
Giriş: Zincirlerimiz ve Özgürlüğümüz
Jean-Jacques Rousseau’nun meşhur sözüyle başlayalım: İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.”. Bu söz, beni ilk okuduğumda derinden sarsmıştı. Düşünsenize, dünyaya hiçbir bağ olmadan gelen insan, medeniyet dediğimiz yapı içinde adım adım kendi elleriyle zincirlerini yaratıyor. Peki bu zincirler neler? Günlük hayatımızda farkında bile olmadan uyduğumuz kurallar, toplumsal beklentiler, devlet otoritesi… Hepsi birer bağ gibi. Rousseau bu zincirlerin varlığını yadsımıyor; aksine, bunların nasıl meşru hale getirilebileceğinin peşine düşüyor. Sanki okurla sohbet edermişçesine soruyor: “Bu ‘zincirlenmiş’ halimizi nasıl haklı çıkarabiliriz?”
Ben de bu yazıda tam olarak bunu yapmaya çalışacağım: Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” (orijinal adıyla Du Contrat Social) eserini merkeze alarak, özgürlük ile otorite arasındaki ince dengeyi birlikte keşfe çıkacağız. Arada kendi fikirlerimi, duygularımı, kafamdaki soruları da dürüstçe paylaşacağım. Hatta bazen küçük hayali hikâyeler veya diyaloglarla konuyu renklendireceğim ki bu yolculuk sıkıcı bir ders anlatımı gibi değil, keyifli bir sohbet gibi gelir umarım, ki bunun için çok çaba sarfettim. (Bunları anlatmayı sevmiyorum ama emek verdiğim anlaşılsın diye söylemek istiyorum. Bu yazıyı 4 aylık bir emek sonucu yazdım. Yazıdaki meseleler dikkatinizi çekiyorsa lütfen düşünerek okuyun)
Unutmadan: Bu sohbetin satır aralarında hafif bir liberal bakış açısı sezebilirsiniz. Yani birey özgürlüğünün, demokratik değerlerin önemine vurgu yapan bir ton olacak. Ama bunu öyle parmak sallayarak ideoloji dersi verir gibi değil, doğal akışında, satır aralarında hissettirmeye çalışacağım. Sonuçta amaç birilerini bir düşünceye ikna etmek değil, Rousseau’nun fikirleriyle günümüz dünyası arasında köprü kurmak ve bu süreçte kendi aklımızda özgürce dolaşmak.
O halde, hazırsanız Rousseau’ya, 18. yüzyıla ve oradan bugüne uzanan bu Toplum Sözleşmesi sohbetine başlayalım.
Rousseau ve Toplum Sözleşmesi Nedir?
Önce biraz arka plan: Jean-Jacques Rousseau kimdi ve Toplum Sözleşmesi neden bu kadar önemli? 18. yüzyıl Aydınlanma döneminin aykırı seslerinden biri olan Rousseau, 1762’de yayımladığı Toplum Sözleşmesi ile dönemin egemen siyaset anlayışını kökünden sarsmıştı. Kitap daha girişinde, az önce alıntıladığımız o ünlü cümleyle okuru yakalar. Devamında da der ki: *“Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir.”*. Yani bazısı başkalarına efendi olduğunu sanıyor; ancak bu durum aslında onu, efendilik tasladığı kişilerden bile daha büyük bir köle yapıyor. Ne demek şimdi bu? Kulağa çelişkili geliyor, değil mi?
Rousseau, bu çarpıcı cümlelerle yanıltıcı özgürlük duygumuzu hedef alıyor. Diyor ki: İnsanlar kendilerini özgür zanneder, ama gerçekte başkalarının iradesine boyun eğerek yaşıyor olabilirler. Mesela, Rousseau İngiliz halkını örnek verir: İngilizlerin kendilerini özgür sandığını fakat gerçekte yalnızca parlamento üyelerini seçerken özgür olup seçim biter bitmez yeniden köle durumuna düştüklerini söyler. Yani seçim zamanı hariç halkın kendi kaderinde söz hakkı yok, sadece yönetenlerin iradesine tabi. Bu oldukça sert bir eleştiri ve aslında Rousseau’nun demokrasiye bakışının da özeti: Gerçek özgürlük temsili değil, doğrudan olmalı. Birazdan bu konuya derinlemesine gireceğiz.
Peki Toplum Sözleşmesi nedir, ne anlama gelir? En basit haliyle, toplum sözleşmesi bireylerin bir arada yaşayabilmek için yaptıkları hayali (varsayımsal) bir anlaşmadır. Rousseau ve diğer bazı filozoflar der ki: İnsanlar doğal halde tam bir özgürlüğe sahiptir, ama bu doğal özgürlüğün de bedelleri vardır (güvensizlik, kaos vs.). Düzen ve güvenlik uğruna insanlar bazı özgürlüklerinden feragat edip bir kolektif otoriteye, yani devlete tabi olmayı kabul ederler. İşte bu kabul, bu karşılıklı anlaşma toplumun temelini oluşturur.
Rousseau bu fikri ortaya atan ilk kişi değil elbette. Ondan önce Thomas Hobbes ve John Locke gibi isimler farklı toplum sözleşmesi teorileri ortaya koymuştu. Hobbes, meşhur eseri Leviathan’da, doğal halde hayatın “yalnız, fakir, kötü, vahşi ve kısa” olduğunu söyleyip mutlak bir otorite (Leviathan) olmadıkça kaosun kaçınılmaz olduğunu savunmuştu. Locke ise daha iyimser bir tablo çizerek, devletin aslında bireylerin doğal haklarını (yaşam, özgürlük, mülkiyet) korumak için var olduğunu, bu hakları güvence altına alması gerektiğini vurgulamıştı.
Gelelim Rousseau’ya: Onun yorumunun diğerlerinden farkı, belki de en “radikal ve devrimci” olanı olmasıdır. Rousseau, toplum sözleşmesine çok farklı bir açıdan yaklaştı. Ona göre egemenlik (yani iktidarın nihai kaynağı) ne krallarda ne soylularda ne de Tanrı’nın lütfunda olabilirdi; egemenlik yalnız ve ancak halkın ortak iradesinde olmalıydı. Rousseau’nun toplumsal düzeninde halk, kendi üzerinde söz sahibi olan tek meşru güçtür. Kulağa bugün biraz aşina gelse de (malum, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” gibi ifadeler modern ulus devletlerin temelinde var), 18. yüzyıl için bu fikir oldukça devrimciydi. Hatta tehlikeli bulunduğu için eser Fransa ve Cenevre’de yasaklandı; Rousseau bir dönem kaçmak zorunda bile kaldı. Düşünsenize, kralların Tanrı’dan aldığı varsayılan yönetme hakkına meydan okuyorsunuz ve diyorsunuz ki “Yönetme hakkı yalnızca insanların birlikte kararlaştırdığı bir iradeden doğar.” O dönemin otoriteleri için bu kabul edilebilir bir şey değildi.
Toplum Sözleşmesi, “insanları oldukları gibi, yasaları olabilecekleri gibi” ele alıp, acaba adil ve güvenilir bir toplum düzeni kurulabilir mi sorusunun cevabını arar. Rousseau bunu ararken, kendi döneminde gördüğü toplumsal eşitsizliklere ve adaletsizliklere kafa yoruyordu. Özellikle bir önceki eserinde (İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev adlı ikinci söylevinde) ortaya koyduğu gibi, medeniyetin ve özel mülkiyetin getirdiği eşitsizlikler onu rahatsız ediyordu. Ona göre insanlar doğada eşit ve özgür başlamış ama sonra mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte rekabet, hırs, kıskançlık girmiş; birileri zenginleşip güçlenirken çoğunluk yoksullaşıp ezilmişti. Hatta bu süreci şöyle tarif eder: *“Tüm kötülükler son tahlilde doğamızdan değil, kötü biçimde yönetilmemizden kaynaklanmaktadır.”* Yani sorun insan doğasında değil, kurduğumuz çarpık toplumsal düzendedir.
İşte Toplum Sözleşmesi eserinde Rousseau, bu çarpık düzene alternatif olabilecek, insanları yeniden özgür ama bu sefer bir arada yaşar halde tutabilecek bir toplumsal formül önermeye girişiyor. Özetle sorduğu soru şu: Bireyin özgürlüğünü feda etmeden, toplumda düzen ve işbirliği sağlanabilir mi? Eğer sağlanabilirse, bunun ilkeleri ne olmalıdır?
Şimdi, gelin adım adım Rousseau’nun önerdiği çözümü, yani o ideal toplum sözleşmesini inceleyelim. Bunu yaparken araya kendi yorumlarımı da katacağım; çünkü bazı fikirleri günümüz bakış açısıyla çok anlamlı gelirken, bazıları gerçekten tartışmalı.
Doğal Durumdan Toplumsal Düzeneye: Özgürlüğün Takası
Rousseau’nun teorisini anlamak için önce doğal durum (état de nature) fikrini kavramak lazım. “Doğal durumda insan” derken Rousseau, herhangi bir hükümet, kanun, toplum baskısı olmadan, tek başına (ya da küçük aile grupları halinde) yaşayan insanları kastediyor. Bu, elbette hayali bir durum; tarihsel olarak tam olarak böyle bir dönem yaşanıp yaşanmadığı tartışılır. Ama zihinsel bir deney olarak düşünelim: Tek başınıza, ormanda yaşayan, tamamen özgür bir insan hayal edin.
Şimdi küçük bir hikâye ile bu durumu canlandıralım:
Ormanda yapayalnız olduğunuzu düşünün. Sabah gözünüzü açıyorsunuz, karnınız acıkmış. Canınız ne isterse onu yapabilirsiniz – belki bir meyve ağacı bulup karnınızı doyuracak veya dereden su içeceksiniz. Üzerinizde ne bir kural var ne de karışacak biri. Tam bir özgürlük! Akşama doğru yağmur bastırıyor, ıslanıyorsunuz ama sığınacak bir mağara buluyorsunuz. Ertesi gün canınız sıkılıyor, belki başka insanları merak ediyorsunuz ama kilometrelerce ötede kimse yok. Tehlikeler de var tabii; gece ateş yaktınız ama uzaktan bir kurt uluması duyunca tedirgin oldunuz.*
Bu hikâyede betimlenen, sınırsız ama tekil özgürlük. Rousseau’ya göre doğal durumda insan nispeten barışçıldır, ihtiyaçları az ve basittir, kimseyle pek çatışmaya girmez. “Aslında insan doğası iyidir, toplum onu bozmuştur” düşüncesi Rousseau’nun kalbinde yatar. Nitekim 1749’da katıldığı bir yarışmada ödül kazanan ilk söylevinde de bilim ve sanatların ilerleyişinin ahlakı bozduğunu savunarak “medeniyet eleştirisi” yapmıştır. Yani baştan beri derdi şu: İnsanların doğada sahip olduğu masumiyeti ve özgürlüğü, toplum içinde nasıl koruyabiliriz?
Doğal durumda “vahşi özgürlük” (Rousseau buna ilkel özgürlük de diyebiliriz) vardır: Kişi tamamen istediğini yapma hakkına sahiptir, hiçbir otorite yoktur. Ancak gelgelelim bu özgürlüğün bir de karanlık yüzü vardır. Diyelim ormanda tek değilsiniz; etrafta başka insanlar da dolanmaya başladı. Kaynaklar sınırlı olabilir – mesela meyve ağacı az, su sınırlı, av hayvanı sınırlı. Herkes her şeye hak sahibi olunca, güçlü olan istediğini alır, zayıf olanın payına belki hiçbir şey düşmez. “Doğal özgürlük” sınırsız gibi görünse de, güçlü olanın borusunun öttüğü bir belirsizlik hali yaratır. Rousseau bunu farkındaydı; o da Hobbes gibi doğal durumda tam bir barış tablosu çizmez (Hobbes kadar korkunç bir savaş hali görmese de). İnsanlar çoğalıp etkileşime girdikçe, işbirliği ve çatışma kaçınılmaz hale gelir. Özel mülkiyet ortaya çıktığında ise işler iyice sarpa sarar: İlk tarlayı çevirip “Burası benim!” diyen kişi toplumun başlangıcını ve belki de ilk haksızlığı ilan etmiştir der Rousseau, mealen.
İşte bu noktada insanlar, sürekli çatışma ve güvensizlikten bıkıp bir anlaşmaya varmıyor mu? Toplum sözleşmesinin devreye girdiği an tam burası. Rousseau’nun kurgusunda, insanlar sonunda güvenlik için bir araya gelip şöyle bir mutabakat yapıyorlar: “Tamam, sürekli kavga etmek yerine, gelin hepimiz gücümüzü ortak bir otoriteye devredelim. Hepimizi koruyacak yasalar olsun. Her birimiz bu düzen için bazı doğal haklarımızdan vazgeçelim.” Böylece devlet dediğimiz olgu kuruluyor. Bu anlaşma, herkesin herkese karşı yaptığı bir sözleşme aslında. Rousseau’nun ifadesiyle, “Her birimiz bütün hak ve yetkimizi topluma devrediyoruz, karşılığında bütünün eşit bir parçası oluyoruz.” (Bunu kendisi şöyle formüle eder: *“Her birimiz bütün varlığımızı ve gücümüzü genel iradenin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz.”*).
Tabii aklınıza şu gelebilir: Doğal halde özgür olan insan niye durup dururken “Haydi kendimi bir otoritenin altına sokayım” desin? Neden gidip kendi elleriyle boynuna tasma taksın? Rousseau der ki, aslında burada bir takas söz konusudur. İnsan doğal özgürlüğünün bir kısmını (her istediğini yapma hakkını) devlete devreder, karşılığında güvenlik, düzen ve medeni haklar kazanır. Mesela artık can ve mal güvenliği yasalarca korunacaktır. Kendi başınayken biri gelip elinizdekini zorla alabilir ama hukuk düzeninde mülkiyet hakkınız korunur (en azından teoride). Doğal halde belki güçlü olan zayıfı eziyordu; şimdi herkesin yasalar önünde eşit olduğu bir sistem hedeflenir (Rousseau özellikle hukukî eşitliği vurgular, en zayıfın bile haklarının korunmasını ister). Yani “vahşi özgürlükten ahlâki yurttaşlığa doğru bir evrim” gerçekleşir diyebiliriz.
Rousseau bu yeni düzene geçişi özgürlüğün yeniden inşası olarak görür. Çünkü amaç, özgürlüğü tamamen terk etmek değil, onu yeni biçimde geri kazanmaktır. Hatta eser boyunca ısrarla vurguladığı şey şu: Doğru formüle edilmiş bir toplumsal sözleşme, insanın doğal özgürlüğünü daha farklı ama daha güvenli bir özgürlükle takas eder, neticede kişi eskisinden daha az özgür olmayacaktır.
Biraz karmaşık mı geldi? Kafamızda netleştirmek için günlük hayattan bir benzetme yapalım: Diyelim ki siz ıssız bir adada tek başınasınız; istediğiniz yere gidersiniz, kural yok, tam özgürsünüz. Sonra adaya 100 kişi daha geldi ve bir toplum kurdunuz. İşte orada kurallar belirmeye başlar: “Herkes günde şu kadar balık tutabilir, kimse birbirini öldürmesin, herkes ortak depoya yemek versin sonra paylaşılsın” gibi. Bu kurallara uymak demek, artık canınızın istediği her şeyi yapamamak demek. Balık tutmada mesela sınırlama var, belki canınız 10 balık tutmak istiyor ama kural 5 diyor. Bu bir özgürlük kısıtlaması gibi. Ama aynı zamanda artık aç kalma riskiniz azalır, biri gelip balıklarını çalarsa ceza yiyeceğini bilirsiniz vs. Yani güvenlik ve adalet kazanıyorsunuz. İşte toplum sözleşmesi tam böyle bir şey: Bazı özgürlükleri ver, karşılığında düzen ve haklar al.
Rousseau’nun deyişiyle, doğa durumunda kişinin sınırsız bir “her şey hakkı” vardır, ama bu hakkın pratikte bir değeri yoktur çünkü herkes için geçerlidir ve güçlü olan dışında kimse tam faydalanamaz. Oysa toplumsal düzende, herkes için geçerli, güvence altına alınmış belirli özgürlük alanları olacaktır. Böylece doğal özgürlük yerini medeni (sivil) özgürlüğe bırakır. Rousseau, iyi bir toplum sözleşmesinde sivil özgürlüğün doğal özgürlükten daha az değerli olmadığını, hatta kişinin aklını ve ahlakını kullanmaya başlamasıyla daha yüce bir özgürlük kazandığını iddia eder. Bu noktada “ahlaki özgürlük” kavramını ortaya atar: Kişi sadece içgüdülerinin esiri olmaktan çıkıp kendi kendine koyduğu yasaya uyarak ahlaki bir varlık haline gelir.
Burada bir mola verelim ve kendi perspektifimden yorumlayayım: Bana sorarsanız, Rousseau’nun bu “doğal halden toplum haline geçiş” analizi hem çok gerçekçi, hem de biraz naif. Gerçekçi tarafı şu: Özgürlük ve güvenlik bir denge meselesidir. Bunu günlük hayatımızda da hissediyoruz. Örneğin araç kullanırken istediğimiz hızda gitme “özgürlüğümüzü” trafik kuralları uğruna kısıtlarız, ama bu sayede can güvenliğimiz artar. Pandemi döneminde özgürce dışarı çıkma hakkımızı kısıtladık (sokağa çıkma yasakları, maske takma zorunluluğu vs.) ama karşılığında toplum sağlığını korumaya çalıştık. Bunlar bir nevi toplumsal sözleşmenin yansımaları. Yani ben kendi adıma, Rousseau’nun temel tespitine katılıyorum: Tamamen kısıtsız bir özgürlük, bir arada yaşam için sürdürülemez. Bir miktar feragat kaçınılmaz.
Naif tarafına gelince: Rousseau, insanların ortak bir çıkar için bir araya gelip “hepimiz eşitiz, hadi düzen kuralım” demesini biraz idealize ediyor sanki. Tarihte toplumlar genelde böyle sözleşmeyle değil, güç ilişkileriyle kurulmuş. Zenginlerin fakirleri kandırmasıyla, fetihlerle, savaşlarla vs. Rousseau bunun farkında aslında – Eşitsizliğin Kaynağı eserinde mülkiyet sahibi zenginlerin, yoksullara “gelin bir sözleşme yapalım, hepimizi koruyacak bir düzen olsun” diyerek onları ikna ettiğini ama aslında kendi düzenlerini dayattığını anlatır. Yani sahte bir toplum sözleşmesi kurulmuş, devlet zengini koruyan bir araç haline gelmiştir. Rousseau’ya göre bu mevcut toplumların çoğunun durumudur: Sözde hepimizin iyiliği için var olan devlet, gerçekte güçlülerin çıkarını kolluyor olabilir. (Tanıdık geldi mi? Bugün de benzer tartışmalar yok mu? “Devlet büyük şirketlere hizmet ediyor, halkın geneline değil” diyenler mesela tam da bu mevzuyu dillendiriyor.)
Rousseau işte Toplum Sözleşmesi kitabında bu hileli düzenin alternatifi olarak, gerçek ve meşru bir sözleşme modeli ortaya koymak istiyor. Öyle bir toplumsal düzen kuralım ki, ne zengin fakiri ezsin, ne birey tamamen güvensiz olsun, ne de yönetim halktan kopuk bir tiranlığa dönüşsün. Bunun anahtarının da genel irade dediği kavramda yattığını söylüyor. Şimdi en kritik kısma geldik: Genel İrade (Volonté Générale).
Genel İrade ve Egemenlik: Halkın Ortak Ruhu
Rousseau’nun belki de en orijinal katkısı Genel İrade kavramıdır. Fransızcası volonté générale, Türkçesi genel veya ortak irade diyebiliriz. Bu kavram öyle önemli ki, Rousseau’nun siyaset felsefesinin merkezi desek abartmış olmayız. Peki nedir bu genel irade?
En yalın biçimde: Genel irade, toplumun ortak çıkarını hedefleyen kolektif iradedir. Yani bir toplumdaki tüm bireylerin, bir arada yaşama amacıyla düşündüklerinde ortaya çıkan ortak akıl diyebiliriz. Rousseau’yu dinleyelim: Egemenlik dediğimiz şey halkın ortak iradesinden başka bir şey olamaz. Yasalar, bu ortak iradenin ifadesi olmalıdır.
Bir örnek üzerinden düşünelim: 100 kişilik bir topluluk olsun. Bu topluluğun ortak derdi, mesela sel baskınlarından korunmak olsun. Her bir kişi bireysel olarak belki farklı şeyler istiyor: Kimi balık peşinde, kimi av peşinde, kimi sadece kendi kulübesini sağlam yapmak derdinde. Ama genel çıkar hepsinin birlikte bir set yapmasını, su kanalı inşa etmesini gerektiriyor diyelim. İşte bireylerin tek tek iradeleri (kendi özel istekleri) bir yana, bir de herkesin ortak iyiliği için “biz ne yapmalıyız?” sorusuna verdikleri cevap var. İşte o cevap genel iradedir.
Rousseau, genel iradeyi “halkın müşterek menfaati” olarak tanımlar. Her vatandaş, toplumun bir üyesi olarak, kendi özel arzularını bir kenara koyup ortak iyiyi düşünürse, ortaya çıkacak irade budur. Tabii insanlar her zaman böyle düşünür mü? Orası muamma, ona sonra geleceğiz. Ama ideal olarak, iyi yasalar yapabilen bir toplum, kendi genel iradesini bulabilmiş bir toplumdur.
Genel irade kavramını daha iyi anlamak için Rousseau’nun yaptığı bir ayrımı belirtelim: Genel İrade vs. Tümün İradesi (Will of All). Tümün iradesi, basitçe toplumdaki bireylerin bireysel isteklerinin toplamıdır. Örneğin 100 kişinin 100’ü de kendi çıkarına düşkün olsa ve oy kullansa, ortaya çoğunluğun tercihi çıkar – ama bu genel irade olmayabilir. Genel irade ise, herkesin ortak yararına yönelik olanın ne olduğudur. Bazen bu ikisi çakışır, bazen çakışmaz. Rousseau der ki, genel irade her zaman halkın ortak iyiliğine yöneliktir, ama tümün iradesi egoist arzuların toplamı olduğu için ondan sapabilir. Bu yüzden toplumda eğitim ve erdem önemlidir: İnsanlar yurttaş kimlikleriyle düşünmeyi öğrenmelidir ki genel irade doğru tecelli etsin.
Biraz soyut oldu, somutlaştıralım: Diyelim bir şehirde 100 bin vatandaş var. Bir park alanı var ve oraya park mı yapılsın yoksa alışveriş merkezi mi, oylanacak olsun. Çoğunluk belki kısa vadede “AVM yapılar, ekonomiye katkı olur, ben de gezer alışveriş yaparım” diye düşünebilir, oylamada %60 AVM çıksın. Ama genel irade belki de o şehrin uzun vadeli ortak iyiliği için yeşil alanın korunması yönündedir (daha temiz hava, sosyal alan vs.). Eğer insanlar sırf kendi anlık çıkarları değil de ortak iyiyi düşünerek oy verseydi belki park yönünde karar çıkacaktı. İşte Rousseau’ya göre genel irade “yanılamaz” – eğer doğru ortaya konabilirse, daima ortak iyiye yönelir. Fakat pratikte çoğunluk kararı bazen ortak iyiye aykırı olabilir, o zaman aslında o çoğunluk kararı genel iradeyi yansıtmamıştır der.
Burada ilginç ve tartışmalı sulara giriyoruz: Kim karar verecek neyin gerçekten ortak iyi olduğuna? Rousseau, genel iradenin belirlenmesi için doğrudan demokrasiye inanır (bir sonraki bölümde ayrıntılı tartışacağız). Ancak genel irade kavramı öyle mistik hale gelebilir ki, birileri kalkıp “Siz bilmiyorsunuz ama ben sizin gerçek ortak çıkarınızı temsil ediyorum” diyerek kendi iradesini dayatabilir. Tarihte maalesef bu oldu da. Mesela Robespierre gibi Fransız Devrimi önderleri, Rousseau’nun genel irade söylemine yaslanıp “Halkın gerçek çıkarı devrimde ve erdemde, o halde bu çıkarı engelleyenleri zorla engellemeliyiz” diye teröre başvurdular. Rousseau bunu görse onaylar mıydı, emin değilim; büyük ihtimalle dehşete kapılırdı. Fakat fikirlerinin böyle yorumlara açık olması onun felsefesindeki bir belirsizlikten kaynaklanıyor.
Biraz daha sistematik gidelim: Rousseau’ya göre Toplum Sözleşmesinin temel özellikleri kısaca şöyle sıralanabilir:
- Genel irade esastır: Egemenlik (iktidarın kaynağı) bölünmez bir biçimde halkın ortak iradesine dayanır. Hiçbir kral, meclis veya küçük grup bu egemenliği halktan çalamaz.
- Doğrudan demokrasi ideali: Halk kendi kendini bizzat yönetmelidir. Temsilcilere devredilen egemenlik, aslında egemenlikten feragat anlamına gelir. Bu nedenle Rousseau, halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılmasını savunur.
- Özgürlüğün yeniden kazanımı: Bireyler, kendi koydukları yasalara itaat ederek özgür kalırlar. Yasa yapımına katılan bir insan, o yasaya uyduğunda aslında kendi iradesine uymuş olur, bu da gerçek özgürlüktür.
- Doğal halden toplumsal hale geçiş: İnsan “vahşi” (sınırsız) özgürlükten çıkar, ahlaki bir yurttaş haline evrilir. Doğa durumundaki düzensizlik yerini, toplumsal düzende uygar bir yaşama bırakır.
Bu maddelerden özellikle birincisi ve üçüncüsü, genel irade ve özgürleşme meselesi, Rousseau’nun en özgün katkısı. Şimdi bunları biraz daha irdeleyelim ve kendi görüşlerimi de katayım.
Egemenlik Halkındır, Ama Nasıl?
Rousseau, egemenliğin devredilemez ve bölünemez olduğunu söyler. Yani halk, egemenliği bir kral ya da parlamentoya bırakamaz; çünkü bırakırsa özgürlüğünü yitirir. Bu noktada Rousseau’ya göre ideal olan, tüm vatandaşların katıldığı bir halk meclisidir – tıpkı eski şehir devletlerinde, örneğin onun çok sevdiği Cenevre’de olduğu gibi. “Küçük bir şehir devleti en iyisidir, herkes birbirini tanır, yüz yüze toplanır karar alır” dercesine yazar.
Gerçekten de Toplum Sözleşmesi kitabında İngiliz modelini eleştirip, “İngilizler kendini özgür sanıyor ama yanılıyor; sadece seçim zamanında özgürler” demesi bundandır. Oysa gerçek özgürlük, sürekli ve bizzat yönetime katılmakla mümkündür. Bu açıdan Rousseau bugün anladığımız manada temsili demokrasiden pek hazzetmez. Onun kafasındaki demokrasi, doğrudan demokrasidir.
Tabii Rousseau da realist bir adam – on binlerce, milyonlarca insanın yaşadığı modern devletlerde herkesin toplanıp karar alması zor, bunu bilir. Yine de ilkesel olarak taviz vermez: Egemenliğin temsil edilemeyeceğini savunur; temsil mekanizmaları varsa bunlar egemenliğin kendisi değil uygulamasıdır. Örneğin parlamento ancak genel iradeye uygun kanunlar yaparsa meşrudur, yoksa halk isterse onu alaşağı etme hakkına sahiptir.
Burada ben araya girip şunu düşünüyorum: Günümüz devletlerinde biz vatandaşlar gerçekten ne kadar söz sahibiyiz? Dürüst olmak gerekirse, çoğu zaman 4-5 yılda bir oy verip sonrasında profesyonel politikacıların kararlarıyla yaşıyoruz. Rousseau yaşasa buna bayağı bozulurdu herhalde. “Siz özgür değilsiniz, efendileriniz var” derdi muhtemelen. Biz de itiraz ederdik: “Ama başka çare yok, milyonlarca insanı nasıl yöneteceksin doğrudan demokrasiyle?” diye. Aslında bu tartışma bugün de güncelliğini koruyor. Teknoloji ilerledi, e-demokrasi filan diyenler var, referandumlar, anketler vs. ile doğrudan katılımı artırma çabaları görüyoruz. Yine de tam manasıyla bir Rousseaucu demokrasi uygulayan ülke yok gibi. En yakın örnek İsviçre belki; sık sık referandum yapan kantonlarıyla halkı karar sürecine dahil ediyorlar.
Rousseau’nun demokrasisi idealist bir model belki ama şu mesajı önemli: “Yönetimde halkın iradesi asıldır, yöneticiler vekildir.” Bu fikir bugün birçok anayasanın temel ilkesi. Örneğin ülkemizin anayasasında da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye yazar. Bu direkt Rousseau’cu bir ilkedir diyebiliriz. Rousseau’nun yaklaşımı modern demokrasilerde halk egemenliği fikrine zemin oluşturmuştur gerçekten de. Yani her ne kadar tamamen doğrudan demokrasiye geçemesek de, halkın yönetime temel yön verici güç olduğu düşüncesi Rousseau sayesinde güçlü bir şekilde yerleşmiştir diyebiliriz.
Yasalar, Genel İradenin Sesi
Rousseau’da devletin kalbi yasalardır. Kanun koyma yetkisi yalnızca halka ait olabilir, çünkü kanun genel iradenin ifadesidir. Burada ufak bir paradoks var: Rousseau, halkın genel iradesini ortaya koyacak yasaları yapması gerektiğini söyler ama aynı zamanda halkın her konuda teknik bilgisi olmayabileceğini de kabul eder. Bu yüzden “yasa koyucu” diye bir figür ortaya atar. Bu, adeta yarı efsanevi bir bilge kişidir (Rousseau örnek olarak Lycurgus, Solon gibi antik kanun yapıcıları anar). Yasa koyucu, halk için en doğru yasaları tasarlar ama dikkat, kendi başına bunları dayatmaz; halkın onayına sunar. Yani bir kurucu, bir akıl hocası gibidir. Mesela yeni kurulan bir toplumda, herkesin iyiliğini gözeten bir anayasa hazırlayıp bunu millete sunan bir bilgeyi düşünün. Eğer halk akıllıysa bu önerileri kabul eder, kendi yasalarını yapmış olur. Eğer istemezlerse, yapacak bir şey yok – yasa koyucu ikna edemedi demektir.
Bu kısım biraz teorik ve soyut kalıyor kitapta, Rousseau’nun da fazla detaya girmediği bir yer. Ama şuraya varmak istiyor: İyi yasalar şart! Ve iyi yasalar, toplumun genel çıkarına odaklanmalı, belli bir zümrenin değil. Rousseau diyor ki, eğer bir yasa bir kişiyi, bir grubu adıyla anıp onun çıkarını gözetiyorsa bu genel irade olamaz. Genel irade yasası herkese eşit uygulanır ve ortak faydayı hedefler. Mesela “şu soylu aile vergi ödemesin” diye yasa çıktı diyelim, bu genel irade değil, özel iradedir. Ama “herkes şu oranda vergi ödeyecek, gelirine göre” dersen, ortak bir kural koymuş olursun.
Rousseau’yu okurken dikkatimi çeken şey, onun eşitlik vurgusudur. Toplum Sözleşmesi boyunca, ekonomik eşitsizliklerin de politik eşitsizliğe yol açacağından dem vurur. Aşırı zengin ve aşırı fakir olmamalı, çünkü biri satın alabilecek kadar güçlü diğeri satabilecek kadar muhtaç hale gelirse sözleşme bozulur, der. Yani makul bir ekonomik denge de lazım ki genel irade bozulmasın. Bu yönüyle Rousseau, siyasi özgürlüğün yanında bir tür sosyal dengeyi de savunur gibi. Bir anlamda, özgürlük ile eşitliği birbirinin ön koşulu gibi görür: İnsanlar eşit yurttaş olmadıkça gerçek özgürlük olamaz. Bu bakış açısı sonraki birçok devrimciyi ve düşünürü etkilemiştir (örneğin Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganında Rousseau’nun payı büyüktür).
Ben günümüz açısından bakınca şunu hissediyorum: Rousseau’nun bu söyledikleri hâlâ çok değerli ama hayata geçirilmesi zor idealler. Örneğin genel iradenin her zaman ortak iyiyi bulacağı inancı… Bugün toplumlarda ne bölünmeler var, ortak iyiyi bulmak o kadar kolay mı emin değilim. İnsanlar çoğu zaman kısa vadeli çıkarlarını veya ait oldukları grubun faydasını düşünüyor, genel bir perspektifle hareket etmiyor. Rousseau ise sanki halkı biraz idealleştiriyor: Yeter ki doğru koşullar olsun, herkes vatanseverce ortak iyi için düşünecek, diyor. Bu koşullardan kastı da küçük ölçekli toplumlar, iyi bir ahlaki eğitim, vatandaşlar arasında temel eşitlik filan. E tabii bunlar yoksa, genel irade yerine çoğunluğun belki de cahilce veya bencilce kararı egemen olabilir ki bu felakete sürükleyebilir.
Nitekim tarihte Rousseau’ya getirilen en büyük eleştirilerden biri, genel irade kavramının istismar edilebileceği yönünde. Liberallerin önemli ismi Isaiah Berlin, Rousseau’nun “insanları özgür olmaya zorlamak” fikrini (ona birazdan değineceğim) “pozitif özgürlük” kavramıyla ilişkilendirip, bunun totaliterliğe kapı aralayabileceğini söylemişti. Yani bir yönetici çıkıp “Ben halkın gerçek genel iradesini temsil ediyorum, o halde muhalif görüşleri susturmakta beis yok, çünkü onlar halkın gerçek çıkarına aykırı” diyebilir ve baskıcı bir rejim kurabilir. Gerçekten de 20. yüzyılda faşist veya komünist diktatörler bile halk adına, halkın iradesi diye diye kendi iradelerini dayattılar. Rousseau bunları görse herhalde çok üzülürdü; çünkü onun amacı tam aksine adil ve özgür bir toplum modeli tasarlamaktı, totaliter bir kabus değil. Fakat entelektüel dürüstlükle söylemeliyim ki, Rousseau’nun metinlerinde bu tehlikeyi çağrıştıran ifadeler var. Özellikle şu “özgürlüğe zorlamak” meselesi…
“Özgürlüğe Zorlamak”: Özgürlük ile Otorite Arasındaki Paradoks
“İnsanları özgür olmaya zorlamak.” Bu ifade ilk duyulduğunda kulağa çelişkili, hatta ürkütücü geliyor. Zorlama varsa nasıl özgürlük olur? Bu Rousseau’nun en çok eleştirilen iddialarından biri. Aslında orijinal metinde geçen tam ifade şu: “Eğer biri genel iradeye itaat etmezse, tüm vatan onu itaat etmeye zorlar; bu da onu özgür olmaya zorlamak demektir.” (Toplum Sözleşmesi, I. Kitap, 7. Bölüm). Yani, genel iradeye uymayan birini toplum zorla uydurur, böylece onu özgürlüğüne kavuşturur(!).
Rousseau’nun mantığına göre, genel iradeye uymayan, aslında kendi gerçek öz çıkarına da aykırı davranıyor demektir. Çünkü genel irade herkesin ortak yararıdır ya hani, onu ihlal eden aslında tüm toplumla beraber kendi uzun vadeli yararını da baltalıyor gibidir. Mesela herkes anlaşmış kırmızı ışıkta duracak, biri “yok ben özgürüm geçerim kardeşim” derse, toplum onu durmaya zorlar. Bu zorlama ilk bakışta özgürlüğünü kısıtlamak gibi ama aslında herkesin (dahil onun) can güvenliği için gerekli; dolayısıyla o kişinin gerçek özgürlüğünü (trafikte güvende olma özgürlüğünü) sağlamış oluyorsun. Bu örnekte kolay anlaşılıyor: Kurala uymak özgürlüğün şartı gibi. Ama her durumda böyle net olmuyor maalesef.
Rousseau’yu savunmaya çalışırsam, onun demek istediği şu: Özgürlük, keyfi davranmak değildir; özgürlük kendi kendine koyduğun kurala uymaktır. Eğer kuralı gerçekten sen ve toplum birlikte koyduysanız (genel irade ile), o kurala uymamak aslında kendi iradene ihanet etmek demektir. Dolayısıyla bir vatandaş, “ben kendi koyduğum kanunu çiğnerim” diyorsa, aslında akıl ve ahlak dışı hareket etmektedir; onu doğruya döndürmek gerekir. Tabii bu bakış açısı, bireyi kendi iyiliği için zorlamayı mazur gösteriyor. Hani anne çocuğunu “senin iyiliğin için yapıyorum” diyerek zorlar ya bazı şeylere, biraz öyle.
Ben kişisel olarak bu konuda kararsızım. Bir yanım diyor ki: Evet, toplum düzeni için gerektiğinde zorlama meşrudur. Yani vergi ödemek istemeyen biri “özgürlük” diyemez, ödetmek lazım; yoksa sistem yürümez. Veya kurallara uymayan cezalandırılır, bu normal. Devletin tüm varlığı zaten bir miktar cebir tekeline dayanır – polis, mahkeme filan bunun için var. Sonuçta bunları kabul etmeyen gitsin dağ başında yaşasın (ki o da pratik değil). Bu açıdan Rousseau sadece su götürmez bir gerçeği ifade ediyor: Toplum sözleşmesine dahil olduysan, uymak zorundasın. Uymuyorsan da zorla uydurulursun. Bu da “özgürlüğe zorlama” diye paradoxal bir şekilde açıklanıyor, çünkü toplum sözleşmesinin amacı özgürlüğü korumak olduğundan, sözleşmeyi bozana müdahale ederek aslında gene özgürlüğü korumuş oluyorsun.
Öte yandan, bu “zorla iyilik” meselesi beni rahatsız etmiyor değil. Çünkü kim karar veriyor kimin iyiliği olduğuna? Tarihte nice despot “halkım için en iyisini ben bilirim” diyerek zulmetti. “Sizi özgürleştiriyorum” diye insanları kışlaya, kolektif tarım kamplarına dolduranlar oldu (Pol Pot gibi ekstrem örnekler akla geliyor). Rousseau’nun teorik çerçevesi buna izin vermez aslında – zira orada gerçek genel irade halkın kendisinden çıkmalı, bir diktatör keyfine göre “ben temsil ediyorum” diyemez. Ama pratikte böyle kötüye kullanımlar oldu mu, evet oldu.
Burada belki de Rousseau’ya şunu sormalı: Kardeşim, genel iradeyi her seferinde isabetle nasıl bulacağız da emin olacağız birine zorla uydururken haklı olduğumuza? Bu zor bir soru. Rousseau’nun verdiği ipuçlarından biri, genel iradenin hep genel olması gerektiği – yani bir kişiye ya da gruba ayrıcalık tanımıyorsa doğru yoldayız, diğeri de fakir-zengin uçurumu olmamalı – aşırı zenginler genelin iyiliğine aykırı işler dayatabilir. Ayrıca faksiyonlar (klikler, partiler) olmamalı diyor; çünkü küçük grup çıkarları genel iradeyi çarpıtır. En ideali tüm toplumun tek vücut haline gelip ortak kararlar alması.
Günümüzde bu pek mümkün görünmüyor; partiler, gruplar demokrasinin vazgeçilmezi gibi. Rousseau, partileri genelde sevmez, “Eğer toplum içinde alt kimlikler, hizipler oluşmuşsa genel irade bulunamaz; en iyi ihtimalle bu hiziplerin de bir arada ortak iradesi olabilir ama tam saf genel irade için böyle fraksiyonlar olmamalı” der. Belki küçük homojen bir kantonda mümkündür, ama milyonluk uluslarda pek değil.
Benim bu konudaki şahsi fikrim: Özgürlük ve zorunluluk arasındaki gerilim hep var olacak, önemli olan bunun asgari zorlamayla, azami rızayla yürümesini sağlamak. Rousseau ideal bir formül verdi: *“Öyle bir toplum bulunmalı ki, herkes birleştiği halde yine kendi kendine hükmedebilsin, eskisi kadar özgür olabilsin.”*. Bu cümle gerçekten büyüleyici: Kendi kendine hükmettiğin halde birlik içinde kalmak. Yani hem ortak, hem birey, ikisi bir arada. Özgürlük aslında öz yönetim demek. Rousseau’ya hak veriyorum, eğer bizi yöneten kuralları kendimiz yapabilirsek, onlara uymak özgürlüğümüzü elimizden almaz, aksine pekiştirir. Ama günümüz dünyasında pratik olarak bunun tam karşılığı yok. Belki daha katılımcı demokrasi çabaları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, sık referandum, sivil toplumun karar süreçlerine dahil olması gibi mekanizmalar, bir nebze “öz yönetime” yaklaştırır bizi.
Rousseau’nun “özgürlüğe zorlama” formülü belki de en iyi şu şekilde anlaşılmalı: Bir toplumsal sözleşmeye dahil olmanın bedeli, ortak kurallara uymaktır. Bu kuralları kendin yapmış olsan bile, arada canın istemeyebilir ama uymak zorundasın; aksi halde sözleşme bozulur. Uymayı reddedersen, toplum seni dışlar (belki hapse atar veya sürer). Bu durumda da aslında sözleşmenin dışına çıkmış, doğal duruma dönmüş olursun ki bunu kimse istemez. Yani ya sözleşmenin parçasısındır ya da değilsindir; ortası yok.
Bu teorik tartışmayı biraz hikâyeyle hafifletelim:
Hayali bir küçük kasabada yaşıyorsunuz diyelim. Kasabanın bir anayasa metni var, tüm vatandaşlar demiş ki “kamu meydanımız kutsaldır, temiz tutulacak, orada kimse kavga etmeyecek” falan. Siz de buna imza attınız. Bir gün canınız çok sıkkın, gittiniz meydanda bağırıp çağırıp cam çerçeve indiriyorsunuz. Komşularınız, “kusura bakma dostum, biz böyle anlaşmadık” deyip sizi zapt ediyorlar. Siz “bırakın beni özgürüm ben!” diye bağırıyorsunuz. Onlar da diyor ki: “Evet özgürsün ama bu özgürlüğü birlikte kurduğumuz düzen dahilinde kazandık. Şimdi seni alıkoyuyoruz çünkü sen aslında kendi imzaladığın anlaşmayı çiğnedin. Seni özgür yapmaya çalışıyoruz tekrar, anlaşmaya sadık bir vatandaş haline getirip aramıza döndüreceğiz.” Sizi birkaç gün nezarethanede tutuyorlar, sakinleşince “tamam anladım hatamı” diyorsunuz, tekrar topluma karışıyorsunuz.
Bu hikâyede toplumun yaptığı şey, Rousseau’nun dediği “özgürlüğe zorlamak” oluyor bir bakıma. Siz belki o anki öfke özgürlüğünüzden oldunuz ama sonunda yine düzenli bir özgürlüğe kavuştunuz topluluk içinde. Bu tabi iyimser bir senaryo; gerçekte işler böyle tatlı tatlı çözülmeyebilir, ama umarım ana fikri anlatabildim.
Bu paradoksal mesele üzerinde eminim daha saatlerce konuşabiliriz, ama konuyu dağıtmadan ilerleyelim. Şimdiye kadar Toplum Sözleşmesi’nin temel argümanlarını ele aldık: Doğal hal vs. toplum, genel irade, egemenlik, özgürlük paradoksu… Biraz da birey, devlet ve vatandaşlık ilişkisinden, günümüze yansımalarından bahsedelim. Sonra Rousseau’nun diğer eserlerine ufak bakışlar atacağız ve güncel meselelerle bağlantıları kuracağız.
Birey, Devlet ve Yurttaşlık: Kişisel Haklar ve Toplumsal Sorumluluk
Toplum Sözleşmesi’nin özünde, birey ile devlet arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlama çabası yatar. Orta Çağ’da devlet dediğin kralın malı gibiydi; tebaası onun kulu sayılırdı. Aydınlanma ile birlikte “yurttaş” kavramı filizlendi. Rousseau, bireyi devletin temeline koyarak radikal bir şey yapıyordu: Devlet birey için vardır, birey devlet için değil. Toplum Sözleşmesi, her bir bireyin rızasına dayalı bir birlik oluşturur. Yani devlet, bir sözleşmenin sonucu olduğu için, bireylerin çıkarına hizmet etmek zorundadır; aksi halde meşruiyetini kaybeder.
Rousseau burada aslında liberal bir içgörü sunuyor: Meşruiyetin kaynağı rıza ve halkın onayıdır. Bireyler kendi aralarında sözleşme yapıp devleti kurduklarına göre, devletin tüm yetkileri emaneten vardır. Bu, günümüz demokrasilerinde “sosyal kontrat” veya anayasal düzen dediğimiz şeyin temelidir. Örneğin anayasalar genelde “Biz halk olarak, ortak iyiliğimiz için şu devleti kuruyor, şu hakları da garanti altına alıyoruz” tarzında önsözlerle başlar. Bu, doğrudan doğruya toplum sözleşmesi fikrinin bir yansımasıdır.
Şimdi Rousseau açısından bakalım: Birey devlete hangi haklarını devretti, hangi haklarını korudu? Rousseau der ki, kişi doğal haldeki her şeye sahip olma hakkını (sınırsız özgürlüğünü) devretti ama karşılığında mülkiyet hakkı kazandı. Yani eskiden bir şeye sadece fiilen sahip olabilirdiniz (gücünüz yetiyorsa), şimdi hukukî olarak size ait tanınacak. Kişi, intikam alma hakkını devretti (artık adaleti kendi sağlayamaz, devlet sağlayacak) ama karşılığında hakkını arayabileceği mahkemeler kazandı. Yani her şeyin bir dengesi var. Bu sözleşmenin koşulları herkes için aynı olduğu için de adil aslında. Rousseau’nun ifadesiyle: *“Temel sözleşme, doğal eşitsizliği kaldırmaz, tersine herkes için meşru bir eşitlik getirir; insanlar sözleşme sayesinde eşitlenirler.”*. Herkes eşit yurttaş statüsündedir, kanun önünde eşittir.
Devlet ise bu sözleşmeyle toplumsal bir benlik haline gelir. Rousseau, toplum sözleşmesiyle birlikte “moral ve kolektif bir beden” oluştuğundan bahseder. Bireyler bir araya gelerek bir Genel Benlik oluşturur (Rousseau buna “vatan” veya “cumhuriyet” demeyi sever). Bu genel benliğin iradesi de genel iradedir. Devlet, bu iradenin yürütme organlarına sahip olur. Bu noktada Rousseau, hükümet (yürütme) ile egemenlik (yasama) ayrımına gider. Egemenlik halktadır ve devredilmez (yani kanun yapma yetkisi hep yurttaşlarındır). Ancak yürütme, yani günlük yönetim işi, pratik olarak bir hükümete bırakılır. Bu hükümet bir kral olabilir, bir meclis olabilir, küçük bir konsey olabilir vs. Yönetim biçimi farklı olabilir ama önemli olan, yönetimin her an halkın denetiminde ve ona hesap verir durumda olmasıdır. Eğer hükümdar (kral ya da kabine) halkın genel iradesine aykırı hareket ederse, halk sözleşmeyi bozulmuş sayıp onu devirebilir. Rousseau’ya göre halk kendi iktidarını geri alabilir, çünkü aslında hep kendisinin olması gerekir.
Birey-devlet ilişkisinde Rousseau’nun en çok önemsediği şey, yurttaşlık bilinci. Yurttaş sadece kendisi için yaşayan biri değildir; toplumun bir parçası olduğunu hisseden, kamusal meselelerle ilgilenen bir kişidir. Rousseau’nun ideal toplumunda vatandaşlar aktif olarak toplantılara katılır, oy verir, gerektiğinde ülkesini savunur, kanunlara saygı duyar çünkü o kanunları kendi onaylamıştır. Bu oldukça cumhuriyetçi bir vatandaşlık anlayışıdır: pasif değil aktif vatandaşlık. Bir yönüyle modern liberal bireyciliğe ters bir tarafı da var: Bireyden bir fedakârlık, bir adanmışlık bekliyor toplum için. “Yurttaş” olmak “birey” olmaktan farklı; daha özverili bir rol. Rousseau’nun zaman zaman fazla kolektivist bulunmasının sebebi bu vurgudur. O, bencilliği (ki buna amour propre diyordu, kendini sevme tutkusu) toplumun zehri olarak görür; yerine vatanseverlik ve erdem aşılamak ister.
Rousseau bu noktada öyle ileri gider ki, Toplum Sözleşmesi’nin son bölümünde sivil din diyebileceğimiz bir fikir ortaya atar. Der ki: Devletin bir tür sivil inanç sistemi olmalı, yurttaşlar vatana ve yasalara bağlılık konusunda neredeyse dinsel bir coşkuya sahip olmalı. Onun kafasında bu, toplumu bir arada tutacak harçtır. İnsanlar ortak bir değerler manzumesine “iman” etmezse, çıkarlarına ters düştüğünde sözleşmeyi bozmaya kalkabilirler. Bu yüzden belki de bir tür yurttaş dini yaratmak lazım (mesela ulusal bayrak, marş, anıtlar, yeminler – düşünün bunlar bugün ulus devletlerde var, bir nevi sivil din sembolleri). Fakat Rousseau açıkça da söyler: “Kim ki bu temel yurttaş inançlarını kabul etmez, devletten atılsın, kim ki bunları ihlal eder, ölüme bile cezalandırılsın.” Bu, tüyler ürpertici gelebilir kulağa, çünkü inanç dayatması gibi. Ama burada “inanç”tan kastı aslında temel siyasi ilkelere inanç: Tanrı’ya filan inan demiyor, devlete ve millete sadakat diyor (gerçi Tanrı konusunda da “iyi bir yurttaş için deist bir inanç yararlıdır” gibi bir fikri var, ama detaya girmeyelim).
Bu sivil din meselesini bugün mesela anayasal düzenin korunması olarak düşünebiliriz. Anayasal ilkeleri yok sayan biri, mesela “ben demokrasiye inanmıyorum, şiddetle rejimi yıkacağım” diyorsa, devlet onu barındırmaz, terörist muamelesi yapar. Bunda aslında çok da garipsenecek bir şey yok. Rousseau bunu biraz dramatik söylemiş: “Öldürelim gerekirse” diye. Umarım hiç öyle durumlar olmaz, ama vatan hainliği kavramı vs. bugünün de konusu.
Şimdi bir de vatandaşın sorumlulukları yönünden bakalım, çünkü soru demişti ya “vatandaşlık sorumluluğu” da günümüz meseleleri bağlamında ele alınsın diye. Rousseau’ya göre bir toplumun sağlıklı işlemesi için vatandaşların görevlerini yerine getirmesi şart. Bunların başında yasaya uyma gelir. Kendi onayladığın yasaya uymamak zaten ahlaki açıdan da yanlış dedik. Sonra oy verme, katılım geliyor. Rousseau, oy vermemenin düşünülemeyeceğini, herkesin genel iradeye katılım borcu olduğunu söylerdi. (Zaten küçük bir topluluk hayal ettiğinden katılmamak tuhaf olur, herkes forum alanına gitmeli onun aklında).
Bir diğer sorumluluk vatanı savunmadır. Hatta Rousseau der ki, savaş çıktığında paralı asker kullanılmamalı, her yurttaş vatan savunmasına bizzat katılmalı. Modern liberal bakış belki “devlet beni askere almak zorunda bırakmamalı” diyebilir, ama Rousseau bu konuda eski tarz cumhuriyetçi: “Toprak seninse, özgürlüğü senin özgürlüğünse, gerekince kendin savunacaksın.”
Günümüze bağlantı kurarsak: Bugün demokratik ülkelerde vatandaşlardan beklenen temel sorumluluklar benzer aslında – kanunlara uy, vergini öde, seçimlerde oy kullan, toplumsal meselelere duyarlı ol, kamu düzenine saygı göster vs. Bunlar olmazsa sistem yürümez. Düşünün, herkes vergi kaçırsa devlet hizmet veremez; kimse oy kullanmasa demokrasi işlemez; herkes kural çiğnese kaos çıkar. Yani toplum sözleşmesi, ancak herkes üstüne düşeni yaparsa ayakta durur. Rousseau’nun da en büyük korkularından biri toplumun çürümesidir: Lüks, gösteriş, bencillik, ataletten nefret eder. İtiraflar’da kendi hayatına bakınca da aslında zaman zaman toplumun ikiyüzlülüğünden, insanların birbirini ezmesinden, “iyi insanların bu dünyada acı çektiğinden” bahseder. (Mesela bir yerde “Bu dünya iyi olanlara göre değil” diye bir sitemi var anılarında). Ona göre toplum eğer yanlış değerler üzerine kurulursa iyi insanları değirmende öğütür. Bunu engellemek için herkesin, en azından çoğunluğun, erdemli ve duyarlı yurttaşlar olması gerekir.
Bu noktada, Rousseau’nun diğer eserlerine şöyle bir geçiş yapabiliriz, zira Emile ve İtiraflar gibi çalışmaları tam da birey-toplum ilişkisine farklı açılardan ışık tutuyor.
Rousseau’nun Diğer Eserlerinden Yansımalar: Emile ve İtiraflar
Rousseau sadece siyasi bir düşünür değil, aynı zamanda eğitim, edebiyat, otobiyografi alanlarında da çığır açmış bir isim. Toplum Sözleşmesi ile aynı yıl yayımlanan Emile ya da Eğitim Üzerine adlı eseri, çocuk yetiştirme ve eğitim felsefesi hakkında bir roman özelliği taşıyor. Peki Emile’in toplumsal sözleşme ile ne ilgisi var? Aslında oldukça fazla. Çünkü Rousseau, özgür ve erdemli bir toplumu ancak doğru yetişmiş bireylerin kurabileceğine inanıyordu. Emile romanında doğumdan yetişkinliğe bir çocuğu (Emile’i) ideal yöntemlerle eğitiyor. Bu eğitimde en önemli prensip, çocuğun doğal özgürlüğünü ve merak duygusunu korumak. Emile’e küçük yaşta hiçbir dogma, hiçbir toplumsal sahte değer yüklemiyor. Onu kırsalda doğayla iç içe büyütüyor, kendi deneyimleriyle öğrenmesine izin veriyor.
Bu, Rousseau’nun “insan doğası iyidir, bozan toplumdur” tezinin bir yansıması. Yani eğer çocuğu bozuk toplum değerlerinden uzak tutup doğal haline uygun yetiştirirsen, hem özgür düşünen hem de vicdanlı bir yetişkin elde edersin. Emile büyüyünce ona yavaş yavaş toplumun ne olduğunu da öğretir, bir ara onu şehirde gezdirip toplumdaki eşitsizlikleri gösterir mesela. En sonunda Emile, özgür iradeli ama ahlaklı bir genç olur ve Sophie adında bir kızla evlenmeye hazırlanır (bu arada Sophie karakteri üzerinden Rousseau’nun kadın eğitimi konusunda oldukça geleneksel ve bugün için cinsiyetçi diyebileceğimiz görüşleri olduğunu belirtelim; bunu da eleştireceğiz). Emile’e son bir görev verilir: Toplumun bir parçası olmak. Onca yıl doğadan uzakta kendi başına yetişti; peki ya şimdi ne olacak? Rousseau Emile’e der ki: “Artık sen iyi bir insan oldun, şimdi iyi bir yurttaş olma zamanı.” Yani geri dön ve topluma katıl, iyileştirmeye çalış. Hatta Emile’e bir hayali toplum örneği verip (belki Polonya ya da Korsika gibi o dönem için güncel meselelerden bahseder) nasıl bir vatandaş olması gerektiğini anlatır.
Bu, şunu gösteriyor: Rousseau için eğitim, özgür yurttaş yetiştirmek içindir. Emile aslında Toplum Sözleşmesi’nin insan malzemesini hazırlama projesi gibi görülebilir. Bir yanda toplumu idealize ediyor, öbür yanda bireyi idealize ediyor ve ikisini buluşturmak istiyor. Emile’in son bölümünde “Toplum Sözleşmesi” kitabından da bir parça konulduğu için (Rousseau öyle planlamıştı) kilise ve devlet yetkilileri Emile’e de kızdı. Hatta Emile içinde geçen “Savoyard Rahibin İtirafı” adlı kısım dini konularda farklı bir yaklaşım sunduğu için hem Toplum Sözleşmesi hem Emile aynı anda yasaklandı, yakıldı. Rousseau Paris’ten kaçmak zorunda kaldı, kitapları Cenevre’de de yasaklandı vs. Bu tarihi anekdot da gösterir ki Rousseau, söyledikleriyle otoriteyi fazlasıyla rahatsız etti – bu da onun ne kadar devrimci olduğunun bir ölçüsü.
Emile’e dair bir iki not daha: Rousseau burada “negatif eğitim” kavramından bahseder, yani çocuğu kendi haline bırak, deneyimleyerek öğrensin, sen çok müdahil olma diyor. Doğal merakını öldürme. Bu yaklaşım modern eğitimde epey etkili oldu, Montessori gibi yöntemlere ilham verdi diyebiliriz. Emile’in “moral gelişimi” de çok önemliydi, mesela küçük bir oyunla Emile’in merhamet duygusunu geliştirir, bir köylüye yardım etmesini sağlayıp o sevinci tattırır vs. Bütün bunlar, Rousseau’nun kafasında “özgür ve erdemli yurttaşlar nasıl yetişir?” sorusuna cevap arayışıdır. Çünkü böyle yurttaşlar olmadan genel irade filan hikâye olur.
Şimdi gelelim İtiraflar (Confessions) eserine. Bu, Rousseau’nun hayatını anlattığı otobiyografisidir ve dürüstlüğüyle meşhurdur. “İtiraflar” adını boşuna koymamış, gerçekten de mahremini, hatalarını, ayıplarını bile detaylı yazar. Mesela çocukken yaptığı bir hırsızlık ve suçu başkasının üstüne atması olayı vardır, onu bile anlatır büyük pişmanlıkla. Peki bu kişisel itirafların, Toplum Sözleşmesi gibi siyasi bir eserle bağı nedir? Bence burada da “bireysel dürüstlük ve özgürlük” teması devreye giriyor. Rousseau kendini tüm çıplaklığıyla toplum önüne sunuyor, “Beni yargılayın, işte tüm gerçekliğimle karşınızdayım” diyor. Bu, o dönemin kibarlık ve ikiyüzlülük dolu toplum normlarına bir başkaldırı aslında. İnsanlar gerçekte olmadıkları bir kimliği takınıp sosyetede dolaşırken, Rousseau “Maske takmayacağım, neysem oyum” demiştir.
Bu tavır, onun felsefesindeki doğallık ve hakikat tutkusuyla uyumludur. Toplum Sözleşmesi’nde de esasen sahte düzeni yıkıp insanların gerçekten ortak iyiliğine dayanan hakiki bir düzen kurmaya çalışmıyor mu? İtiraflar’da kendi iç dünyasında bunu yapıyor: “İşte ben buyum, hatalarımla, aykırılıklarımla, beni kabul edin.” Aslında İtiraflar’ın ilk cümlesi çok çarpıcıdır: “Ben eşi benzeri olmayan bir insanım. Doğam iyidir ama toplum beni yanlış anladı, beni suçladı” minvalinde bir şey (tam alıntıyı hatırlamıyorum, ama mealen öyle). Hatta şöyle diyor: “Dünyada eşi benzeri olmayan bir işe girişiyorum: Tüm gerçekliğimle, içimde ne varsa dışarı dökerek, iyi-kötü ne yaptıysam anlatarak kendimi dünyaya göstereceğim. Tek dileğim, Tanrı’nın huzurunda olduğu gibi, sizin karşınızda da tamamen açık olmak.” Cesur bir giriş gerçekten.
Rousseau hayatı boyunca çok eleştiri aldı, hakkında olumsuz izlenimler yayıldı (Voltaire gibi hasımları onun aleyhinde sürekli dedikodu yaydı mesela). İtiraflar bir bakıma kendini savunma ve anlama çabasıydı. “Beni yargılamadan önce okuyun, sonra karar verin” diye de not düşer. Bu, bana göre onun hakkaniyet ve açıklık arzusunu gösterir. Toplum Sözleşmesi’nde de halkın her şeyin farkında olduğu, aleni ve dürüst bir politika idealini hayal etmişti. Karanlık kapalı kapılar ardındaki işleri sevmez.
Ayrıca İtiraflar insanın iç dünyasının önemine vurgu yapar – bu da belki toplumsal bir fikirle şöyle ilintilenebilir: Özgür bir toplum, özgür ve otantik bireylerden oluşmalı. Otantik, yani kendini saklamayan, iç sesiyle dış eylemi tutarlı insanlar… Rüyalar mı görüyorum? Belki ama Rousseau böyle hayaller kuruyordu. “İnsanları oldukları gibi kabul edelim, sahte statüleri, soyluluk, gösteriş hepsini bırakalım” demiş oluyor bir anlamda.
Bu noktada bir parantez: Rousseau’nun kendi hayatı ve idealleri arasında çelişkiler de yok değil. Mesela Emile’de harika çocuk yetiştirme prensipleri yazdı ama kendi öz çocuklarını yoksulhaneye (bir nevi yetimhaneye) verdi, büyütmedi. Bu yüzden özellikle kadın filozof Mary Wollstonecraft ve diğeleri onu çok ikiyüzlü buldu. Hatta Wollstonecraft sadece bunu değil, Emile’de Sophie’ye biçtiği rol yüzünden de Rousseau’ya çatmıştı. Neden? Çünkü Rousseau açıkça diyor ki “Kadınlar kamu hayatı için değil, özel alanda eş ve anne olarak eğitilmeli; Sophie de Emile’in mükemmel eşi olmak üzere yetiştirilmeli.” Wollstonecraft ise Kadın Haklarının Savunusu eserinde “Rousseau, kadınları evcilleştirilmiş birer eşya gibi görmekle yanlış yapıyor; kadınlar da akıl ve eğitimle yurttaş olmalı” diye eleştirir.
Bugün biz de Rousseau’nun bu cinsiyetçi tarafını olumsuz buluyoruz. Gerçekten de onun özgürlük ve eşitlik fikirleri maalesef kadınları kapsamıyordu diyebiliriz. Belki dönemin genel anlayışıyla açıklanabilir ama yine de bu bir eksiklik. Bir liberal olarak ben, özgürlük tüm insanlar içindir, cinsiyet fark etmez derim. Rousseau ise kadının özgürlüğünü pek dert etmemiş gibi. Bu, onun fikirlerinin tutarlı bir eleştirisi bence ve bahsetmeye değer: Rousseau’nun toplum sözleşmesi evrensel midir? Eserinde “kadınlar bu sözleşmeye dahil mi?” net bir şey yok, ama örnekleri verirken genelde sadece erkek yurttaşlar üzerinden gider. Ne yazık ki o dönemin devrimci fikirleri bile kadınları tam kapsamıyordu (1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi de sadece “Homme” diyordu, Olympe de Gouges kadınlar için ayrı bildiri yazmak zorunda kalmıştı).
Neyse, bunu kendi yorumumuz olarak belirttik ki, Rousseau’yu göklere çıkarırken gerçekçi eleştirileri de atlamayalım: Kadınlar, ekonomik alt sınıflar gibi kesimler konusunda Rousseau’nun fikirleri tartışmaya açıktır. Zira tam katılımcı dediği demokrasi bile aslında küçük mülk sahibi erkek vatandaş demokrasisiydi. Modern değerlerle bakınca bu dar bir yurttaşlık tanımı.
Yine de, Rousseau’nun çağının ilerisine giden çok yönü var. Mesela eğitimde ilerici, siyasette halk egemenliğini savunan, edebiyatta romantizmin öncüsü (doğaya dönüş vurgusu vs.), otobiyografide samimiyet ve bireyselliği öne çıkaran… Kısacası özgür düşünmenin ve kendini ifade etmenin yollarını açan bir figür.
Ben İtirafları okurken şunu hissetmiştim: Rousseau hem çok parlak bir zihin hem de oldukça duygusal ve kırılgan bir insan. Toplumla yıldızı pek barışmamış; zaman zaman paranoyakça “herkes bana düşman” duygusuna kapılmış (belki gerçekten de dışlanmıştı entelektüel çevrelerde). Bu yüzden İtiraflar biraz da bir “Bu dünyaya isyanım var” manifestosu gibi. Orada dediği “Bu dünya iyi olanlara göre değil” cümlesi (ki Gaye Dinçel’in makalesinde geçiyor) bana çok dokunur. Rousseau kendini “iyi” olarak konumlar tabii, düşmanlarını “kötü”.
Düşünüyorum da, belki de Toplum Sözleşmesi idealinde yarattığı toplum, onun keşke yaşasaydım dediği türden bir saf toplumdu. Yani herkesin iyi olduğu, en azından iyi olmaya çalıştığı, kimsenin başka birini ezmediği, aldatmadığı bir toplum… Bayağı ütopik aslında. Bu yüzden bazı yazarlar Rousseau’yu ilk ütopik sosyalistlerden bile sayar; onun insan doğasının bozulmamış iyiliği vurgusu sonra ütopyacıları etkilemiştir.
Şimdi yavaştan bugüne gelelim tam olarak: Rousseau’nun fikirleri günümüzde ne ifade ediyor, hangi güncel meselelere ışık tutuyor?
Günümüz Dünyasında Toplum Sözleşmesi: Özgürlük, Demokrasi ve Vatandaşlık
Rousseau’dan 250 yılı aşkın bir zaman sonra, dünya bambaşka bir yer. İmparatorluklar gitti, ulus devletler ve demokratik anayasalar geldi. Birçok ülke yazılı olmasa da bir “toplum sözleşmesi” anlayışına sahip: Yönetenler halkın rızasına dayanmak zorunda, aksi takdirde meşru sayılmıyor. Bu, büyük ölçüde Rousseau gibi düşünürlerin mirasıdır. Mesela bugün herhangi bir hükümet meşruiyetini seçimle işbaşına gelmiş olmaktan alır – yani halka dayanıyor iddiasındadır. Diktatörler bile göstermelik seçim yapma gereği hisseder, çünkü çağımızda açıktan “Ben zorbalıkla yöneteceğim” diyemez kimse. Bu, toplum sözleşmesi fikrinin dolaylı zaferi sayılır.
Ancak pratikte baktığımızda, Rousseau’nun hayal ettiği türden bir doğrudan demokrasi pek yok. Temsili demokrasiler var ve onlarda da halk ile seçilmiş yöneticiler arasında bir mesafe oluşabiliyor. Günümüzde birçok insan, kendi devletine karşı güvensizlik duyabiliyor. “Seçtik ama sözümüz geçmiyor, çıkar grupları asıl karar veriyor” diye düşünenler az değil. Bu tam da Rousseau’nun uyardığı durum aslında: Eğer siyaset halkın ortak iyiliğinden sapıp belli lobilerin, zümrelerin çıkarına hizmet etmeye başlarsa, toplum sözleşmesi zedeleniyor demektir. Böyle bir durumda vatandaşların meşru direnme hakkı doğabilir demiştik (Rousseau sivil itaatsizlik terimini kullanmadı ama eserin ruhundan bu çıkar).
Modern dünyada sivil itaatsizlik kavramı önemli bir yer tutar. Thoreau, Gandhi, Martin Luther King gibi isimler, adaletsiz buldukları yasalara uymayarak veya barışçıl dirençle topluma mesaj verdiler. Onların argümanı da şuydu: “Devlet, toplum sözleşmesini bozdu, söz verilen adaleti sağlamadı; o halde bizim de o yasağı delmeye hakkımız var.” Bu düşünce Rousseau’nun genel yaklaşımıyla uyumludur aslında, çünkü o meşruiyetin ölçütünü adalet ve ortak iyilikle belirliyor. Eğer bunlar yoksa ortada gerçek bir sözleşme kalmamıştır.
Peki özgürlük ve demokrasi bağlamında bugün en çok neyi tartışıyoruz? Birkaç şey akla geliyor: Bireysel özgürlükler vs. kamusal yarar dengesi, doğrudan demokrasi imkanları, çoğunlukçuluk vs. çoğulculuk, vatandaşlık tanımı, küresel sorunlar…
Bireysel özgürlükler ve kamusal yarar: Mesela pandemi dönemini hatırlayalım, biraz bahsettim. Maske takmak, karantina, aşı olmak gibi konularda “toplumun iyiliği için bireysel özgürlük kısıtlanabilir mi” tartışması yaşadık. Bir kısım insan “benim bedenim, benim kararım, aşı olmam ya da maske takmam dayatılamaz” dedi; diğerleri “senin bu tercihin başkalarının hayatını riske atıyor, o yüzden kurallara uymalısın” dedi. Bu aslında toplum sözleşmesi düşüncesinin güncel bir sınavıydı. Sonuçta çoğu ülke kamusal yararı öncelikleyip bazı zorunluluklar getirdi (örneğin kapalı alanlarda maske zorunluydu, uymayan ceza aldı). Rousseau buna şaşırmazdı, muhtemelen desteklerdi de: “Genel irade, halk sağlığını korumayı gerektiriyorsa, bireyleri buna uymaya zorlayabiliriz” derdi muhtemelen. Kimi bunu bir çeşit “özgürlüğe zorlama” olarak bile yorumlayabilir: Aşı olarak, maske takarak hem kendini hem toplumu korumaya zorladık insanları, özgürlüklerini kısıtladık belki ama daha büyük bir özgürlük –yaşama hakkı, sağlık– için. Bu denge hep tartışma yaratacak, ancak Rousseau’nun çerçevesi bence faydalı: Eğer kurala hepimiz dahilsek ve ortak iyilik barizse, bu kısıtlama meşrudur. Ama eğer kurallar keyfi veya sadece bazılarına uygulanıyorsa, orada isyan etmekte haklısınız.
Doğrudan demokrasi imkanı: Günümüzde internet teknolojileriyle daha çok insana danışmak kolaylaştı. Bazı ülkeler belediyecilikte doğrudan oylamalar yapıyor, katılımcı bütçe uyguluyor. İsviçre gibi yerler referandumlara sık başvuruyor. Ancak bir yandan da dünya nüfusları çok büyük, her konu da halka sorulmaz. Temsili demokrasinin krizleri var: Seçilen temsilciler bazen halktan kopuk yaşıyor, skandallara karışıyor, lobi gruplarının etkisinde kalıyor vs. Bu durumda “Rousseau haklıymış galiba, vekiller bizi temsil edemiyor doğru düzgün” diyenler oluyor. Alternatif arayışlar var: Dijital platformlarla oy verme (e-demokrasi), ya da kurayla vatandaş meclisi oluşturma gibi (Atina demokrasisini andıran şekilde rastgele seçilmiş vatandaşlardan oluşan danışma kurulları filan). Bunlar ilginç deneyler, bazen küçük ölçekli uygulamalarını görüyoruz (mesela İrlanda anayasa değişikliği öncesi bir vatandaş meclisi toplayıp öneri almıştı).
Rousseau bu tarz şeyleri duysa heyecanlanırdı herhalde: “Bakın ben demiştim, halk kendi kaderine el koymalı.” Fakat tabii temsili demokrasiyi tamamen bitirmek gerçekçi durmuyor. Yine de belki ileride daha hibrit modeller olacak. Ben kendi adıma, referandum ve plebisitlerin dikkatli kullanılmasından yanayım. Çünkü halkın her an manipülasyona açık olduğunu da görüyoruz; sosyal medya çağında bilgi kirliliğiyle “genel irade” bulmak daha da zorlaşıyor belki. Rousseau, insanların iyiliğine güveniyordu ama bugünü görse sanırım “hmm Twitter’da troll hesaplar genel iradeyi bozuyor, bunlara dikkat etmek lazım” derdi 😊. Hatta belki “genel irade, eğer herkes sakin kafa ve doğru bilgiyle düşünürse ortaya çıkar; önyargılar ve yanlış bilgiler altında çıkan şey genel irade değildir” diye eklerdi.
Çoğunlukçuluk vs. çoğulculuk: Rousseau’nun demokrasisi çoğunluğun genel iradeyi bulacağına dair bir inanca dayanıyor. Ama modern liberal demokrasi, çoğunluğun sınırlarına da vurgu yapar: Azınlık hakları, bireysel hak ve özgürlükler anayasayla güvence altındadır, çoğunluk dahi onları çiğneyemez gibi prensipler var. Bu Berlin gibi düşünürlerin “aman dikkat” demesinden de kaynaklandı bir parça. Genel irade adına çoğunluk tiranlığı olmaması için, anayasalar devreye giriyor. Amerika’nın kurucu babaları mesela (Madison, Jefferson filan) Rousseau’yu okumuşlardı ama temsilî ve dengeli bir sistem kurdular; çünkü saf çoğunluk demokrasisinin tehlikesini gördüler. Federalist Papers yazılarında “mutual checks and balances”, “faction” tartışmaları var. Madison, çoğunluğun dalgalı arzularındansa, filtrelenmiş temsiliyetin istikrar getireceğini savunmuştu.
Bugün liberal demokrasiler bir denge: Halkın iradesi esastır ama anayasalarla birey hakları, azınlık hakları korunur, güçler ayrılığı ile iktidar sınırlandırılır vs. Rousseau ise tam güçler ayrılığı falan taraftarı değildi, halkın birliği vurgusu yapıyordu. Bu yönüyle eleştirildi. Fakat ben şunu görüyorum: Rousseau’nun amacı hiçbir azınlığın ezilmediği bir bütünlük yaratmaktı. Yani eğer genel irade doğru çalışırsa, kimsenin temel hakları zedelenmez zaten, diyor. Bu belki fazla iyimser. Bu nedenle çoğulculuk kavramı gelişti: Toplum bir bütün irade değil, farklı çıkar ve görüşlerin barış içinde rekabet ettiği bir alan olmalı, tek bir “halk” iradesi tehlikeli olabilir (Carl Schmitt gibi düşünürler “Halkın bir iradesi” kavramını eleştirip, faşizme gidebilir demişlerdir).
Günümüzde popülizm tartışmaları var mesela: Bazı liderler “Halk benim arkamda, ben halkın iradesiyim” diye her kurumu, azınlık grubunu falan düşman ilan edebiliyor. Bu çok Rousseau’cu gibi gözükse de aslında onun bahsettiği genel irade bu değil; çünkü orada genelin iyiliği yok, bir grubun fanatizmi var. Yine de dil benziyor: “Halk egemenliği!” diye diye liberal denge mekanizmalarını yok eden yönetimler olabiliyor. Bu bakımdan biz modern insanlar Rousseau’ya hem minnettarız, hem temkinliyiz. Minnettarız çünkü halk egemenliği fikrini verdi; temkinliyiz çünkü sınırsız halk egemenliği adı altında tiranlık gelebilir, bunu yaşayarak öğrendik. Bu nedenle “hukukun üstünlüğü” diyoruz, “anayasal devlet” diyoruz: Yani evet halk egemen ama halk da kendi kendini bağlar bazı temel ilkelerle, öyle kafasına göre her şeyi oylayamaz. Bu bakış açısı mesela Rawls’un Adalet Teorisi gibi modern sosyal sözleşme teorilerinde görülür: Rawls, adil bir toplum için önce temel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmasını, sosyal adaletin sağlanmasını koyar, bunlar sözleşmenin şartıdır der. Yani bugün biri çıkıp “genel irade istiyoruz, çoğunluk şöyle karar verdi, şu azınlığı yok edeceğiz” dese, biz “pardon ama toplumsal sözleşmenin ruhuna aykırı, meşru değil” deriz.
Rousseau’yu bu noktada birleştirici bir sembol olarak kullanabiliriz: Onun hayali, çoğunluk ve azınlık ayrımının anlamını yitirdiği bir ortak çıkar duygusu idi. Belki ütopya, ama hedef olarak güzel. En azından “hepimiz aynı gemideyiz” anlayışını unutmamak lazım. Bugün kutuplaşma sorunu yaşayan toplumlarda bu anlayış eksik. Rousseau bu konuda uyarırdı: “Faksiyonlara bölünmeyin, yoksa genel iradeyi bulamazsınız.” Şu an sosyal medyada mesela insanlar kabilelere ayrılmış durumda, birbirini dinlemiyor. Bu sağlıklı bir toplumsal sözleşme ortamı değil. Bunu düzeltmenin yolu belki eğitim belki diyalog, bilmiyorum, ama açık ki 21. yüzyılda da “toplumsal birlik” ihtiyacı var, aksi halde sözleşme ruhu çöker.
Vatandaşlık tanımı: Bir de günümüzde göçler, küreselleşme var. Bir ülkede doğup büyüyen, ama farklı etnik kökten gelen ya da sonradan gelen insanlar var. Toplum sözleşmesi bunları da kapsayacak şekilde esnek olmalı. Rousseau’nun modeli küçük ve homojen bir toplumaydı, bugün büyük ve çeşitli toplumlar var. Yine de anayasalar belli ortak değerler etrafında (özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi) milli bir kimlik tanımlamaya çalışıyor. Amerika gibi göçmen ülkeleri “anayasal yurttaşlık” diyor, yani kökeni ne olursa olsun anayasaya sadakat vatandaşlığı tanımlar. Bu da bir çeşit modern sivil din veya sözleşme diyebiliriz. Yani Amerikalı olmak, Amerikan Anayasası’nın değerlerine inanmaktır gibi. Bence bu, Rousseau’nun sivil dinine benziyor: ortak bir inanç seti oluşturmak. Tabi bizde de benzer şekilde, vatandaşlığa kabul vs. belli şartlara bağlı.
Küresel sorunlar: Bir de artık meseleler global. İklim değişikliği mesela, tek ülkenin değil insanlığın sorunu. Bazıları diyor ki yeni bir küresel toplum sözleşmesi lazım. Tüm insanlık olarak doğayla ya da birbirimizle yeni bir anlaşma yapmalıyız ki gezegeni kurtaralım. Bu bayağı büyük bir mevzu. Rousseau zamanında ulus devlet kavramı bile tam yerleşmemişti, şimdi biz dünya vatandaşlığını konuşuyoruz. Belki ütopik ama BM gibi kuruluşlar, Paris İklim Anlaşması filan bunlar bir nevi global sözleşme çabaları. Fakat Rousseau sanki böyle dev ölçekli bir sözleşmeye inanmazdı, o derdi ki “önce küçük toplumlar kendi içinde adil olsun, belki onlar arası federasyon kurulur.” Evet, bir yerde söylemişti: Çok büyük devletler hantal ve özgürlük düşmanıdır, ideal boyut orta boyut devletlerdir. Bu yüzden belki dünyanın tek devlette birleşmesi yerine, her yerde yurttaş bilincine sahip toplumlar olsa, onlar işbirliği yapsa çözüm gelir derdi.
Günümüz demokrasilerinde liberal bir bakış açısıyla diyebilirim ki, Rousseau’nun fikirleri hem bir rehber hem de dikkatlice uygulanması gereken prensipler olarak karşımızda duruyor. Özgürlük hala merkezde, demokrasi en iyi bildiğimiz yöntem, birey-devlet ilişkisi anayasal çerçevede devam ediyor. Ama bunların hiçbiri garanti değil; sürekli güncelleme istiyor. Yukarıda alıntıladığımız gibi, *“Toplum sözleşmesi tek seferlik bir metin değil, sürekli güncellenmesi gereken etik ve politik bir mutabakat önerisidir”*. Bu söz bence çok önemli. Yani toplum sözleşmesi dediğimiz olgu, sanki bir defa anayasayı yazdık bitti değil; kuşaklar değiştikçe, şartlar değiştikçe yeni baştan anlaşmamız, tazelememiz lazım. Belki yeni haklar eklemek, belki yeni yükümlülükler kabul etmek… Mesela dijital çağ geldi, şimdi “dijital haklar” diyoruz, internette gizlilik vs. bunlar da yeni sözleşme maddeleri gibi.
Son olarak, kişisel bir bağ kurayım: Ben bu kadar teori konuştuk ama neticede bir yurttaş olarak ne hissediyorum? Rousseau beni en çok “özgürlük sadece kendi kendine itaat etmekle mümkündür” fikriyle etkiliyor. Çünkü bu, beni hem özgürlüğün tadına varmaya hem de sorumluluk almaya davet ediyor. Diyor ki: Kendi hayatının da toplumunun da yazarı sen ol. Eğer kötü gidiyorsa, katıl, düzeltmeye çalış. Sürekli şikayet eden ama hiçbir katkı sunmayan tiplerden olmaktansa, belki küçük bir yerde bile olsa ortak iyilik için bir şey yapmak lazım. Bu, oy vermek de olur, mahalle dayanışması da olur, sosyal projelere katılmak da olur. Vatandaş olmak sadece vergi vermek ve kural uymak değildir; bir bilinç meselesi. Rousseau o bilinci aşılıyor: “Hepimiz ortak çıkar için düşünelim.” Bu bence bugün de çok ihtiyaç duyduğumuz bir yaklaşım.
Bireysel olarak da, topluma karşı bir sözleşme yaptığımızı unutmadan yaşamak gerek belki. Biraz dramatik olacak ama sabah evden çıkarken “Kimsenin hakkını yemeyeceğim, yolda kural ihlali yapıp kimseyi tehlikeye atmayacağım, çöpümü yere atmayacağım, işimi doğru yapacağım, başkalarının da haklarına saygı duyacağım” demek, bunlar aslında hep sözleşmenin bizden bekledikleri. Karşılığında da güvenli bir toplum, bazı özgürlük garantileri, hizmetler alıyoruz devletten vs. İki taraflı bir anlaşma bu. Tek taraf bozulursa, diğeri de bozulur.
Şimdi tam da bir diyalog hayal ediyorum:
- Vatandaş: Ben vergimi veriyorum ama yönetenler yolsuzluk yapıyor, o zaman ben niye kurallara uyayım?
- Rousseau’cu Bilge: Eğer yönetenler sözleşmeyi bozduysa, onları değiştirmenin yolunu aramalısın; çünkü kuralsızlık batağa götürür. Unutma, sözleşme bozuldu diye karşı-sözleşmeyi bozmak gene sana zarar verir.
- Vatandaş: Peki ne yapayım, oy verdik düzelmedi?
- Bilge: O zaman genel iradenin gerçekten tecelli etmesi için daha çok çaba göstermeli, belki komşularını bilinçlendirmeli, belki barışçıl protesto hakkını kullanmalı, belki sivil toplumda aktif olmalısın. Toplum sözleşmesi, durup izleyenlerin değil, katılımcıların eseridir.
- Vatandaş: Kulağa yorucu geliyor…
- Bilge: Özgür olmak kolay değildir dostum; emek ister. Köle olmak istiyorsan hiç uğraşmazsın, ama özgür yurttaş olmak istiyorsan mücadele etmelisin.
Böyle bir hayali diyalogla kafamdaki mesaj netleşiyor: Özgürlük emek ister. Rousseau, her bireyi hem kendi hayatının hem de toplumunun sorumlusu ilan ederek aslında bize güvenmişti. Demişti ki insanlar bunu yapabilir, bir arada özgür olabilirler. Biz 21. yüzyılda bazen karamsar olsak da, hala bu ideali yaşatmak zorundayız gibi hissediyorum.
Sonuç: Geçmişten Geleceğe Bitmeyen Sözleşme
Yazının başında “zincirlerimizden” bahsetmiştim. Rousseau bize zincirlerimizin olduğunu hatırlatmakla kalmadı, o zincirlerin nasıl kendi rızamızla takıldığını ve yine kendi rızamızla erdemli bir düzende nasıl gevşetilebileceğini gösterdi. Toplum Sözleşmesi, yayımlandığı günden bugüne toplumların bir arada yaşayışına dair en temel eserlerden biri olma özelliğini koruyor. Çünkü o, belki hiç tam yakalayamayacağımız ama peşinde koşmamız gereken bir dengeyi anlatıyor: Özgürlük ve düzenin dengesi.
Rousseau’nun fikirleri, devrimlere ilham verdi, demokratik anayasaların ruhuna işledi, eğitimden edebiyata pek çok alanı etkiledi. Bugün biz “egemenlik halka ait” diyebiliyorsak biraz onun sayesindedir. Ama bu egemenliğin nasıl kullanılacağı, özgürlüğün nasıl korunacağı, bireyin mutluluğunun nasıl sağlanacağı soruları hâlâ güncelliğini koruyor. Yani toplum sözleşmesi tartışması bitmedi, belki de hiçbir zaman bitmeyecek. Her nesil, kendi toplum sözleşmesini yeniden tanımlayacak.
Ben bu uzun sohbet boyunca, kimi zaman Rousseau’nun sesini buraya getirmeye, kimi zaman kendi düşüncelerimi katmaya çalıştım. Kimi yerde eleştirdim, kimi yerde hayranlığımı gizleyemedim. Bu da doğal sanırım; Rousseau da insanlar da böyle değil mi zaten, ne tamamen kötü ne tamamen iyi, ne tamamen haklı ne tamamen haksız. Mühim olan, karşılıklı konuşarak, anlaşarak daha iyiye yaklaşmak. Bence Rousseau’nun ruhuna en uygun şey de bu olurdu: Her şeyi sorgulayın, özgürce tartışın ve içinize sinen ortak aklı bulun.
Yazımı bitirirken, sizinle bir duygu paylaşayım: Bu konuyu yazarken ben de kendimi bir parça o meşhur Genel İrade mefhumunun parçası gibi hayal ettim. Sanki hep beraber daha adil, daha özgür bir dünya istemek için bir sözleşme imzalıyoruz da ben de kalemi tutan kişi gibiyim. Belki ütopik, belki romantik bir his ama bence güzel. Sonuçta gerçek bir sosyal sözleşme ancak yeterince insanın yüreğinde bir ütopya ateşi yanarsa hayat bulur. Rousseau o ateşi yakmıştı zamanında; şimdi onu canlı tutmak bize düşüyor.
Unutmayalım: İnsan özgür doğar – evet, ama özgürlüğünü ancak birlikte, birbirine kenetlenmiş bireyler olarak koruyabilir. Zincirlerimizi kırmanın yolu, onları hep beraber çözmektir. Bu da, içtenlikle yapılmış, adil bir toplum sözleşmesinden geçer. Gelin, kendi çağımızın toplum sözleşmesini sürekli gözden geçirelim, iyileştirelim ve gelecek nesillere devredelim. Rousseau’ya selamla, diyelim ki: *“Bizler, her birimizin canını ve malını ortak bir güçle koruyan öyle bir toplum kurmaya çalışıyoruz ki, orada herkes birlikte hareket ettiği halde yalnızca kendi kendine tâbi kalsın ve eskisi kadar özgür olabilsin.”*
Böyle bir düzen mümkün mü? Rousseau’nun hayali mümkün diyordu. İnanmak ve çabalamak da bize düşüyor.
Kaynaklar: Bu sohbet boyunca Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi başta olmak üzere diğer eserlerinden ve çeşitli yorumculardan yararlandım. Öne çıkan bazı kaynaklar arasında Stanford Felsefe Ansiklopedisi’nin Rousseau maddesi, Türkçe bir inceleme yazısı olan Velev.news’teki Toplum Sözleşmesi özeti, Licentia Poetica’daki Rousseau eleştirileri (özellikle Isaiah Berlin’in değerlendirmesi), Edebiyat Haber’deki İtiraflar değerlendirmesi gibi referanslar bulunuyor. Ayrıca Vikisöz’den Toplum Sözleşmesi çeviri alıntıları kullandım. Bu kaynaklar, anlattığım fikirlerin daha sağlam bir zemine oturmasına yardımcı oldular. Her birine, bu düşünsel yolculuğa katkıları için teşekkür ederek noktamı koyuyorum.
Rousseau ile başlayan bu tartışma, aslında hep devam edecek bir insanlık tartışması. Biz de kendi payımıza düşeni yaptık ve katkımızı sunduk. Şimdi sıra, bu fikirleri gerçek hayatta ne kadar uygulayabileceğimizde… Umarım bir parça ilham ve düşünce tohumu ekebilmişimdir. Hep birlikte daha özgür ve adil yarınlara!