Bu yazı Psikoloji ve Din kitabı üzerine yazdığım serinin ilk yazısı olacak umarım devam ederim.Bu kitabı okurken açıkçası biraz zorlandım. Dili ağırdı, bazı yerlerde cümleler peş peşe dizilmiş ama hiçbiri bir yere varmıyormuş gibi hissettirdi. Belki de ben anlamadım tam olarak. Belki de kitap anlaşılmak için değil, sadece zihni biraz zorlamak için yazılmıştı. Her neyse… Yani buraya yazdığım şeylerde bazı hatalar, yanlış yorumlar olabilir. Çünkü gerçekten zor bir kitaptı.
Ama işte bazı kitaplar vardır, tam anlamasan da sende bir şey bırakır. Kapatınca cümleleri değil ama duygusunu taşırsın yanında. Psikoloji ve Din tam olarak öyle bir kitaptı benim için. Ne anlattığını değil, neyi hissettirdiğini anlamaya çalıştım. Bu yazı da biraz onun üzerine. Anlatmaktan çok yakalamaya çalışmak gibi beni zorlayan bir kitap olduğu için de yazıyı biraz kısa tuttum. Eğer yapabilirsem devam ettirmeye çalışacağım yazıyı. Neyse başlayalım.
Bir Tanrıyla Konuşan Psikoloji
Bazen hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığı sabahlar olur. Uyanırsın ama uyanmazsın. Dış dünya var gibi yapar ama sana değmez. Sesler gelir, konuşmalar geçer ama hiçbiri sana dokunmaz. Sanki dünya seninle bağlantısını kesmiş gibidir, ya da sen dünyadan çıkmışsındır da kimse fark etmemiştir. İçinde bir oyukla dolaşırsın gün boyunca. Tarif edemediğin, anlatmaya kalksan çocukça bir cümleye dökülecek bir boşluk. Ama oradadır işte.
Kimi buna yalnızlık der. Kimi anlamsızlık. Kimiyse geçer sanır. Ama geçmez. Çünkü bu bir his değil, bir hâl. Varlığın kendisine sinmiş bir sızı. Ve insanın ne zaman Tanrı’yı aramaya başladığına dair en iyi cevap da budur belki: bu suskun boşluk.
Çünkü insan, içinden gelen bir sese yanıt bulamayınca göğe konuşmaya başlar.
Yüzyıllar boyunca bunu yaptı. Gök gürültüsünden Tanrı çıkardı, yağmurdan bereket tanrıçası, yıldızlardan kader yazıcısı… Çünkü ruh, içini kemiren şeyin karşısında bir açıklama arar. Anlamak, sakinleştirir. Ve bazen anlamak yetmeyince, inanmak devreye girer.
Ama bir gün biri çıktı ve bu sesleri duyduğunu söyleyen insanların gerçekten ne yaşadığını anlamaya çalıştı. Onların hayal görmediğini, yalancı olmadığını; tam tersine, çok derin bir gerçekle temas kurduklarını düşündü. Çünkü ona göre Tanrı, sadece gökteki bir figür değil, ruhun karanlık sularında yüzen bir imgeydi.
Adı Carl Gustav Jung’dı.
O, Tanrı’yı inkâr edenlerden değildi. Ama Tanrı’ya da körü körüne inanan biri olmadı hiç. O, Tanrı’yı hissedenlerin hissettiklerini anlamaya çalıştı. Dindar olup olmadığı sorulduğunda “inanıyor gibi yaşıyorum” demesi boşuna değildi. Çünkü ona göre inanç, bir kanı değil, bir deneyimdi.
İnsan ruhunun en derin katmanlarında biriken, isimlendirilmemiş korkular, özlemler, arzular… bunların hepsi bir noktada “kutsal” diye tanımladığımız şeylerle yüzleşiyordu. Ve bu yüzleşme bir dogma değil, bir iç yolculuktu.
Tanrı bazen bir rüyada çıkar karşımıza. Bazen bir şarkının ortasında, bazen yalnız bir gecede. Bazen hiç inanmadığımız bir anda, dua ederken yakalarız kendimizi. Tanrısız olduğunu düşündüğümüz akıllar, en karanlık anlarında bir varlığa seslenmekten utanmaz. Çünkü o sesleniş, çoğu zaman bir Tanrı’ya değil, kendi parçalanmış ruhumuza yönelmiştir.
Ve işte bu yüzden, Jung’un psikolojisi biraz da bir din gibi kokar. Rasyonelin ötesine taşar, bilimin sınırlarını esnetir. Onun psikolojisinde Tanrı, bir kavram değil; bir iç gerçekliktir. Adı konmamış bir duygu, bir sızı, bir imge… Kimi zaman baba figürü, kimi zaman ışık, kimi zaman yalnızlıktır.
Jung için din, bir kural listesi değil, insanın kendini anlamlandırma biçimidir. İnandıklarımız, korkularımızla, arzularımızla şekillenir. Tanrı, çoğu zaman bize benzeyen bir yüze bürünür. Çünkü insan, anlamadığı şeyi kendi suretinde yaratır.
Ve o zaman, en sahici dua şudur belki de:
“Ey benim kendime benzettiğim Tanrı… Sesimi duyduğuna inanmasam da konuşmaya devam ediyorum. Çünkü bu konuşma seni değil, beni ayakta tutuyor.” (Evet düşününce kesinlikle saçma gibi duruyor eğer sesimi duyduğuna inanmıyorsam niye dua edeyim, buna bir arkadaşım şöyle cevap verdi ama duymadığınıda bilmiyorum ki duymadığına emin olsam dua etmem.Bir ihtimal duyuyorsa bu bile dua etmem için yeterli bir sebep demişti; mantıklı bence)
Belki de din dediğimiz şey, yeryüzünde yalnız kalmamanın başka bir adıdır. Ve Jung, bu yalnızlık hissini bilimle değil, sembollerle çözmeye çalıştı. Rüyalarda gördüğümüz Tanrılar, mitolojide anlatılan ölümler, dirilişler, fedakârlıklar… hepsi içimizde olup bitenlerin dışa vurumuydu.
İçimizde biri konuşuyor. Hep konuşuyor. Jung, o sesi dinlemeye cesaret etti. Ve o sesin bize Tanrı’dan çok, kendimizi anlatmaya çalıştığını söyledi.
Tanrı’yı gökte aramaktan yorulduğun bir anda, belki de tek yapman gereken şey içini susturup biraz dinlemektir. Çünkü bazen o büyük sessizlik, cevaplardan daha çok şey anlatır diyordu.
Jung’un hikâyesi biraz gölgeyle başlar. Çünkü onun düşünsel yolculuğu, bir başka dev gölgenin altından başlar: Freud’un.
Freud’a göre din, insanın bastırılmış arzularının, özellikle de çocukluktan gelen korku ve suçlulukların bir dışavurumuydu. Tanrı, baba figürünün idealize edilmiş bir haliydi. Din, bir tür kitlesel nevrozdu. Bu düşünceler, 20. yüzyılın başında birçok entelektüelin ruhunu sarhoş etti. Çünkü artık Tanrı’yla değil, onun psikolojik nedenleriyle ilgilenebilecek bir bilim vardı.
Ama Jung, bu açıklamayı biraz dar buldu. Freud’un dinin yalnızca bastırılmış cinsellikten ibaret olduğunu söylemesi ona göre indirgemeciydi. İnsan dediğin şey sadece dürtülerden oluşamazdı. Rüyalar, mitler, semboller… bunlar sadece saplantıların değil, ruhun daha derin katmanlarının yansımalarıydı.
Yine de Jung’un Freud’dan kopuşu sadece teorik değildi. Aralarında bir çeşit baba-oğul ilişkisi vardı. Freud’un Jung’a duyduğu hayranlık kadar, Jung’un Freud’a duyduğu saygı da büyüktü. Ama fikirler ayrılmaya başladığında, bu ilişki kırıldı. Jung’un hatıralarında geçen bir anekdot vardır: Freud’la bir konuşma sırasında Jung, Freud’un bilinçdışına dair görüşlerine itiraz eder. Freud ise öfkeyle cevap verir: “Sana kutsal bir şeyi emanet ettim.”
Burada duralım. Bilimin ortasında bir adam, fikirlerini “kutsal” diye tanımlıyorsa, aslında dinin yapısına ne kadar yakın bir sistem kurduğunu da farkında olmadan ifşa ediyordur. Jung’un içini kemiren de buydu belki: Freud dine karşı çıkarken, kendi teorisini bir dogmaya dönüştürüyordu.
Ama bu Jung’un tamamen haklı olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü onun da kurduğu sistem, kimi zaman fazlasıyla soyut, sembollere fazlasıyla bağımlı ve bilimsel sınırların dışına kayan bir yapıydı. Kolektif bilinçdışı, arketipler, evrensel semboller… hepsi büyüleyici kavramlar. Ama aynı zamanda da kontrolsüz bir alan. Oraya neyi yerleştirirsen yerleştir, karşı çıkan pek fazla veri olmaz.
Yine de Jung, kendi yolunu seçti. Dinî sembolleri çözülecek mitler olarak ele aldı. Ona göre bu semboller, kişisel değil kolektifti. Bir rüyada görülen yaşlı bilge adam figürü, sadece dedemizle ilgili bir anı değil; binlerce yıllık insanlık tarihinin zihinsel tortusuydu. Jung, bu tortunun izini mitolojilerde, dinî metinlerde, efsanelerde ve psikozlarda sürdü.
Yani din, ona göre yalnızca inanç değil; aynı zamanda ruhsal bir dil, iç dünyanın sembolik anlatımıydı.
Bu noktada bir şey açık: Jung, Tanrı’ya inanıp inanmadığını net olarak söylemez. O daha çok Tanrı’nın içsel bir olgu olduğunu savunur. “Tanrı, insan ruhunun bir parçasıdır,” der. Belki bir varlık değil ama kesinlikle bir deneyimdir.
Burada durup düşünmek gerek: Eğer Tanrı’yı “sadece bir içsel deneyim” olarak kabul edersek, onun insan üzerindeki etkisini daha iyi anlar mıyız, yoksa tamamen içselleştirip sembolleştirerek asıl özünü kaçırır mıyız? Jung’un bu yaklaşımı, dini anlamayı kolaylaştırıyor gibi görünse de, bir yandan da onun evrensel geçerliliğini gölgeye çekiyor olabilir.
Ama Jung bu gri bölgelerde yaşamayı severdi. O, mutlak cevaplar peşinde koşmazdı. Onun psikolojisi, net sınıflamalarla değil; belirsizlikle, geçişlilikle, derinlikle ilgilenirdi. Tanrı’nın gerçekten var olup olmadığı onun için ikincildi. Önemli olan, bir insanın kendi iç dünyasında Tanrı’yla nasıl yaşadığıydı.
Bu yüzden onun Tanrı tanımı, bir tapınağın içinden değil; bir rüyanın, bir krizin, bir yalnızlığın ortasından gelir. Orada Tanrı, konuşmaz. Ama sembol olur. Orada Tanrı, emretmez. Ama yön gösterir. Jung’un Tanrısı, bir sistemin başındaki figür değil; içimizde çatışan parçaları bir araya getirme çabamızın simgesidir.
Ama işte burada da şu soru kalır: Eğer Tanrı, sadece bir sembolse, neden onun yokluğunda bu kadar çok acı çekiyoruz?
Bu sorunun cevabını belki de sadece Jung değil, hiçbir düşünür tam olarak veremedi. Çünkü bazen cevaplar değil, sorular kalır geriye. Ve Jung, soruları çoğaltarak ilerleyen bir adamdı.
Simgelerle konuşan bir psikoloji kurdu. Ve o simgeler, belki de daha çok şey anlatmaya başlıyordu.
Devam Edecek…