir gülüm varmış.” Bu, masum bir çocuğun ilk kez karşılaştığı sert gerçeklerden biridir. Kendini özel sanırken aslında dünyanın koca kalabalığında küçük bir parça olduğunu fark etmek… Bu farkındalık bir yabancılaşma duygusu getirir. Nietzsche’nin “üstün insan” arayışında da benzer bir kırılma vardır: İnsan önce kendini diğerlerinden üstün görmek ister, sonra bunun bir yanılgı olduğunu anlar ve değerlerini yeniden değerlendirmek zorunda kalır. Küçük Prens de burada değer anlayışını sorgulamaya başlar. Kendi gülünün aynı türden binlercesi varsa, onun gülü hala özel midir? Yıkılmış bir halde ağlarken karşısına bu kez Tilki çıkar.

Tilki, belki de hikâyenin en bilge karakteridir. Kurnaz olduğu kadar şefkatli bu orman sakini, Küçük Prens’e dost olmayı teklif eder – tabii önce evcilleştirilmesi şartıyla. “Evcilleştirmek” kavramını tilki açıklar: “Bağlar kurmak” demektir bu. Birbirimize ihtiyaç duymak, birbirimiz için “tek ve eşsiz” olmak anlamına gelir. “Beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyacımız olacak. Sen benim için dünyada tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için tek ve eşsiz olacağım” der tilki. Bu satırlarda öyle derin bir sevgi felsefesi yatar ki, neredeyse tüm kitap bu cümleye doğru akmıştır diyebiliriz. Tilki’nin istediği, birlikte var olmanın sorumluluğudur. Jung, insanların gerçek anlamda kendilerini bulmaları için ilişkilerinde ötekiyle bağ kurmaları gerektiğini söyler; Persona (yüzeydeki kimlik) bir yana, içteki gerçek benlik ancak bir başkasının yüreğine dokunurken ortaya çıkar. Tilki de Küçük Prens’e bunu öğretir: Sevdiğin şeye emek vermek, zaman ayırmak zorundasın. Her gün aynı saatte gel ki kalbim hazırlansın, heyecanla beklesin seni, der. Yavaş yavaş evcilleşirler; Küçük Prens tilkinin arkadaşı olur.

Ve tilkinin dile getirdiği o sır gelir çatar: “İşte sır: Çok basit. İnsan yalnızca kalbiyle doğru görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.”. Küçük Prens bu cümleyi tekrar eder, defalarca, öğrendiğinden emin olmak için: “Asıl olanı gözler göremez…” Tilki devam eder: “Senin gülünü diğerlerinden önemli kılan, ona ayırdığın zamandır.”. Gerçekten de, o gül bahçesindeki bin gül, Küçük Prens’in emek verdiği gül kadar değerli değildir onun için. Çünkü sadece kendi gülüne su vermiş, onu rüzgârdan korumuş, dikenindeki tırtılları temizlemiştir. Bir şeye emek verdiğimizde, ona ruhumuzdan bir parça katmış oluruz – işte o yüzden bize özeldir. Tilki son dersini verirken altını çizer: “İnsanlar bu gerçeği unuttular. Sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun.” Küçük Prens de tekrar eder: “Evcilleştirdiğim şeyden sorumluyum.” Tilki ile vedalaşırken artık gözleri açılmıştır: Onun gülü, o bahçedeki herhangi bir gül değildir, “günahıyla sevabıyla” kendisine aittir, çünkü aralarında çözülmez bir bağ vardır. Tilki, Küçük Prens’in içindeki sevgiyi uyandırmıştır.

Tilkiyle dostluk, Küçük Prens’e sevgiyi ve dostluğu tüm derinliğiyle öğrettikten sonra, artık kaçınılmaz vedalar zamanıdır. Küçük Prens, gezegenine – gülüne – dönmeye karar vermiştir. Dünyadaki yolculuğu boyunca aradığı anlamı bulmuştur: Sevdiği şeyin anlamı, ona duyduğu sevgidedir ve bu sevginin gereği sorumluluk almaktır. Camus, insanın evrende anlam arayışını “saçma”ya karşı bir başkaldırı olarak görür; anlamı biz yaratırız dercesine. Küçük Prens de kendi anlamını yaratmıştır: Gülüne geri dönmek, onu korumak… Ancak bir sorun vardır: Bedeni küçük ve narindir, gezegenine dönmek için onu buraya çeken yerçekiminden kurtulması gerekir. İşte burada yılan yine ortaya çıkar. Küçük Prens’e bir yıl önce verdiği sözü tutacaktır. Yılanın zehri, onun cansız bedenini geride bırakıp ruhunun yıldızlara doğru yol almasını sağlayacaktır. Bu sahne ilk bakışta hüzünlü ve ürkütücüdür: Küçük Prens vedalaşır, bedeni yıldızlı gecede kumlara düşer. Pilot, en yakın arkadaşını kaybetmiştir.

Burada ölüm teması, bir son olmaktan ziyade bir dönüş olarak sunulur. Hermann Hesse’nin Demianında da karakter, içindeki çocukla vedalaşarak yetişkinliğe adım atar; Exupéry’de ise Küçük Prens bedeniyle vedalaşarak özüne, sevdiğine kavuşur. Bu noktada filozofların ölüm hakkındaki düşünceleri akla geliyor: Heidegger, ölümü varlığımızın ayrılmaz bir parçası, hatta en “özgün” gerçeğimiz olarak görür. Ölüm farkındalığı, hayatımıza anlam katar çünkü zamanımızın sınırlı olduğunu bilmek, her anı değerli yapar. Küçük Prens de ölümü korkulacak bir şey gibi görmez; gülüne kavuşmak için geçmesi gereken bir kapı gibi görür. “Gövdeme gelince… onu taşımak fazla ağır olacak,” der yılana. Bu söz, bedenin faniliğini kabulleniştir. Schopenhauer ise ölümde bir tür huzur görürdü; hayatın ıstırabından kurtuluş. Fakat Küçük Prens’in ölümü bir kaçış değil, bir kavuşma amacı taşıyor. Bu bakımdan, Camus’nün intihar bahsindeki gibi bir “saçma karşısında pes ediş” olarak yorumlanamaz. Aksine, Camus’nün Sisyphos’u nasıl taşıdığı kaya ile yaşamayı ve ondan zevk almayı öğreniyorsa, Küçük Prens de dünyada öğrendiği sevgiyi yüreğine alıp gidiyor. O, ölümü seçmiyor; sevgiyi seçiyor, bunun bedeli olarak da fiziksel varlığından vazgeçiyor. Bu noktada eserde hafif bir manevî hava da sezilir: Sanki Küçük Prens bir kutsal kurban gibi, aşk uğruna kendini feda eder. Bu, Hristiyanlık’ta veya diğer mistik geleneklerde sevgi için fedakârlık yapan ermişlerin öykülerini andırır. Jung, insanın bireyleşme yolculuğunda “kahramanın ölümü ve yeniden doğuşu” motifine dikkat çeker. Küçük Prens de kendi kahramanlık öyküsünde ölerek sevgide yeniden doğar, diyebiliriz.

Pilot (yazarın kendisi) için bu vedalaşma anı, tarif edilmesi zor bir keder ve aydınlanma anıdır. En sevdiği dostunu kaybetmiştir, fakat onun gidişiyle birlikte evren bambaşka bir anlama bürünmüştür. Pilot der ki: “Gece yıldızlara baktığınızda, benim yıldızımı göreceksiniz. Herkesin yıldızı farklıdır. Kimi gezginler için yıldızlar yol göstericidir, bilginler için birer problem… Ama tüm o yıldızlar suskundur. Oysa senin yıldızların bambaşka olacak… Çünkü ben o yıldızlardan birinde yaşıyor olacağım ve o yıldızda güleceğim.Böylece sen bütün yıldızların güldüğünü sanacaksın!”Küçük Prens, pilota ve bize böylesi teselli eder. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde bile, eğer yüreğimizle bakmayı bilirsek, dünyanın her yerine saçılmış bir gülüş, bir ışık görebiliriz. Pilot şimdi gökyüzüne her baktığında, Küçük Prens’in gülüşünü duyacaktır. Keder, yerini tatlı bir hüzne bırakır; çünkü ayrılık, sevginin değersizleşmesi anlamına gelmez. Aksine, sevdiğimiz varlık fiziken yanımızda olmasa da, onun hatırası evreni anlamlı kılar. “Çölü güzel yapan, bir yerlerde bir kuyu saklıyor olmasıdır” der Küçük Prens. Yıldızları güzel yapan da sakladıkları gülüştür belki. Exupéry’nin mesajı şudur: Sevgiyle baktığımızda, görünmeyeni görürüz. Kayıp bile, sevgiyle baktığımızda bir buluşmaya dönüşür. Ölüm bile, sevginin diliyle konuştuğumuzda bizi korkutmaz.

Bu uzun yolculuğun sonunda pilot, tıpkı Hermann Hesse’nin romanlarındaki karakterler gibi, içsel bir dönüşüm geçirmiştir. Başta yalnız ve umutsuz biriyken, şimdi içinde bir dostun kahkahasını taşıyor. Küçük Prens’in felsefi derinliği de burada gizli: İnsan doğası, çocukluk saflığı ile yetişkin bilincinin harmanından oluşur. Büyümek, çocukluğu bütünüyle terk etmek demek değildir; aslında iyi bir yetişkin olmak, çocukluk masumiyetini yüreğinde taşımaya devam edebilmektir. Nietzsche’nin Zerdüşt’ünde bahsettiği üç dönüşüm (deve, aslan, çocuk) tam da bunu anlatır. En son aşama olan “çocuk”, “masumiyettir ve unutuş, yeni bir başlangıçtır; kendi kendine dönen bir çark, kutsal bir evet deyiştir yaratma oyununa”. Yani gerçek bilgelik, yeniden bir çocuk gibi “evet” diyebilmektir hayata, her şeye yeniden hayret edebilmektir. Küçük Prens işte bu yüzden bilgedir: Tekrar çocuk olabilmemiz için bize yolu gösterir. Onun gözünden bakınca çöl, bir kuyuyu saklayan gizemli bir yerdir; yıldızlar, gökteki lambalardır; tilkiler dost, yılanlar sınav olur; insanlar ise unuttukları bir sırrı hatırlamak üzere olan büyük çocuklar gibidir.

Hesse’nin tarzına benzer şekilde, Küçük Prens bize “kendini bil” der gibidir ama bunu asla yüksekten konuşarak yapmaz. Aksine, bir dostumuzla sohbet eder gibi, sıcak ve samimi bir tonda anlatır derdini. Okurken sanki çölde o gece yıldızların altında biz de pilotla beraber oturup Küçük Prens’i dinliyormuşuz hissine kapılırız. Arada bir doğrudan bize seslenir gibidir: “Siz de böyle yapmıyor musunuz?” diye sorar sanki. Evet, biz büyükler bazen sayılara o kadar dalarız ki, karşımızdaki insanın yüreğini görmeyi unuturuz. Bazen öyle alışkanlıklara hapsoluruz ki, küçük bir güneş batımının güzelliğini kaçırırız. Oysa Küçük Prens, bir gün batımını izlemek için sandalyeyi birazcık çekmenin yeterli olduğunu bilir – kendi küçük gezegeninde günde kırk dört kere gün batımını izlemişti, sırf canı sıkkın diye. Ne kadar şiirsel bir teselli, değil mi? Biz de üzgünken gökyüzünün renklerine dalıp gitsek, belki kalbimiz hafifler. Modern insanın unuttuğu bu basit sevinçleri, Exupéry şiirsel bir üslupla hatırlatıyor. Jung, modern insanın ruhunu doyuramadığını, bu yüzden anlam krizi yaşadığını söyler. Küçük Prens ise bir reçete sunar gibi: Anlam arıyorsan, çocukken sevdiğin şeylere dön, gökyüzüne bak, bir dost edin, bir çiçek yetiştir, bir hayvanı evcilleştir… Yani, bağ kur ve yüreğinle gör.

Son olarak, Küçük Prens’in gidişinden sonra pilotun (ve biz okurların) kalbinde garip bir huzursuzluk kalır. Yazar der ki: “Göğe bakın ve kendi kendinize sorun – acaba koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi? İşte o zaman her şey nasıl değişiyor göreceksiniz…” Aslında bize şunu demek istiyor: Hayata hangi gözle baktığınız, tüm evreni değiştirir. Eğer sevdiğiniz şeyi kaybettiyseniz, yıldızlar size boğucu gelebilir; ama sevdiğin şey hâlâ orada bir yerlerde yaşıyorsa, yıldızlar umut ışıklarıyla parlar. Bu belirsizlik belki de bilerek bırakılmıştır. Tıpkı kuantum fiziğindeki Schrödinger’in Kedisi gibi bir durum: Koyun, gülü yemiş de olabilir yememiş de, kesin bir bilgi yok. Önemli olan, bizim inanmayı seçmemiz. Umuda inanmak mı, karamsarlığa kapılmak mı? Küçük Prens, okuruna bu seçimi yaptırarak bitiyor. En sonunda, Exupéry bize dostça şöyle bir bakıyor ve gülümsüyor sanki: “Seçim senin dostum; istersen yıldızlar geceleri sana Küçük Prens’in kahkahasını fısıldayacak.”

İşte bu yüzden Küçük Prens klişelerden uzak, mütevazı bir bilgelikle dolu. Hermann Hesse’nin eserlerinde hissettiğimiz o havalı ama mütevazı ton burada da var: Çok derin şeyler söylüyor ama asla “ben büyük bir felsefe yapıyorum” diye böbürlenmiyor. Sadece bir çocuğun ağzından, en basit haliyle söylüyor. Belki de en derin hakikatler gerçekten bu şekilde dile getirilebilir. Sevgi, dostluk, hayatın anlamı, ölümün sırrı – bunları bir çocuk masalının içinde böyle sıcak, samimi ve sarsıcı biçimde anlatabilmek, ancak büyük bir hünerin sonucu. Exupéry’nin kendi hayatı da romanın satır aralarında gizli: Bir pilot olarak geçirdiği tehlikeler, yaşadığı hayal kırıklıkları, savaşın ortasındaki yalnızlığı… Tüm bunlar Küçük Prens’e ruh vermiş. Sanki yazar, Küçük Prens karakterinde kendi içindeki ebedî çocuğu konuşturmuş. Jung’un Puer Aeternus (Sonsuz Çocuk) dediği arketip tam da budur: Yetişkin bedeni içinde yaşayan, yaralı ama bilge bir çocuk. Bu çocuk, hayat boyu bize yaratıcı güç verir ama aynı zamanda dünyaya uyum sağlamayı da zorlaştırır. Exupéry belki de kendi Puer Aeternus’una kulak vermiş ve ortaya bu eser çıkmıştır.

Sonuçta, Küçük Prens bize şunu fısıldar: Hayat, sevgisiz ve anlamsız göründüğünde bile, bir kuyunun gizli suyunda veya bir yıldızın kahkahasında derin bir anlam saklıdır. Büyümek, yabancılaşmaya dönüşmesin; içimizdeki çocuğu unutmayalım. Çocukluk saflığımız, merakımız, hayal gücümüz hala orada bir yerlerde ve belki geceleri bir yıldız gibi göz kırpıyor. Arada bir durup gökyüzüne bakmak, bir dostla hasbihal etmek, bir çiçeğe su vermek, hayatın karmaşası içinde unuttuğumuz anlamı bize geri getirebilir. Nietzsche “Çocuk, bir ilk hareket, kutsal bir evet’tir yaşam oyununa” demişti. Biz de hayata yeniden evet diyebilmek için, içimizdeki çocuğun elini tutup kendi çölümüzde bir kuyu aramalıyız.

Küçük Prens’in veda sahnesinde pilotun duyduğu o dost kahkahası, aslında yazarın bize emanet ettiği umut ışığıdır. Bu satırları okuduktan sonra siz de gece gökyüzüne baktığınızda, artık yıldızları eskisi gibi görmeyeceksiniz. Belki herhangi bir yıldızda küçük bir prensin yaşadığına inanmasanız bile, içinizde bir yerlerde onun gülüşünü duyacaksınız. Çünkü “insan ancak yüreğiyle baktığında gerçeği görebilir” ve biz yüreğimizle baktığımız sürece, hiçbir yıldız sıradan bir gaz küresi değildir. Hepsi birer mucize, hepsi birer gülüş, hepsi birer sevgidir. Küçük Prens’in hatırası bizlere bunu öğretiyor: Çölde bir kuyunun saklı olduğunu bilenler, dünyayı bambaşka görürler. Biz de öyle yapalım; kalbimizin gözünü açalım. Ve unutmayalım, evcilleştirdiğimiz her ne varsa – bir dost, bir sevgili, bir çocuk, bir kedi, bir güL – ondan sonsuza dek sorumluyuz. Sorumluluk ise korkulacak bir yük değil; aksine anlamın ta kendisidir.

Şimdi belki kitabı kapatıyoruz, ama içimizde tatlı bir duygu kaldı. Sanki uzun bir yolculuktan dönmüş gibiyiz. Küçük Prens gezegenine döndü, gülü muhtemelen onu görünce sevincinden titredi. Tilki ormanda gözlerini kısarak uzak yıldızlara baktı, gülümseyerek “işte doğruyu öğrendi” diye geçirdi içinden. Pilot, uçağını tamir edip evine döndü ama artık eskisi gibi biri değildi; gökyüzünde bir dostu vardı. Biz okurlar da günlük hayatlarımıza devam edeceğiz elbet – işe gideceğiz, ders çalışacağız, sorumluluklarımıza koşacağız. Ancak Küçük Prens’in sesi içimizde yaşamaya devam edecek. Yetişkin dünyanın koşuşturmacasında sıkıldığımız an, belki o minik prensi omzumuzda hissedeceğiz: “Ne arıyorsun?” diyecek. Cevabımızı biz de tilkinin bilgeliğiyle vereceğiz belki: Özü arıyoruz, sevgiyi, dostluğu, çocukluğun o büyülü anlamını arıyoruz. Ve sonra kendi kendimize hatırlatacağız: “Sadece çocuklar ne aradığını bilir”. Demek ki aradığımız şeyin cevabı, içimizdeki çocuğun çoktan bildiği bir şey.

Küçük Prens’in felsefi derinliği burada bitmiyor, belki yeni başlıyor. Her okuduğumuzda farklı bir yönünü keşfedeceğimiz bir hazine bu kitap. Nietzsche, Schopenhauer, Jung, Heidegger, Camus… Hepsinin fikirlerine bir parça dokunup geçen bir ısrarla, ama hiçbirine takılı kalmadan kendi masalsı dilinde konuşuyor. Hesse’nin Siddharthasındaki gibi bir aydınlanma hikâyesi de diyebiliriz buna: Kendi gezegeninden çıkıp dünyayı dolaşan bir ruh, en sonunda kendine ve sevgiye dair büyük bir hakikati anlayarak yuvasına dönüyor. Bu yolculuğu okuyan bizler de entelektüel bir kibirle değil, dostça bir sohbetin verdiği mutlulukla doluyoruz. Okudukça kendi çocukluğumuz canlanıyor gözümüzde, saf duygularımız, ilk dostluklarımız, ilk kayıplarımız… Ve belki kitabı kapattığımızda hafif bir gülümsemeyle göğe bakıyoruz: Belki bir yıldız göz kırptı bize. Belki de sadece gözümüze bir toz kaçtı, kim bilir. Ama içimizden bir ses, tıpkı Küçük Prens gibi, dostane bir tonda konuşuyor: “Dünya güzel, insanlar tuhaf, ama hayat sevince ve bağ kurunca anlamlı… Hadi şimdi sen de kendi gülünün yanına git ve onu sev.”

Unutma sevgili okur, “Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun.” Gülüne karşı, dostuna karşı, aşkına karşı, hatta kendi ruhuna karşı… Sorumluluk, sevginin diğer adıdır. Ve sevgi, çölde bile olsak bir kuyumuz olduğunu bilmemizi sağlar. Çölün ortasında bir çocuk, bize bunları öğretebildiyse, demek ki hâlâ ümit var. Yeter ki biz de yıldızlara bakıp Küçük Prens’in kahkahasını kalbimizle duyalım. Gerçekten dinlerseniz, emin olun siz de duyacaksınız. Çünkü “öz olan gözle görülmez, onu ancak yürek görebilir” – ve sizin yüreğiniz bunu hep biliyordu…

Yazı kategorisi: Genel

Hiç

Hiçliğe Dair Küçük Bir Deneme (ya da Sonsuz Boşluğun Kıyısında Durmak)

Merhaba.
Nasılsın? Umarım her şey yolundadır. Yolunda değilse bile… en azından düşündüğünü, hissettiğini ve nefes alıp verdiğini unutma. Çünkü bu bile bir ayrıcalık.
Bugün biraz tuhaf bir konudan bahsedeceğim sana. Hani öyle bir kavram ki… ne tam anlamıyla var, ne de yok diyebiliyorsun. Bir şey gibi duruyor ama aslında hiçbir şey.
Evet, “hiçlik”ten bahsediyorum.

Şöyle bir durup düşün lütfen:
Hiçlik dendiğinde aklına ne geliyor? Simsiyah bir boşluk mu? Sonsuz bir sessizlik? Belki yıldızsız bir gökyüzü? Ama işte o düşündüğün şeyler bile bir şey. Siyah dediğin bir renktir mesela. Boşluk dediğin şey, bir mekâna ihtiyaç duyar. Yani tam anlamıyla hiçlik… biz ona dokunduğumuz anda bir şeye dönüşüyor. Zihin öyle bir şey ki, yokluğu bile varmış gibi hayal etmek istiyor. Ama bu, o yokluğun hala bir *şey* olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Beynimiz bağlamla çalışıyor. İsim koymadan, anlam yüklemeden rahat edemiyor. Ama hiçlik… bağlamsız. Dilsiz. Biçimsiz. Ve bu yüzden rahatsız edici.

Bunu anlamak için belki şöyle düşünmek gerek:
Evrenin başlangıcı, yani büyük patlamadan *önce* ne vardı?
Ama dur, burada bile bir hata var. “Önce” diyorsak, zaman kavramını kullanıyoruz. Oysa zaman, büyük patlamayla birlikte başladıysa, “önce” dediğimiz şey bile mantıksızlaşıyor. İşte tam burada hiçlik sahneye çıkıyor.
Ama bilim bile bu noktada susuyor. Çünkü fizik, zamanın ve mekânın olmadığı bir yerde işlemiyor. Formüller çözümsüzleşiyor.

İşte burası.
Karanlık. Sessiz. Sınırsız.
Ya da belki hiçbir şeyin olmadığı bir *hiçyer*…

Ama yine de konuşmaya devam edelim.
Çünkü insan konuşmadan duramaz.
Ve bu hiçlik meselesi, sadece kozmolojide değil, gündelik hayatta da karşımıza çıkıyor. Mesela ölüm…
Bir insan öldüğünde, ona dair her şeyin yok olduğunu düşünürüz. Sanki o kişi hiç olmamış gibi. Ama bu da tam bir hiçlik değil aslında. Bedeni toprağa karışır, atomları başka şeylere dönüşür, anıları bazılarının zihninde yaşamaya devam eder.

Ya bilinç?
Bilincin nereye gittiğini bilmiyoruz. Belki hiçbir yere gitmiyor. Belki de tümden sona eriyor. O zaman gerçek hiçliğe yaklaşmış oluyor muyuz?
Kim bilir.

Bak, burada İbn Arabi’nin bir sözü geliyor aklıma:
“Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun?”
Bu cümledeki derinlik öyle sade ki… Yani gerçekten var olduğumuzu ne kadar iddia edebiliriz ki yokluktan bu kadar korkarken?
Bir gün var olmayı bırakacağız, evet. Ama belki de bu yokluk dediğimiz şey, başka bir biçimin kapısıdır. Belki dönüşümdür. Belki bir devamsızlıktır, belki de sonsuzluk. Ya da sadece… hiçbir şeydir.

Hiçlik üzerine düşünmenin başka yolları da var.
Bir ressam düşün. Boş bir tuvale bakıyor. Henüz hiçbir şey yok. Ama o boşluk, potansiyel barındırıyor.
Tıpkı bir kadının karnında büyüyen bir bebeğin, henüz var olmadan önceki hali gibi.
Hiçlik bazen doğumdur.
Bazen de ölüm.
Bazen bir cümleye başlamadan önceki sessizlik.
Bazen susmanın tam ortası.

Ve burada sormamız gereken başka bir soru daha var:
Hiçlik var mıdır?
Kuantum fiziği, “boşluk” olarak düşündüğümüz yerlerin bile aslında enerjiyle dolu olduğunu söylüyor. Yani evet, görünüşte boş ama aslında hareket var. O zaman tam anlamıyla hiçlik diye bir şey bile yok belki.
Bu da başlı başına bir ironi değil mi?
Hiçliğin bile var olmaya direndiği bir evrende, biz neden bu kadar var olmanın derdindeyiz?

Ve işte burada, felsefenin ağır toplarından Parmenides giriyor devreye.
“Hiçlik yoktur,” diyor. “Çünkü olmayan bir şeyi düşünmek, onu düşünür hale getirmektir.”
Açıkçası haklı olabilir.
Belki de hiçlik, sadece varlığa anlam katmak için icat ettiğimiz bir yanılsamadır.

Ama vazgeçmeye niyetim yok.
Çünkü bazen cevaplardan daha kıymetli olan şey soruların kendisidir.
Hiçlik üzerine düşünmek, bize bu evrende ne kadar kısıtlı, ne kadar geçici ve bir o kadar da kıymetli olduğumuzu hatırlatıyor.
Çünkü eğer gerçekten hiçlik varsa, ve biz o hiçliğin ortasında var olmayı başardıysak…
Bu başlı başına bir mucize değil midir?

Belki de en büyük anlam, hiçbir anlamda gizlidir.

Yazı kategorisi: güncel olaylar üzerine kişisel

Empatisizlik ve Vicdansızlık

Bir Sessizlik Çemberi: Ötekileştirmenin Anatomisi

Selamlar.

Gündemin gürültüsü, bazen en yakıcı şeylerin bile kulağa uğramadan geçip gitmesine neden oluyor. O yüzden bu yazı, biraz sessizliğe karşı bir ses gibi okunabilir. Belki bir not defterine karalanmış, sonra da rüzgârın eline bırakılmış cümleler gibi… Tam olarak nereye varacağı belli değil. Ama bir yerlerde, bir şeylerin yanlış gittiğini söylemek gerekiyor. Çünkü bazı görüntüler var ki artık arka fonda kalamayacak kadar çıplak.

Gazze açıklarında ilerleyen bir gemi. Ablukayı delmeye çalışan insanlar. 250 deniz mili. Sanki sadece mesafe. Ama o mesafenin içinde kıta kadar ayrımcılık, tarih kadar eski bir öfke ve şimdiki zaman kadar taze bir suskunluk var. Mavi Marmara zamanından kalan o burukluk henüz küllenmemişken, bu defa başka bir gemi geçiyor gözlerin önünden. Bu defa daha yalnız, daha az konuşuluyor, daha çok çarpıtılıyor.

Ve ekranda beliriyor tanıdık bir tablo: entelektüellik kisvesiyle halklara etiket yapıştıranlar. “Zaten satmışlardı.” “Dedeleri haindi.” Güler yüzle soykırımı normalize eden cümleler. Ciddiymiş gibi yapan bir yüz ifadesiyle, ölümün soğukluğunu sofra muhabbetine çeviren o korkunç rahatlık. İşte ötekileştirme tam olarak böyle başlıyor: önce kişisel bağ koparılıyor. Empati kanalları kurutuluyor. Sonra bir halk düşmanlaştırılıyor, nesneleştiriliyor, “anlaşılmaz” kılınıyor. Geriye yalnızca yargı kalıyor. Merhamet artık sadece tanıdıklara ait bir refleks.

Ama mesele yalnızca ahlak değil. Tarih de tekrar ediyor. 1940’larda bir Nazi subayının günlüğünden dökülen itirafla birebir örtüşüyor bazı cümleler: *“Çocukları da öldürdük, çünkü büyüyüp bizden intikam alabilirlerdi.”* Mantık zinciri hep aynı: önce tehdidi üret, sonra tehdide karşı “korunmak” adına her şeyi meşrulaştır. Bunu yaparken kitleleri ikna etmek için her tür bahane hazır: “Ama onlar topraklarını sattı”, “Ama onlar terörist”, “Ama onlar zaten bize düşman…”

Aynı anlatı akademik dünyaya da sızıyor. Kolonyal mimariden bahseden bir seminer protesto ediliyor. Neden mi? Çünkü içinde “Filistin” geçiyor. Avrupa’daki bazı üniversiteler hâlâ bu kelimeyi kullanmaya çekiniyor. “People from the region” deyip geçiştiriyorlar. Binlerce insan ölürken, yüz binlercesi göç ederken, ses çıkarmayan o steril zihinler, iki öğrencinin bir konuşmacıyı yuhalamasını “antisemitizm krizi” olarak sunabiliyor. Ölüm karşısında bu kadar rahat olan bir konfor diliyle karşı karşıyayız.

Bir yandan da propaganda yeniden biçimleniyor. “Pinkwashing” denen şey mesela: yani LGBT haklarını kalkan yaparak savaşları aklama çabası. “Bakın biz eşcinselleri koruyoruz, onlar ise yakıyor.” Peki o bombalanan mahallelerde eşcinsel insanlar yok mu? Bu soruyu sormak bile fazla geliyor. Çünkü mesele zaten hak değil, vitrin. İnsan haklarını en çok ihlal edenlerin, en çok insan hakkı savunuculuğu yapması kadar garip bir çağdayız.

Ve rıza inşası tam da böyle ilerliyor. Evine gelen bir mektupta “Geyleri öldüren bir ülke özgürlük savaşçısı olamaz” yazıyor. Oysa gerçek çok daha acı: çocuklar ölüyor. Sırf ait oldukları yer, inandıkları kimlik, doğdukları coğrafya farklı diye. Ama bu ölümler tartışmanın kenarında. Çünkü esas dert, gündelik vicdanın kaşınması. “Ama onlar da şöyleydi…” ile başlayan her cümle, biraz daha örtüyor olan biteni.

Norman Finkelstein ne diyordu? “Umut etmeyi bıraktım. Çünkü insanlar savaşlara ölümlere alıştı.”


Görüşmek üzere.
Karanlıkta hâlâ görülebilecek ışıklar varsa, o ışıklar yüz çevirmeyenlerin gözlerinde birikir.

Yazı kategorisi: Genel, yazarken zorlandığım ama keyif veren

Toplum Sözleşmesi

Giriş: Zincirlerimiz ve Özgürlüğümüz

Jean-Jacques Rousseau’nun meşhur sözüyle başlayalım: İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.”. Bu söz, beni ilk okuduğumda derinden sarsmıştı. Düşünsenize, dünyaya hiçbir bağ olmadan gelen insan, medeniyet dediğimiz yapı içinde adım adım kendi elleriyle zincirlerini yaratıyor. Peki bu zincirler neler? Günlük hayatımızda farkında bile olmadan uyduğumuz kurallar, toplumsal beklentiler, devlet otoritesi… Hepsi birer bağ gibi. Rousseau bu zincirlerin varlığını yadsımıyor; aksine, bunların nasıl meşru hale getirilebileceğinin peşine düşüyor. Sanki okurla sohbet edermişçesine soruyor: “Bu ‘zincirlenmiş’ halimizi nasıl haklı çıkarabiliriz?”

Ben de bu yazıda tam olarak bunu yapmaya çalışacağım: Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” (orijinal adıyla Du Contrat Social) eserini merkeze alarak, özgürlük ile otorite arasındaki ince dengeyi birlikte keşfe çıkacağız. Arada kendi fikirlerimi, duygularımı, kafamdaki soruları da dürüstçe paylaşacağım. Hatta bazen küçük hayali hikâyeler veya diyaloglarla konuyu renklendireceğim ki  bu yolculuk sıkıcı bir ders anlatımı gibi değil, keyifli bir sohbet gibi gelir umarım, ki bunun için çok çaba sarfettim. (Bunları anlatmayı sevmiyorum ama emek verdiğim anlaşılsın diye söylemek istiyorum. Bu yazıyı 4 aylık bir emek sonucu yazdım. Yazıdaki meseleler dikkatinizi çekiyorsa lütfen düşünerek okuyun)

Unutmadan: Bu sohbetin satır aralarında hafif bir liberal bakış açısı sezebilirsiniz. Yani birey özgürlüğünün, demokratik değerlerin önemine vurgu yapan bir ton olacak. Ama bunu öyle parmak sallayarak ideoloji dersi verir gibi değil, doğal akışında, satır aralarında hissettirmeye çalışacağım. Sonuçta amaç birilerini bir düşünceye ikna etmek değil, Rousseau’nun fikirleriyle günümüz dünyası arasında köprü kurmak ve bu süreçte kendi aklımızda özgürce dolaşmak.

O halde, hazırsanız Rousseau’ya, 18. yüzyıla ve oradan bugüne uzanan bu Toplum Sözleşmesi sohbetine başlayalım.

Rousseau ve Toplum Sözleşmesi Nedir?

Önce biraz arka plan: Jean-Jacques Rousseau kimdi ve Toplum Sözleşmesi neden bu kadar önemli? 18. yüzyıl Aydınlanma döneminin aykırı seslerinden biri olan Rousseau, 1762’de yayımladığı Toplum Sözleşmesi ile dönemin egemen siyaset anlayışını kökünden sarsmıştı. Kitap daha girişinde, az önce alıntıladığımız o ünlü cümleyle okuru yakalar. Devamında da der ki: *“Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir.”*. Yani bazısı başkalarına efendi olduğunu sanıyor; ancak bu durum aslında onu, efendilik tasladığı kişilerden bile daha büyük bir köle yapıyor. Ne demek şimdi bu? Kulağa çelişkili geliyor, değil mi?

Rousseau, bu çarpıcı cümlelerle yanıltıcı özgürlük duygumuzu hedef alıyor. Diyor ki: İnsanlar kendilerini özgür zanneder, ama gerçekte başkalarının iradesine boyun eğerek yaşıyor olabilirler. Mesela, Rousseau İngiliz halkını örnek verir: İngilizlerin kendilerini özgür sandığını fakat gerçekte yalnızca parlamento üyelerini seçerken özgür olup seçim biter bitmez yeniden köle durumuna düştüklerini söyler. Yani seçim zamanı hariç halkın kendi kaderinde söz hakkı yok, sadece yönetenlerin iradesine tabi. Bu oldukça sert bir eleştiri ve aslında Rousseau’nun demokrasiye bakışının da özeti: Gerçek özgürlük temsili değil, doğrudan olmalı. Birazdan bu konuya derinlemesine gireceğiz.

Peki Toplum Sözleşmesi nedir, ne anlama gelir? En basit haliyle, toplum sözleşmesi bireylerin bir arada yaşayabilmek için yaptıkları hayali (varsayımsal) bir anlaşmadır. Rousseau ve diğer bazı filozoflar der ki: İnsanlar doğal halde tam bir özgürlüğe sahiptir, ama bu doğal özgürlüğün de bedelleri vardır (güvensizlik, kaos vs.). Düzen ve güvenlik uğruna insanlar bazı özgürlüklerinden feragat edip bir kolektif otoriteye, yani devlete tabi olmayı kabul ederler. İşte bu kabul, bu karşılıklı anlaşma toplumun temelini oluşturur.

Rousseau bu fikri ortaya atan ilk kişi değil elbette. Ondan önce Thomas Hobbes ve John Locke gibi isimler farklı toplum sözleşmesi teorileri ortaya koymuştu. Hobbes, meşhur eseri Leviathan’da, doğal halde hayatın “yalnız, fakir, kötü, vahşi ve kısa” olduğunu söyleyip mutlak bir otorite (Leviathan) olmadıkça kaosun kaçınılmaz olduğunu savunmuştu. Locke ise daha iyimser bir tablo çizerek, devletin aslında bireylerin doğal haklarını (yaşam, özgürlük, mülkiyet) korumak için var olduğunu, bu hakları güvence altına alması gerektiğini vurgulamıştı.

Gelelim Rousseau’ya: Onun yorumunun diğerlerinden farkı, belki de en “radikal ve devrimci” olanı olmasıdır. Rousseau, toplum sözleşmesine çok farklı bir açıdan yaklaştı. Ona göre egemenlik (yani iktidarın nihai kaynağı) ne krallarda ne soylularda ne de Tanrı’nın lütfunda olabilirdi; egemenlik yalnız ve ancak halkın ortak iradesinde olmalıydı. Rousseau’nun toplumsal düzeninde halk, kendi üzerinde söz sahibi olan tek meşru güçtür. Kulağa bugün biraz aşina gelse de (malum, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” gibi ifadeler modern ulus devletlerin temelinde var), 18. yüzyıl için bu fikir oldukça devrimciydi. Hatta tehlikeli bulunduğu için eser Fransa ve Cenevre’de yasaklandı; Rousseau bir dönem kaçmak zorunda bile kaldı. Düşünsenize, kralların Tanrı’dan aldığı varsayılan yönetme hakkına meydan okuyorsunuz ve diyorsunuz ki “Yönetme hakkı yalnızca insanların birlikte kararlaştırdığı bir iradeden doğar.” O dönemin otoriteleri için bu kabul edilebilir bir şey değildi.

Toplum Sözleşmesi, “insanları oldukları gibi, yasaları olabilecekleri gibi” ele alıp, acaba adil ve güvenilir bir toplum düzeni kurulabilir mi sorusunun cevabını arar. Rousseau bunu ararken, kendi döneminde gördüğü toplumsal eşitsizliklere ve adaletsizliklere kafa yoruyordu. Özellikle bir önceki eserinde (İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev adlı ikinci söylevinde) ortaya koyduğu gibi, medeniyetin ve özel mülkiyetin getirdiği eşitsizlikler onu rahatsız ediyordu. Ona göre insanlar doğada eşit ve özgür başlamış ama sonra mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte rekabet, hırs, kıskançlık girmiş; birileri zenginleşip güçlenirken çoğunluk yoksullaşıp ezilmişti. Hatta bu süreci şöyle tarif eder: *“Tüm kötülükler son tahlilde doğamızdan değil, kötü biçimde yönetilmemizden kaynaklanmaktadır.”* Yani sorun insan doğasında değil, kurduğumuz çarpık toplumsal düzendedir.

İşte Toplum Sözleşmesi eserinde Rousseau, bu çarpık düzene alternatif olabilecek, insanları yeniden özgür ama bu sefer bir arada yaşar halde tutabilecek bir toplumsal formül önermeye girişiyor. Özetle sorduğu soru şu: Bireyin özgürlüğünü feda etmeden, toplumda düzen ve işbirliği sağlanabilir mi? Eğer sağlanabilirse, bunun ilkeleri ne olmalıdır?

Şimdi, gelin adım adım Rousseau’nun önerdiği çözümü, yani o ideal toplum sözleşmesini inceleyelim. Bunu yaparken araya kendi yorumlarımı da katacağım; çünkü bazı fikirleri günümüz bakış açısıyla çok anlamlı gelirken, bazıları gerçekten tartışmalı.

Doğal Durumdan Toplumsal Düzeneye: Özgürlüğün Takası

Rousseau’nun teorisini anlamak için önce doğal durum (état de nature) fikrini kavramak lazım. “Doğal durumda insan” derken Rousseau, herhangi bir hükümet, kanun, toplum baskısı olmadan, tek başına (ya da küçük aile grupları halinde) yaşayan insanları kastediyor. Bu, elbette hayali bir durum; tarihsel olarak tam olarak böyle bir dönem yaşanıp yaşanmadığı tartışılır. Ama zihinsel bir deney olarak düşünelim: Tek başınıza, ormanda yaşayan, tamamen özgür bir insan hayal edin.

Şimdi küçük bir hikâye ile bu durumu canlandıralım:

Ormanda yapayalnız olduğunuzu düşünün. Sabah gözünüzü açıyorsunuz, karnınız acıkmış. Canınız ne isterse onu yapabilirsiniz – belki bir meyve ağacı bulup karnınızı doyuracak veya dereden su içeceksiniz. Üzerinizde ne bir kural var ne de karışacak biri. Tam bir özgürlük! Akşama doğru yağmur bastırıyor, ıslanıyorsunuz ama sığınacak bir mağara buluyorsunuz. Ertesi gün canınız sıkılıyor, belki başka insanları merak ediyorsunuz ama kilometrelerce ötede kimse yok. Tehlikeler de var tabii; gece ateş yaktınız ama uzaktan bir kurt uluması duyunca tedirgin oldunuz.*

Bu hikâyede betimlenen, sınırsız ama tekil özgürlük. Rousseau’ya göre doğal durumda insan nispeten barışçıldır, ihtiyaçları az ve basittir, kimseyle pek çatışmaya girmez. “Aslında insan doğası iyidir, toplum onu bozmuştur” düşüncesi Rousseau’nun kalbinde yatar. Nitekim 1749’da katıldığı bir yarışmada ödül kazanan ilk söylevinde de bilim ve sanatların ilerleyişinin ahlakı bozduğunu savunarak “medeniyet eleştirisi” yapmıştır. Yani baştan beri derdi şu: İnsanların doğada sahip olduğu masumiyeti ve özgürlüğü, toplum içinde nasıl koruyabiliriz?

Doğal durumda “vahşi özgürlük” (Rousseau buna ilkel özgürlük de diyebiliriz) vardır: Kişi tamamen istediğini yapma hakkına sahiptir, hiçbir otorite yoktur. Ancak gelgelelim bu özgürlüğün bir de karanlık yüzü vardır. Diyelim ormanda tek değilsiniz; etrafta başka insanlar da dolanmaya başladı. Kaynaklar sınırlı olabilir – mesela meyve ağacı az, su sınırlı, av hayvanı sınırlı. Herkes her şeye hak sahibi olunca, güçlü olan istediğini alır, zayıf olanın payına belki hiçbir şey düşmez. “Doğal özgürlük” sınırsız gibi görünse de, güçlü olanın borusunun öttüğü bir belirsizlik hali yaratır. Rousseau bunu farkındaydı; o da Hobbes gibi doğal durumda tam bir barış tablosu çizmez (Hobbes kadar korkunç bir savaş hali görmese de). İnsanlar çoğalıp etkileşime girdikçe, işbirliği ve çatışma kaçınılmaz hale gelir. Özel mülkiyet ortaya çıktığında ise işler iyice sarpa sarar: İlk tarlayı çevirip “Burası benim!” diyen kişi toplumun başlangıcını ve belki de ilk haksızlığı ilan etmiştir der Rousseau, mealen.

İşte bu noktada insanlar, sürekli çatışma ve güvensizlikten bıkıp bir anlaşmaya varmıyor mu? Toplum sözleşmesinin devreye girdiği an tam burası. Rousseau’nun kurgusunda, insanlar sonunda güvenlik için bir araya gelip şöyle bir mutabakat yapıyorlar: “Tamam, sürekli kavga etmek yerine, gelin hepimiz gücümüzü ortak bir otoriteye devredelim. Hepimizi koruyacak yasalar olsun. Her birimiz bu düzen için bazı doğal haklarımızdan vazgeçelim.” Böylece devlet dediğimiz olgu kuruluyor. Bu anlaşma, herkesin herkese karşı yaptığı bir sözleşme aslında. Rousseau’nun ifadesiyle, “Her birimiz bütün hak ve yetkimizi topluma devrediyoruz, karşılığında bütünün eşit bir parçası oluyoruz.” (Bunu kendisi şöyle formüle eder: *“Her birimiz bütün varlığımızı ve gücümüzü genel iradenin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz.”*).

Tabii aklınıza şu gelebilir: Doğal halde özgür olan insan niye durup dururken “Haydi kendimi bir otoritenin altına sokayım” desin? Neden gidip kendi elleriyle boynuna tasma taksın? Rousseau der ki, aslında burada bir takas söz konusudur. İnsan doğal özgürlüğünün bir kısmını (her istediğini yapma hakkını) devlete devreder, karşılığında güvenlik, düzen ve medeni haklar kazanır. Mesela artık can ve mal güvenliği yasalarca korunacaktır. Kendi başınayken biri gelip elinizdekini zorla alabilir ama hukuk düzeninde mülkiyet hakkınız korunur (en azından teoride). Doğal halde belki güçlü olan zayıfı eziyordu; şimdi herkesin yasalar önünde eşit olduğu bir sistem hedeflenir (Rousseau özellikle hukukî eşitliği vurgular, en zayıfın bile haklarının korunmasını ister). Yani “vahşi özgürlükten ahlâki yurttaşlığa doğru bir evrim” gerçekleşir diyebiliriz.

Rousseau bu yeni düzene geçişi özgürlüğün yeniden inşası olarak görür. Çünkü amaç, özgürlüğü tamamen terk etmek değil, onu yeni biçimde geri kazanmaktır. Hatta eser boyunca ısrarla vurguladığı şey şu: Doğru formüle edilmiş bir toplumsal sözleşme, insanın doğal özgürlüğünü daha farklı ama daha güvenli bir özgürlükle takas eder, neticede kişi eskisinden daha az özgür olmayacaktır.

Biraz karmaşık mı geldi? Kafamızda netleştirmek için günlük hayattan bir benzetme yapalım: Diyelim ki siz ıssız bir adada tek başınasınız; istediğiniz yere gidersiniz, kural yok, tam özgürsünüz. Sonra adaya 100 kişi daha geldi ve bir toplum kurdunuz. İşte orada kurallar belirmeye başlar: “Herkes günde şu kadar balık tutabilir, kimse birbirini öldürmesin, herkes ortak depoya yemek versin sonra paylaşılsın” gibi. Bu kurallara uymak demek, artık canınızın istediği her şeyi yapamamak demek. Balık tutmada mesela sınırlama var, belki canınız 10 balık tutmak istiyor ama kural 5 diyor. Bu bir özgürlük kısıtlaması gibi. Ama aynı zamanda artık aç kalma riskiniz azalır, biri gelip balıklarını çalarsa ceza yiyeceğini bilirsiniz vs. Yani güvenlik ve adalet kazanıyorsunuz. İşte toplum sözleşmesi tam böyle bir şey: Bazı özgürlükleri ver, karşılığında düzen ve haklar al.

Rousseau’nun deyişiyle, doğa durumunda kişinin sınırsız bir “her şey hakkı” vardır, ama bu hakkın pratikte bir değeri yoktur çünkü herkes için geçerlidir ve güçlü olan dışında kimse tam faydalanamaz. Oysa toplumsal düzende, herkes için geçerli, güvence altına alınmış belirli özgürlük alanları olacaktır. Böylece doğal özgürlük yerini medeni (sivil) özgürlüğe bırakır. Rousseau, iyi bir toplum sözleşmesinde sivil özgürlüğün doğal özgürlükten daha az değerli olmadığını, hatta kişinin aklını ve ahlakını kullanmaya başlamasıyla daha yüce bir özgürlük kazandığını iddia eder. Bu noktada “ahlaki özgürlük” kavramını ortaya atar: Kişi sadece içgüdülerinin esiri olmaktan çıkıp kendi kendine koyduğu yasaya uyarak ahlaki bir varlık haline gelir.

Burada bir mola verelim ve kendi perspektifimden yorumlayayım: Bana sorarsanız, Rousseau’nun bu “doğal halden toplum haline geçiş” analizi hem çok gerçekçi, hem de biraz naif. Gerçekçi tarafı şu: Özgürlük ve güvenlik bir denge meselesidir. Bunu günlük hayatımızda da hissediyoruz. Örneğin araç kullanırken istediğimiz hızda gitme “özgürlüğümüzü” trafik kuralları uğruna kısıtlarız, ama bu sayede can güvenliğimiz artar. Pandemi döneminde özgürce dışarı çıkma hakkımızı kısıtladık (sokağa çıkma yasakları, maske takma zorunluluğu vs.) ama karşılığında toplum sağlığını korumaya çalıştık. Bunlar bir nevi toplumsal sözleşmenin yansımaları. Yani ben kendi adıma, Rousseau’nun temel tespitine katılıyorum: Tamamen kısıtsız bir özgürlük, bir arada yaşam için sürdürülemez. Bir miktar feragat kaçınılmaz.

Naif tarafına gelince: Rousseau, insanların ortak bir çıkar için bir araya gelip “hepimiz eşitiz, hadi düzen kuralım” demesini biraz idealize ediyor sanki. Tarihte toplumlar genelde böyle sözleşmeyle değil, güç ilişkileriyle kurulmuş. Zenginlerin fakirleri kandırmasıyla, fetihlerle, savaşlarla vs. Rousseau bunun farkında aslında – Eşitsizliğin Kaynağı eserinde mülkiyet sahibi zenginlerin, yoksullara “gelin bir sözleşme yapalım, hepimizi koruyacak bir düzen olsun” diyerek onları ikna ettiğini ama aslında kendi düzenlerini dayattığını anlatır. Yani sahte bir toplum sözleşmesi kurulmuş, devlet zengini koruyan bir araç haline gelmiştir. Rousseau’ya göre bu mevcut toplumların çoğunun durumudur: Sözde hepimizin iyiliği için var olan devlet, gerçekte güçlülerin çıkarını kolluyor olabilir. (Tanıdık geldi mi? Bugün de benzer tartışmalar yok mu? “Devlet büyük şirketlere hizmet ediyor, halkın geneline değil” diyenler mesela tam da bu mevzuyu dillendiriyor.)

Rousseau işte Toplum Sözleşmesi kitabında bu hileli düzenin alternatifi olarak, gerçek ve meşru bir sözleşme modeli ortaya koymak istiyor. Öyle bir toplumsal düzen kuralım ki, ne zengin fakiri ezsin, ne birey tamamen güvensiz olsun, ne de yönetim halktan kopuk bir tiranlığa dönüşsün. Bunun anahtarının da genel irade dediği kavramda yattığını söylüyor. Şimdi en kritik kısma geldik: Genel İrade (Volonté Générale).

Genel İrade ve Egemenlik: Halkın Ortak Ruhu

Rousseau’nun belki de en orijinal katkısı Genel İrade kavramıdır. Fransızcası volonté générale, Türkçesi genel veya ortak irade diyebiliriz. Bu kavram öyle önemli ki, Rousseau’nun siyaset felsefesinin merkezi desek abartmış olmayız. Peki nedir bu genel irade?

En yalın biçimde: Genel irade, toplumun ortak çıkarını hedefleyen kolektif iradedir. Yani bir toplumdaki tüm bireylerin, bir arada yaşama amacıyla düşündüklerinde ortaya çıkan ortak akıl diyebiliriz. Rousseau’yu dinleyelim: Egemenlik dediğimiz şey halkın ortak iradesinden başka bir şey olamaz. Yasalar, bu ortak iradenin ifadesi olmalıdır.

Bir örnek üzerinden düşünelim: 100 kişilik bir topluluk olsun. Bu topluluğun ortak derdi, mesela sel baskınlarından korunmak olsun. Her bir kişi bireysel olarak belki farklı şeyler istiyor: Kimi balık peşinde, kimi av peşinde, kimi sadece kendi kulübesini sağlam yapmak derdinde. Ama genel çıkar hepsinin birlikte bir set yapmasını, su kanalı inşa etmesini gerektiriyor diyelim. İşte bireylerin tek tek iradeleri (kendi özel istekleri) bir yana, bir de herkesin ortak iyiliği için “biz ne yapmalıyız?” sorusuna verdikleri cevap var. İşte o cevap genel iradedir.

Rousseau, genel iradeyi “halkın müşterek menfaati” olarak tanımlar. Her vatandaş, toplumun bir üyesi olarak, kendi özel arzularını bir kenara koyup ortak iyiyi düşünürse, ortaya çıkacak irade budur. Tabii insanlar her zaman böyle düşünür mü? Orası muamma, ona sonra geleceğiz. Ama ideal olarak, iyi yasalar yapabilen bir toplum, kendi genel iradesini bulabilmiş bir toplumdur.

Genel irade kavramını daha iyi anlamak için Rousseau’nun yaptığı bir ayrımı belirtelim: Genel İrade vs. Tümün İradesi (Will of All). Tümün iradesi, basitçe toplumdaki bireylerin bireysel isteklerinin toplamıdır. Örneğin 100 kişinin 100’ü de kendi çıkarına düşkün olsa ve oy kullansa, ortaya çoğunluğun tercihi çıkar – ama bu genel irade olmayabilir. Genel irade ise, herkesin ortak yararına yönelik olanın ne olduğudur. Bazen bu ikisi çakışır, bazen çakışmaz. Rousseau der ki, genel irade her zaman halkın ortak iyiliğine yöneliktir, ama tümün iradesi egoist arzuların toplamı olduğu için ondan sapabilir. Bu yüzden toplumda eğitim ve erdem önemlidir: İnsanlar yurttaş kimlikleriyle düşünmeyi öğrenmelidir ki genel irade doğru tecelli etsin.

Biraz soyut oldu, somutlaştıralım: Diyelim bir şehirde 100 bin vatandaş var. Bir park alanı var ve oraya park mı yapılsın yoksa alışveriş merkezi mi, oylanacak olsun. Çoğunluk belki kısa vadede “AVM yapılar, ekonomiye katkı olur, ben de gezer alışveriş yaparım” diye düşünebilir, oylamada %60 AVM çıksın. Ama genel irade belki de o şehrin uzun vadeli ortak iyiliği için yeşil alanın korunması yönündedir (daha temiz hava, sosyal alan vs.). Eğer insanlar sırf kendi anlık çıkarları değil de ortak iyiyi düşünerek oy verseydi belki park yönünde karar çıkacaktı. İşte Rousseau’ya göre genel irade “yanılamaz” – eğer doğru ortaya konabilirse, daima ortak iyiye yönelir. Fakat pratikte çoğunluk kararı bazen ortak iyiye aykırı olabilir, o zaman aslında o çoğunluk kararı genel iradeyi yansıtmamıştır der.

Burada ilginç ve tartışmalı sulara giriyoruz: Kim karar verecek neyin gerçekten ortak iyi olduğuna? Rousseau, genel iradenin belirlenmesi için doğrudan demokrasiye inanır (bir sonraki bölümde ayrıntılı tartışacağız). Ancak genel irade kavramı öyle mistik hale gelebilir ki, birileri kalkıp “Siz bilmiyorsunuz ama ben sizin gerçek ortak çıkarınızı temsil ediyorum” diyerek kendi iradesini dayatabilir. Tarihte maalesef bu oldu da. Mesela Robespierre gibi Fransız Devrimi önderleri, Rousseau’nun genel irade söylemine yaslanıp “Halkın gerçek çıkarı devrimde ve erdemde, o halde bu çıkarı engelleyenleri zorla engellemeliyiz” diye teröre başvurdular. Rousseau bunu görse onaylar mıydı, emin değilim; büyük ihtimalle dehşete kapılırdı. Fakat fikirlerinin böyle yorumlara açık olması onun felsefesindeki bir belirsizlikten kaynaklanıyor.

Biraz daha sistematik gidelim: Rousseau’ya göre Toplum Sözleşmesinin temel özellikleri kısaca şöyle sıralanabilir:

  • Genel irade esastır: Egemenlik (iktidarın kaynağı) bölünmez bir biçimde halkın ortak iradesine dayanır. Hiçbir kral, meclis veya küçük grup bu egemenliği halktan çalamaz.
  • Doğrudan demokrasi ideali: Halk kendi kendini bizzat yönetmelidir. Temsilcilere devredilen egemenlik, aslında egemenlikten feragat anlamına gelir. Bu nedenle Rousseau, halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılmasını savunur.
  • Özgürlüğün yeniden kazanımı: Bireyler, kendi koydukları yasalara itaat ederek özgür kalırlar. Yasa yapımına katılan bir insan, o yasaya uyduğunda aslında kendi iradesine uymuş olur, bu da gerçek özgürlüktür.
  • Doğal halden toplumsal hale geçiş: İnsan “vahşi” (sınırsız) özgürlükten çıkar, ahlaki bir yurttaş haline evrilir. Doğa durumundaki düzensizlik yerini, toplumsal düzende uygar bir yaşama bırakır.

Bu maddelerden özellikle birincisi ve üçüncüsü, genel irade ve özgürleşme meselesi, Rousseau’nun en özgün katkısı. Şimdi bunları biraz daha irdeleyelim ve kendi görüşlerimi de katayım.

Egemenlik Halkındır, Ama Nasıl?

Rousseau, egemenliğin devredilemez ve bölünemez olduğunu söyler. Yani halk, egemenliği bir kral ya da parlamentoya bırakamaz; çünkü bırakırsa özgürlüğünü yitirir. Bu noktada Rousseau’ya göre ideal olan, tüm vatandaşların katıldığı bir halk meclisidir – tıpkı eski şehir devletlerinde, örneğin onun çok sevdiği Cenevre’de olduğu gibi. “Küçük bir şehir devleti en iyisidir, herkes birbirini tanır, yüz yüze toplanır karar alır” dercesine yazar.

Gerçekten de Toplum Sözleşmesi kitabında İngiliz modelini eleştirip, “İngilizler kendini özgür sanıyor ama yanılıyor; sadece seçim zamanında özgürler” demesi bundandır. Oysa gerçek özgürlük, sürekli ve bizzat yönetime katılmakla mümkündür. Bu açıdan Rousseau bugün anladığımız manada temsili demokrasiden pek hazzetmez. Onun kafasındaki demokrasi, doğrudan demokrasidir.

Tabii Rousseau da realist bir adam – on binlerce, milyonlarca insanın yaşadığı modern devletlerde herkesin toplanıp karar alması zor, bunu bilir. Yine de ilkesel olarak taviz vermez: Egemenliğin temsil edilemeyeceğini savunur; temsil mekanizmaları varsa bunlar egemenliğin kendisi değil uygulamasıdır. Örneğin parlamento ancak genel iradeye uygun kanunlar yaparsa meşrudur, yoksa halk isterse onu alaşağı etme hakkına sahiptir.

Burada ben araya girip şunu düşünüyorum: Günümüz devletlerinde biz vatandaşlar gerçekten ne kadar söz sahibiyiz? Dürüst olmak gerekirse, çoğu zaman 4-5 yılda bir oy verip sonrasında profesyonel politikacıların kararlarıyla yaşıyoruz. Rousseau yaşasa buna bayağı bozulurdu herhalde. “Siz özgür değilsiniz, efendileriniz var” derdi muhtemelen. Biz de itiraz ederdik: “Ama başka çare yok, milyonlarca insanı nasıl yöneteceksin doğrudan demokrasiyle?” diye. Aslında bu tartışma bugün de güncelliğini koruyor. Teknoloji ilerledi, e-demokrasi filan diyenler var, referandumlar, anketler vs. ile doğrudan katılımı artırma çabaları görüyoruz. Yine de tam manasıyla bir Rousseaucu demokrasi uygulayan ülke yok gibi. En yakın örnek İsviçre belki; sık sık referandum yapan kantonlarıyla halkı karar sürecine dahil ediyorlar.

Rousseau’nun demokrasisi idealist bir model belki ama şu mesajı önemli: “Yönetimde halkın iradesi asıldır, yöneticiler vekildir.” Bu fikir bugün birçok anayasanın temel ilkesi. Örneğin ülkemizin anayasasında da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye yazar. Bu direkt Rousseau’cu bir ilkedir diyebiliriz. Rousseau’nun yaklaşımı modern demokrasilerde halk egemenliği fikrine zemin oluşturmuştur gerçekten de. Yani her ne kadar tamamen doğrudan demokrasiye geçemesek de, halkın yönetime temel yön verici güç olduğu düşüncesi Rousseau sayesinde güçlü bir şekilde yerleşmiştir diyebiliriz.

Yasalar, Genel İradenin Sesi

Rousseau’da devletin kalbi yasalardır. Kanun koyma yetkisi yalnızca halka ait olabilir, çünkü kanun genel iradenin ifadesidir. Burada ufak bir paradoks var: Rousseau, halkın genel iradesini ortaya koyacak yasaları yapması gerektiğini söyler ama aynı zamanda halkın her konuda teknik bilgisi olmayabileceğini de kabul eder. Bu yüzden “yasa koyucu” diye bir figür ortaya atar. Bu, adeta yarı efsanevi bir bilge kişidir (Rousseau örnek olarak Lycurgus, Solon gibi antik kanun yapıcıları anar). Yasa koyucu, halk için en doğru yasaları tasarlar ama dikkat, kendi başına bunları dayatmaz; halkın onayına sunar. Yani bir kurucu, bir akıl hocası gibidir. Mesela yeni kurulan bir toplumda, herkesin iyiliğini gözeten bir anayasa hazırlayıp bunu millete sunan bir bilgeyi düşünün. Eğer halk akıllıysa bu önerileri kabul eder, kendi yasalarını yapmış olur. Eğer istemezlerse, yapacak bir şey yok – yasa koyucu ikna edemedi demektir.

Bu kısım biraz teorik ve soyut kalıyor kitapta, Rousseau’nun da fazla detaya girmediği bir yer. Ama şuraya varmak istiyor: İyi yasalar şart! Ve iyi yasalar, toplumun genel çıkarına odaklanmalı, belli bir zümrenin değil. Rousseau diyor ki, eğer bir yasa bir kişiyi, bir grubu adıyla anıp onun çıkarını gözetiyorsa bu genel irade olamaz. Genel irade yasası herkese eşit uygulanır ve ortak faydayı hedefler. Mesela “şu soylu aile vergi ödemesin” diye yasa çıktı diyelim, bu genel irade değil, özel iradedir. Ama “herkes şu oranda vergi ödeyecek, gelirine göre” dersen, ortak bir kural koymuş olursun.

Rousseau’yu okurken dikkatimi çeken şey, onun eşitlik vurgusudur. Toplum Sözleşmesi boyunca, ekonomik eşitsizliklerin de politik eşitsizliğe yol açacağından dem vurur. Aşırı zengin ve aşırı fakir olmamalı, çünkü biri satın alabilecek kadar güçlü diğeri satabilecek kadar muhtaç hale gelirse sözleşme bozulur, der. Yani makul bir ekonomik denge de lazım ki genel irade bozulmasın. Bu yönüyle Rousseau, siyasi özgürlüğün yanında bir tür sosyal dengeyi de savunur gibi. Bir anlamda, özgürlük ile eşitliği birbirinin ön koşulu gibi görür: İnsanlar eşit yurttaş olmadıkça gerçek özgürlük olamaz. Bu bakış açısı sonraki birçok devrimciyi ve düşünürü etkilemiştir (örneğin Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganında Rousseau’nun payı büyüktür).

Ben günümüz açısından bakınca şunu hissediyorum: Rousseau’nun bu söyledikleri hâlâ çok değerli ama hayata geçirilmesi zor idealler. Örneğin genel iradenin her zaman ortak iyiyi bulacağı inancı… Bugün toplumlarda ne bölünmeler var, ortak iyiyi bulmak o kadar kolay mı emin değilim. İnsanlar çoğu zaman kısa vadeli çıkarlarını veya ait oldukları grubun faydasını düşünüyor, genel bir perspektifle hareket etmiyor. Rousseau ise sanki halkı biraz idealleştiriyor: Yeter ki doğru koşullar olsun, herkes vatanseverce ortak iyi için düşünecek, diyor. Bu koşullardan kastı da küçük ölçekli toplumlar, iyi bir ahlaki eğitim, vatandaşlar arasında temel eşitlik filan. E tabii bunlar yoksa, genel irade yerine çoğunluğun belki de cahilce veya bencilce kararı egemen olabilir ki bu felakete sürükleyebilir.

Nitekim tarihte Rousseau’ya getirilen en büyük eleştirilerden biri, genel irade kavramının istismar edilebileceği yönünde. Liberallerin önemli ismi Isaiah Berlin, Rousseau’nun “insanları özgür olmaya zorlamak” fikrini (ona birazdan değineceğim) “pozitif özgürlük” kavramıyla ilişkilendirip, bunun totaliterliğe kapı aralayabileceğini söylemişti. Yani bir yönetici çıkıp “Ben halkın gerçek genel iradesini temsil ediyorum, o halde muhalif görüşleri susturmakta beis yok, çünkü onlar halkın gerçek çıkarına aykırı” diyebilir ve baskıcı bir rejim kurabilir. Gerçekten de 20. yüzyılda faşist veya komünist diktatörler bile halk adına, halkın iradesi diye diye kendi iradelerini dayattılar. Rousseau bunları görse herhalde çok üzülürdü; çünkü onun amacı tam aksine adil ve özgür bir toplum modeli tasarlamaktı, totaliter bir kabus değil. Fakat entelektüel dürüstlükle söylemeliyim ki, Rousseau’nun metinlerinde bu tehlikeyi çağrıştıran ifadeler var. Özellikle şu “özgürlüğe zorlamak” meselesi…

“Özgürlüğe Zorlamak”: Özgürlük ile Otorite Arasındaki Paradoks

“İnsanları özgür olmaya zorlamak.” Bu ifade ilk duyulduğunda kulağa çelişkili, hatta ürkütücü geliyor. Zorlama varsa nasıl özgürlük olur? Bu Rousseau’nun en çok eleştirilen iddialarından biri. Aslında orijinal metinde geçen tam ifade şu: “Eğer biri genel iradeye itaat etmezse, tüm vatan onu itaat etmeye zorlar; bu da onu özgür olmaya zorlamak demektir.” (Toplum Sözleşmesi, I. Kitap, 7. Bölüm). Yani, genel iradeye uymayan birini toplum zorla uydurur, böylece onu özgürlüğüne kavuşturur(!).

Rousseau’nun mantığına göre, genel iradeye uymayan, aslında kendi gerçek öz çıkarına da aykırı davranıyor demektir. Çünkü genel irade herkesin ortak yararıdır ya hani, onu ihlal eden aslında tüm toplumla beraber kendi uzun vadeli yararını da baltalıyor gibidir. Mesela herkes anlaşmış kırmızı ışıkta duracak, biri “yok ben özgürüm geçerim kardeşim” derse, toplum onu durmaya zorlar. Bu zorlama ilk bakışta özgürlüğünü kısıtlamak gibi ama aslında herkesin (dahil onun) can güvenliği için gerekli; dolayısıyla o kişinin gerçek özgürlüğünü (trafikte güvende olma özgürlüğünü) sağlamış oluyorsun. Bu örnekte kolay anlaşılıyor: Kurala uymak özgürlüğün şartı gibi. Ama her durumda böyle net olmuyor maalesef.

Rousseau’yu savunmaya çalışırsam, onun demek istediği şu: Özgürlük, keyfi davranmak değildir; özgürlük kendi kendine koyduğun kurala uymaktır. Eğer kuralı gerçekten sen ve toplum birlikte koyduysanız (genel irade ile), o kurala uymamak aslında kendi iradene ihanet etmek demektir. Dolayısıyla bir vatandaş, “ben kendi koyduğum kanunu çiğnerim” diyorsa, aslında akıl ve ahlak dışı hareket etmektedir; onu doğruya döndürmek gerekir. Tabii bu bakış açısı, bireyi kendi iyiliği için zorlamayı mazur gösteriyor. Hani anne çocuğunu “senin iyiliğin için yapıyorum” diyerek zorlar ya bazı şeylere, biraz öyle.

Ben kişisel olarak bu konuda kararsızım. Bir yanım diyor ki: Evet, toplum düzeni için gerektiğinde zorlama meşrudur. Yani vergi ödemek istemeyen biri “özgürlük” diyemez, ödetmek lazım; yoksa sistem yürümez. Veya kurallara uymayan cezalandırılır, bu normal. Devletin tüm varlığı zaten bir miktar cebir tekeline dayanır – polis, mahkeme filan bunun için var. Sonuçta bunları kabul etmeyen gitsin dağ başında yaşasın (ki o da pratik değil). Bu açıdan Rousseau sadece su götürmez bir gerçeği ifade ediyor: Toplum sözleşmesine dahil olduysan, uymak zorundasın. Uymuyorsan da zorla uydurulursun. Bu da “özgürlüğe zorlama” diye paradoxal bir şekilde açıklanıyor, çünkü toplum sözleşmesinin amacı özgürlüğü korumak olduğundan, sözleşmeyi bozana müdahale ederek aslında gene özgürlüğü korumuş oluyorsun.

Öte yandan, bu “zorla iyilik” meselesi beni rahatsız etmiyor değil. Çünkü kim karar veriyor kimin iyiliği olduğuna? Tarihte nice despot “halkım için en iyisini ben bilirim” diyerek zulmetti. “Sizi özgürleştiriyorum” diye insanları kışlaya, kolektif tarım kamplarına dolduranlar oldu (Pol Pot gibi ekstrem örnekler akla geliyor). Rousseau’nun teorik çerçevesi buna izin vermez aslında – zira orada gerçek genel irade halkın kendisinden çıkmalı, bir diktatör keyfine göre “ben temsil ediyorum” diyemez. Ama pratikte böyle kötüye kullanımlar oldu mu, evet oldu.

Burada belki de Rousseau’ya şunu sormalı: Kardeşim, genel iradeyi her seferinde isabetle nasıl bulacağız da emin olacağız birine zorla uydururken haklı olduğumuza? Bu zor bir soru. Rousseau’nun verdiği ipuçlarından biri, genel iradenin hep genel olması gerektiği – yani bir kişiye ya da gruba ayrıcalık tanımıyorsa doğru yoldayız, diğeri de fakir-zengin uçurumu olmamalı – aşırı zenginler genelin iyiliğine aykırı işler dayatabilir. Ayrıca faksiyonlar (klikler, partiler) olmamalı diyor; çünkü küçük grup çıkarları genel iradeyi çarpıtır. En ideali tüm toplumun tek vücut haline gelip ortak kararlar alması.

Günümüzde bu pek mümkün görünmüyor; partiler, gruplar demokrasinin vazgeçilmezi gibi. Rousseau, partileri genelde sevmez, “Eğer toplum içinde alt kimlikler, hizipler oluşmuşsa genel irade bulunamaz; en iyi ihtimalle bu hiziplerin de bir arada ortak iradesi olabilir ama tam saf genel irade için böyle fraksiyonlar olmamalı” der. Belki küçük homojen bir kantonda mümkündür, ama milyonluk uluslarda pek değil.

Benim bu konudaki şahsi fikrim: Özgürlük ve zorunluluk arasındaki gerilim hep var olacak, önemli olan bunun asgari zorlamayla, azami rızayla yürümesini sağlamak. Rousseau ideal bir formül verdi: *“Öyle bir toplum bulunmalı ki, herkes birleştiği halde yine kendi kendine hükmedebilsin, eskisi kadar özgür olabilsin.”*. Bu cümle gerçekten büyüleyici: Kendi kendine hükmettiğin halde birlik içinde kalmak. Yani hem ortak, hem birey, ikisi bir arada. Özgürlük aslında öz yönetim demek. Rousseau’ya hak veriyorum, eğer bizi yöneten kuralları kendimiz yapabilirsek, onlara uymak özgürlüğümüzü elimizden almaz, aksine pekiştirir. Ama günümüz dünyasında pratik olarak bunun tam karşılığı yok. Belki daha katılımcı demokrasi çabaları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, sık referandum, sivil toplumun karar süreçlerine dahil olması gibi mekanizmalar, bir nebze “öz yönetime” yaklaştırır bizi.

Rousseau’nun “özgürlüğe zorlama” formülü belki de en iyi şu şekilde anlaşılmalı: Bir toplumsal sözleşmeye dahil olmanın bedeli, ortak kurallara uymaktır. Bu kuralları kendin yapmış olsan bile, arada canın istemeyebilir ama uymak zorundasın; aksi halde sözleşme bozulur. Uymayı reddedersen, toplum seni dışlar (belki hapse atar veya sürer). Bu durumda da aslında sözleşmenin dışına çıkmış, doğal duruma dönmüş olursun ki bunu kimse istemez. Yani ya sözleşmenin parçasısındır ya da değilsindir; ortası yok.

Bu teorik tartışmayı biraz hikâyeyle hafifletelim:

Hayali bir küçük kasabada yaşıyorsunuz diyelim. Kasabanın bir anayasa metni var, tüm vatandaşlar demiş ki “kamu meydanımız kutsaldır, temiz tutulacak, orada kimse kavga etmeyecek” falan. Siz de buna imza attınız. Bir gün canınız çok sıkkın, gittiniz meydanda bağırıp çağırıp cam çerçeve indiriyorsunuz. Komşularınız, “kusura bakma dostum, biz böyle anlaşmadık” deyip sizi zapt ediyorlar. Siz “bırakın beni özgürüm ben!” diye bağırıyorsunuz. Onlar da diyor ki: “Evet özgürsün ama bu özgürlüğü birlikte kurduğumuz düzen dahilinde kazandık. Şimdi seni alıkoyuyoruz çünkü sen aslında kendi imzaladığın anlaşmayı çiğnedin. Seni özgür yapmaya çalışıyoruz tekrar, anlaşmaya sadık bir vatandaş haline getirip aramıza döndüreceğiz.” Sizi birkaç gün nezarethanede tutuyorlar, sakinleşince “tamam anladım hatamı” diyorsunuz, tekrar topluma karışıyorsunuz.

Bu hikâyede toplumun yaptığı şey, Rousseau’nun dediği “özgürlüğe zorlamak” oluyor bir bakıma. Siz belki o anki öfke özgürlüğünüzden oldunuz ama sonunda yine düzenli bir özgürlüğe kavuştunuz topluluk içinde. Bu tabi iyimser bir senaryo; gerçekte işler böyle tatlı tatlı çözülmeyebilir, ama umarım ana fikri anlatabildim.

Bu paradoksal mesele üzerinde eminim daha saatlerce konuşabiliriz, ama konuyu dağıtmadan ilerleyelim. Şimdiye kadar Toplum Sözleşmesi’nin temel argümanlarını ele aldık: Doğal hal vs. toplum, genel irade, egemenlik, özgürlük paradoksu… Biraz da birey, devlet ve vatandaşlık ilişkisinden, günümüze yansımalarından bahsedelim. Sonra Rousseau’nun diğer eserlerine ufak bakışlar atacağız ve güncel meselelerle bağlantıları kuracağız.

Birey, Devlet ve Yurttaşlık: Kişisel Haklar ve Toplumsal Sorumluluk

Toplum Sözleşmesi’nin özünde, birey ile devlet arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlama çabası yatar. Orta Çağ’da devlet dediğin kralın malı gibiydi; tebaası onun kulu sayılırdı. Aydınlanma ile birlikte “yurttaş” kavramı filizlendi. Rousseau, bireyi devletin temeline koyarak radikal bir şey yapıyordu: Devlet birey için vardır, birey devlet için değil. Toplum Sözleşmesi, her bir bireyin rızasına dayalı bir birlik oluşturur. Yani devlet, bir sözleşmenin sonucu olduğu için, bireylerin çıkarına hizmet etmek zorundadır; aksi halde meşruiyetini kaybeder.

Rousseau burada aslında liberal bir içgörü sunuyor: Meşruiyetin kaynağı rıza ve halkın onayıdır. Bireyler kendi aralarında sözleşme yapıp devleti kurduklarına göre, devletin tüm yetkileri emaneten vardır. Bu, günümüz demokrasilerinde “sosyal kontrat” veya anayasal düzen dediğimiz şeyin temelidir. Örneğin anayasalar genelde “Biz halk olarak, ortak iyiliğimiz için şu devleti kuruyor, şu hakları da garanti altına alıyoruz” tarzında önsözlerle başlar. Bu, doğrudan doğruya toplum sözleşmesi fikrinin bir yansımasıdır.

Şimdi Rousseau açısından bakalım: Birey devlete hangi haklarını devretti, hangi haklarını korudu? Rousseau der ki, kişi doğal haldeki her şeye sahip olma hakkını (sınırsız özgürlüğünü) devretti ama karşılığında mülkiyet hakkı kazandı. Yani eskiden bir şeye sadece fiilen sahip olabilirdiniz (gücünüz yetiyorsa), şimdi hukukî olarak size ait tanınacak. Kişi, intikam alma hakkını devretti (artık adaleti kendi sağlayamaz, devlet sağlayacak) ama karşılığında hakkını arayabileceği mahkemeler kazandı. Yani her şeyin bir dengesi var. Bu sözleşmenin koşulları herkes için aynı olduğu için de adil aslında. Rousseau’nun ifadesiyle: *“Temel sözleşme, doğal eşitsizliği kaldırmaz, tersine herkes için meşru bir eşitlik getirir; insanlar sözleşme sayesinde eşitlenirler.”*. Herkes eşit yurttaş statüsündedir, kanun önünde eşittir.

Devlet ise bu sözleşmeyle toplumsal bir benlik haline gelir. Rousseau, toplum sözleşmesiyle birlikte “moral ve kolektif bir beden” oluştuğundan bahseder. Bireyler bir araya gelerek bir Genel Benlik oluşturur (Rousseau buna “vatan” veya “cumhuriyet” demeyi sever). Bu genel benliğin iradesi de genel iradedir. Devlet, bu iradenin yürütme organlarına sahip olur. Bu noktada Rousseau, hükümet (yürütme) ile egemenlik (yasama) ayrımına gider. Egemenlik halktadır ve devredilmez (yani kanun yapma yetkisi hep yurttaşlarındır). Ancak yürütme, yani günlük yönetim işi, pratik olarak bir hükümete bırakılır. Bu hükümet bir kral olabilir, bir meclis olabilir, küçük bir konsey olabilir vs. Yönetim biçimi farklı olabilir ama önemli olan, yönetimin her an halkın denetiminde ve ona hesap verir durumda olmasıdır. Eğer hükümdar (kral ya da kabine) halkın genel iradesine aykırı hareket ederse, halk sözleşmeyi bozulmuş sayıp onu devirebilir. Rousseau’ya göre halk kendi iktidarını geri alabilir, çünkü aslında hep kendisinin olması gerekir.

Birey-devlet ilişkisinde Rousseau’nun en çok önemsediği şey, yurttaşlık bilinci. Yurttaş sadece kendisi için yaşayan biri değildir; toplumun bir parçası olduğunu hisseden, kamusal meselelerle ilgilenen bir kişidir. Rousseau’nun ideal toplumunda vatandaşlar aktif olarak toplantılara katılır, oy verir, gerektiğinde ülkesini savunur, kanunlara saygı duyar çünkü o kanunları kendi onaylamıştır. Bu oldukça cumhuriyetçi bir vatandaşlık anlayışıdır: pasif değil aktif vatandaşlık. Bir yönüyle modern liberal bireyciliğe ters bir tarafı da var: Bireyden bir fedakârlık, bir adanmışlık bekliyor toplum için. “Yurttaş” olmak “birey” olmaktan farklı; daha özverili bir rol. Rousseau’nun zaman zaman fazla kolektivist bulunmasının sebebi bu vurgudur. O, bencilliği (ki buna amour propre diyordu, kendini sevme tutkusu) toplumun zehri olarak görür; yerine vatanseverlik ve erdem aşılamak ister.

Rousseau bu noktada öyle ileri gider ki, Toplum Sözleşmesi’nin son bölümünde sivil din diyebileceğimiz bir fikir ortaya atar. Der ki: Devletin bir tür sivil inanç sistemi olmalı, yurttaşlar vatana ve yasalara bağlılık konusunda neredeyse dinsel bir coşkuya sahip olmalı. Onun kafasında bu, toplumu bir arada tutacak harçtır. İnsanlar ortak bir değerler manzumesine “iman” etmezse, çıkarlarına ters düştüğünde sözleşmeyi bozmaya kalkabilirler. Bu yüzden belki de bir tür yurttaş dini yaratmak lazım (mesela ulusal bayrak, marş, anıtlar, yeminler – düşünün bunlar bugün ulus devletlerde var, bir nevi sivil din sembolleri). Fakat Rousseau açıkça da söyler: “Kim ki bu temel yurttaş inançlarını kabul etmez, devletten atılsın, kim ki bunları ihlal eder, ölüme bile cezalandırılsın.” Bu, tüyler ürpertici gelebilir kulağa, çünkü inanç dayatması gibi. Ama burada “inanç”tan kastı aslında temel siyasi ilkelere inanç: Tanrı’ya filan inan demiyor, devlete ve millete sadakat diyor (gerçi Tanrı konusunda da “iyi bir yurttaş için deist bir inanç yararlıdır” gibi bir fikri var, ama detaya girmeyelim).

Bu sivil din meselesini bugün mesela anayasal düzenin korunması olarak düşünebiliriz. Anayasal ilkeleri yok sayan biri, mesela “ben demokrasiye inanmıyorum, şiddetle rejimi yıkacağım” diyorsa, devlet onu barındırmaz, terörist muamelesi yapar. Bunda aslında çok da garipsenecek bir şey yok. Rousseau bunu biraz dramatik söylemiş: “Öldürelim gerekirse” diye. Umarım hiç öyle durumlar olmaz, ama vatan hainliği kavramı vs. bugünün de konusu.

Şimdi bir de vatandaşın sorumlulukları yönünden bakalım, çünkü soru demişti ya “vatandaşlık sorumluluğu” da günümüz meseleleri bağlamında ele alınsın diye. Rousseau’ya göre bir toplumun sağlıklı işlemesi için vatandaşların görevlerini yerine getirmesi şart. Bunların başında yasaya uyma gelir. Kendi onayladığın yasaya uymamak zaten ahlaki açıdan da yanlış dedik. Sonra oy verme, katılım geliyor. Rousseau, oy vermemenin düşünülemeyeceğini, herkesin genel iradeye katılım borcu olduğunu söylerdi. (Zaten küçük bir topluluk hayal ettiğinden katılmamak tuhaf olur, herkes forum alanına gitmeli onun aklında).

Bir diğer sorumluluk vatanı savunmadır. Hatta Rousseau der ki, savaş çıktığında paralı asker kullanılmamalı, her yurttaş vatan savunmasına bizzat katılmalı. Modern liberal bakış belki “devlet beni askere almak zorunda bırakmamalı” diyebilir, ama Rousseau bu konuda eski tarz cumhuriyetçi: “Toprak seninse, özgürlüğü senin özgürlüğünse, gerekince kendin savunacaksın.”

Günümüze bağlantı kurarsak: Bugün demokratik ülkelerde vatandaşlardan beklenen temel sorumluluklar benzer aslında – kanunlara uy, vergini öde, seçimlerde oy kullan, toplumsal meselelere duyarlı ol, kamu düzenine saygı göster vs. Bunlar olmazsa sistem yürümez. Düşünün, herkes vergi kaçırsa devlet hizmet veremez; kimse oy kullanmasa demokrasi işlemez; herkes kural çiğnese kaos çıkar. Yani toplum sözleşmesi, ancak herkes üstüne düşeni yaparsa ayakta durur. Rousseau’nun da en büyük korkularından biri toplumun çürümesidir: Lüks, gösteriş, bencillik, ataletten nefret eder. İtiraflar’da kendi hayatına bakınca da aslında zaman zaman toplumun ikiyüzlülüğünden, insanların birbirini ezmesinden, “iyi insanların bu dünyada acı çektiğinden” bahseder. (Mesela bir yerde “Bu dünya iyi olanlara göre değil” diye bir sitemi var anılarında). Ona göre toplum eğer yanlış değerler üzerine kurulursa iyi insanları değirmende öğütür. Bunu engellemek için herkesin, en azından çoğunluğun, erdemli ve duyarlı yurttaşlar olması gerekir.

Bu noktada, Rousseau’nun diğer eserlerine şöyle bir geçiş yapabiliriz, zira Emile ve İtiraflar gibi çalışmaları tam da birey-toplum ilişkisine farklı açılardan ışık tutuyor.

Rousseau’nun Diğer Eserlerinden Yansımalar: Emile ve İtiraflar

Rousseau sadece siyasi bir düşünür değil, aynı zamanda eğitim, edebiyat, otobiyografi alanlarında da çığır açmış bir isim. Toplum Sözleşmesi ile aynı yıl yayımlanan Emile ya da Eğitim Üzerine adlı eseri, çocuk yetiştirme ve eğitim felsefesi hakkında bir roman özelliği taşıyor. Peki Emile’in toplumsal sözleşme ile ne ilgisi var? Aslında oldukça fazla. Çünkü Rousseau, özgür ve erdemli bir toplumu ancak doğru yetişmiş bireylerin kurabileceğine inanıyordu. Emile romanında doğumdan yetişkinliğe bir çocuğu (Emile’i) ideal yöntemlerle eğitiyor. Bu eğitimde en önemli prensip, çocuğun doğal özgürlüğünü ve merak duygusunu korumak. Emile’e küçük yaşta hiçbir dogma, hiçbir toplumsal sahte değer yüklemiyor. Onu kırsalda doğayla iç içe büyütüyor, kendi deneyimleriyle öğrenmesine izin veriyor.

Bu, Rousseau’nun “insan doğası iyidir, bozan toplumdur” tezinin bir yansıması. Yani eğer çocuğu bozuk toplum değerlerinden uzak tutup doğal haline uygun yetiştirirsen, hem özgür düşünen hem de vicdanlı bir yetişkin elde edersin. Emile büyüyünce ona yavaş yavaş toplumun ne olduğunu da öğretir, bir ara onu şehirde gezdirip toplumdaki eşitsizlikleri gösterir mesela. En sonunda Emile, özgür iradeli ama ahlaklı bir genç olur ve Sophie adında bir kızla evlenmeye hazırlanır (bu arada Sophie karakteri üzerinden Rousseau’nun kadın eğitimi konusunda oldukça geleneksel ve bugün için cinsiyetçi diyebileceğimiz görüşleri olduğunu belirtelim; bunu da eleştireceğiz). Emile’e son bir görev verilir: Toplumun bir parçası olmak. Onca yıl doğadan uzakta kendi başına yetişti; peki ya şimdi ne olacak? Rousseau Emile’e der ki: “Artık sen iyi bir insan oldun, şimdi iyi bir yurttaş olma zamanı.” Yani geri dön ve topluma katıl, iyileştirmeye çalış. Hatta Emile’e bir hayali toplum örneği verip (belki Polonya ya da Korsika gibi o dönem için güncel meselelerden bahseder) nasıl bir vatandaş olması gerektiğini anlatır.

Bu, şunu gösteriyor: Rousseau için eğitim, özgür yurttaş yetiştirmek içindir. Emile aslında Toplum Sözleşmesi’nin insan malzemesini hazırlama projesi gibi görülebilir. Bir yanda toplumu idealize ediyor, öbür yanda bireyi idealize ediyor ve ikisini buluşturmak istiyor. Emile’in son bölümünde “Toplum Sözleşmesi” kitabından da bir parça konulduğu için (Rousseau öyle planlamıştı) kilise ve devlet yetkilileri Emile’e de kızdı. Hatta Emile içinde geçen “Savoyard Rahibin İtirafı” adlı kısım dini konularda farklı bir yaklaşım sunduğu için hem Toplum Sözleşmesi hem Emile aynı anda yasaklandı, yakıldı. Rousseau Paris’ten kaçmak zorunda kaldı, kitapları Cenevre’de de yasaklandı vs. Bu tarihi anekdot da gösterir ki Rousseau, söyledikleriyle otoriteyi fazlasıyla rahatsız etti – bu da onun ne kadar devrimci olduğunun bir ölçüsü.

Emile’e dair bir iki not daha: Rousseau burada “negatif eğitim” kavramından bahseder, yani çocuğu kendi haline bırak, deneyimleyerek öğrensin, sen çok müdahil olma diyor. Doğal merakını öldürme. Bu yaklaşım modern eğitimde epey etkili oldu, Montessori gibi yöntemlere ilham verdi diyebiliriz. Emile’in “moral gelişimi” de çok önemliydi, mesela küçük bir oyunla Emile’in merhamet duygusunu geliştirir, bir köylüye yardım etmesini sağlayıp o sevinci tattırır vs. Bütün bunlar, Rousseau’nun kafasında “özgür ve erdemli yurttaşlar nasıl yetişir?” sorusuna cevap arayışıdır. Çünkü böyle yurttaşlar olmadan genel irade filan hikâye olur.

Şimdi gelelim İtiraflar (Confessions) eserine. Bu, Rousseau’nun hayatını anlattığı otobiyografisidir ve dürüstlüğüyle meşhurdur. “İtiraflar” adını boşuna koymamış, gerçekten de mahremini, hatalarını, ayıplarını bile detaylı yazar. Mesela çocukken yaptığı bir hırsızlık ve suçu başkasının üstüne atması olayı vardır, onu bile anlatır büyük pişmanlıkla. Peki bu kişisel itirafların, Toplum Sözleşmesi gibi siyasi bir eserle bağı nedir? Bence burada da “bireysel dürüstlük ve özgürlük” teması devreye giriyor. Rousseau kendini tüm çıplaklığıyla toplum önüne sunuyor, “Beni yargılayın, işte tüm gerçekliğimle karşınızdayım” diyor. Bu, o dönemin kibarlık ve ikiyüzlülük dolu toplum normlarına bir başkaldırı aslında. İnsanlar gerçekte olmadıkları bir kimliği takınıp sosyetede dolaşırken, Rousseau “Maske takmayacağım, neysem oyum” demiştir.

Bu tavır, onun felsefesindeki doğallık ve hakikat tutkusuyla uyumludur. Toplum Sözleşmesi’nde de esasen sahte düzeni yıkıp insanların gerçekten ortak iyiliğine dayanan hakiki bir düzen kurmaya çalışmıyor mu? İtiraflar’da kendi iç dünyasında bunu yapıyor: “İşte ben buyum, hatalarımla, aykırılıklarımla, beni kabul edin.” Aslında İtiraflar’ın ilk cümlesi çok çarpıcıdır: “Ben eşi benzeri olmayan bir insanım. Doğam iyidir ama toplum beni yanlış anladı, beni suçladı” minvalinde bir şey (tam alıntıyı hatırlamıyorum, ama mealen öyle). Hatta şöyle diyor: “Dünyada eşi benzeri olmayan bir işe girişiyorum: Tüm gerçekliğimle, içimde ne varsa dışarı dökerek, iyi-kötü ne yaptıysam anlatarak kendimi dünyaya göstereceğim. Tek dileğim, Tanrı’nın huzurunda olduğu gibi, sizin karşınızda da tamamen açık olmak.” Cesur bir giriş gerçekten.

Rousseau hayatı boyunca çok eleştiri aldı, hakkında olumsuz izlenimler yayıldı (Voltaire gibi hasımları onun aleyhinde sürekli dedikodu yaydı mesela). İtiraflar bir bakıma kendini savunma ve anlama çabasıydı. “Beni yargılamadan önce okuyun, sonra karar verin” diye de not düşer. Bu, bana göre onun hakkaniyet ve açıklık arzusunu gösterir. Toplum Sözleşmesi’nde de halkın her şeyin farkında olduğu, aleni ve dürüst bir politika idealini hayal etmişti. Karanlık kapalı kapılar ardındaki işleri sevmez.

Ayrıca İtiraflar insanın iç dünyasının önemine vurgu yapar – bu da belki toplumsal bir fikirle şöyle ilintilenebilir: Özgür bir toplum, özgür ve otantik bireylerden oluşmalı. Otantik, yani kendini saklamayan, iç sesiyle dış eylemi tutarlı insanlar… Rüyalar mı görüyorum? Belki ama Rousseau böyle hayaller kuruyordu. “İnsanları oldukları gibi kabul edelim, sahte statüleri, soyluluk, gösteriş hepsini bırakalım” demiş oluyor bir anlamda.

Bu noktada bir parantez: Rousseau’nun kendi hayatı ve idealleri arasında çelişkiler de yok değil. Mesela Emile’de harika çocuk yetiştirme prensipleri yazdı ama kendi öz çocuklarını yoksulhaneye (bir nevi yetimhaneye) verdi, büyütmedi. Bu yüzden özellikle kadın filozof Mary Wollstonecraft ve diğeleri onu çok ikiyüzlü buldu. Hatta Wollstonecraft sadece bunu değil, Emile’de Sophie’ye biçtiği rol yüzünden de Rousseau’ya çatmıştı. Neden? Çünkü Rousseau açıkça diyor ki “Kadınlar kamu hayatı için değil, özel alanda eş ve anne olarak eğitilmeli; Sophie de Emile’in mükemmel eşi olmak üzere yetiştirilmeli.” Wollstonecraft ise Kadın Haklarının Savunusu eserinde “Rousseau, kadınları evcilleştirilmiş birer eşya gibi görmekle yanlış yapıyor; kadınlar da akıl ve eğitimle yurttaş olmalı” diye eleştirir.

Bugün biz de Rousseau’nun bu cinsiyetçi tarafını olumsuz buluyoruz. Gerçekten de onun özgürlük ve eşitlik fikirleri maalesef kadınları kapsamıyordu diyebiliriz. Belki dönemin genel anlayışıyla açıklanabilir ama yine de bu bir eksiklik. Bir liberal olarak ben, özgürlük tüm insanlar içindir, cinsiyet fark etmez derim. Rousseau ise kadının özgürlüğünü pek dert etmemiş gibi. Bu, onun fikirlerinin tutarlı bir eleştirisi bence ve bahsetmeye değer: Rousseau’nun toplum sözleşmesi evrensel midir? Eserinde “kadınlar bu sözleşmeye dahil mi?” net bir şey yok, ama örnekleri verirken genelde sadece erkek yurttaşlar üzerinden gider. Ne yazık ki o dönemin devrimci fikirleri bile kadınları tam kapsamıyordu (1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi de sadece “Homme” diyordu, Olympe de Gouges kadınlar için ayrı bildiri yazmak zorunda kalmıştı).

Neyse, bunu kendi yorumumuz olarak belirttik ki, Rousseau’yu göklere çıkarırken gerçekçi eleştirileri de atlamayalım: Kadınlar, ekonomik alt sınıflar gibi kesimler konusunda Rousseau’nun fikirleri tartışmaya açıktır. Zira tam katılımcı dediği demokrasi bile aslında küçük mülk sahibi erkek vatandaş demokrasisiydi. Modern değerlerle bakınca bu dar bir yurttaşlık tanımı.

Yine de, Rousseau’nun çağının ilerisine giden çok yönü var. Mesela eğitimde ilerici, siyasette halk egemenliğini savunan, edebiyatta romantizmin öncüsü (doğaya dönüş vurgusu vs.), otobiyografide samimiyet ve bireyselliği öne çıkaran… Kısacası özgür düşünmenin ve kendini ifade etmenin yollarını açan bir figür.

Ben İtirafları okurken şunu hissetmiştim: Rousseau hem çok parlak bir zihin hem de oldukça duygusal ve kırılgan bir insan. Toplumla yıldızı pek barışmamış; zaman zaman paranoyakça “herkes bana düşman” duygusuna kapılmış (belki gerçekten de dışlanmıştı entelektüel çevrelerde). Bu yüzden İtiraflar biraz da bir “Bu dünyaya isyanım var” manifestosu gibi. Orada dediği “Bu dünya iyi olanlara göre değil” cümlesi (ki Gaye Dinçel’in makalesinde geçiyor) bana çok dokunur. Rousseau kendini “iyi” olarak konumlar tabii, düşmanlarını “kötü”.

Düşünüyorum da, belki de Toplum Sözleşmesi idealinde yarattığı toplum, onun keşke yaşasaydım dediği türden bir saf toplumdu. Yani herkesin iyi olduğu, en azından iyi olmaya çalıştığı, kimsenin başka birini ezmediği, aldatmadığı bir toplum… Bayağı ütopik aslında. Bu yüzden bazı yazarlar Rousseau’yu ilk ütopik sosyalistlerden bile sayar; onun insan doğasının bozulmamış iyiliği vurgusu sonra ütopyacıları etkilemiştir.

Şimdi yavaştan bugüne gelelim tam olarak: Rousseau’nun fikirleri günümüzde ne ifade ediyor, hangi güncel meselelere ışık tutuyor?

Günümüz Dünyasında Toplum Sözleşmesi: Özgürlük, Demokrasi ve Vatandaşlık

Rousseau’dan 250 yılı aşkın bir zaman sonra, dünya bambaşka bir yer. İmparatorluklar gitti, ulus devletler ve demokratik anayasalar geldi. Birçok ülke yazılı olmasa da bir “toplum sözleşmesi” anlayışına sahip: Yönetenler halkın rızasına dayanmak zorunda, aksi takdirde meşru sayılmıyor. Bu, büyük ölçüde Rousseau gibi düşünürlerin mirasıdır. Mesela bugün herhangi bir hükümet meşruiyetini seçimle işbaşına gelmiş olmaktan alır – yani halka dayanıyor iddiasındadır. Diktatörler bile göstermelik seçim yapma gereği hisseder, çünkü çağımızda açıktan “Ben zorbalıkla yöneteceğim” diyemez kimse. Bu, toplum sözleşmesi fikrinin dolaylı zaferi sayılır.

Ancak pratikte baktığımızda, Rousseau’nun hayal ettiği türden bir doğrudan demokrasi pek yok. Temsili demokrasiler var ve onlarda da halk ile seçilmiş yöneticiler arasında bir mesafe oluşabiliyor. Günümüzde birçok insan, kendi devletine karşı güvensizlik duyabiliyor. “Seçtik ama sözümüz geçmiyor, çıkar grupları asıl karar veriyor” diye düşünenler az değil. Bu tam da Rousseau’nun uyardığı durum aslında: Eğer siyaset halkın ortak iyiliğinden sapıp belli lobilerin, zümrelerin çıkarına hizmet etmeye başlarsa, toplum sözleşmesi zedeleniyor demektir. Böyle bir durumda vatandaşların meşru direnme hakkı doğabilir demiştik (Rousseau sivil itaatsizlik terimini kullanmadı ama eserin ruhundan bu çıkar).

Modern dünyada sivil itaatsizlik kavramı önemli bir yer tutar. Thoreau, Gandhi, Martin Luther King gibi isimler, adaletsiz buldukları yasalara uymayarak veya barışçıl dirençle topluma mesaj verdiler. Onların argümanı da şuydu: “Devlet, toplum sözleşmesini bozdu, söz verilen adaleti sağlamadı; o halde bizim de o yasağı delmeye hakkımız var.” Bu düşünce Rousseau’nun genel yaklaşımıyla uyumludur aslında, çünkü o meşruiyetin ölçütünü adalet ve ortak iyilikle belirliyor. Eğer bunlar yoksa ortada gerçek bir sözleşme kalmamıştır.

Peki özgürlük ve demokrasi bağlamında bugün en çok neyi tartışıyoruz? Birkaç şey akla geliyor: Bireysel özgürlükler vs. kamusal yarar dengesi, doğrudan demokrasi imkanları, çoğunlukçuluk vs. çoğulculuk, vatandaşlık tanımı, küresel sorunlar

Bireysel özgürlükler ve kamusal yarar: Mesela pandemi dönemini hatırlayalım, biraz bahsettim. Maske takmak, karantina, aşı olmak gibi konularda “toplumun iyiliği için bireysel özgürlük kısıtlanabilir mi” tartışması yaşadık. Bir kısım insan “benim bedenim, benim kararım, aşı olmam ya da maske takmam dayatılamaz” dedi; diğerleri “senin bu tercihin başkalarının hayatını riske atıyor, o yüzden kurallara uymalısın” dedi. Bu aslında toplum sözleşmesi düşüncesinin güncel bir sınavıydı. Sonuçta çoğu ülke kamusal yararı öncelikleyip bazı zorunluluklar getirdi (örneğin kapalı alanlarda maske zorunluydu, uymayan ceza aldı). Rousseau buna şaşırmazdı, muhtemelen desteklerdi de: “Genel irade, halk sağlığını korumayı gerektiriyorsa, bireyleri buna uymaya zorlayabiliriz” derdi muhtemelen. Kimi bunu bir çeşit “özgürlüğe zorlama” olarak bile yorumlayabilir: Aşı olarak, maske takarak hem kendini hem toplumu korumaya zorladık insanları, özgürlüklerini kısıtladık belki ama daha büyük bir özgürlük –yaşama hakkı, sağlık– için. Bu denge hep tartışma yaratacak, ancak Rousseau’nun çerçevesi bence faydalı: Eğer kurala hepimiz dahilsek ve ortak iyilik barizse, bu kısıtlama meşrudur. Ama eğer kurallar keyfi veya sadece bazılarına uygulanıyorsa, orada isyan etmekte haklısınız.

Doğrudan demokrasi imkanı: Günümüzde internet teknolojileriyle daha çok insana danışmak kolaylaştı. Bazı ülkeler belediyecilikte doğrudan oylamalar yapıyor, katılımcı bütçe uyguluyor. İsviçre gibi yerler referandumlara sık başvuruyor. Ancak bir yandan da dünya nüfusları çok büyük, her konu da halka sorulmaz. Temsili demokrasinin krizleri var: Seçilen temsilciler bazen halktan kopuk yaşıyor, skandallara karışıyor, lobi gruplarının etkisinde kalıyor vs. Bu durumda “Rousseau haklıymış galiba, vekiller bizi temsil edemiyor doğru düzgün” diyenler oluyor. Alternatif arayışlar var: Dijital platformlarla oy verme (e-demokrasi), ya da kurayla vatandaş meclisi oluşturma gibi (Atina demokrasisini andıran şekilde rastgele seçilmiş vatandaşlardan oluşan danışma kurulları filan). Bunlar ilginç deneyler, bazen küçük ölçekli uygulamalarını görüyoruz (mesela İrlanda anayasa değişikliği öncesi bir vatandaş meclisi toplayıp öneri almıştı).

Rousseau bu tarz şeyleri duysa heyecanlanırdı herhalde: “Bakın ben demiştim, halk kendi kaderine el koymalı.” Fakat tabii temsili demokrasiyi tamamen bitirmek gerçekçi durmuyor. Yine de belki ileride daha hibrit modeller olacak. Ben kendi adıma, referandum ve plebisitlerin dikkatli kullanılmasından yanayım. Çünkü halkın her an manipülasyona açık olduğunu da görüyoruz; sosyal medya çağında bilgi kirliliğiyle “genel irade” bulmak daha da zorlaşıyor belki. Rousseau, insanların iyiliğine güveniyordu ama bugünü görse sanırım “hmm Twitter’da troll hesaplar genel iradeyi bozuyor, bunlara dikkat etmek lazım” derdi 😊. Hatta belki “genel irade, eğer herkes sakin kafa ve doğru bilgiyle düşünürse ortaya çıkar; önyargılar ve yanlış bilgiler altında çıkan şey genel irade değildir” diye eklerdi.

Çoğunlukçuluk vs. çoğulculuk: Rousseau’nun demokrasisi çoğunluğun genel iradeyi bulacağına dair bir inanca dayanıyor. Ama modern liberal demokrasi, çoğunluğun sınırlarına da vurgu yapar: Azınlık hakları, bireysel hak ve özgürlükler anayasayla güvence altındadır, çoğunluk dahi onları çiğneyemez gibi prensipler var. Bu Berlin gibi düşünürlerin “aman dikkat” demesinden de kaynaklandı bir parça. Genel irade adına çoğunluk tiranlığı olmaması için, anayasalar devreye giriyor. Amerika’nın kurucu babaları mesela (Madison, Jefferson filan) Rousseau’yu okumuşlardı ama temsilî ve dengeli bir sistem kurdular; çünkü saf çoğunluk demokrasisinin tehlikesini gördüler. Federalist Papers yazılarında “mutual checks and balances”, “faction” tartışmaları var. Madison, çoğunluğun dalgalı arzularındansa, filtrelenmiş temsiliyetin istikrar getireceğini savunmuştu.

Bugün liberal demokrasiler bir denge: Halkın iradesi esastır ama anayasalarla birey hakları, azınlık hakları korunur, güçler ayrılığı ile iktidar sınırlandırılır vs. Rousseau ise tam güçler ayrılığı falan taraftarı değildi, halkın birliği vurgusu yapıyordu. Bu yönüyle eleştirildi. Fakat ben şunu görüyorum: Rousseau’nun amacı hiçbir azınlığın ezilmediği bir bütünlük yaratmaktı. Yani eğer genel irade doğru çalışırsa, kimsenin temel hakları zedelenmez zaten, diyor. Bu belki fazla iyimser. Bu nedenle çoğulculuk kavramı gelişti: Toplum bir bütün irade değil, farklı çıkar ve görüşlerin barış içinde rekabet ettiği bir alan olmalı, tek bir “halk” iradesi tehlikeli olabilir (Carl Schmitt gibi düşünürler “Halkın bir iradesi” kavramını eleştirip, faşizme gidebilir demişlerdir).

Günümüzde popülizm tartışmaları var mesela: Bazı liderler “Halk benim arkamda, ben halkın iradesiyim” diye her kurumu, azınlık grubunu falan düşman ilan edebiliyor. Bu çok Rousseau’cu gibi gözükse de aslında onun bahsettiği genel irade bu değil; çünkü orada genelin iyiliği yok, bir grubun fanatizmi var. Yine de dil benziyor: “Halk egemenliği!” diye diye liberal denge mekanizmalarını yok eden yönetimler olabiliyor. Bu bakımdan biz modern insanlar Rousseau’ya hem minnettarız, hem temkinliyiz. Minnettarız çünkü halk egemenliği fikrini verdi; temkinliyiz çünkü sınırsız halk egemenliği adı altında tiranlık gelebilir, bunu yaşayarak öğrendik. Bu nedenle “hukukun üstünlüğü” diyoruz, “anayasal devlet” diyoruz: Yani evet halk egemen ama halk da kendi kendini bağlar bazı temel ilkelerle, öyle kafasına göre her şeyi oylayamaz. Bu bakış açısı mesela Rawls’un Adalet Teorisi gibi modern sosyal sözleşme teorilerinde görülür: Rawls, adil bir toplum için önce temel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmasını, sosyal adaletin sağlanmasını koyar, bunlar sözleşmenin şartıdır der. Yani bugün biri çıkıp “genel irade istiyoruz, çoğunluk şöyle karar verdi, şu azınlığı yok edeceğiz” dese, biz “pardon ama toplumsal sözleşmenin ruhuna aykırı, meşru değil” deriz.

Rousseau’yu bu noktada birleştirici bir sembol olarak kullanabiliriz: Onun hayali, çoğunluk ve azınlık ayrımının anlamını yitirdiği bir ortak çıkar duygusu idi. Belki ütopya, ama hedef olarak güzel. En azından “hepimiz aynı gemideyiz” anlayışını unutmamak lazım. Bugün kutuplaşma sorunu yaşayan toplumlarda bu anlayış eksik. Rousseau bu konuda uyarırdı: “Faksiyonlara bölünmeyin, yoksa genel iradeyi bulamazsınız.” Şu an sosyal medyada mesela insanlar kabilelere ayrılmış durumda, birbirini dinlemiyor. Bu sağlıklı bir toplumsal sözleşme ortamı değil. Bunu düzeltmenin yolu belki eğitim belki diyalog, bilmiyorum, ama açık ki 21. yüzyılda da “toplumsal birlik” ihtiyacı var, aksi halde sözleşme ruhu çöker.

Vatandaşlık tanımı: Bir de günümüzde göçler, küreselleşme var. Bir ülkede doğup büyüyen, ama farklı etnik kökten gelen ya da sonradan gelen insanlar var. Toplum sözleşmesi bunları da kapsayacak şekilde esnek olmalı. Rousseau’nun modeli küçük ve homojen bir toplumaydı, bugün büyük ve çeşitli toplumlar var. Yine de anayasalar belli ortak değerler etrafında (özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi) milli bir kimlik tanımlamaya çalışıyor. Amerika gibi göçmen ülkeleri “anayasal yurttaşlık” diyor, yani kökeni ne olursa olsun anayasaya sadakat vatandaşlığı tanımlar. Bu da bir çeşit modern sivil din veya sözleşme diyebiliriz. Yani Amerikalı olmak, Amerikan Anayasası’nın değerlerine inanmaktır gibi. Bence bu, Rousseau’nun sivil dinine benziyor: ortak bir inanç seti oluşturmak. Tabi bizde de benzer şekilde, vatandaşlığa kabul vs. belli şartlara bağlı.

Küresel sorunlar: Bir de artık meseleler global. İklim değişikliği mesela, tek ülkenin değil insanlığın sorunu. Bazıları diyor ki yeni bir küresel toplum sözleşmesi lazım. Tüm insanlık olarak doğayla ya da birbirimizle yeni bir anlaşma yapmalıyız ki gezegeni kurtaralım. Bu bayağı büyük bir mevzu. Rousseau zamanında ulus devlet kavramı bile tam yerleşmemişti, şimdi biz dünya vatandaşlığını konuşuyoruz. Belki ütopik ama BM gibi kuruluşlar, Paris İklim Anlaşması filan bunlar bir nevi global sözleşme çabaları. Fakat Rousseau sanki böyle dev ölçekli bir sözleşmeye inanmazdı, o derdi ki “önce küçük toplumlar kendi içinde adil olsun, belki onlar arası federasyon kurulur.” Evet, bir yerde söylemişti: Çok büyük devletler hantal ve özgürlük düşmanıdır, ideal boyut orta boyut devletlerdir. Bu yüzden belki dünyanın tek devlette birleşmesi yerine, her yerde yurttaş bilincine sahip toplumlar olsa, onlar işbirliği yapsa çözüm gelir derdi.

Günümüz demokrasilerinde liberal bir bakış açısıyla diyebilirim ki, Rousseau’nun fikirleri hem bir rehber hem de dikkatlice uygulanması gereken prensipler olarak karşımızda duruyor. Özgürlük hala merkezde, demokrasi en iyi bildiğimiz yöntem, birey-devlet ilişkisi anayasal çerçevede devam ediyor. Ama bunların hiçbiri garanti değil; sürekli güncelleme istiyor. Yukarıda alıntıladığımız gibi, *“Toplum sözleşmesi tek seferlik bir metin değil, sürekli güncellenmesi gereken etik ve politik bir mutabakat önerisidir”*. Bu söz bence çok önemli. Yani toplum sözleşmesi dediğimiz olgu, sanki bir defa anayasayı yazdık bitti değil; kuşaklar değiştikçe, şartlar değiştikçe yeni baştan anlaşmamız, tazelememiz lazım. Belki yeni haklar eklemek, belki yeni yükümlülükler kabul etmek… Mesela dijital çağ geldi, şimdi “dijital haklar” diyoruz, internette gizlilik vs. bunlar da yeni sözleşme maddeleri gibi.

Son olarak, kişisel bir bağ kurayım: Ben bu kadar teori konuştuk ama neticede bir yurttaş olarak ne hissediyorum? Rousseau beni en çok “özgürlük sadece kendi kendine itaat etmekle mümkündür” fikriyle etkiliyor. Çünkü bu, beni hem özgürlüğün tadına varmaya hem de sorumluluk almaya davet ediyor. Diyor ki: Kendi hayatının da toplumunun da yazarı sen ol. Eğer kötü gidiyorsa, katıl, düzeltmeye çalış. Sürekli şikayet eden ama hiçbir katkı sunmayan tiplerden olmaktansa, belki küçük bir yerde bile olsa ortak iyilik için bir şey yapmak lazım. Bu, oy vermek de olur, mahalle dayanışması da olur, sosyal projelere katılmak da olur. Vatandaş olmak sadece vergi vermek ve kural uymak değildir; bir bilinç meselesi. Rousseau o bilinci aşılıyor: “Hepimiz ortak çıkar için düşünelim.” Bu bence bugün de çok ihtiyaç duyduğumuz bir yaklaşım.

Bireysel olarak da, topluma karşı bir sözleşme yaptığımızı unutmadan yaşamak gerek belki. Biraz dramatik olacak ama sabah evden çıkarken “Kimsenin hakkını yemeyeceğim, yolda kural ihlali yapıp kimseyi tehlikeye atmayacağım, çöpümü yere atmayacağım, işimi doğru yapacağım, başkalarının da haklarına saygı duyacağım” demek, bunlar aslında hep sözleşmenin bizden bekledikleri. Karşılığında da güvenli bir toplum, bazı özgürlük garantileri, hizmetler alıyoruz devletten vs. İki taraflı bir anlaşma bu. Tek taraf bozulursa, diğeri de bozulur.

Şimdi tam da bir diyalog hayal ediyorum:

  • Vatandaş: Ben vergimi veriyorum ama yönetenler yolsuzluk yapıyor, o zaman ben niye kurallara uyayım?
  • Rousseau’cu Bilge: Eğer yönetenler sözleşmeyi bozduysa, onları değiştirmenin yolunu aramalısın; çünkü kuralsızlık batağa götürür. Unutma, sözleşme bozuldu diye karşı-sözleşmeyi bozmak gene sana zarar verir.
  • Vatandaş: Peki ne yapayım, oy verdik düzelmedi?
  • Bilge: O zaman genel iradenin gerçekten tecelli etmesi için daha çok çaba göstermeli, belki komşularını bilinçlendirmeli, belki barışçıl protesto hakkını kullanmalı, belki sivil toplumda aktif olmalısın. Toplum sözleşmesi, durup izleyenlerin değil, katılımcıların eseridir.
  • Vatandaş: Kulağa yorucu geliyor…
  • Bilge: Özgür olmak kolay değildir dostum; emek ister. Köle olmak istiyorsan hiç uğraşmazsın, ama özgür yurttaş olmak istiyorsan mücadele etmelisin.

Böyle bir hayali diyalogla kafamdaki mesaj netleşiyor: Özgürlük emek ister. Rousseau, her bireyi hem kendi hayatının hem de toplumunun sorumlusu ilan ederek aslında bize güvenmişti. Demişti ki insanlar bunu yapabilir, bir arada özgür olabilirler. Biz 21. yüzyılda bazen karamsar olsak da, hala bu ideali yaşatmak zorundayız gibi hissediyorum.

Sonuç: Geçmişten Geleceğe Bitmeyen Sözleşme

Yazının başında “zincirlerimizden” bahsetmiştim. Rousseau bize zincirlerimizin olduğunu hatırlatmakla kalmadı, o zincirlerin nasıl kendi rızamızla takıldığını ve yine kendi rızamızla erdemli bir düzende nasıl gevşetilebileceğini gösterdi. Toplum Sözleşmesi, yayımlandığı günden bugüne toplumların bir arada yaşayışına dair en temel eserlerden biri olma özelliğini koruyor. Çünkü o, belki hiç tam yakalayamayacağımız ama peşinde koşmamız gereken bir dengeyi anlatıyor: Özgürlük ve düzenin dengesi.

Rousseau’nun fikirleri, devrimlere ilham verdi, demokratik anayasaların ruhuna işledi, eğitimden edebiyata pek çok alanı etkiledi. Bugün biz “egemenlik halka ait” diyebiliyorsak biraz onun sayesindedir. Ama bu egemenliğin nasıl kullanılacağı, özgürlüğün nasıl korunacağı, bireyin mutluluğunun nasıl sağlanacağı soruları hâlâ güncelliğini koruyor. Yani toplum sözleşmesi tartışması bitmedi, belki de hiçbir zaman bitmeyecek. Her nesil, kendi toplum sözleşmesini yeniden tanımlayacak.

Ben bu uzun sohbet boyunca, kimi zaman Rousseau’nun sesini buraya getirmeye, kimi zaman kendi düşüncelerimi katmaya çalıştım. Kimi yerde eleştirdim, kimi yerde hayranlığımı gizleyemedim. Bu da doğal sanırım; Rousseau da insanlar da böyle değil mi zaten, ne tamamen kötü ne tamamen iyi, ne tamamen haklı ne tamamen haksız. Mühim olan, karşılıklı konuşarak, anlaşarak daha iyiye yaklaşmak. Bence Rousseau’nun ruhuna en uygun şey de bu olurdu: Her şeyi sorgulayın, özgürce tartışın ve içinize sinen ortak aklı bulun.

Yazımı bitirirken, sizinle bir duygu paylaşayım: Bu konuyu yazarken ben de kendimi bir parça o meşhur Genel İrade mefhumunun parçası gibi hayal ettim. Sanki hep beraber daha adil, daha özgür bir dünya istemek için bir sözleşme imzalıyoruz da ben de kalemi tutan kişi gibiyim. Belki ütopik, belki romantik bir his ama bence güzel. Sonuçta gerçek bir sosyal sözleşme ancak yeterince insanın yüreğinde bir ütopya ateşi yanarsa hayat bulur. Rousseau o ateşi yakmıştı zamanında; şimdi onu canlı tutmak bize düşüyor.

Unutmayalım: İnsan özgür doğar – evet, ama özgürlüğünü ancak birlikte, birbirine kenetlenmiş bireyler olarak koruyabilir. Zincirlerimizi kırmanın yolu, onları hep beraber çözmektir. Bu da, içtenlikle yapılmış, adil bir toplum sözleşmesinden geçer. Gelin, kendi çağımızın toplum sözleşmesini sürekli gözden geçirelim, iyileştirelim ve gelecek nesillere devredelim. Rousseau’ya selamla, diyelim ki: *“Bizler, her birimizin canını ve malını ortak bir güçle koruyan öyle bir toplum kurmaya çalışıyoruz ki, orada herkes birlikte hareket ettiği halde yalnızca kendi kendine tâbi kalsın ve eskisi kadar özgür olabilsin.”*

Böyle bir düzen mümkün mü? Rousseau’nun hayali mümkün diyordu. İnanmak ve çabalamak da bize düşüyor.


Kaynaklar: Bu sohbet boyunca Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi başta olmak üzere diğer eserlerinden ve çeşitli yorumculardan yararlandım. Öne çıkan bazı kaynaklar arasında Stanford Felsefe Ansiklopedisi’nin Rousseau maddesi, Türkçe bir inceleme yazısı olan Velev.news’teki Toplum Sözleşmesi özeti, Licentia Poetica’daki Rousseau eleştirileri (özellikle Isaiah Berlin’in değerlendirmesi), Edebiyat Haber’deki İtiraflar değerlendirmesi gibi referanslar bulunuyor. Ayrıca Vikisöz’den Toplum Sözleşmesi çeviri alıntıları kullandım. Bu kaynaklar, anlattığım fikirlerin daha sağlam bir zemine oturmasına yardımcı oldular. Her birine, bu düşünsel yolculuğa katkıları için teşekkür ederek noktamı koyuyorum.

Rousseau ile başlayan bu tartışma, aslında hep devam edecek bir insanlık tartışması. Biz de kendi payımıza düşeni yaptık ve katkımızı sunduk. Şimdi sıra, bu fikirleri gerçek hayatta ne kadar uygulayabileceğimizde… Umarım bir parça ilham ve düşünce tohumu ekebilmişimdir. Hep birlikte daha özgür ve adil yarınlara!