Yazı kategorisi: kafama göre

Nemo Kayıp Değil

Kayıp Balık Nemo: Okyanusun Derinlerinde Büyümek ve Kendini Bulmak


Bir süredir bir balık besliyorum. Öyle uzun uzun düşündüğüm, önceden planladığım bir şey değildi. Bir şekilde önüme çıktı, ben de “neden olmasın” deyip aldım. Küçük, sessiz, durgun bir canlı. Ama her akşam  başında durup onu izlemek, beklemediğim bir huzur veriyor insana. Günün kalabalığı azalıp, suyun içinde süzülen o ufak gövdeye bakınca, garip bir şekilde kendi içime doğru sessizce çekiliyorum.

Derken bir akşam, onu izlerken  aklıma geldi: Kayıp Balık Nemo. Çocukken izlemiştim. Ama hatırladığımı sandığım şeylerin aslında hiçbirini hatırlamıyormuşum. Renkliydi, eğlenceliydi diye kalmış sadece aklımda. O yüzden tekrar açtım ve izledim. Ama bu kez başka bir gözle… büyümüş bir gözle. Yani aslında o filmi ikinci defa değil, ikinci defa ilk defa izlemiş oldum.

İşte bu yazı, o iki “ilk izleyişin” arasında geçen o uzun yılların, biriktirdiği anlamlarla yazıldı. Çünkü bu sefer gördüğüm şey sadece bir balığın kaybolması değildi. Bir çocuğun dünyaya kafa tutuşu, bir babanın korkularıyla savaşı, bir yolculuğun içinde büyümekti.

Eğer sen de bazen kendini henim gibi  biraz kaybolmuş hissediyorsan… belki bu yazı senin için de bir “yeniden buluş” olur. Aslında bu yazı en çok kendim için. Başlıyorum…

Hayatın bazı anları vardır ki insan kendini uçsuz bucaksız bir okyanusta yüzerken kaybolmuş hisseder. Hepimiz, en az bir kere, hangi yöne yüzmemiz gerektiğini bilemediğimiz mavi derinliklerle baş başa kalmışızdır. Bazen bir çocuk olarak dünyanın enginliği karşısında korkuya kapılırız, bazen de bir ebeveyn veya yetişkin olarak o engin dünya karşısında çocukları, kendimizi veya yakınlarımızı kaybetme kaygısı yaşarız. Pixar’ın animasyon klasiği Kayıp Balık Nemo, işte tam da bu hislerin filmidir: Bir okyanusun iki ucu kadar farklı görünen bakış açılarının, yani bir çocuğun merak dolu masumiyetini ve bir babanın kaygı dolu koruyuculuğunu, derin suların içinde buluşturan bir yolculuk hikâyesi.

Yüzeyden bakıldığında küçük bir balığın kaybolma ve bulunma hikâyesi gibi görülse de, Kayıp Balık Nemo derinlerinde büyük temalar barındırıyor. Karakter gelişimi, ebeveynlik ve çocukluk, travma ve onun izleri, özgürlük ihtiyacı, büyümek ve hayata atılmak, kimlik arayışı… Tüm bu temalar filmin su altı dünyasında mercan kayalıkları arasına gizlenmiş inci taneleri gibi parıldıyor. Böylesine zengin bir hikâyeyi izlerken, insan kendini sadece Marlin ile Nemo’nun değil, aynı zamanda kendi iç dünyasının da bir yolculuğunda buluyor. Belki de bu yüzden yıllar içinde hem çocukların hem de yetişkinlerin kalbine dokunmayı başarmış nadir filmlerden biri oldu.

Hikâyemiz mercan resiflerinin renkli dünyasında başlıyor. Nemo adında küçücük bir palyaço balığı, okyanusun bu sakin köşesindeki yuvasından ilk kez uzaklaşma hazırlığında: Bugün okulun ilk günü. Nemo enerji dolu, meraklı ve cesaretli bir yavru; ancak bir yönüyle diğer yavru balıklardan farklı: Doğuştan zedeli kalmış bir yüzgeci var, bu yüzden babası ona “şanslı yüzgeci” dese de, asla hızlı yüzemeyeceğini düşünüyor. Baba Marlin, Nemo’yu göz bebeği gibi sakınıyor; onun için dünya nice tehlikeyle dolu, okyanus yavrusu için çok geniş ve tehlikeli. Marlin, geçmişte yaşadığı korkunç bir kayıp nedeniyle paranoyak bir koruyucuya dönüşmüş: Eşi ve yüzlerce yumurtasını bir yırtıcı balığın saldırısında kaybetmişti. O felaketten geriye sadece tek bir hasarlı yumurta kaldı – işte Nemo, bu nedenle babası için bir evlat olmanın ötesinde, koca bir dünyada kurtarabildiği son umudun sembolü.

Marlin için Nemo yalnızca bir evlat değil, kaybettiği bütün dünyanın ona kalan tek parçası. Bu yüzden ona sıkı sıkıya bağlı; bir an olsun gözlerinin önünden ayırmak istemiyor. Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’inde tilki, küçük prense unutulmaz bir öğüt verir: “Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden.” Marlin bu gerçeği iliklerinde hissederek yaşıyor desek yeridir. Ne var ki bir evladı bu denli korumanın bedeli, onun özgürlüğünü kısıtlamak oluyor.

Nemo, okul gününün heyecanıyla yeni arkadaşlarıyla birlikte resifin açığına, büyük mavi okyanusun başlangıcına yüzdüğünde, Marlin’in kalbi küt küt atıyor. Yıllardır güvenli anemon yuvalarından çıkmasına izin vermediği oğlu, ışıltılı güneşin aydınlattığı derin sulara doğru merakla kulaç atıyor. Diğer yaramaz yavru balıklar Nemo’yu “bırak baban görmesin” diyerek resifin dışına çağırıyor, onlarla beraber tehlikeli olabileceği söylenen açık suya yaklaşıyorlar. Marlin paniğe kapılıyor, Nemo’yu sert şekilde uyarıyor: “Oraya gitme! Hemen geri dönüş yap!” O an baba ile oğulun tüm gerilimi yüzeye çıkıyor; Nemo, babasının kıskanç tavrına başkaldırarak bir anlık öfkeyle açığa doğru fırlıyor ve kendini kanıtlamak istercesine yüzeye büyük bir teknenin yanına kadar çıkıyor. Tam o anda dev gölgeler beliriyor: Yüzeyde bekleyen dalgıç insanlar Nemo’yu fark etmiş durumda. Minik palyaço balığı kaçmaya çalışsa da, bir anda kendini bir ağın içinde buluyor. Sudan çıkarılırken küçücük bedeni şiddetle çırpınıyor; korkuyla son bir kez aşağı baktığında, babasının kırk yıl düşünse göremeyeceği kadar dehşete düşmüş bakışlarla aşağıdan ona doğru yüzdüğünü görür. Nemo, bir an “Babamı terk etmemeliydim…” diye düşünecek vakit bile bulamadan suyun üzerine çıkarılıyor; sıcak güneşin altında nefes alamayarak çaresizce dolanıyor. Artık tek görebildiği, kendisini hapseden plastik torbanın boğucu duvarları. Nemo hiç anlamadığı bir biçimde evinden koparılmış, bilinmeze doğru taşınıyor.

Marlin, gözlerinin önünde gerçekleşen bu kâbusa inanamıyor. Oğlu “kayboldu” – hayır, daha da kötüsü, göz göre göre elinden alındı. Bir an suları yara yara teknenin peşinden çaresizce yüzüyor; ama paletleri ve motoru olan insanoğlu, küçücük bir balıktan katbekat hızlı. Marlin artık güçsüzce okyanusun ortasında asıl hedefini de şaşırmış durumda kalakalıyor. Az önce Nemo’ya söylediği kırıcı sözler kulaklarında yankılanıyor: “Henüz hazır değilsin! İyi yüzücü değilsin!” Belki de asıl hazır olmayan kendisiydi; dış dünyanın risklerine karşı hiçbir zaman gerçekten hazır hissetmediği için Nemo’yu da hep tutmaya çalışıyordu. Yıllarca risk almamak, seçim yapmamak ona güvenli geldi – kim bilir, belki de Mr. Nobody filmindeki o sözü içten içe benimsiyordu: “Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür.” Marlin hiçbir şeyi seçmezse, hiçbir kötü şey olmayacağını sandı. Ama hayat, böyle işlemiyor. Suçluluk, korku ve çaresizlik duyguları içinde bir uçurum gibi büyürken, aklından geçen tek bir şey var: “Onu geri getirmeliyim.” Tam bu sırada yanı başında yavaşça yüzen mavi bir balık beliriyor ve yumuşak bir sesle soruyor: “Yardıma mı ihtiyacın var?” Marlin ilk başta fark etmiyor bile; ne söylenirse söylensin Nemo yoksa hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlarındaki söz sanki Marlin’in iç sesi oluveriyor: “Gerçekle düş birbirine karışıyor; tutunacak bir dalım kalmadı. Tutunamıyorum…” Ama tam da bu çaresizlik anında, içindeki baba yüreği bir şey fısıldıyor: Vazgeçme. Nemo için ne kadar korksa da, onu kurtarmak için korkularıyla yüzleşmek zorunda olduğunu anlıyor. Derin bir nefes alıyor ve yanan gözlerini ufka dikerek kendi kendine söz veriyor: “Oğlumu bulacağım.” Böylece, korkaklığıyla tanınan Marlin’in hayatında ilk kez böylesine büyük bir macera başlıyor. Bilmeden kendi iç dünyasının dışındaki engin dünyaya doğru varoluşsal bir yolculuğa da kulaç atmış oluyor.

Yeni tanıştığı mavi balık Dory, Marlin’i yıldırıcı ciddiyetinin ortasına adeta bir gökkuşağı gibi düşürüyor. Dory son derece dost canlısı, iyimser ve neşeli; öyle ki Nemo’nun başına gelenleri duyar duymaz hiç tereddütsüz yardım etmeyi teklif ediyor. Ne var ki Dory’nin hafızası, altın balıkları hakkındaki tabiri gerçek kılacak derecede kısa: Bir an önce söylediği şeyi saniyeler sonra unutabiliyor. Marlin başta bu durumdan usanıyor, hatta Dory’nin peşine takılıp boşa vakit kaybettiğini düşünüyor. Fakat kayıp giden dalgıç maskesinin üzerindeki yazıyı Dory okuyabiliyor: “P. Sherman, 42 Wallaby Way, Sydney” adresi, Nemo’nun götürüldüğü yeri işaret ediyor. Bu bir umut ışığı. Marlin tek başına asla bulamayacağı bu ipucunu Dory sayesinde elde ediyor. Artık ikili birlikte yola çıkıyor; yolculukları esnasında devasa üç köpekbalığıyla karşılaşıyorlar. Neyse ki bu tedirgin edici yüzler, beklenenin aksine onlara saldırmıyor; kendilerini bir tür “Balıklar arkadaştır, yemek değil” terapisi toplantısının ortasında buluyorlar. Marlin, köpekbalıklarının dostane sohbetine inanmakta zorlanıyor ama Dory her zamanki masum güleryüzlülüğüyle ortama ayak uyduruyor. Talihsiz bir anda Dory’nin burnu kanayınca köpekbalığı lideri içgüdülerine yenik düşüyor ve avcıya dönüşüyorlar. Marlin ve Dory, bir batık denizaltının içinde can havliyle kaçarken patlayan mayınların gürültüsüyle okyanusun zifiri derinliklerine doğru düşüyorlar. Okyanusun derinlerinde kaybolan maskeyi bulmak için karanlıklara dalarken Dory’nin neşeli mırıldanısı yükseliyor: “Yüzmeye devam et, yüzmeye devam et…” Marlin tedirginlikle etrafına bakınıyor, korkunç gölgeler görür gibi oluyor. Ansızın karanlıktan, fosforlu dişleriyle bir derin deniz canavarı üzerlerine doğru atılıyor. Kaçarken Dory’nin gözüne maskenin üzerindeki yazılar ışıldıyor ve o unuttu sanılan hafızası inanılmaz bir şekilde devreye giriyor: Dory adresi ezberliyor! Sydney’e gitmeleri gerektiğini artık biliyorlar. Marlin bu noktada Dory’nin hiç tahmin etmediği bir yönüyle karşılaşıyor: Her şeyi unutan bu balık, bazen en önemli şeyleri unutmayabiliyor. Belki de Dory’nin içten kalbi, aklının yapamadığını başarıyor; Marlin görevini sürdürsün diye kritik bilgiyi aklında tutabiliyor. Bu, Marlin’in Dory’ye duyduğu güveni biraz olsun artırıyor. Tehlikelerle dolu şu kısa zamanda Marlin ilk kez yalnız olmadığını hissediyor; dünyanın sandığı kadar kötü olamayabileceğine dair içinde kıpırtılar beliriyor.

Gözlerini açtığında Nemo kendisini bir diş muayenehanesinin içindeki akvaryumda buluyor. Etrafında daha önce hiç görmediği türlerde balıklar var; birbirinden farklı renkte, çeşitte bu akvaryum sakinleri Nemo’yu kibarca karşılıyor. Ancak dost canlısı bu küçük topluluğun bile gizleyemediği tatsız bir gerçek var: Nemo, insanlar tarafından çok sevdikleri ama balıklara hiç de iyi davranmayan yaramaz bir kıza hediye edilmek üzere yakalanmış. Yani bu cam fanusun dışında Nemo’yu daha da belirsiz ve belki ölümcül bir akıbet bekliyor. Akvaryumdaki lider ruhlu balık Gill, Nemo’ya cesaret aşılamaya çalışıyor. Gill, okyanustan koparılarak buraya getirilmiş deneyimli bir kaçış planı ustası; tek sorunu, hiçbir planını bugüne dek başarıyla gerçekleştirememiş olması. Nemo’yu görür görmez onda kaçış için bir fırsat görüyor: Ufak cüssesi sayesinde akvaryumun filtresine ulaşıp onu tıkayabileceğini ve böylece akvaryum kirlendiğinde dış arıtma cihazının devreye gireceğini, bu sayede bir kaçış şansı doğacağını anlatıyor. Nemo isteksizce de olsa bu plana umut bağlıyor; böylece hem kendisini kurtaracak, hem de yeni dostlarını bu fanustan kaçırıp denize kavuşturacaktır. Ancak ilk denemesi felaketle sonuçlanıyor: Nemo filtreye sıkışıyor, az kalsın parçalanıyor. Gill son anda onu kurtarsa da, Nemo’nun içine yeniden korku düşüyor. Kendine güveni kırılan küçük balık, belki de hiç dönüş yolu olmadığını düşünmeye başlıyor. Hatta ismindeki acı tesadüfü fark ediyor: Nemo, Latince “hiç kimse” demek. Kendini hiç kimse gibi, unutulmuş ve bırakılmış hissediyor. Tam bu sırada cama konan bir pelikan, dışarıdan akvaryum sakinlerine heyecanla bir şeyler anlatıyor. Bu pelikanın adı Nigel ve dişçinin arkadaşı; gün boyu limanda duydukları haberleri aktarmaya bayılıyor. Nigel’ın anlattıkları Nemo’yu şoka sokuyor: Okyanusta bir palyaço balığı, yüzlerce kilometre boyunca tüm tehlikelere meydan okuyarak kayıp bir yavru balığı arıyormuş. Marlin’in destanı denizde kulaktan kulağa yayılırken, nihayet oğlunun bulunduğu akvaryuma kadar ulaşmış. Kendi babası hakkında duydukları Nemo’nun göğsünde sıcak bir gurur ve umut dalgası oluşturuyor. Yalnızca bir ‘hiç kimse’ olmadığını, birinin dönüşü olmayan bir yolculuğa sırf onu bulmak için çıktığını işitmek, Nemo’ya bitkin ruhunun ihtiyaç duyduğu gücü veriyor. Jules Verne’in unutulmaz denizcisi Kaptan Nemo bir romanında, “Deniz her şeydir. Deniz hayat demektir. Her şey denizden geldiği gibi bir gün denize dönecektir!” der. Bizim Nemo da cam fanusun arkasından maviliğe hasretle bakarken bu sözlerin gerçekliğine yürekten inanıyor. Okyanus onu çağırıyor ve Nemo, babasıyla yeniden buluşma ümidiyle ikinci bir kaçış girişimi için kendini toparlıyor.

Marlin ile Dory, Doğu Avustralya Akıntısı’na (EAC) kapılarak okyanus boyunca hızlı bir yolculuk yapıyor. Bu sırada onlara rehberlik eden yüzyıllık bir deniz kaplumbağası olan Crush ve minik oğlu Squirt, Marlin’in hiç alışık olmadığı bir ebeveynlik anlayışını gösteriyor. Crush, yavrusunu akıntının tehlikelerine rağmen serbest bırakıyor; Squirt bir ara akıntıdan dışarı fırlasa da kendi kendine geri dönmeyi başarıyor. Endişeyle izleyen Marlin’e kaplumbağa babası gülümseyerek şunu söylüyor: “Aslında hiçbir zaman emin olamayız. Hazır olduklarını sadece onlar bilir!” Bu basit gerçek Marlin’in içine işliyor. Nemo’yu ne kadar korumaya çalışsa da, onun büyüyüp kendi hayatını yaşaması gereken ayrı bir birey olduğunu kabullenmeye başlıyor içten içe. Bu arada Marlin ve Dory’nin okyanusu aşarak Sydney limanına ulaştığı haberi tüm deniz dünyasına yayılmış durumda. Kahramanımızın olağanüstü macerası dilden dile aktarılıyor; hatta kaplumbağaların anlattıklarını yavru bir pelikan duyup arkadaşlarına yetiştiriyor. Sonunda Marlin’in destanı Nemo’nun bulunduğu tanka kadar ulaşıyor, Nigel da bu yüzden Nemo’yu ziyarete gelmişti. Tüm yollar nihayet Sydney’de kesişiyor. Marlin, Dory ile beraber limandaki çöp balıkları arasında Nemo’yu ararken, Nigel onları buluyor ve sırtına alıp doğruca dişçi muayenehanesinin penceresine uçuyor.

Dışarıdaki müdahaleyle akvaryum karmakarışık olurken, Nemo bir plan yapmış ve kendini ölmüş gibi bırakmıştı. Amacı, dişçinin ellerinden kaçmak için klozete atılıp denize ulaşmaktı. Tam da Nigel penceredeyken Nemo kuyruğunu yukarı doğru düzlemiş halde hareketsiz yatarak numara yapıyor. Bunu gören Marlin, oğlunun öldüğünü sanıp yıkılıyor. Nigel şok içinde kanat çırparak odayı terk ederken, Marlin’in içindeki son umut da sönmüş gibi. Oğlunu kaybettiğine inanarak Dory’ye teşekkür ediyor ve tek başına evine dönmeye koyuluyor; kalbi bir kez daha paramparça. Dory ise onu bırakmak istemiyor: “Lütfen gitme. Sen yanımdayken… ben, ben her şeyi hatırlıyorum.” diyor gözleri dolarak. Marlin bu sözlerin ağırlığını kaldıramadan uzaklaşıyor, Dory ise bir başına denizin ortasında kala kalıyor; hafızası tekrar bulanık, yön duygusu kayıp. Ama kader tam bu anda bir kıyak yapıyor: Dory, açıklarda küçük bir balık yavrusuna rastlıyor. Nemo ile Dory birbirlerini tanıyamadan yüzmeye devam ederken, Dory’nin aklına birden “P. Sherman, 42 Wallaby Way” sözcükleri düşüyor. Parçalar birleşiyor: Bu yavru, Marlin’in oğlu Nemo’dan başkası değil! Dory sevinçle Nemo’yu da yanına alarak Marlin’e yetişiyor. O an Marlin, az önce ebedi zannettiği kaybının aslında bir yanılgıdan ibaret olduğunu görüyor. Oğluna sarılıp gözyaşları döküyor; hayatının en karanlık anı bir anda neşe ve şükran gözyaşlarına dönüşüyor. Fakat bu mutlu son görüntüsü uzun sürmüyor: Üzerlerine dev bir balık ağı gölge gibi çöküyor ve Dory dahil bir sürü mavi balık balıkçıların ağında kapana kısılıyor. Nemo, bunca maceradan sonra öğrendikleriyle harekete geçiyor: Ağın içine cesurca girerek tüm balıklara hep birlikte aşağı yüzmelerini söylüyor. Marlin istemsizce yine korkuya kapılıyor; Nemo’yu tekrar kaybetme endişesiyle onu durdurmak istiyor. Ama bu kez içindeki ses farklı: Güven. Yıllardır eksikliğini hissettiği, Dory ile dostluğundan ve Nemo’nun cesaretinden öğrenmeye başladığı güven duygusu, Marlin’i yerinde tutuyor. Ve küçük Nemo, babasının inanışını arkasına alarak balıkları organize ediyor; hep birlikte ağı dip yönüne çekiyorlar. Sonunda ağ dayanamıyor ve bütün balıklar denize dökülüyor – Dory ve Nemo da serbest! Galadriel’in Yüzüklerin Efendisi’nde dile getirdiği gibi, “En küçük kişi bile geleceğin gidişatını değiştirebilir.” Körpe Nemo, dev bir sürüye liderlik ederek hepsini kurtarıyor; babasının gözünde de artık kırk yumurtadan geriye kalan narin yavru değil, cesaretiyle parlayan genç bir birey var. O günden sonra Marlin’in içini yıllardır kemiren korkular yerini ılık bir dinginliğe bırakıyor. Okyanusun tehlikeleri tamamen yok olmamış olabilir, ama hayatın devamlı bir risk olduğunu artık biliyor ve bunu kucaklıyor. Nihayet evine döndüklerinde Marlin, Nemo’yu okula gönderirken bu kez gönlü rahat. Oğlunun yeni maceralara atılmasını gözümü kırpmadan izliyor, hatta Dory ile birlikte arkasından espriler yaparak gülüyor. Marlin’in yolculuğu belki de kendi içindeki Tutunamayanlar’ı aşma yolculuğuydu: travmalarını geride bırakarak hayata yeniden tutunmayı başarabildi. Nemo ise okyanusun sonsuzluğu içinde kendini kanıtlamanın, büyüyüp kendi ayakları üzerinde durmanın ilk adımlarını attı. Dory, unuttuğu ailesi yerine yeni bir aile kazandı; dostlarıyla birlikte olduğunda hafızasının güçlendiğini fark etti, yani sevginin şifası hafızadan güçlüydü. Ve biz izleyiciler, bu sıcacık masalın sonunda belki kendi içimizdeki kayıp balıkları bulduk. Belki içimizdeki Marlin gibi korkularımızla yüzleşip bir nebze olsun cesareti tatdık, belki Nemo gibi hiç anlamadığımız koca dünyada kendi gücümüzü fark ettik, belki de Dory gibi sevgiyi yanımızda bulduk. Buraya kadar benimle bu yolculuğa dayanan sen, sevgili okur, şimdi kendi iç denizlerine bak ve gör: Kaybettiğin ne varsa, aslında içindeki cesarette saklı. Oğuz Atay’ın sesiyle sana sesleniyorum: Hepimizin bir Nemo’ya, bir Marlin’e, bir Dory’ye dönüşebilecek anları var. Önemli olan, hangi durumda olursak olalım, pes etmemek ve şarkıyı söylemeye devam etmek: Yüzmeye devam et, yüzmeye devam et… (Bunu kendime söylüyorum)

“Nemo’yu buldular ama bence burada asıl mesela kendilerini bulmalarıydı”