Yazı kategorisi: emek verdiğim

Küçük Prens

Merhaba arkadaşlar nasılsınız? Ciddi soruyorum bu arada. Gerçekten nasılsınız? Çünkü bu yazıya başlarken uzun süre “acaba kiminle konuşuyorum” diye düşündüm. Bir çocukla mı? Bir pilotla mı? Belki bir gezegenin üstünde tek başına oturan biriyle? Belki de hâlâ içinde bir “Küçük Prens” taşıyan yetişkin bir dostla… Kim bilir?

Bu yazı, öyle “bir oturuşta yazılanlardan” değil. Aylarca aklımın bir köşesinde gezindi durdu. Her gece yatmadan önce bir paragrafı hayal ettim, sabah uyanınca çoğunu unuttum. Yazmaya başladığımda ise cümleler bazen yıldızlardan akıp geldi, bazen kelimeleri bir kuyudan kova kova çekmek zorunda kaldım. Çünkü Küçük Prens gibi bir kitabı anlatmak, aslında kendini anlatmak gibi bir şey. Hem kolay, hem imkânsız. Kolay, çünkü herkesin içinde bir şeyleri tetikliyor. İmkânsız, çünkü her okuyan başka bir yerinden tutuluyor bu hikâyenin. Ben de bu yazıda biraz kendi sesimi aradım, biraz da sizin kulağınıza usulca bir şeyler fısıldamak istedim.

Hermann Hesse’nin sadeliğini, Exupéry’nin bilge çocukluğunu, Jung’un gölgelerini, Camus’nün yalnızlığını ve bazen de kendi çay bardağımın dibindeki tortuyu kattım bu metne. Sonuçta ortaya ne çıktı bilmiyorum. Sadece elimden geleni yaptım.
Umarım bir yerinde siz de kendinizden bir parça bulur,
bir gülüş yakalarsınız.
Ve kim bilir…
Belki siz de bir gün yıldızlara bakarken o küçük kahkahayı duyarsınız. 🌌

Hazırsanız başlayalım.

Çölün Ortasında Bir Çocuk: Küçük Prens’in  Yolculuğu

Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında, uçağı arızalanmış bir pilot bir gece ansızın küçük bir çocukla karşılaşır. Bu çocuğun nereden geldiğini, kim olduğunu anlamaya çalışırken aslında içimizdeki çocukla da yeniden tanışmaya başlarız. Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens adlı eserindeki bu büyülü çocuk, kalbimize dostça seslenen, filozofça sorular soran bir yol gösterici gibidir. Kitabın başındaki o ünlü cümleyi hatırlayalım: “Bütün büyükler bir zamanlar çocuktular. (Ama onlardan çok azı bunu hatırlar.)”. İşte bu satır, bizi alçakgönüllü bir yüzleşmeye davet eder: Büyüdükçe unuttuğumuz masumiyetimiz, merakımız ve saf içtenliğimiz ne oldu?  Bilgelikle, gösterişe kapılmadan soruyor kitap: Bir zamanlar biz de çocuk değil miydik ve neden dünyaya artık çocukken baktığımız gözlerle bakamaz olduk?

Küçük Prens’in masalsı hikâyesi, aslında her yetişkinin yüreğinde yaşamaya devam eden o çocuğun sesini duyurmaya çalışır. Yazarın anlatıcısı olan pilotun çocukluk anısıyla başlar her şey: Altı yaşında çizdiği bir boğa yılanı resmini büyükler bir türlü anlayamaz; onlar için bu resim sadece bir şapkadan ibarettir. Pilot der ki “Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara durmadan açıklama yapmak da çocuklar için sıkıcı.”. Gerçekten de, yetişkinler hesaplar, kurallar ve kalıplarla meşgulken çocuklar dünyanın özündeki mucizeyi görür. Bu yüzden pilot, çocukluk hayal gücünü öldüren bir dünyada tek başına kalmıştır, ta ki Küçük Prens çıkagelene kadar. Çölde karşılaşıp ondan bir koyun çizmesini isteyen bu tuhaf küçük ziyaretçi, pilotun içindeki paslanmış yaratıcı ruhu uyandırır. Artık “içimizdeki çocuk” konuşmaya başlamıştır.

Küçük Prens’in sorduğu basit sorular ve söylediği içten sözler, aslında büyüdükçe yabancılaştığımız değerleri hatırlatır. Küçük Prens, pilotun çizdiği koyunu görünce sevinir, çünkü kutunun içinde bir koyun olduğunu hayal edebilecek kadar yaratıcıdır. Onun gözünde bir kutu, içine bir evren sığdırabilir. Bu yaratıcı bakış, yetişkinlerin çoğunda kaybolmuştur. Bizler gerçekleri sayılarda, şekillerde ararız; oysa “İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.” diye fısıldar Küçük Prens’in arkadaşı tilki. Kalbin gözüyle görmek – Hesse’nin eserlerinde de sıkça hissedilen o içsel gözle – dünyayı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görmek demektir. Zamanla “zihinlerimizin alanını büyütüp ruhlarımızın alanını küçülttüğümüz” bir çağda yaşıyoruz; mantıkla davranmayı “büyümek” sanıyor, ama özümüzün güzelliğinden uzaklaştıkça yaşamın tadını unutuyoruz. Küçük Prens işte bu unutulan tadı, o taze suyu bulmak için bir arayış hikâyesi.

Pilot ve Küçük Prens çölde ilerlerken, aslında biz de kendi içimizde bir yolculuğa çıkarız. Çöl, bomboş ve ıssız görünse de, dönüşümün mekanıdır. Pek çok hikâyede çöl, insanın kendini sorguladığı, arındığı bir yerdir; burada eski alışkanlıklar kumda savrulur ve insan özüne yaklaşır. Pilotun çölde susuzlukla imtihanı da böyle bir arayıştır. Suyun gerçek anlamını ancak yüreğiyle arayan bulur – nitekim Küçük Prens, çölde buldukları kuyunun suyunun “yıldızlar altındaki yürüyüşten, makaranın şarkısından” doğduğunu söyler. Yani suyu değerli kılan sadece susuzluğu gidermesi değil, ona giden yolculuktur, emeğimiz ve umutlarımızdır. Hermann Hesse de bir eserinde “Mutluluk anları acılar denizinin üstünde bir köpük gibi belirir ve ışıldayarak başkalarını da etkiler” diyordu; çöldeki kuyu da işte böyle, zahmetin ve inancın damıttığı bir anlam pınarıdır.

Küçük Prens, kendi küçük gezegeninden bize misafir olduysa, bunun bir sebebi var. Kendi gezegeninde bakmakla yükümlü olduğu bir gül vardı – kaprisli, güzel ve narin bir gül. Küçük Prens o güle çok değer veriyordu, ama güle duyduğu sevgiye rağmen ondan incinmiş, hatta kaçıp uzaklara gitmişti. “Onu sevmeyi bilmek için çok gençtim” diye itiraf eder sonradan. Bu söz, insanın gençken (ya da olgunlaşmamışken) sevgiyi nasıl da yanlış anlayabileceğini gösterir. Gül, tıpkı sevdiklerimiz gibi, kusurları ve kırılganlıklarıyla sevilmeyi bekliyordu. Fakat Küçük Prens, gülün nazını, cilvesini görünce kalbi kırılmış, sevgisinden şüphe etmişti. Belki de biz de hayatımızda güllerimize – sevdiklerimize – böyle yapmıyor muyuz? Onların ihtiyacı olan ilgiyi “kapris” sanıp, değerini geç anlayabiliyoruz. Psikolog Carl Jung, her insanın ruhunda bir anima (dişil ruh imgesi) olduğunu söyler; Küçük Prens’in gülü belki de onun anima’sıydı – yani içindeki sevgi kapasitesini sınayan bir ayna. Gülün hem güzelliği hem dikeni vardı. Sevmek ise, o dikene rağmen gülün güzelliğine bağlanabilmekti. Gençken bunu bilmezken, yitirdikten sonra öğreniyoruz. Nietzsche’nin de dediği gibi, insan bazen acıyla öğrenir olgunlaşmayı; “insan ancak yücelttiği yanılgılarından kurtulup acıyla baş etmeyi öğrendiğinde” olgunlaşır der o. Küçük Prens de güle duyduğu özlem ve pişmanlıkla olgunlaştı; sevginin sorumluluk demek olduğunu anladı.

Gülünden ayrılan Küçük Prens, belki gönül yarasını onarmak, belki dünyayı daha iyi anlamak için bir yolculuğa koyulur. Kendi küçük gezegeninden çıkıp birbirinden tuhaf karakterlerin yaşadığı başka gezegenleri ziyaret eder. Bu gezegenlerde karşılaştığı “büyükler”, aslında büyüdükçe düştüğümüz tuzakların birer temsilidir. İlk gittiği asteroidde bir Kral yaşar – ama hükmedecek kimsesi olmayan bir kral. Yalnızlığını buyurganlıkla örtmeye çalışan bu kral, aslında otorite tutkusunun karikatürüdür. Küçük Prens, kralın kendini önemli hissetme çabasını anlayamaz; zira çocuk dünyasında hükmetmek değil, anlamak ve keşfetmek vardır. İkinci gezegende bir Kendini Beğenmiş (Magrur) adama rastlar. Bu adam sadece alkış duymak ister, başkasının onu övmesine muhtaçtır. Onun gezegeninde de Küçük Prens çok kısa kalır, çünkü tek derdi kendini beğendirmek olan birine ne denilebilir ki? Üçüncü gezegende tanıştığı Sarhoş, utancını unutmak için içip duran, içtikçe daha da utanan bir kısır döngü içindedir. Bu adam, belki de dünyada sıkça gördüğümüz kaçışın sembolüdür: Gerçeklerden kaçmak için kendimizi oyaladığımız, sonra o oyalanmanın boşluğuyla tekrar yüzleştiğimiz kısır döngüler… Küçük Prens bu çaresiz hale üzülür, çünkü sevgisizlik ve umutsuzluk kokar orası.

Dördüncü gezegen, çok ciddi bir İş Adamı’na aittir. Bu kırmızı suratlı adam, sürekli yıldızları saymakla meşgul, kafasını kağıtlardan kaldırmayan bir tiptir. Hiç eğlenmemiş, hiç bir çiçeğin kokusunu duymamış, yıldızlara bile bakmamıştır; tek derdi sayılar ve sahip olmaktır. Küçük Prens onunla konuşmaya çalışır ama iş adamı “ciddi işlerim var, önemli işlerim var” diyerek onu başından savar. Exupéry burada yetişkin dünyasının trajikomik hâlini gösterir: *“Adam hiç çiçek koklamamış. Hiç yıldızlara bakmamış. Hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş ve bütün gün ‘önemli işlerim var’ deyip durur.”*. Bu satırlar aslında acı bir gerçeği ifşa eder: Hayatı sayılara, mal-mülke indirgeyen insanın ruhu çoraklaşmıştır. Heidegger’in dediği gibi modern insan “hesaplayıcı düşünce”ye o kadar kaptırmıştır ki kendini, varoluşunun asıl anlamını unutur. Yıldızlara sahip olduğunu sanan bu iş adamı, aslında yıldızların güzelliğini bile göremiyor – oysa “Yıldızlar güzeldir, çünkü bir çiçek gizlidir onlarda” der Küçük Prens. Sahip olmak hırsıyla bakmak yerine hayranlıkla baksaydı, belki yıldızların gerçek ışığını hissedecekti. Saint-Exupéry, bir yetişkin karakterin ağzından tam da bunu söyletir: “Hayatı boyunca hiç çiçek koklamamış, hiç yıldızlara bakmamış, hiç kimseyi sevmemiş… bütün gün rakamlarla uğraşmış… Bu adam da bir mantar gibi olmuş,” der pilot başka bir bölümde, büyüklerin haline şaşarak. Mantar, karanlıkta büyür ve içi boştur – sevgisiz insan da böyle değil midir? Camus, insanın modern dünyada absürd bir boşlukla yüz yüze olduğunu söylerken belki tam da böyle tipleri hayal ediyordu: Yabancılaşmış, yaşam enerjisini “önemli işler” uğruna yitirmiş insanlar… Küçük Prens bize soruyor: Biz de onlardan biri mi olduk yoksa hâlâ yıldızlara bakıp hayal kurabiliyor muyuz?

Beşinci gezegende Fenerci ile karşılaşır Küçük Prens. Bu adamın görevi, gezegenindeki sokak lambasını yakıp söndürmektir. Eskiden gezegeninin dönüş hızı normalken bu iş mantıklıdır; ama gezegen öyle hızlanmıştır ki artık her dakika bir gün sürmekte, adamcağız durmaksızın lambayı yakıp söndürmektedir. Ne dinlenmeye vakti kalır ne uyumaya. Yine de “emir böyle” diyerek görevine sadıktır. Küçük Prens, önce bu adamı diğer büyüklerden farklı bulur: En azından kendinden başkası için bir şey yapıyor, bir lamba yakıyor, belki birilerine faydası dokunuyor. Fakat bir süre sonra anlar ki, fenerci de anlamını yitirmiş bir rutine tutsak olmuş durumda. “Talimat böyle” diyerek değişen şartlara uyum sağlayamayan bu adam, içimizdeki alışkanlıkların esiri olan yanımızı temsil eder. Nice insanlar vardır ki, bir zamanlar anlamlı buldukları işleri sürdürürken şartlar değişse de sorgulamayı unutur, kurallara körü körüne bağlı kalır. Bu fenerci, “vazife aşkına cellada dönüşen” kişilere bir örnek sanki. Heidegger bu durumu “otantikliğini yitirmek” olarak tanımlardı: Kendi varoluşunu sorgulamadan, sürü psikolojisiyle yaşamaya devam etmek. Oysa gerçek anlam, bazen kuralları esnetmeyi, değişimi kabul etmeyi gerektirir. Küçük Prens fenerciye, gezegeninin çok küçük ve hızlı olduğunu, istediği an dinlenebileceğini anlatmaya çalışır ama nafile – adam kulağını tıkamıştır, çünkü kural korkusu kalbinin sesini bastırmıştır. Biz de zaman zaman böyle değil miyiz? Toplumun koyduğu kuralları, alışkanlıklarımızı sorgulamayı unutur, ruhumuzu bürokratik bir düzene hapsetmez miyiz? “Kurallara sıkı sıkıya bağlı olmak değişimin önündeki en büyük dirençtir” diye yazar bir yorumcu; hayat esneklik ister, ruhumuzun hayata karışması için bazen o katı döngüyü kırmak gerekir. Fenerci’nin trajedisi, esneklikten yoksun bir itaatin trajedisidir.

Altıncı gezegende Coğrafyacı ile tanışır. Bu bilgin kişi, masasından kalkmadan gezginlerin getirdiği bilgileri yazmakta, haritalar çizmektedir. Fakat tuhaf bir şekilde, kendi gezegenini bile gezip görmemiştir; çünkü o bir “araştırmacı” değil, “masa başı bilgesi”dir. Coğrafyacı sadece kalıcı şeyleri kaydeder, “çünkü efemer (geçici) şeylerin bir değeri yoktur” der. Küçük Prens gülünün efemer olduğunu öğrenince irkilir: Günü birinde gülü yok olabilir! Coğrafyacı, “Güller geçicidir, biz dağları, nehirleri yazarız” diyerek onu önemsemez. Bu da düşünürsek, modern bilimin veya soyut aklın bir eleştirisi gibi gelir kulağa. Sadece kalıcı olana, somut veriye odaklanıp duyguların, geçici güzelliklerin değersiz sayılması… Oysa Küçük Prens’in yolculuğu tam tersini öğretmiştir: Bir şeyin faniliği, onun anlamını azaltmaz; aksine, sevdiklerimizin ölümlü oluşu, onlara daha derin bir kıymet verir. Coğrafyacı, kendi gezegeninin güzelliklerini bile görmeden kitaplara gömülmüş halde, geleceğe endeksli bir yaşam sürer. Hep bir “kaşif” bekler, kendi içindeki kaşifi çoktan öldürdüğünün farkında olmadan. Bu karakter bize şunu düşündürüyor: Bilgi peşinde koşarken, bilgeliği ıskalamak mümkün. Schopenhauer, insanın bilgi ve istek arasında hapsolup acı çektiğini anlatır; coğrafyacı da istekten (meraktan) yoksun, sadece bilgi tüketen biri haline gelmiş, hayattan kopmuş. Küçük Prens ise tam bir gezgin ruhuyla sorular sorup durur; kitap bilgisi değil, birebir tecrübe peşindedir. Bu nedenle coğrafyacıdan öğrendiği “gülünün faniliği” bilgisi, onda derin bir sorumluluk duygusu uyandırır. Gezegenine dönüp gülünü korumak istemeye başlar, çünkü gülün varlığı artık bir lütuf gibi görünür gözüne.

Küçük Prens’in ziyaret ettiği bu altı gezegen, aslında modern insanın hastalıklarını sembolize ediyor: Güç hırsı (kral), gösteriş merakı (kendini beğenmiş), bağımlılık ve ümitsizlik (sarhoş), sahip olma hırsı (iş adamı), amaçsız bir itaat ve rutine bağlılık (fenerci), deneyimsiz bilgiçlik (coğrafyacı)… Bu gezegenlerde yaşayanların ortak yanı, hepsinin yalnız ve sevgiden yoksun oluşu. Hiçbirinin gerçek bir dostu yok, hiçbiri bir çocukla sohbet edecek sakinliğe sahip değil. Küçük Prens onların dünyasından geçerken, biz de şapkamızı önümüze koyup düşünüyoruz: Bu tuhaf büyüklerin hangileri bize benziyor? Belki hepimizde biraz o iş adamının telaşı, o kendini beğenmişin onay arayışı, o fenercinin inatçılığı yok mu? Exupéry bu karakterlerle bize ayna tutuyor. Jung der ki, insan kendi gölgesiyle (yani kusurlarıyla) yüzleşmeden bütün olamaz. Bu büyükler, insanın gölge yönlerini temsil ediyor ve Küçük Prens’in masum bilinci onlarla yüzleştikçe kendisi de büyüyor, farkındalığı artıyor.

Sonunda Küçük Prens’in yolu Dünya gezegenine düşer. Dünya, önceki gezegenlerden çok daha karmaşıktır: Milyonlarca insanın yaşadığı, büyük çölleri, dağları ve okyanusları olan bir devasa gezegen. Küçük Prens Dünya’ya indiğinde önce kimseyi göremez; kocaman gezegende yapayalnız kalır bir süre. Derken karşısına bir yılan çıkar. Çölün altın renkli yılanı, bilmece gibi konuşur onunla. “Çölde biraz yalnızsın… İnsanların arasında da yalnızdır insan” der gibidir. Yılanın teklifini duyarız: Zehri çok güçlüdür ve isterse Küçük Prens’i “geldiği yere geri götürebilir”. Yılan burada ölümün sembolü olarak belirir – tıpkı eski mitolojilerde hem ölümün hem dönüşümün simgesi oluşu gibi. Küçük Prens hemen anlamaz, ama bu yılan onun hikâyesinde önemli bir rol oynayacaktır. Yılanla ilk karşılaşmalarında Prens, onun muammalı sözlerine anlam veremez; ancak sezgisel bir ürperti duyar. Belki de Camus’nün bahsettiği “saçma” duygusuna benzer bir ürpertidir bu: Koca dünyada yapayalnız bir canlı, anlam ararken ölümün soğuk nefesini bir an hisseder. Fakat Küçük Prens yılana teslim olmaz o an, yoluna devam eder – çünkü henüz öğrenecekleri bitmemiştir.

Dünya’da Küçük Prens’in ilk keşiflerinden biri, bir gül bahçesi olur. Kendi gezegeninde tek bir eşsiz gülü olduğunu sanırken, burada binlerce gülden oluşan bir bahçeyle karşılaşır. Önce büyük bir hayal kırıklığı yaşar: “Ben kendimi zengin bir kral sanıyordum, eşsiz bir çiçeğim vardı. Oysa sıradan bir gülüm varmış.” Bu, masum bir çocuğun ilk kez karşılaştığı sert gerçeklerden biridir. Kendini özel sanırken aslında dünyanın koca kalabalığında küçük bir parça olduğunu fark etmek… Bu farkındalık bir yabancılaşma duygusu getirir. Nietzsche’nin “üstün insan” arayışında da benzer bir kırılma vardır: İnsan önce kendini diğerlerinden üstün görmek ister, sonra bunun bir yanılgı olduğunu anlar ve değerlerini yeniden değerlendirmek zorunda kalır. Küçük Prens de burada değer anlayışını sorgulamaya başlar. Kendi gülünün aynı türden binlercesi varsa, onun gülü hala özel midir? Yıkılmış bir halde ağlarken karşısına bu kez Tilki çıkar.

Tilki, belki de hikâyenin en bilge karakteridir. Kurnaz olduğu kadar şefkatli bu orman sakini, Küçük Prens’e dost olmayı teklif eder – tabii önce evcilleştirilmesi şartıyla. “Evcilleştirmek” kavramını tilki açıklar: “Bağlar kurmak” demektir bu. Birbirimize ihtiyaç duymak, birbirimiz için “tek ve eşsiz” olmak anlamına gelir. “Beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyacımız olacak. Sen benim için dünyada tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için tek ve eşsiz olacağım” der tilki. Bu satırlarda öyle derin bir sevgi felsefesi yatar ki, neredeyse tüm kitap bu cümleye doğru akmıştır diyebiliriz. Tilki’nin istediği, birlikte var olmanın sorumluluğudur. Jung, insanların gerçek anlamda kendilerini bulmaları için ilişkilerinde ötekiyle bağ kurmaları gerektiğini söyler; Persona (yüzeydeki kimlik) bir yana, içteki gerçek benlik ancak bir başkasının yüreğine dokunurken ortaya çıkar. Tilki de Küçük Prens’e bunu öğretir: Sevdiğin şeye emek vermek, zaman ayırmak zorundasın. Her gün aynı saatte gel ki kalbim hazırlansın, heyecanla beklesin seni, der. Yavaş yavaş evcilleşirler; Küçük Prens tilkinin arkadaşı olur.

Ve tilkinin dile getirdiği o sır gelir çatar: “İşte sır: Çok basit. İnsan yalnızca kalbiyle doğru görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.”. Küçük Prens bu cümleyi tekrar eder, defalarca, öğrendiğinden emin olmak için: “Asıl olanı gözler göremez…” Tilki devam eder: “Senin gülünü diğerlerinden önemli kılan, ona ayırdığın zamandır.”. Gerçekten de, o gül bahçesindeki bin gül, Küçük Prens’in emek verdiği gül kadar değerli değildir onun için. Çünkü sadece kendi gülüne su vermiş, onu rüzgârdan korumuş, dikenindeki tırtılları temizlemiştir. Bir şeye emek verdiğimizde, ona ruhumuzdan bir parça katmış oluruz – işte o yüzden bize özeldir. Tilki son dersini verirken altını çizer: “İnsanlar bu gerçeği unuttular. Sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun.” Küçük Prens de tekrar eder: “Evcilleştirdiğim şeyden sorumluyum.” Tilki ile vedalaşırken artık gözleri açılmıştır: Onun gülü, o bahçedeki herhangi bir gül değildir, “günahıyla sevabıyla” kendisine aittir, çünkü aralarında çözülmez bir bağ vardır. Tilki, Küçük Prens’in içindeki sevgiyi uyandırmıştır.

Tilkiyle dostluk, Küçük Prens’e sevgiyi ve dostluğu tüm derinliğiyle öğrettikten sonra, artık kaçınılmaz vedalar zamanıdır. Küçük Prens, gezegenine – gülüne – dönmeye karar vermiştir. Dünyadaki yolculuğu boyunca aradığı anlamı bulmuştur: Sevdiği şeyin anlamı, ona duyduğu sevgidedir ve bu sevginin gereği sorumluluk almaktır. Camus, insanın evrende anlam arayışını “saçma”ya karşı bir başkaldırı olarak görür; anlamı biz yaratırız dercesine. Küçük Prens de kendi anlamını yaratmıştır: Gülüne geri dönmek, onu korumak… Ancak bir sorun vardır: Bedeni küçük ve narindir, gezegenine dönmek için onu buraya çeken yerçekiminden kurtulması gerekir. İşte burada yılan yine ortaya çıkar. Küçük Prens’e bir yıl önce verdiği sözü tutacaktır. Yılanın zehri, onun cansız bedenini geride bırakıp ruhunun yıldızlara doğru yol almasını sağlayacaktır. Bu sahne ilk bakışta hüzünlü ve ürkütücüdür: Küçük Prens vedalaşır, bedeni yıldızlı gecede kumlara düşer. Pilot, en yakın arkadaşını kaybetmiştir.

Burada ölüm teması, bir son olmaktan ziyade bir dönüş olarak sunulur. Hermann Hesse’nin Demianında da karakter, içindeki çocukla vedalaşarak yetişkinliğe adım atar; Exupéry’de ise Küçük Prens bedeniyle vedalaşarak özüne, sevdiğine kavuşur. Bu noktada filozofların ölüm hakkındaki düşünceleri akla geliyor: Heidegger, ölümü varlığımızın ayrılmaz bir parçası, hatta en “özgün” gerçeğimiz olarak görür. Ölüm farkındalığı, hayatımıza anlam katar çünkü zamanımızın sınırlı olduğunu bilmek, her anı değerli yapar. Küçük Prens de ölümü korkulacak bir şey gibi görmez; gülüne kavuşmak için geçmesi gereken bir kapı gibi görür. “Gövdeme gelince… onu taşımak fazla ağır olacak,” der yılana. Bu söz, bedenin faniliğini kabulleniştir. Schopenhauer ise ölümde bir tür huzur görürdü; hayatın ıstırabından kurtuluş. Fakat Küçük Prens’in ölümü bir kaçış değil, bir kavuşma amacı taşıyor. Bu bakımdan, Camus’nün intihar bahsindeki gibi bir “saçma karşısında pes ediş” olarak yorumlanamaz. Aksine, Camus’nün Sisyphos’u nasıl taşıdığı kaya ile yaşamayı ve ondan zevk almayı öğreniyorsa, Küçük Prens de dünyada öğrendiği sevgiyi yüreğine alıp gidiyor. O, ölümü seçmiyor; sevgiyi seçiyor, bunun bedeli olarak da fiziksel varlığından vazgeçiyor. Bu noktada eserde hafif bir manevî hava da sezilir: Sanki Küçük Prens bir kutsal kurban gibi, aşk uğruna kendini feda eder. Bu, Hristiyanlık’ta veya diğer mistik geleneklerde sevgi için fedakârlık yapan ermişlerin öykülerini andırır. Jung, insanın bireyleşme yolculuğunda “kahramanın ölümü ve yeniden doğuşu” motifine dikkat çeker. Küçük Prens de kendi kahramanlık öyküsünde ölerek sevgide yeniden doğar, diyebiliriz.

Pilot (yazarın kendisi) için bu vedalaşma anı, tarif edilmesi zor bir keder ve aydınlanma anıdır. En sevdiği dostunu kaybetmiştir, fakat onun gidişiyle birlikte evren bambaşka bir anlama bürünmüştür. Pilot der ki: “Gece yıldızlara baktığınızda, benim yıldızımı göreceksiniz. Herkesin yıldızı farklıdır. Kimi gezginler için yıldızlar yol göstericidir, bilginler için birer problem… Ama tüm o yıldızlar suskundur. Oysa senin yıldızların bambaşka olacak… Çünkü ben o yıldızlardan birinde yaşıyor olacağım ve o yıldızda güleceğim.Böylece sen bütün yıldızların güldüğünü sanacaksın!”Küçük Prens, pilota ve bize böylesi teselli eder. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde bile, eğer yüreğimizle bakmayı bilirsek, dünyanın her yerine saçılmış bir gülüş, bir ışık görebiliriz. Pilot şimdi gökyüzüne her baktığında, Küçük Prens’in gülüşünü duyacaktır. Keder, yerini tatlı bir hüzne bırakır; çünkü ayrılık, sevginin değersizleşmesi anlamına gelmez. Aksine, sevdiğimiz varlık fiziken yanımızda olmasa da, onun hatırası evreni anlamlı kılar. “Çölü güzel yapan, bir yerlerde bir kuyu saklıyor olmasıdır” der Küçük Prens. Yıldızları güzel yapan da sakladıkları gülüştür belki. Exupéry’nin mesajı şudur: Sevgiyle baktığımızda, görünmeyeni görürüz. Kayıp bile, sevgiyle baktığımızda bir buluşmaya dönüşür. Ölüm bile, sevginin diliyle konuştuğumuzda bizi korkutmaz.

Bu uzun yolculuğun sonunda pilot, tıpkı Hermann Hesse’nin romanlarındaki karakterler gibi, içsel bir dönüşüm geçirmiştir. Başta yalnız ve umutsuz biriyken, şimdi içinde bir dostun kahkahasını taşıyor. Küçük Prens’in felsefi derinliği de burada gizli: İnsan doğası, çocukluk saflığı ile yetişkin bilincinin harmanından oluşur. Büyümek, çocukluğu bütünüyle terk etmek demek değildir; aslında iyi bir yetişkin olmak, çocukluk masumiyetini yüreğinde taşımaya devam edebilmektir. Nietzsche’nin Zerdüşt’ünde bahsettiği üç dönüşüm (deve, aslan, çocuk) tam da bunu anlatır. En son aşama olan “çocuk”, “masumiyettir ve unutuş, yeni bir başlangıçtır; kendi kendine dönen bir çark, kutsal bir evet deyiştir yaratma oyununa”. Yani gerçek bilgelik, yeniden bir çocuk gibi “evet” diyebilmektir hayata, her şeye yeniden hayret edebilmektir. Küçük Prens işte bu yüzden bilgedir: Tekrar çocuk olabilmemiz için bize yolu gösterir. Onun gözünden bakınca çöl, bir kuyuyu saklayan gizemli bir yerdir; yıldızlar, gökteki lambalardır; tilkiler dost, yılanlar sınav olur; insanlar ise unuttukları bir sırrı hatırlamak üzere olan büyük çocuklar gibidir.

Hesse’nin tarzına benzer şekilde, Küçük Prens bize “kendini bil” der gibidir ama bunu asla yüksekten konuşarak yapmaz. Aksine, bir dostumuzla sohbet eder gibi, sıcak ve samimi bir tonda anlatır derdini. Okurken sanki çölde o gece yıldızların altında biz de pilotla beraber oturup Küçük Prens’i dinliyormuşuz hissine kapılırız. Arada bir doğrudan bize seslenir gibidir: “Siz de böyle yapmıyor musunuz?” diye sorar sanki. Evet, biz büyükler bazen sayılara o kadar dalarız ki, karşımızdaki insanın yüreğini görmeyi unuturuz. Bazen öyle alışkanlıklara hapsoluruz ki, küçük bir güneş batımının güzelliğini kaçırırız. Oysa Küçük Prens, bir gün batımını izlemek için sandalyeyi birazcık çekmenin yeterli olduğunu bilir – kendi küçük gezegeninde günde kırk dört kere gün batımını izlemişti, sırf canı sıkkın diye. Ne kadar şiirsel bir teselli, değil mi? Biz de üzgünken gökyüzünün renklerine dalıp gitsek, belki kalbimiz hafifler. Modern insanın unuttuğu bu basit sevinçleri, Exupéry şiirsel bir üslupla hatırlatıyor. Jung, modern insanın ruhunu doyuramadığını, bu yüzden anlam krizi yaşadığını söyler. Küçük Prens ise bir reçete sunar gibi: Anlam arıyorsan, çocukken sevdiğin şeylere dön, gökyüzüne bak, bir dost edin, bir çiçek yetiştir, bir hayvanı evcilleştir… Yani, bağ kur ve yüreğinle gör.

Son olarak, Küçük Prens’in gidişinden sonra pilotun (ve biz okurların) kalbinde garip bir huzursuzluk kalır. Yazar der ki: “Göğe bakın ve kendi kendinize sorun – acaba koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi? İşte o zaman her şey nasıl değişiyor göreceksiniz…” Aslında bize şunu demek istiyor: Hayata hangi gözle baktığınız, tüm evreni değiştirir. Eğer sevdiğiniz şeyi kaybettiyseniz, yıldızlar size boğucu gelebilir; ama sevdiğin şey hâlâ orada bir yerlerde yaşıyorsa, yıldızlar umut ışıklarıyla parlar. Bu belirsizlik belki de bilerek bırakılmıştır. Tıpkı kuantum fiziğindeki Schrödinger’in Kedisi gibi bir durum: Koyun, gülü yemiş de olabilir yememiş de, kesin bir bilgi yok. Önemli olan, bizim inanmayı seçmemiz. Umuda inanmak mı, karamsarlığa kapılmak mı? Küçük Prens, okuruna bu seçimi yaptırarak bitiyor. En sonunda, Exupéry bize dostça şöyle bir bakıyor ve gülümsüyor sanki: “Seçim senin dostum; istersen yıldızlar geceleri sana Küçük Prens’in kahkahasını fısıldayacak.”

İşte bu yüzden Küçük Prens klişelerden uzak, mütevazı bir bilgelikle dolu. Hermann Hesse’nin eserlerinde hissettiğimiz o havalı ama mütevazı ton burada da var: Çok derin şeyler söylüyor ama asla “ben büyük bir felsefe yapıyorum” diye böbürlenmiyor. Sadece bir çocuğun ağzından, en basit haliyle söylüyor. Belki de en derin hakikatler gerçekten bu şekilde dile getirilebilir. Sevgi, dostluk, hayatın anlamı, ölümün sırrı – bunları bir çocuk masalının içinde böyle sıcak, samimi ve sarsıcı biçimde anlatabilmek, ancak büyük bir hünerin sonucu. Exupéry’nin kendi hayatı da romanın satır aralarında gizli: Bir pilot olarak geçirdiği tehlikeler, yaşadığı hayal kırıklıkları, savaşın ortasındaki yalnızlığı… Tüm bunlar Küçük Prens’e ruh vermiş. Sanki yazar, Küçük Prens karakterinde kendi içindeki ebedî çocuğu konuşturmuş. Jung’un Puer Aeternus (Sonsuz Çocuk) dediği arketip tam da budur: Yetişkin bedeni içinde yaşayan, yaralı ama bilge bir çocuk. Bu çocuk, hayat boyu bize yaratıcı güç verir ama aynı zamanda dünyaya uyum sağlamayı da zorlaştırır. Exupéry belki de kendi Puer Aeternus’una kulak vermiş ve ortaya bu eser çıkmıştır.

Sonuçta, Küçük Prens bize şunu fısıldar: Hayat, sevgisiz ve anlamsız göründüğünde bile, bir kuyunun gizli suyunda veya bir yıldızın kahkahasında derin bir anlam saklıdır. Büyümek, yabancılaşmaya dönüşmesin; içimizdeki çocuğu unutmayalım. Çocukluk saflığımız, merakımız, hayal gücümüz hala orada bir yerlerde ve belki geceleri bir yıldız gibi göz kırpıyor. Arada bir durup gökyüzüne bakmak, bir dostla hasbihal etmek, bir çiçeğe su vermek, hayatın karmaşası içinde unuttuğumuz anlamı bize geri getirebilir. Nietzsche “Çocuk, bir ilk hareket, kutsal bir evet’tir yaşam oyununa” demişti. Biz de hayata yeniden evet diyebilmek için, içimizdeki çocuğun elini tutup kendi çölümüzde bir kuyu aramalıyız.

Küçük Prens’in veda sahnesinde pilotun duyduğu o dost kahkahası, aslında yazarın bize emanet ettiği umut ışığıdır. Bu satırları okuduktan sonra siz de gece gökyüzüne baktığınızda, artık yıldızları eskisi gibi görmeyeceksiniz. Belki herhangi bir yıldızda küçük bir prensin yaşadığına inanmasanız bile, içinizde bir yerlerde onun gülüşünü duyacaksınız. Çünkü “insan ancak yüreğiyle baktığında gerçeği görebilir” ve biz yüreğimizle baktığımız sürece, hiçbir yıldız sıradan bir gaz küresi değildir. Hepsi birer mucize, hepsi birer gülüş, hepsi birer sevgidir. Küçük Prens’in hatırası bizlere bunu öğretiyor: Çölde bir kuyunun saklı olduğunu bilenler, dünyayı bambaşka görürler. Biz de öyle yapalım; kalbimizin gözünü açalım. Ve unutmayalım, evcilleştirdiğimiz her ne varsa – bir dost, bir sevgili, bir çocuk, bir kedi, bir güL – ondan sonsuza dek sorumluyuz. Sorumluluk ise korkulacak bir yük değil; aksine anlamın ta kendisidir.

Şimdi belki kitabı kapatıyoruz, ama içimizde tatlı bir duygu kaldı. Sanki uzun bir yolculuktan dönmüş gibiyiz. Küçük Prens gezegenine döndü, gülü muhtemelen onu görünce sevincinden titredi. Tilki ormanda gözlerini kısarak uzak yıldızlara baktı, gülümseyerek “işte doğruyu öğrendi” diye geçirdi içinden. Pilot, uçağını tamir edip evine döndü ama artık eskisi gibi biri değildi; gökyüzünde bir dostu vardı. Biz okurlar da günlük hayatlarımıza devam edeceğiz elbet – işe gideceğiz, ders çalışacağız, sorumluluklarımıza koşacağız. Ancak Küçük Prens’in sesi içimizde yaşamaya devam edecek. Yetişkin dünyanın koşuşturmacasında sıkıldığımız an, belki o minik prensi omzumuzda hissedeceğiz: “Ne arıyorsun?” diyecek. Cevabımızı biz de tilkinin bilgeliğiyle vereceğiz belki: Özü arıyoruz, sevgiyi, dostluğu, çocukluğun o büyülü anlamını arıyoruz. Ve sonra kendi kendimize hatırlatacağız: “Sadece çocuklar ne aradığını bilir”. Demek ki aradığımız şeyin cevabı, içimizdeki çocuğun çoktan bildiği bir şey.

Küçük Prens’in felsefi derinliği burada bitmiyor, belki yeni başlıyor. Her okuduğumuzda farklı bir yönünü keşfedeceğimiz bir hazine bu kitap. Nietzsche, Schopenhauer, Jung, Heidegger, Camus… Hepsinin fikirlerine bir parça dokunup geçen bir ısrarla, ama hiçbirine takılı kalmadan kendi masalsı dilinde konuşuyor. Hesse’nin Siddharthasındaki gibi bir aydınlanma hikâyesi de diyebiliriz buna: Kendi gezegeninden çıkıp dünyayı dolaşan bir ruh, en sonunda kendine ve sevgiye dair büyük bir hakikati anlayarak yuvasına dönüyor. Bu yolculuğu okuyan bizler de entelektüel bir kibirle değil, dostça bir sohbetin verdiği mutlulukla doluyoruz. Okudukça kendi çocukluğumuz canlanıyor gözümüzde, saf duygularımız, ilk dostluklarımız, ilk kayıplarımız… Ve belki kitabı kapattığımızda hafif bir gülümsemeyle göğe bakıyoruz: Belki bir yıldız göz kırptı bize. Belki de sadece gözümüze bir toz kaçtı, kim bilir. Ama içimizden bir ses, tıpkı Küçük Prens gibi, dostane bir tonda konuşuyor: “Dünya güzel, insanlar tuhaf, ama hayat sevince ve bağ kurunca anlamlı… Hadi şimdi sen de kendi gülünün yanına git ve onu sev.”

Unutma sevgili okur, “Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun.” Gülüne karşı, dostuna karşı, aşkına karşı, hatta kendi ruhuna karşı… Sorumluluk, sevginin diğer adıdır. Ve sevgi, çölde bile olsak bir kuyumuz olduğunu bilmemizi sağlar. Çölün ortasında bir çocuk, bize bunları öğretebildiyse, demek ki hâlâ ümit var. Yeter ki biz de yıldızlara bakıp Küçük Prens’in kahkahasını kalbimizle duyalım. Gerçekten dinlerseniz, emin olun siz de duyacaksınız. Çünkü “öz olan gözle görülmez, onu ancak yürek görebilir” – ve sizin yüreğiniz bunu hep biliyordu…

Yorum bırakın