Sorun Sende
Devletin değdiği yerde liyakat olmaz. Otorite ne ister? Biat. Kimse ne bildiğine, ne yapabildiğine bakmaz. Yalakalıkta ustaysan, işin hazır. Özel sektör biraz daha “yetenekliysen yaşarsın” kafasında ama orada da olay şu: Seni sömürebildiği kadar sömürüyorlar. Yeteneklisin diye önüne kırmızı halı sermiyor kimse. Kar maksimizasyonu uğruna senin hayatını minimize ediyorlar. Kâr onlar için, yük senin için. Sistem bu.
Ama gel gör ki, bu sistemler de insan yapımı. Sorun da burada başlıyor.
Keşke şöyle bir dünya olsaydı: Karaktersizliğe mecbur kalmadan, vasıfsız olup da paçayı kurtaramayan orospu çocukları kaybetseydi. Tembel adam hayatta kalamaz, haysiyetsiz olan hiç tutunamazdı. Ama yok, öyle bir evrende yaşamıyoruz. Hiçbir zaman da yaşamayacağız.
Ben sistemi değil, insanı suçluyorum. Çünkü bok gibi sistemler, bok gibi insanların aynasıdır. İnsanı düzgün olan bir toplumda, sistemin zaten pek önemi kalmaz. Ama ne gezer…
Bak mesela Fight Club. Kapitalizmle dalga geçiyor gibi duruyor ama aslında şunu söylüyor: “Sisteme isyan eden de, bir süre sonra kendi sistemini kuruyor.” Tyler isyan ediyor ama kendi tarikatını oluşturuyor. Kapısına gelenlerin egosunu kırıyor, onları aşağılıyor. Niye? Çünkü sağlam benliği olanı istemiyor. Biat edecek, kendini ezdirecek adamı arıyor. Tıpkı buradaki tarikatlar, siyasi partiler, cemaatler gibi… Kendi adamını seçerken bile “kim en çok yaltaklanıyorsa o girsin içeri” kafasında.
Robert Paulson vardı hatırladın mı? Şişman, iyi kalpli, saf bir adam. Başta kapı önünde beklerken bile Tyler’ın küfürleriyle eziliyor. Edward Norton karakteri onu “dayan biraz daha, hepsi tiyatro” diye ikna ediyor. Sonra ne oluyor? Ölen tek kişi Robert oluyor. Niye? Çünkü karakterli adam o, bu tiyatroyu gerçek sanmadı belki de, ama yine de öldü. Çünkü sürü, karakterlileri harcar. Çünkü müritlik, haysiyetli adama göre değil. Tarikatlar, cemaatler, ideolojiler, partiler… Hiçbiri sağlam karakterli bireyi taşıyamaz. Ve film ilerledikçe Norton fark ediyor ki Tyler’ın başlattığı devrim bile bir bokun aynısı. Kapitalist sürü gitmiş, anarşist sürü gelmiş. Fark ne? Biat aynı, put aynı, şiddet aynı.
Her sistem kusurludur. Her ideoloji bir yere kadar. Ama bunun sebebi sistem değil. Bunun sebebi insan. Çünkü çoğu insan, özgür iradesiyle, bile isteye karaktersiz olmayı seçiyor. Determinist değilim. “Yapıları böyle” diye savunmuyorum. Seçiyorlar kardeşim. Her gün. Her an. Ve bu seçimlerle sistem dediğin şey oluşuyor. Taptığınız ya da nefret ettiğiniz liderler de bu halktan çıkıyor. “Ah bu lider…” demek kolaya kaçmak. Asıl sorun, bu lideri omzuna alanlarda.
Topluca bir kurtuluş asla olmayacak. Hiçbir zaman. Ama birey olarak bazı insanlar kendini kurtarabilecek. Kim bunlar? Karakterli olanlar. Üretenler. Aklını kiraya vermeyenler. Bunlar sistemde ezilecek, sürü tarafından hedef gösterilecek. Çünkü diğerleri yok olmamak için birilerini şeytanlaştırmak zorunda. Sürü olmak, kendi ayakların üstünde duramamak demek. Dalkavukluk etmek zorunda kalmak demek. Ve özgür birey, bu sürüye tehdit. O yüzden saldıracaklar. Lafla, iftirayla, kıskançlıkla, dedikoduyla…
Ama eğer o bireyler olmasaydı, biz hâlâ kesici taşlarla ceylan kovalıyor olurduk. İnsanoğlunun ilerlemesi, çirkeflerin değil, yalnızların emeğiyle oldu. Cesur olanlarla, inat edenlerle…
Sorun sistemlerde değil. Sorun seninle aynı asansöre binmeye tahammül edemeyen, işini iyi yapmana sinir olan, senden sırf düzgün olduğun için nefret eden o haysiyetsiz insanlarda. Ve bu yüzden, bu kirli dünyada düzgün kalmayı seçenler, bir anlamda kahramandır.
İnsanlığa fayda sağlayan herkes, insanlıktan zarar görür. Bu benim için artık bir hipotez değil, bir kanundur.
Halka rağmen kendin için üret. Kendin için yaşa.
Ay: Temmuz 2025
Aşk-ı Memnu: Tiksindirici Bir Zarafetin Anatomisi

Aşk-ı Memnu: Tiksindirici Bir Zarafetin Anatomisi
Bazı kitaplar vardır, onları okumazsın; onlarla boğuşursun. “Aşk-ı Memnu” bu türden bir kitap. Okurun karşısına, süslü kelimelerle bezeli, göz alıcı bir dekorda çürümekte olan bir toplum manzarası çıkarır. Halit Ziya Uşaklıgil’in bu romanı, yalnızca bir yasak aşk hikâyesi değildir; aynı zamanda estetikle çürümüşlüğün, zarafetle zehirlenmişliğin, kibarlıkla yozluğun el ele gezdiği bir hikâyedir. Yani hem içeriden hem dışarıdan çürüyen bir cam vazo gibi…
Melih Bey Takımı: Kadife İçinde Kokuşmuşluk
Romanın neredeyse ilk yüz sayfası, adeta bir “moda dergisi”nin yüzyıl önceki versiyonu gibi akar. Firdevs Hanım ve kızları Bihter ile Peyker, zarafetlerinden, kıyafetlerinden, kumaş seçimlerinden ve Boğaziçi’nde geçirdikleri boş vakitlerden ibaretler. Ama Halit Ziya, bu görünürdeki estetik zarafeti öyle bir yazınsal isabetle deliyor ki, satır aralarından koca bir ahlaki sefalet akıyor. İnsan bu kadınları okudukça sıkılıyor; çünkü yaşamlarının neredeyse tamamı, gösterişli hiçbir şey yapmadan gösterişli görünmeye çalışmakla geçiyor.
Firdevs Hanım’ın yıllar boyunca süren estetik kibrine, yaşlanmamak için verdiği beyhude çabaya, kızlarını rakip olarak görmesine öyle bir mesafe koyuyor ki yazar; neredeyse onu romanın asıl trajik figürü yapıyor. Bu karakterin “genç kalma arzusu”, Türk romanında yazılmış en keskin yaşlılık korkusu portrelerinden biridir. Komik olmasa dokunaklı olurdu; ama Halit Ziya bu korkuyu bile ironik bir şekilde sunar.
Bihter: Güzelliğiyle Donmuş, Anlamdan Kaçmış Bir Kadın
Ve Bihter… Sözüm ona romanın “trajik” kahramanı. Ama dikkatli bir okur için Bihter ne trajik ne de mazlumdur. Bihter’in motivasyonları yalnızca sınıfsal bir yükselme, mücevher düşkünlüğü ve güç arzusudur. Adnan Bey’le evliliği, onun gözünde bir aşktan çok bir satın alma işlemidir: “O büyük yalının tek hâkimi olmak!” Yani mesele Adnan değil, malikâne. Mesele Nihat değil, Louis XV tarzı koltuklar. Mesele aşk değil, prestij.
Onun çocuklara duyduğu “sevimli üvey anne” ilgisi bile gösterişlidir. Küçük bir kız çocuğuna nasıl bakacağından çok, ona ne giydireceğini düşünür. Ve en sonunda yaşadığı yıkım, trajediden çok bir alışveriş kazasının bedeli gibi durur. Lüks bir çantaya bütün birikimini verip, çanta yolda parçalanınca “keşke almasaydım” demek gibi…
Adnan Bey: Ne Erkek Ne Karakter
Adnan Bey ise, Türk roman tarihinin en silik erkek figürlerinden biridir. Ne bir irade gösterir, ne bir derinlik taşır. O, Boğaz’ın ortasına bırakılmış ve dalgaların yönüne göre savrulan bir sandaldan farksızdır. Halit Ziya bu adamı bile isteye karaktersizleştirir: çünkü Adnan Bey, o dönemin “Batılılaşmış ama içi boş” tipolojisinin bir temsilidir. Hayatı beyaz eldivenler, altın gözlükler ve sessiz kabullenişler içinde geçer. Ne sevgiyi sahiplenebilir, ne ihaneti çözümleyebilir. Aşk değil, eşyadır onun derdi. O yüzden Bihter’in ihaneti onu sarstığında bile, asıl acıyı onurunun değil, evinin sarsılmasında duyar.
Nihal: Toplumsal Ahlakın Masum Simgesi Mi, Yoksa Dekoratif Bir Kukla Mı?
Roman boyunca süslenmiş ama susturulmuş bir figür: Nihal. Adnan Bey’in kızı olan Nihal, hem masumiyeti simgeler hem de edilgenliğin ta kendisidir. O kadar narin, o kadar hassas, o kadar kırılgandır ki neredeyse nefes aldığında yırtılacak gibi gelir. Ama bu kırılganlık, karakterin derinliğinden değil; tamamen pasifize edilmesinden kaynaklanır. Nihal, bir “ahlak dekorudur”. Onun varlığı, yalnızca Bihter’in suçunun fonudur. Hikâyede başına gelenler değil, sustukları önemlidir. Çünkü romanın sonunda Nihal’in temsil ettiği şey kazanır: Gösterişsiz ama kabul gören bir ahlak.
Aşk-ı Memnu’nun Asıl Meselesi: Yasak Aşk Değil, Yozlaşmış Toplum
Bu romanı basitçe bir “yasak aşk hikayesi” olarak okumak büyük hata olur. “Aşk-ı Memnu” aslında aşkı anlatmaz. Anlattığı şey; aşk kisvesi altında saklanan ihtiras, sınıf çatışması, kadınların sosyoekonomik araçlara indirgenmesi, burjuvazinin çürüyüşü ve toplumun estetikle ahlak arasında kurmaya çalıştığı dengesiz denklemdir.
Halit Ziya’nın kaleminde aşk bile estetik bir arıza gibi ele alınır. Herkesin derdi aşktan çok “görünmek”. Herkes, içi boş bir idealin kostümünü giymiştir. Bihter, güzel görünmek ister; Firdevs Hanım, genç görünmek ister; Adnan Bey, mutlu görünmek ister; Nihal, masum görünmek ister. Oysa görünüşler değil, içler çürük. Ve işte bu çürüme, romanın alt metninde sürekli sızan bir irin gibi akar.
Final: Ahlaki Zafer mi, Estetik İntihar mı?
Romanın sonunda Bihter intihar eder. Birçok okuyucu bunu büyük bir “pişmanlık anı” olarak yorumlar. Ama dur biraz… Bihter’in ölümü aslında bir kurtuluş da değildir, bir fedakârlık da. O ölüm, “artık başaramadım” diye intihar eden bir sınıf atlama projesidir. Bir kadının hayatta ulaşmak istediği tüm vitrinleri kırıldığı anda geride bir anlam kalmaz. O yüzden Bihter ölürken aşkına değil, kaybettiklerine ağlar. Mücevherlere, ipek kumaşlara, Boğaz’daki yalıya…
Ve Halit Ziya, bu çöküşü öyle zarif anlatır ki okur hem büyülenir hem iğrenir. Belki de romanın gerçek başarısı budur: Seni kendinden utandırarak etkilemek. Sonuç olarak Halit Ziya çirkin bir senaryoyu güzel yazmış.
Metaetik 9: HAYVANLARI YEMEK İÇİN ÖLDÜRMEK ETİK Mİ?

Hayvanları Sırf Yemek İçin Öldürmek Etik mi?
Merhaba, bugün birlikte zor ama önemli bir soruyu masaya yatırmak istiyorum: Sırf karnımızı doyurmak ve damak tadımızı tatmin etmek için hayvanları öldürmek etik açıdan kabul edilebilir bir şey mi? Bu konu, Vermont Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren Tyler Doggett adlı bir akademisyenin hazırladığı bir derste gündeme getirildi ve beni derinden düşünmeye sevk etti. Şimdi ben de kendi bakış açımdan, bu konuyu tartışmaya açmak istiyorum . Bu yazı aynı zamanda daha önce başlattığımız metaetik tartışmalarının bir devamı niteliğinde; ahlak felsefesine dair sorularımıza yenisini ekliyoruz.
Öncelikle şunu netleştirelim: Burada hayvan etinin yenmesinin sağlık ya da alışkanlık boyutundan değil, sadece hayvanları yiyecek amacıyla öldürmenin ahlaki yönünden bahsedeceğiz. Yani “et yemeden yaşayamayan ıssız bir adada kalmış bir insan” gibi uç örneklere girmeyeceğim. Bugünün dünyasında, çoğumuz hayatta kalmak için et yemeye mecbur değiliz. Marullu bir sandviçle de karnımızı doyurabiliriz. Peki buna rağmen, lezzet uğruna her yıl milyonlarca hayvanı öldürüyoruz. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde geçtiğimiz yıllarda 20 milyondan fazla domuz yiyecek olmak üzere kesilmiş. Dünyada toplamda ise milyarlarca tavuk, milyonlarca sığır, koyun, domuz ve diğer hayvanlar, sırf tabağımıza yemek olarak gelebilsin diye canından ediliyor. Öyle ki, bir yılda dünya genelinde öldürülen çiftlik hayvanlarının sayısının 70-80 milyar civarında olduğu tahmin ediliyor – bu, yeryüzündeki insan nüfusunun yaklaşık on katı! Muazzam bir sayı. Bu rakama denizlerde avlanan sayısız balık ve diğer deniz canlıları dahil bile değil. Durup düşündüğümüzde, bu muazzam ölçeğe rağmen bu eylemin etik olup olmadığını çok da sorgulamıyor olabiliriz.
İnsanları Yemek İçin Öldürmek: Açık Bir Ahlaki Yasak
Konumuza girmeden evvel farklı bir soruyla başlayalım: İnsanları yemek amacıyla öldürmek sizce etik olarak kabul edilebilir mi? Bu, aslında cevabı son derece bariz bir soru. Elbette burada yine bir hayatta kalma mecburiyetinden bahsetmiyorum; yani “ya öldürüp yiyeceksin ya da öleceksin” gibi istisnai durumları bir kenara bırakıyoruz. Gayet normal şartlarda, örneğin akşam yemeğinde marul ve sebzelerle yapılmış basit bir sandviç yemek yerine, kapınıza gelen masum bir yabancıyı öldürüp onu yeme fikrini düşünün. Böyle bir şey ahlaken savunulabilir mi?
Bu soruyu aslında uzun uzun tartışmamıza gerek yok, zira cevap neredeyse herkes için açık: Hayır, insanları – hele ki beslenmek gibi zorunlu olmayan bir amaç için – öldürmek etik olarak kabul edilemez. Bir insanın hayatına son vermek, hele bunu sırf alternatif bir yiyecek tercih etmek yerine yapmak, toplumda da bireysel vicdanlarımızda da kesin bir şekilde yanlış olarak görülür. İnsan öldürmek çok ciddi bir ahlaki ihlaldir ve “ama acıkmıştım, canım et çekti” gibi bir gerekçeyle asla meşrulaştırılamaz.
Buraya kadar sanıyorum herkes hemfikir. Kimse “Evet, keyfi olarak, ihtiyacım olmamasına rağmen bir insanı öldürüp yemek etik olabilir” demez. Demek ki insanlar söz konusu olduğunda, beslenme amacı dahi olsa öldürmeyi hoşgörmüyoruz. Bu durumda asıl merak ettiğimiz soruya geri dönelim: Hayvanları yemek için öldürmek nasıl olup da kabul edilebilir olsun?
Hayvanları Yemek İçin Öldürmek: Neden Farklı Olabilir?
Günlük yaşantımıza baktığımızda, insan öldürmek büyük bir tabu iken hayvan öldürmek son derece sıradan bir şeymiş gibi görünüyor. Kasaplar her gün yüzlerce hayvanı kesiyor, market rafları et dolu, restoranlarda etli yemekler menülerin baş köşesinde. Bir yanda bir insanı öldürmek aklımıza bile getiremeyeceğimiz bir vahşetken, öte yanda her gün milyonlarca hayvanın ölümüyle sonuçlanan bir düzen içinde yaşıyoruz. Bu çelişkiyi haklı çıkarabilmek için, insanlar ve hayvanlar arasında öyle bir fark olmalı ki, bu fark nedeniyle hayvanları öldürmeyi normal karşılayıp insanları öldürmeyi kesin bir dille reddediyoruz. Yani eğer “insanı öldürmek yanlış ama hayvanı öldürmek kabul edilebilir” diyorsak, ikisi arasındaki kritik farkın ne olduğunu ortaya koyabilmemiz gerek.
Peki nedir bu fark? Hangi özellik ya da durum, hayvanların öldürülmesini ahlaken mazur gösterip insanların öldürülmesini gayri ahlaki kılıyor? Bu soruyu cevaplamak göründüğü kadar basit değil, çünkü birazdan göreceğimiz gibi, akla gelen çeşitli ayrımların hiçbiri tatmin edici bir açıklama sunmuyor. Yine de biz teker teker bu olası sebepleri inceleyelim ve gerçekten sağlam bir gerekçe olup olmadıklarına bakalım:
Tür Farkı (“Hayvan hayvandır, insan insandır”)
Zekâ Seviyesi (İnsanların daha zeki olması)
Yakınlık ve Önemseme (İnsanlara değer vermemiz, hayvanlara vermememiz)
Karşılıklılık (“Fırsatı olsa hayvan da insanı yerdi” düşüncesi)
Güç ve Besin Zinciri (En tepede olmanın getirdiği güç ile her şey mubah mı?)
Doğallık (Hayvan öldürmek doğanın bir parçası, doğal olduğu için normal mi?)
Yukarıdaki düşünceler, et yemeyle ilgili ahlaki sorgulamalar başladığında sıkça duyduğumuz – veya belki bizim de kendimizi rahatlatmak için öne sürdüğümüz – argümanlar. Şimdi gelin bunların her birini ayrıntılı olarak ele alalım ve gerçekten etiğe dair ikna edici bir gerekçe sağlayıp sağlamadıklarını tartışalım.
Tür Farkı: “Domuz domuzdur, insan insandır”
Hayvanları öldürmenin neden insanların öldürülmesinden farklı olduğunu sorunca, pek çok kişinin ilk tepkisi şu olur: “Çünkü o bir hayvan, insan değil.” Yani deniyor ki, domuz domuz olduğu için onu öldürmek sorun değildir; insan ise insandır, onu öldürmek yanlıştır. Bu düşüncenin temelinde, farklı bir türe ait olmanın başlı başına bir ahlaki fark yarattığı varsayımı var. Kısacası, insan türünden olmak özel bir konum sağlıyor; insan olmayan türler ise bu ahlaki korumadan yoksun kalıyor gibi bir yaklaşım.
Bu mantığı biraz daha sorgulayalım: Genetik olarak bizden farklı bir canlıyı öldürmek ahlaken nötr veya kabul edilebilir midir? Eğer mesele sadece DNA’mızın, türümüzün farklı olmasıysa, bu gerçekten sağlam bir ahlaki temel mi? Ne de olsa, tarihte “bizden farklı” olanlara karşı çok kötü muamelelerin bu tür düşüncelerle meşrulaştırılmaya çalışıldığı örnekler var (ırkçılık, mezhepçilik gibi – her ne kadar bunlar tür farkı olmasa da “biz ve onlar” ayrımı temelde benzer bir mantığa dayanabiliyor). Sırf karşımızdaki canlı bize benzemiyor diye, onu öldürme eylemini masumlaştırabilir miyiz?
Bu noktada akla klasik bir bilim kurgu senaryosu geliyor. Belki duymuşsunuzdur: The Twilight Zone adlı meşhur bir dizi vardır ve onun “To Serve Man” (İnsana Hizmet Etmek) adlı bir bölümü tam da bu konuyla alakalı çarpıcı bir hikâye anlatır. (Eğer bu bölümü izlemek istiyorsanız ufak bir spoiler vermem gerekecek, şimdiden uyarayım!) Bu hikâyede dünyamıza gelişmiş uzaylılar geliyor. Başta çok dost canlısı görünüyorlar; hatta insanlığa yardım etmek istediklerini söyleyip bir de “İnsana Hizmet Etmek” adında bir kılavuz sunuyorlar. İnsanlar ilk başta çok mutlu oluyor tabii, “Uzaylılar bize hizmet edecek, ne güzel!” diye. Ama bölümün sonunda anlaşılıyor ki o kılavuz aslında bir yemek kitabıymış! Yani bu iyi niyetli görünen uzaylılar aslında bizi besi hayvanı yapıp çiftliklerde yetiştirmek, nihayetinde de yiyecek olarak kullanmak istiyorlar.
Şimdi soralım: Bu uzaylıların davranışı etik midir? Onların açısından bakarsak biz insanlar farklı bir türüz. Onlarla genetik olarak hiçbir akrabalığımız yok. Onlardan zayıf ve ilkeliz belki, en azından onlar öyle görüyor. Ve bizi gıda kaynağı olarak kullanıyorlar. Bu durumda uzaylılar “Ama siz bizden tamamen farklı bir türesiniz, genetiğimiz apayrı, o yüzden sizi yemek bizim için sorun değil” derse, bunu makul bir savunma olarak kabul edebilir miyiz?
Biz insanlar olarak böyle bir durumda elbette dehşete kapılır ve isyan ederiz. Deriz ki “Evet, sizden tür olarak farklı olabiliriz ama bu, bizi canlı canlı yetiştirip öldürmenizi haklı çıkarmaz!” Uzaylıların “ama siz başka türsünüz” argümanı gözümüzde zerre kadar geçerli olmaz, öyle değil mi? Sonuçta biz acı çekebilen, hayatta kalmak isteyen bilinçli varlıklarız; genetik kodumuzun uzaylılarınkinden farklı olması bizim yenmemizi ahlaken kabul edilebilir kılmaz. Bizim tarafımızdan bakınca bu vahşi bir katliamdır ve hiçbir “üstün tür” gerekçesiyle meşru hale getirilemez.
Şimdi bu empati egzersizini tersine çevirelim: Bizler de hayvanlar karşısında, bir bakıma o hikâyedeki uzaylılar gibiyiz. İnsan türü olarak, diğer hayvan türlerine kıyasla çok daha güçlüyüz, zekiyiz, teknolojimiz var. Ve bizden genetik olarak farklı olan bu canlıları çiftliklerde yetiştirip öldürüyor, yiyoruz. Eğer bir hayvan düşünebilse ve konuşabilseydi, bize belki şöyle diyecekti: “Evet, ben sizden farklı bir türe aidim. Ama bu, benim acı çekmeyen bir robot ya da nesne olduğum anlamına gelmez. Ben de yaşamak istiyorum. Sırf ‘türüm insan değil’ diye beni öldürmeniz normal mi sizce?”
Bu soruya ne cevap verebiliriz? “Üzgünüm, sen domuzsun, o yüzden senin hayatın önemli değil” demek pek de sağlam bir etik zemin gibi durmuyor, değil mi? Çünkü aynı şeyi gelişmiş uzaylılar bize dese kesinlikle ikna olmazdık. O halde, sadece tür farkına dayanarak ahlaki bir ayrım yapmak oldukça sorunlu görünüyor. Felsefede buna bir isim de veriliyor: Türcülük (İngilizcesi speciesism). Türcülük, canlılara salt ait oldukları türe göre farklı ahlaki değer biçmek anlamına geliyor. Örneğin sadece insan türünden olduğu için birine özel muamele edip, sadece insan olmadığı için bir hayvana hiçbir değeri yokmuş gibi davranmak türcülüğe bir örnek. Birçok filozof türcülüğün aslında ırkçılık veya cinsiyetçilik gibi temelsiz bir önyargı türü olduğunu ileri sürer – “ama o insan değil ki” demek, “ama o bizimle aynı renkten değil ki” demeye benzer bir yanılgıdır derler. Örneğin çağdaş filozof Peter Singer, 1975 tarihli ünlü eserinde türcülüğün aynen ırkçılık veya cinsiyetçilik gibi ahlak dışı bir önyargı olduğunu ileri sürmüştür.
Ayrıca, hangi hayvanın “yenilebilir” sayıldığı kültürden kültüre çok değişir. Bu da aslında ortada evrensel bir ahlaki ilke olmadığını gösterir. Örneğin Hindistan’da inek eti yemek dinî açıdan büyük günahtır ve toplum tarafından hoş görülmezken, çoğu diğer ülkede insanlar her gün inek eti yemektedir. Bazı Batı ülkelerinde kedi-köpek gibi hayvanları yemek tahayyül bile edilemez ve bunu yapan toplumlar “vahşi” bulunur; ancak dünyanın bazı bölgelerinde köpek eti de tarihsel olarak tüketilegelmiştir. Benzer şekilde, bizim kültürümüzde domuz eti tüketimi dinî sebeplerle tabu sayılırken, kuzu, tavuk, balık etine kimse itiraz etmez. Bir yerde “evcil dost” olarak sevilen bir hayvan, başka yerde akşam yemeği olabiliyor. Bu örnekler, hayvanlara yönelik tutumlarımızın nesnel bir etik değerden ziyade öğretilmiş gelenek ve inançlara dayandığını ortaya koyuyor. Ahlaki tutarlılık aranırsa, bu tür kültürel farklar işimizi iyice zorlaştırıyor. Sonuçta bir kültüre göre çok normal olan bir hayvan öldürme, başka bir kültüre göre korkunç bir suç olabiliyorsa, ortada evrensel bir ahlaki ilke değil, sadece tercihlerin ve şartlanmaların rol oynadığını düşünebiliriz.
Bu bakış açısıyla, ilk öne sürülen farkı – yani hayvanların başka bir tür olmasını – pek de meşru bir gerekçe olarak kabul edemiyoruz. Tek başına “farklı tür” olgusu, bir canlıyı öldürüp yemeyi ahlaken mazur gösteremez, tıpkı farklı gezegenden diye uzaylıların bizi yemesinin mazur görülemeyeceği gibi.
Zekâ ve Bilinç Seviyesi: İnsanın Üstün Zekâsı Ne Kadar Önemli?
Belki de birçoğumuzun aklına gelen ikinci fark, insanların (en azından belirli açılardan) diğer hayvanlardan daha zeki olduğudur. Denebilir ki: “İnsanlar özel ve öldürülmemeleri gereken varlıklardır, çünkü insan aklı çok gelişmiştir; oysa domuzlar ve diğer hayvanlar böyle gelişmiş bir zekâya sahip değildir.” Bu argüman, ahlaki ayrıcalığı zekâ seviyesine bağlıyor.
İlk bakışta mantıklı gibi gelebilir: Evet, biz insanlar düşünebiliyor, karmaşık diller konuşabiliyor, teknoloji üretebiliyor, ahlak üzerine tartışabiliyoruz. Diğer hayvanların çoğu bu yeteneklere sahip değil. Öyleyse belki de yaşam hakkı konusunda insanlar üstün bir konumdadır? İnsanı öldürmek bu yüzden yanlıştır ama hayvanı öldürmek o kadar da önemli değildir, mi demek istiyoruz?
Bu düşüncede büyük bir problem var: Zekâ düzeyini ahlaki haklara sahip olmanın ölçütü yaparsak, bunun ucu nereye varır? İnsanlar arasında da zekâ düzeyleri muazzam farklılık gösterir. Kimi insan dâhiyane bir zekâya sahipken, kimi ciddi zihinsel engellerle doğar veya kaza/rahatsızlık sonucu zihinsel kapasitesini yitirir. Toplumda kimsenin aklına, zekâsı daha düşük diye bir insanın yaşam hakkının daha az olduğu veya onu isteklerimize göre kullanabileceğimiz (hatta yiyebileceğimiz!) gelmez. Bir insanın IQ’su 60 diyelim, bu onu öldürmek için serbest geçiş belgesi midir? Kesinlikle hayır. İnsanın değeri, zekâsından bağımsız olarak, sırf insan oluşundan gelir deriz genelde. Yani en zeki insanın da en kısıtlı zihinsel kapasiteye sahip insanın da yaşama hakkı eşittir, dokunulmazdır.
Aynı şekilde, bebekleri ele alalım: Bebekler çok sınırlı bilişsel yeteneklere sahiptir, hatta pek çok hayvandan daha az şey anlar durumdadırlar. Yine de hiçbirimiz “zekâ seviyesi düşük” diye bir bebeği incitmenin veya öldürmenin kabul edilebilir olduğunu düşünmeyiz. Onu koruruz, hatta belki zayıf ve savunmasız olduğu için daha da fazla koruruz. Yani insana değer atfetmek için şart koştuğumuz şey zekâ değildir (olmamalıdır da).
Peki insana gelince böyle de hayvana gelince niye birden zekâ kriteri masaya sürülüyor? Eğer gerçekten ahlaki değeri belirleyen şey zekâ ise, o zaman hayvanlarla birlikte zekâ seviyesi düşük insanları da ahlaki koruma dışında bırakmamız gerekirdi. Ama içgüdülerimiz ve etik ilkelerimiz buna karşı çıkıyor: zihinsel engelli insanların da, bebeklerin de, Alzheimer hastalarının da temel hakları var ve onları keyfimiz için öldürmek şöyle dursun, incitmek bile kabul edilemez.
Dolayısıyla eğer düşük zekâlı insanları koruyor ama benzer zekâ seviyesindeki hayvanları korumuyorsak, çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Zekâ, hayvanları yemekte bir bahane olmamalı; yoksa tutarsızlık kaçınılmaz. Kaldı ki, hayvanların hepsi için “zekâsız” demek de haksızlık. Özellikle domuzlar, filler, kargalar, yunuslar gibi pek çok hayvan oldukça yüksek problem çözme yeteneğine veya iletişim becerilerine sahip. Örneğin yapılan deneylerde domuzların birçok bulmacayı çözdüğü, aynadaki yansımayı kullanarak saklı yiyeceği bulabildiği gösterilmiştir. Domuzların zekâ düzeyini 3 yaşındaki bir insan çocuğuna benzeten bilim insanları vardır. Kargalar ise alet yapıp kullanabilen kuşlar olarak ün salmıştır; örneğin cevizleri yoldan geçen arabalara kırdırmayı öğrenmeleri veya labirent çözümleri, onların zekâsının göstergesidir. Yunuslar ve filler de karmaşık sosyal yapıları, kendilerini aynada tanımaları ve uzun süreli hafızalarıyla dikkat çekerler. Yani “hayvan” deyip hepsini aptal sanmak büyük yanlış; doğa, farklı türlere farklı zekâ biçimleri vermiş ve bazıları insanı şaşırtacak düzeyde zekâ sergileyebilir. Ama açıkçası konu bu bile değil: Farz edelim ki bir hayvan gerçekten fazla zeki değil. Sırf bu yüzden onun acı çekmesine veya hayatının elinden alınmasına göz mü yummalıyız?
Şöyle düşünelim: Ahlak dediğimiz kavram, en temelde başkalarının hislerini, acılarını, iyiliklerini gözetmekle ilgili bir şey. Bir canlının çok akıllı olup olmaması, acı çekme kapasitesini ortadan kaldırmıyor. Az zeki bir canlı da acı çekebilir, korku duyabilir, ölmek istemeyebilir. O canlının hayatı, kendi deneyimi açısından değerlidir. Bizden daha az zeki diye onun bu değerini yok saymak haksızlık olmaz mı?
Felsefede “marjinal vakalar argümanı” diye bilinen bir yaklaşım var: Eğer ahlaki statüyü belirleyen zekâ gibi bir kriter uygulayacaksak, bu kriterin dışında kalan insan örneklerini de düşünmeliyiz. Mesela dersek ki “X özelliğine sahip varlıkların öldürülmesi yanlıştır”, X’i öyle seçmeliyiz ki hem tüm insanlar o kritere uysun (yoksa bazı insanları koruyamamış oluruz), hem de hayvanlar uymadığı için dışarıda kalsın (ki hayvanları öldürmeyi haklı görelim). Zekâ böyle bir kriter olamıyor, çünkü bazı insanlar (bebekler, engelliler) yüksek zekâ şartına uymuyor. Tür olmak kriteri de olamıyor, çünkü o basbayağı “insansa koruruz, değilse korumayız” demek – ama bunun nedenini açıklayamıyoruz; sadece kendimizi kayırmış oluyoruz. İşte bu düşünce deneyleri gösteriyor ki zekâ farkı da, tıpkı tür farkı gibi, hayvanları öldürmeyi etik açıdan mazur göstermekte yetersiz kalıyor.
“Biz İnsanız, Onlar Umurumuzda Değil” Diyen Tavır: Sevdiklerimize Kıyamamak, Peki Ya Sevmediklerimiz?
Bir diğer yaygın yaklaşım da şudur: İnsanlar birbirini önemser, sever; ailemiz, sevdiklerimiz vardır, o yüzden onları öldürmek büyük yaralar açar, kabul edilemez. Hayvanlar ise bize o kadar yakın değil; duygusal bağımız yok, onları kesip yemekte içsel bir rahatsızlık duymuyoruz. Yani özetle, “Ben kendi türümü (örneğin ailemi, arkadaşlarımı, hemcinslerimi) önemsediğim için onları öldürmek yanlış; fakat bir domuzla duygusal bir bağım olmadığı için onu öldürmekte sorun görmüyorum” şeklinde bir gerekçe öne sürülebiliyor.
İlk bakışta bu bir açıklama gibi dursa da, dikkat ederseniz aslında ortada ahlaki bir ilke değil, bir itiraf var: “Kendi yakınım olunca üzülüyorum, yabancı olunca umursamıyorum.” Evet, insanlar olarak sevdiklerimize düşkünüz; tanımadıklarımız veya özellikle de insan dışı canlılar için aynı empatiyi duymakta zorlanırız. Bu psikolojik bir gerçek olabilir. Ama etik perspektiften baktığımızda, bir eylemin doğru ya da yanlış oluşu, failin kurbanı ne kadar önemseyip önemsemediğine göre değişir mi?
Düşünelim: Diyelim ki birisi toplumdan tamamen izole yaşayan, kimsesi olmayan bir insanı öldürdü. Bu kurbanı kimse tanımıyor, yokluğunu fark etmeyecek, kimse onun için üzülmeyecek. Katil de derse ki “Zaten kimse onu umursamıyordu, o yüzden öldürmekte sakınca görmedim.” Bu savunmayı kabul eder miyiz? Tabii ki hayır. Bir insanın etrafında onu seven birileri olup olmaması, öldürülmesinin ahlaki boyutunu değiştirmez. O kişi tek başına yaşıyor olsa, kimsenin umurunda olmasa bile, candır; yaşam hakkı vardır. Onu öldürmek yine yanlıştır. Yanlış olmasının sebebi de geride yas tutanların kalıp kalmaması değildir; öldürülen kişinin bizzat kendisidir mesele. Onun hayatı elinden alınmıştır, potansiyeli yok edilmiştir, acı çekmiştir belki – bütün bunlar olayın özüdür. Katilin “oh kimse de üzülmedi bak, ne güzel” demesi hiçbir şeyi meşru kılmaz.
Aynısını hayvan için uygulayalım: Biz genellikle hayvanları birey olarak değil, nesne veya ürün olarak görmeye meyilliyiz. Örneğin bir domuzun da bir ailesi olabileceğini, zeki ve duygusal bir canlı olduğunu, kendi dünyasında bir yeri olduğunu çoğu zaman düşünmeyiz. Bu yüzden de onu kesip paketlenmiş et haline getirdiğimizde içimiz pek sızlamıyor. Bunun bir göstergesi de günlük hayatımızda et yerken hayvanı aklımızdan çıkarma eğilimimizdir. Mesela çoğu insan canlı bir tavuğu kendi elleriyle kesip yüzemez; böyle bir sahne izlemek bile rahatsızlık verir. Fakat marketten alınmış paketli tavuk parçalarını yerken aynı rahatsızlık oluşmaz, çünkü o paketin bir zamanlar yaşayan bir hayvanın parçası olduğunu düşünmemeye şartlanmışızdır. Benzer şekilde, balık yerken bazı insanlar balığın başı veya gözleri üzerinde olunca yemekten kaçar, ama fileto halinde sunulursa afiyetle yiyebilirler. Neden? Çünkü balığı bütün halinde görmek, onun bir canlı olduğunu hatırlatır; fileto ise sanki sadece sıradan bir gıda maddesidir. İşte bu tür psikolojik bariyerlerle hayvanı “nesneleştirip” onu önemsememe halini sürdürebiliyoruz. Ama bu, durumun ahlaken sorun olmadığı anlamına gelir mi? Sadece “umursamamamız”, eylemin etik olmasını sağlar mı?
Aksine, tam da en çok umursanmayanlar genellikle en fazla korunmaya muhtaç olanlardır. Hayvanlar kendilerini savunamaz, haklarını talep edemez, bizim dilimizde konuşup “Lütfen beni öldürme” diyemez. Bu, onların canının kıymetsiz olduğu anlamına gelmez; sadece onların sesi çıkmadığı için biz duymuyoruz. Dolayısıyla ahlaklı bir yaklaşım, kendi yakınlarımız dışında kalan canlıların haklarını da gözetmeyi gerektirir. Sırf “benim kardeşim/arkadaşım değil” diye birini öldürmek nasıl meşru değilse, insan türünden olmaması ve bize yabancı gelmesi nedeniyle bir hayvanı öldürmeyi normal görmek de savunulabilir bir ahlaki ilke değildir.
Burada kendi nefsimize de bir soru soralım: Diyelim ki bir hayvanla duygusal bir bağ kurduk. Mesela yıllarca köpek besleyen birisi, o köpeği ailesinin ferdi gibi görebiliyor; onu kaybettiğinde derin bir üzüntü duyuyor. Veya bazı insanlar çiftlik hayvanlarıyla yakın ilişki kurabiliyor, onlara isim koyup seviyorlar (sonra kesmek zorunda kaldıklarında büyük vicdan azabı çeken çiftçiler olduğunu duymuş olabilirsiniz). Bu durum bize şunu gösteriyor: Aslında hayvanlar da sevildiğinde, bağ kurulduğunda, bir “birey” olarak görüldüğünde onları öldürmek bizim için bir trajedi halini alabiliyor. Demek ki işin püf noktası “önemseme” duygusuysa, bu duygunun yokluğu bir eylemi otomatik olarak ahlaki yapmıyor – sadece bizi duyarsızlaştırıyor. Ama duyarsız olmak, etik olmak demek değil. Vicdanımızın susmuş olması, ortada vicdanı rahatsız edecek bir durum olmadığını kanıtlamaz.
Sonuç olarak, “Ben insanları (ya da kendi çevremi) önemsiyorum, ama hayvanları önemsemiyorum; o yüzden hayvan öldürmekte sakınca görmüyorum” şeklindeki yaklaşım, ahlaki bir ilke değil, sadece bir itiraf. Bu, kendi hissiyatımızın bir tanımı; ancak etik tartışmada önemli olan kurbanın durumudur, failin duyguları değil. Bizim bir canlıyı önemseyip önemsemememiz, o canlıya dilediğimizi yapma hakkını vermez. Bu nedenle insan-hayvan ayrımını duygusal yakınlıkla açıklamaya çalışmak da sağlam bir etik temele oturmuyor.
“Onlar da Bizi Yerdi” Argümanı: Hayvanların Davranışı Bizim Ahlakımıza Ölçüt Olabilir mi?
Bazı et yemeyi savunan görüşlerde şöyle bir söz duymuş olabilirsiniz: “Doğada fırsat bulsa hayvan da insanı yer. O yüzden bizim de onları yememiz gayet normal.” Özellikle yırtıcı hayvanlar düşünüldüğünde, mesela bir aslanın bir insanı yemesi gayet olasıdır. Ya da daha gündelik bir örnek: Diyelim ki bir domuzla bir insanı aynı ortama koyduk; gerekli koşullar oluşsa belki domuz da insanı ısırabilir, saldırabilir, hatta aç kalsa belki yer bile (domuzların leş yiyebildiği, fırsatçı beslendiği bilinir). Peki bu ihtimal, bizim domuzu yememizi meşru kılar mı? “Onlar yapardı, o halde biz de yapabiliriz” demek geçerli bir ahlaki savunma mıdır?
Bu bakış açısını test etmek için filozofların verdiği bir örneği tekrar ele alalım: Hiç küçük bir çocuk tarafından ısırıldığınız veya tekmelendiğiniz oldu mu? Küçük çocuklar bazen ısırır, vurur, hırçınlaşır; henüz doğru-yanlış kavramları tam oturmadığı için zarar verebilirler. Eğer bir çocuk sizi yumruklarsa, sizin de dönüp tüm gücünüzle o çocuğa yumruk atmanız mazur görülebilir mi? “Ne yapayım, önce o vurdu” diyebilir misiniz? Elbette hayır. Bir yetişkin olarak – hele karşımızdaki, kendi eylemlerinin sonuçlarını tam kavrayamayan bir çocuksa – misilleme yapmak şöyle dursun, sakin olup durumu idare etmek gerekir. Çocuğun yaptığı belki teknik olarak “yanlış” olabilir ama biz onu sorumlu tutmayız; aynı eylemi yetişkin birisi yapsa göstereceğimiz tepkiyi çocuğa göstermeyiz. Çünkü biliriz ki çocuğun zihinsel ve ahlaki kapasitesi sınırlıdır, bizimki daha gelişmiş. Bizden beklenen, bu farkın bilinciyle hareket etmemizdir.
Hayvanlar için de benzer bir durum söz konusu. Diyelim ki bir ayı ormanda bir kampçıyı parçaladı. Ayıyı ahlaken yargılar mıyız? “Ne kadar kötü, cani bir ayı!” demeyiz herhalde; ayı için böyle davranmak “normal”dir, çünkü o ahlaki muhakeme yapmaz, hayatta kalma içgüdüsüyle hareket eder. Yine de ayının saldırısına uğrayan insan açısından bu korkunç bir olaydır tabii. Peki intikam almak için ormana çıkıp her gördüğümüz ayıyı öldürmek doğru bir yaklaşım mıdır? Bazıları duygusal tepkiyle “bütün ayıları öldürün” diyebilir, ama soğukkanlı düşününce anlarız ki ayı aslında ne yaptığını bizim anladığımız şekilde anlamıyordu; doğası gereği olan bir trajedi yaşandı. Burada iki farklı düzlem var: hayvanların içgüdüsel davranışları ve insanların ahlaki sorumluluk bilinci.
Eğer biz dersek ki “hayvan da insanı yerdi, öyleyse insanın hayvanı yemesi ahlaken sorun değil”, kendimizi hayvanların içgüdü seviyesine indirgemiş oluyoruz. Oysa biz ahlak tartışması yapıyorsak, zaten kendimizi doğadan biraz ayrıştırıp daha yüksek bir standart arıyoruz demektir. “Herkes yapıyor, öyleyse doğru olmalı” mantığı çoğu zaman yanıltıcıdır. Hele ki ahlakta, “güçlü olan yapar” anlayışıyla hareket etmek bizi pek ilkel bir noktaya götürür.
Şunu sorabiliriz: Biz insanlar, akıl ve ahlak sahibi varlıklar olarak, sadece başkaları da yapardı diye her istediğimizi yapma hakkına sahip miyiz? Mesela hırsızlık çok yaygındır; doğada da hayvanlar birbirinin yuvasından yiyecek çalar. “Çalmak doğal, başkaları da yapıyor” diyerek hırsızlığı meşru kılabilir miyiz? Ya da saldırganlık insanlık tarihi boyunca var olmuştur; “şiddet uygulamak doğal” diyerek masum birine şiddet göstermeyi haklı çıkarabilir miyiz? Eğer biz etik ilkeler koyacaksak, tam da bu “doğal dürtülere dur diyebilmeyi” başarmamız gerekir.
Hayvanlar etiğe dair bir muhakeme yürütemez; biz yürütebiliriz. O yüzden kendimizi onlarla kıyaslayıp “ama onlar da şöyle yapıyor” demek, ahlak zemini için anlamsız kalıyor. Bir kedi sokakta yavru bir kuşu yakalayıp acımasızca oynayarak öldürebilir; bu onun doğal av içgüdüsüdür. Bunu görmek içimizi sızlatabilir ama kediye kızamayız, o ne yaptığını bilmiyor. Biz ise ne yaptığımızın gayet farkındayız. Eğer canımız bir hayvan eti çektiğinde, bunun için o hayvanın yaşamına son verilmesi gerektiğini biliyoruz. Bile bile, sadece keyfi bir tercih için bu sonuca razı oluyoruz. Bu, bir içgüdü patlaması değil; bilinçli bir kararın parçası (tabii çoğumuz bu kararı tek tek düşünmüyoruz, toplum olarak böyle bir düzen kurulmuş ve biz de akışa uyuyoruz). Yani bir hayvanı öldürüp yemek, örneğin bir aslanın ceylanı parçalaması gibi “masum” bir doğa olayı değil; bu, muhakeme yeteneği olan bizlerin tercih ettiği bir eylem.
Üstelik doğada yırtıcı hayvanlar et yemek zorunda oldukları için yerler; örneğin bir aslan ya da kurt, ot yiyerek hayatta kalamaz, avını yakalaması gerekir. İnsan ise et yemeden de sağlıklı biçimde yaşayabilecek esneklikte bir türdür. Dolayısıyla aslanın bir ceylanı öldürmesi hayatta kalma içgüdüsünden gelirken, bizim bir hayvanı öldürmemiz çoğunlukla zorunluluktan değil, keyfî tercihten kaynaklanır. Bu da ahlaken karşılaştırıldığında insanın durumunu daha eleştirilebilir yapıyor. Aç bir aslanı eti için kınamayız; ama tok bir insanın, canı et çekti diye bir hayvanı öldürmesini sorgulayabiliriz. Sonuçta biz kendimizi ahlak sahibi varlıklar sayıyoruz; öyleyse “hayvan yapardı” diyerek ilkel içgüdülerimize teslim olmak yerine, tam tersine, sırf yapabiliyoruz diye yapmamayı tercih etmek erdemli olan değil midir?
Kısacası, hayvanların muhtemel davranışlarını öne sürerek kendimize etik bir kredi açamayız. Bir başkasının hatası (ya da hatalı gördüğümüz bir davranışı) bize aynı hatayı yapma izni vermez. Burada hayvanın yaptığı aslında “hata” da değildir, zira hayvanın etiği yoktur; ama diyelim ki var, o da yanlış yapıyor olsun – yine de başkasının yanlışı bizim yanlışımızı haklı kılmaz. “O bana vurdu, ben de ona vurdum” ilkokul tartışmalarında belki çocukların dilinde masum bir savunma gibi gelebilir, ancak olgun bir perspektifte geçerli değildir. Ahlaki olgunluk, bize yanlış yapılan durumlarda bile doğru davranıştan şaşmamayı gerektirir.
İnsan türü olarak biz daha iyi biliyoruz – en azından bildiğimizi iddia ediyoruz. O halde hayvanların ne yapacağını değil, bizim ne yapmamız gerektiğini merkeze alarak düşünmeliyiz.
Güç, Üstünlük ve Besin Zinciri: Zirvede Olmak Her Şeyi Mubah Kılar mı?
Sıradaki argüman, aslında bir bakıma “orman kanunu”nu yüceltmek gibi bir şey: “Biz besin zincirinin tepesindeyiz, en güçlüyüz. Bu da bize diğer canlılar üzerinde tasarruf hakkı verir.” Özellikle insanın doğadaki hâkim pozisyonuna vurgu yapan insanlar, hayvanları avlamanın veya kesip yemenin “fıtratımızda” olduğunu, atalarımızın da bunu yaptığını, bunun doğal düzende var olduğunu söyler. “Doğal düzende kim güçlü ise o hayatta kalır; biz de güçlü olduğumuza göre bu bizim hakkımız” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım.
Şimdi, evrimsel veya biyolojik açıdan bakarsak insan gerçekten de oldukça başarılı bir avcı tür olagelmiştir. Basit aletlerle mamutları avlayan atalarımız vardı; bugün teknolojik yöntemlerle dev balıkları yakalayabiliyoruz vs. Tarih boyunca, hayatta kalmak için diğer hayvanları öldürdük ve yedik; bunda hayatta kalma içgüdüsü açısından şaşılacak bir şey yok. Ancak, ahlak tartışması tam da bu “olan” (doğal olan) ile “olması gereken” arasındaki farkı irdeler. Yani “yapabiliyor olmak” demek, “yapmalıyız” anlamına gelmez.
Eğer sırf güçlü olmak bir eylemi haklı çıkarsa idi, o zaman güç sahibi olan herkesin dilediğini yapmasını onaylamamız gerekirdi. Düşünün, bir toplumda en kuvvetli, en silahlı grup kimse, diğerlerini köleleştirebilir veya öldürebilir – çünkü güç onda, yapabilir. Biz buna bakıp “Eh, yapabiliyorlarsa haklarıdır” der miyiz? Maalesef insanlık tarihi boyunca zaman zaman böyle zalim düzenler kurulmuştur. “Madem biz güçlüyüz, o halde diğerlerini kullanabiliriz” mantığı, imparatorlukların köleci uygulamalarında, sömürgecilikte, hatta soykırımlarda bile kendini gösteren bir zihniyet olmuştur. Modern ahlak anlayışı ise bunun tam tersini savunur: Güçlü olman, gücünü kullanırken etik sorumluluklarını ortadan kaldırmaz; tam aksine, güçlü olanın zayıf olana karşı daha fazla sorumluluğu vardır deriz çoğu zaman. “Noblesse oblige” diye bir ifade vardır Fransızcada: soyluluk yükümlülük getirir – mevki veya güç sahibiysen, alttakilere iyi davranman, onları koruman gerekir; keyfince ezmen değil.
İnsan-hayvan ilişkisine bunu uygulayalım: Evet, biz hayvanlardan katbekat güçlüyüz. Onları evcilleştirdik, habitatlarını kontrol ediyoruz, dilediğimiz gibi çoğaltıp öldürebiliyoruz. Kısacası onlara hükmediyoruz. Ama bu hükümranlık bize sorumluluk mu yüklüyor, yoksa her istediğimizi yapmakta özgür mü kılıyor? Bu kritik bir ayrım. Eğer gücün hak doğurduğunu düşünen ilkel bir anlayışla yaklaşırsak, “Canımız ne isterse yapalım, en tepedeyiz” diyebiliriz belki. Ancak binlerce yıllık medeniyet ve ahlak gelişimi bize şunu öğretmedi mi: Güç, beraberinde ahlaki ödevler getirir. Mesela ebeveynler çocuklara göre güçlüdür; bu güç onlara çocukları ezme hakkı vermez, tam tersine koruma görevini yükler. İnsanlık olarak da doğaya hâkim durumdaysak, diğer canlılara karşı canımızın istediğini yapma cüretini değil, onların da yaşamını gözetme sorumluluğunu üstlenmemiz beklenmez mi?
Örneğin boğa güreşlerini düşünelim: Arenada elinde kılıcıyla usta bir matador ve karşısında kanlar içinde bitkin düşmüş bir boğa vardır. Çoğu insan bu sahnede boğaya acır, matadora ise öfke duyar. Çünkü ortada bariz bir güç dengesizliği ve haksızlık görülür; matador avantajlı, boğa ise çaresizdir. Güçlünün zayıfı keyif için ezmesi, içimizdeki adalet duygusunu rahatsız eder. Benzer şekilde, zengin bir avcının sırf zevk veya prestij uğruna Afrika’da bir aslanı ya da fili öldürmesi de dünya çapında tepki toplar; bu avcılar vicdansızlıkla suçlanır. Bu örneklerde de insanın hayvana karşı gücünü kötüye kullanması eleştiriliyor. Aslında gündelik et tüketimimiz de benzer bir dinamik barındırır, fakat arka planda gerçekleştiği için çoğu kişi farkına varmaz. İlke ise aynıdır: Güç, tek başına ahlaki meşruiyet sağlamaz.
Sonuç olarak, “Güç bende, o halde haklıyım” demek, en basit tabiriyle zorbalığı meşrulaştırmaya çalışmaktır. Ahlaki olgunluk ise güçlü olsak bile güçsüze merhamet etmeyi, adil davranmayı gerektirir. Sırf tepedeyiz diye hayvanları keyfimize göre öldürmeyi normal görmek, etik açıdan oldukça problemli bir duruştur. Güç kullanımı ancak meşru müdafaa veya zorunluluk hallerinde anlayışla karşılanabilir; keyfi bir zevk için can almak, güç sahibi olsak bile ahlaki bir tercih olmaz.
“Doğal” Olan Doğru mudur? Et Yemek Doğamız Gereği mi, Ahlakımız Gereği mi?
Bir diğer savunma da şudur: “Et yemek doğamızda var. İnsanoğlu tarih boyunca hep et yemiş, avcı-toplayıcı atalarımızın geleneği bu. Hatta vücudumuz da ete göre evrimleşmiş olabilir. O halde hayvan öldürmek doğal bir şey; doğal olan bir şeyi yapmakta ne sakınca olabilir?” Bu argüman “doğal olan iyidir” şeklinde özetlenebilecek bir düşünceye dayanır. Gerçekten de birçok insan, doğada hayvanların birbirini yemesini ya da insanların tarih boyunca et tüketmesini normal, dolayısıyla etik açıdan da sorgulanmaz bulur.
Ancak burada dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta var: Doğal olan ile iyi olan aynı şey değildir. Felsefede bu ayrım bazen “olan’dan olması gereken çıkmaz” diye ifade edilir (İngilizcesi “You cannot derive an ought from an is”). Yani bir şey doğada şu an öyle oluyor diye, onun öyle olması gerektiği sonucuna varamayız. Doğada çok acımasız, vahşi olaylar da var. Bunların var olması, bizim onları örnek almamız gerektiğini göstermez.
Örneğin doğada zayıf yavrular çoğu zaman ölür gider, güçlü olanlar yaşar; ama biz insan toplumunda bilerek zayıf olan çocuklarımızı ölüme terk etmeyiz, tam tersine yaşatmak için çabalarız. Vahşi doğada anne-babalar bazen kendi yavrularını bile öldürebilir (bazı hayvan türlerinde stresten veya başka sebeplerle olabiliyor böyle şeyler). Bu natural bir olaydır, ama insanda böyle bir şey yaşansa bir trajedi ve suçtur; asla “doğal işte” deyip geçmeyiz. Yani ahlak dediğimiz şey aslında doğaya bir fren çekme mekanizmasıdır çoğu zaman. İçimizden gelen her dürtüye “bu doğal” deyip izin verseydik, medeniyet diye bir şey inşa edemezdik.
Sinirlendiğimizde birine tokat atmak çok doğal bir tepkidir belki, ama uygarlık bunu engellememizi ister. Canımız cinsellik istediğinde her gördüğümüz kişiye saldırıp kendimizi tatmin etmeyiz, çünkü ahlak ve hukuk buna “dur” der; doğal dürtümüzü kontrol ederiz. Aç kaldığımızda birinin yiyeceğini çalmak doğal bir içgüdü olabilir, ama yine toplumsal kurallar ve vicdanımız “yapma” der. Görüldüğü gibi, sayısız doğal eğilimimiz vardır ama hepsini terbiye etmeye çalışırız. Çünkü insan olmak biraz da “doğal olana karşı ikinci bir doğa, bir kültür yaratmak” demektir.
Et yeme konusunda da benzer bir durum söz konusu: Evet, atalarımız hayatta kalmak için avlanmış olabilir; biz de milyonlarca yıldır hepçıl (omnivor) beslenmiş olabiliriz. Bu, günümüzde eti sorgulamadan yememizi ahlaken otomatik olarak doğru kılmaz. Geçmişte insanlar hayatta kalmak için eti belki zorunlu olarak tüketiyordu; bugünün bir kısmı için bu hâlâ geçerli olabilir (her yerde bitkisel gıdaya erişim kolay olmayabiliyor). Fakat çoğumuz için artık alternatifler var. Doğal olarak canımız et çekse de, bunun yerine bitkisel kaynaklarla beslenmeyi seçebilme lüksüne sahibiz. Dolayısıyla “atalarımız eti seviyordu, biz de seviyoruz, öyleyse devam” demek yerine, “atalarımızın başka şansı yoktu, ama acaba onlar da bizim gibi seçeneklere sahip olsalardı ne yaparlardı?” diye sormak daha yerinde.
Üstelik “doğamız gereği etçiyiz” tezi bile tartışmalı. İnsan diş yapısı, bağırsak uzunluğu vs. incelendiğinde tam bir etobur gibi tasarlanmadığı görülür; daha çok fırsatçı bir hepçiliz. Yani uygun olduğunda et yeriz, uygun olduğunda bitki yeriz. Bu da demektir ki aslında zorunlu bir etçil değiliz; tercihe bağlı bir et tüketicisiyiz. Bu tercihi bugün etik bir filtreden geçirmemiz pekâlâ mümkün.
Bazıları da “ama hayvansal proteine ihtiyacımız var, vücut istiyor” der. Modern beslenme bilimi gösteriyor ki doğru planlandığında bitkisel beslenmeyle de gayet sağlıklı yaşayabiliyoruz (hatta bazı sağlık avantajlarından söz ediliyor). Yani biyolojik bir mecburiyet argümanı da çok güçlü değil, en azından çoğu insan için.
Aslında günümüzde et elde etmek için yaptığımız uygulamalar da pek “doğal” sayılmaz. Milyarlarca tavuk ve yüz milyonlarca büyükbaş hayvan, doğal ortamlarında özgürce büyümek yerine, fabrika misali işletilen tesislerde yapay düzeneklerle hızla yetiştiriliyor. Bu ölçek ve yöntem, doğanın döngülerinden çok insanın endüstriyel planlamasına dayanıyor. Yani “doğal düzen” argümanı günümüz et üretim sistemi için pek geçerli değil. Dahası, bu sistemin doğaya zararı da ciddi boyutta. Hayvancılık sektörünün ormansızlaşmadan iklim değişimine dek pek çok çevresel soruna büyük katkıda bulunduğunu bilimsel raporlardan okuyoruz. Öyleyse, yöntem ve sonuç itibariyle bugünkü et tüketim alışkanlığımızı “doğal” kelimesiyle aklamak iyice güçleşiyor.
Neticede, sadece “doğal” diye bir şeyi doğru kabul edersek çok kaygan bir zemine çıkarız. Ahlak tam da doğaldan gelen bazı eğilimleri törpülemek için vardır diyebiliriz. Doğamız belki et yemeyi seviyor olabilir, ama ahlakımız bunun sonuçlarını değerlendirmemizi ve gerekirse o doğayı dizginlememizi ister. Uygar toplum olmanın, etik düşünebilmenin bir parçası da budur zaten.
Başka Aklınıza Gelenler: Din, Bitkiler ve Diğer Meseleler
Yukarıda tartıştığımız ana argümanlar dışında, konu açıldığında bazen farklı itirazlar veya sorular da gündeme gelir. Bu kısımda, hayvanları yemek için öldürme meselesine dair aklınıza gelebilecek birkaç noktayı daha ele almak istiyorum:
“Hayvanlar ahlaki varlıklar değil, onlara karşı sorumluluğumuz yok” şeklinde bir görüş de ileri sürülebilir. Yani deniyor ki, hayvanlar yaptıklarının doğru mu yanlış mı olduğunu bilemez; ahlak kuralları insanlar içindir, hayvanları kapsamaz. Bu düşünce tarih boyunca bazı filozoflarca savunulmuştur. Örneğin 18. yüzyıl filozofu Immanuel Kant, hayvanların bir “amaç” değil, sadece insan amaçlarına hizmet eden “araçlar” olduğunu, bu yüzden hayvanlara karşı doğrudan ahlaki ödevlerimiz olmadığını söylemişti. Ancak modern etik anlayışı bu bakışa büyük ölçüde katılmıyor. Çünkü eğer ahlaki sorumluluk sadece karşılıklı anlaşma yapabilen, akıl sahibi varlıklar arasında geçerli olsaydı, o zaman bebekleri ya da zihinsel engelli insanları da ahlak dışına itmemiz gerekirdi. Oysa tam tersine, kendi haklarını savunamayacak durumda olanlara karşı daha fazla sorumluluk hissederiz. Hayvanlar da kendilerini savunamadıkları, bizim dilimizde hak talep edemedikleri için onları görmezden gelmek değil, tam aksine onların haklarını da bizlerin belirleyip koruması gerekir. Nitekim günümüzde “hayvan hakları” kavramı hukuk sistemlerine bile girmeye başladı. Bazı ülkeler büyük insansı maymunları veya deniz memelilerini yasal olarak birer “özne” kabul edip onlara insan olmayan kişilik statüsü tanıyor ve öldürülmelerini, esaret altında tutulmalarını yasaklıyor. Bu gelişmeler, hayvanları ahlaki topluluğumuzun dışında bırakmanın artık geçerli bulunmadığının işaretleri. İnsanlık, ahlak çemberini giderek genişletiyor.
Dini ve Kültürel Perspektif: Bazı insanlar, hayvanların insanın kullanımına sunulduğuna dair dini inançlara sahiptir. Örneğin “Tanrı hayvanları insanlara yiyecek olsun diye verdi” veya “kurban kesmek bizim geleneğimiz, bunda yanlış yok” şeklinde düşünebilirler. Elbette herkesin inancı kendine, fakat şunu belirtmek gerekir: Pek çok dinde bile hayvanlara zulmetmek hoş karşılanmaz; hayvana merhamet vurgulanır. “Hayvanlar bize verilmiştir” inancını taşıyor olsak bile bu bize sınırsız bir eziyet veya keyfi öldürme hakkı vermez; genellikle bu tür söylemlerde bile şefkat ve gereklilik şartları gözetilir. Kaldı ki biz burada tartışmayı dinden bağımsız, akılcı bir zeminde yürütmeye çalışıyoruz. İnançtan gelen bir “izin” olduğunu düşünmek, seküler etik açısından tek başına yeterli bir gerekçe sayılmaz. Nihayetinde, eğer bir eylemin bir canlıya acı çektirdiğini ve onu yok ettiğini tespit ediyorsak, bunu sadece “inancım böyle” diyerek meşru ilan etmek tartışmalı olacaktır. Tarih boyunca da bir zamanlar köleliği veya işkenceyi meşru gören kültürel-dini normlar olmuştur, ama sonradan evrensel etik değerler bunların yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bugün de belki kültürel olarak normal saydığımız hayvan öldürme eylemi, daha geniş bir ahlaki pencereden sorgulanmalıdır.
“Bitkiler de canlı, onları yemek de öldürmek değil mi?” Bu soru genelde esprili bir şekilde gündeme gelir, ancak ciddi bir argüman gibi sunulduğu da olur. Bitkiler de birer canlı organizma olduğu için, eğer mesele canlı öldürmekse salata yemek de etik sorun teşkil eder mi? Burada biyolojiye başvurmak lazım: Bitkilerde hayvanlardaki gibi bir sinir sistemi, beyin veya bilinç olmadığı genel olarak kabul edilir. Yani bir havucu kestiğimizde, bir koyunu kestiğimiz gibi acı ve korku hissetmez. Bitkiler tabii ki çevresel uyaranlara tepki verir, canlıdır; ancak güncel bilimsel konsensüs bitkilerin acı çekmediği yönündedir. Diyelim ki bir an için bitkilerin de acı çektiğini varsaysak bile, bu hayvanları yemenin etiğini kurtarmaz; tam tersine daha da karmaşık hale getirir. Çünkü hayvan yediğimizde, o hayvanın yaşamı boyunca tükettiği sayısız bitki de dolaylı olarak “ölmüştür”. Örneğin bir büyükbaş hayvanı yetiştirmek için kilolarca tahıl ve yem harcanır. Dolayısıyla bitkilere gerçekten değer veriyorsak bile, bitki tüketimini en aza indirmek adına doğrudan bitki yemek (önce hayvana yedirip sonra hayvanı yemek yerine) daha az bitki ölümüne yol açar. Görüldüğü gibi “bitkiler de canlı” söylemi, hayvan eti yemenin etik eleştirisini boşa çıkarmaz; sadece konuyu dağıtmaya yarayan bir yanlış yönlendirme gibi kalır.
“Hayvanlar acı çekmeden öldürülse sorun kalır mı?” Bir başka yaklaşım da hayvanların çektiği acıya odaklanıp, acıyı ortadan kaldırınca sorunun çözüleceğini varsaymaktır. Yani “Eğer hayvanları strese sokmadan, korku hissettirmeden, acısız bir yöntemle öldürebilirsek onları yemekte bir sakınca yok” diyenler olabilir. Bu, ahlaki sezgilerimizin acıma duygusuna dayanan yönünden besleniyor: Acı çektirmeyelim, o zaman içimiz rahat edecek gibi. Elbette nasıl öldürüldükleri önemli; bir hayvanın mümkün olan en az ızdırapla can vermesi tercih edilir. Ancak burada iki nokta var: Birincisi, pratikte endüstriyel hayvancılıkta bu “acısız ölüm” çoğu zaman gerçekleşmez. Hayvanlar modern mezbahalarda genellikle korku dolu bir ortamda, kimi zaman hatalı uygulamalar yüzünden acı çekerek can veriyorlar. İkincisi ve daha temel olan ise, acı olmasa bile ortada hayatın elinden alınması gerçeği var. Bir canlı hiçbir şey hissetmeden öldürüldüğünde, sadece acı çekmemiş olur; ama onun yaşama ihtimali de sıfırlanmıştır. Eğer meseleye sadece acı ekseninden bakarsak, belki acısız öldürmeyle bir vicdani rahatlama bulabiliriz. Fakat ahlak, yalnız acı vermemeyi değil, aynı zamanda haksız yere yaşamı sonlandırmamayı da kapsar. Bir insanı acısız bir iğneyle öldürmek, acı çektirmese bile cinayet olarak değerlendiriliyor, öyle değil mi? Hayvan için de benzer şekilde, onu öldürmeye gerçek bir mecburiyet yoksa, acısız bile olsa öldürmek sorun olmaya devam ediyor.
“Önce insanların sorunlarını çözelim; hayvan hakları lüks kalıyor” diyenler de çıkabilir. Toplumda onca adaletsizlik, şiddet, açlık, insanın insana zulmü varken hayvanların derdiyle uğraşmayı ikincil görmek anlaşılabilir bir tepki gibi gelebilir. Ancak ahlak bir bütün: İnsan hakları ve hayvan hakları aslında aynı merhamet ve adalet duygusundan filizleniyor. İnsanların acı çektiği hiçbir durum, hayvanların acısını önemsiz yapmaz; aynı şekilde hayvanların çektiği acıyı dile getirmek de insan dertlerine kayıtsız kalmak anlamına gelmez. Kaldı ki birçok düşünür, ahlaki gelişimin bir genişleme süreci olduğunu söyler: Önce yakın kabilemizi, sonra ulusumuzu, ırkımızı, cinsiyetimizi gözetmeyi öğrendik; şimdi de belki türümüzün ötesine empati ve adalet duygumuzu genişletme aşamasındayız. İnsanlık olarak bir yandan kendi içimizdeki sorunları çözmeye çalışırken, diğer yandan da daha önce dikkat etmediğimiz ahlaki meseleleri fark ediyoruz. Dolayısıyla hayvanlara yönelik etik sorgulama, insan meselelerini küçümsemek değil, genel olarak daha adil ve merhametli bir dünya arayışının bir parçası.
Gelecekte çözüm: Laboratuvarda üretilen et? Teknoloji belki de bu etik ikileme bir çare getirebilir. Son yıllarda kültür eti denen, laboratuvar ortamında gerçek hayvan hücrelerinden büyütülen et çalışmaları hızla ilerliyor. Henüz yaygın ve ucuz olmasa da, ilk laboratuvarda üretilmiş et hamburgerleri yapıldı bile. Bu yöntemle, herhangi bir hayvanı öldürmeden, sadece bir hücre örneği alıp onu biyoreaktörlerde çoğaltarak et elde etmek mümkün. Düşünsenize, gelecekte marketten alacağımız et, hiçbir canlının canına mal olmadan laboratuvarda üretilmiş olabilir. Eğer tat ve besin değerinde de fark olmazsa, eti sevip de hayvan öldürmekten rahatsızlık duyan herkes için müthiş bir alternatif olur. Böylece lezzet ile vicdan arasında kalmaya gerek kalmaz belki. Tabii bu teknoloji tam anlamıyla hayatımıza girene kadar biz bugünün sorularıyla baş başayız. Yine de kültür eti fikri, insanlığın bu konuda giderek bilinçlendiğinin ve çözüm aradığının bir göstergesi. Belki de torunlarımız “Dedelerimiz, ninelerimiz zamanında et yemek için hayvan öldürmek zorundaymış – ne ilkel, değil mi?” diyecekler. Kim bilir…
Son Söz: Zor Sorular, Samimi Cevaplar
Bunca tartışmadan sonra en başta sorduğumuz soruya dönecek olursak: Hayvanları yemek için öldürmek etik midir? Dürüst olmak gerekirse, ortaya koyduğumuz hiçbir argüman bu eylemi sağlam bir temelde haklı çıkaramadı. İnsanlarla hayvanlar arasına koymaya çalıştığımız tüm ahlaki çizgiler silikleşti: Ne tür farkı, ne zekâ farkı, ne de “doğal düzen” gibi açıklamalar bizi tatmin edebildi. Diğer akla gelen itirazları da değerlendirdik; onlar da soruyu temelden değiştirmedi. Sonuç olarak, eti için hayvan öldürmek, etik açıdan en azından ciddi bir soru işareti taşıyor. Hatta pek çok açıdan sırf zevk veya alışkanlık uğruna bir can almanın yanlış olduğu yönünde kuvvetli işaretler var.
Bu noktaya varmak belki bazılarımızı rahatsız ediyor. Çünkü bu, gündelik hayatımızın bir parçası olan bir şeyi – et yemeyi – ahlaken hatalı bulabileceğimiz anlamına geliyor. Oturup mantık yürüttüğümüzde “Evet, galiba doğru değil” dediğimiz bir fiili, belki biz de yapmaya devam ediyoruz. İşte bu, klasik bir bilişsel çelişki durumu: İnançlarımız ve eylemlerimiz uyuşmuyor. Peki ne yapacağız şimdi?
Öncelikle böyle bir sonuca varmak suçluluk duygusu yaratabilir. Kendimde de bunu yaşadım. Bu konuyu ilk kez ciddi ciddi düşündüğümde içimde bir direnç oluştu: “Yok canım, o kadar da değil, abartılıyor…” diye kendimi savunurken buldum. Çünkü aksi takdirde yıllardır yaptığım bir şeyin – keyifle yediğim etin – yanlış olabileceğini kabul etmek zorunda kalacağım. Bu kolay bir şey değil; insan egosu buna itiraz eder, alışkanlıkları itiraz eder. Fakat felsefi sorgulamanın güzelliği de burada: Bize hoş gelsin ya da gelmesin, tutarlı olmayı ve gerçekle yüzleşmeyi öğütler. Ben de kendi kendime şunu dedim: “Eğer hayvan öldürmenin etik bir savunusunu bulamıyorsam, bu gerçeği kabullenmek ve bunun ışığında davranışlarımı gözden geçirmek durumundayım.”
Tabii ki alışkanlıklar hemen değişmiyor. Kimi insan bu gerçeği görür görmez ertesi gün et yemeyi kesiyor – bu elbette takdire şayan bir tutarlılık örneği. Kimisi ise duyduklarını mantık olarak kabul etse bile duygusal veya alışkanlık düzeyinde değişime hazır olmayabiliyor. Bu da insani bir durum; neticede yılların kültürü, damak tadı, sosyal yemek alışkanlıkları bir anda bırakılmıyor.
Ama asgari düzeyde şunu yapabiliriz belki: En azından bu çelişkinin farkında olalım ve dürüstçe kabul edelim. Yani “Evet, aslında hayvanları zevk için öldürmek ahlaken savunması zor bir şey. Belki ben de tam olarak bunun haklı bir gerekçesini bulamıyorum. Yine de şu an et yemeye devam ediyorum ama bunun bir tercih ve belki de bir zaaf olduğunu biliyorum” diyebilmek. Bu bile bir başlangıçtır. Zira birçok insan bu konuyu konuşmak bile istemez; “aman saçma, etiğe mi bakacağız, biz etçiliz işte” deyip geçer. Hâlbuki içten içe çoğumuz, eğer hayvanların nasıl öldürüldüğünü birebir görsek veya o hayvanla bir bağ kursak, bunu onaylamakta zorlanırız. Burada bir vicdani duygu vardır, bastırmaya çalıştığımız.
Belki de gelecekte, tıpkı kölelik kurumunun geçmişte normal olup sonradan büyük bir ahlaki yanlış olarak görülmeye başlaması gibi, hayvanları gereksiz yere öldürmek de benzer bir dönüşüm geçirecek. Bugün bize normal gelen şey, ilerideki nesillere barbarca görünebilir. Zira mantıken baktığımızda, temel bir yanlış yapıyor gibiyiz: Sırf keyfi bir tercih için, hissetme kapasitesi olan varlıkları öldürüyoruz.
Bu noktada sizin de kendi kendinize sormanızı istiyorum: Bu yazıyı okuduktan sonra akşam yemeğinde önünüze gelen et parçasına eskisi gibi sorgusuz bakabilecek misiniz? Belki evet, belki hayır. Ama en azından bir an için de olsa “Bu et buraya gelene kadar neler yaşandı ve ben bunu gerçekten doğru buluyor muyum?” sorusu aklınızda belirecek. İşte o sorgulama anı çok değerli. Ahlak bazen böyle rahatsız edici sorular sormamızı ve kolay olmayabilir ama dürüst cevaplar aramamızı gerektiriyor.
Ben sizden hemen kesin bir cevap bulmanızı beklemiyorum; açıkçası ben de tam olarak bulabilmiş değilim. Tyler Doggett videonun sonunda “Umarım cevabı bulmama yardımcı olursunuz” diyordu, ben de benzer şekilde sizlerle birlikte düşünmek istedim. Belki bazılarınızın kafasında hâlâ “Ama şu, aslında önemli bir fark olabilir” diye bir fikir vardır. Lütfen onu da sorgulayın. Çünkü ben şahsen ne zaman böyle bir farklılaştırıcı sebep düşünsem, sonunda tıkanıp kalıyorum ve yine hayvanla insan arasında kurduğumuz ayrımın pek de savunulabilir olmadığını görüyorum.
İşin özüne bakarsak şuna varıyorum: Eğer insanları, ihtiyaç olmadığı halde yemek için öldürmek yanlışsa – ki yanlış diyoruz – o zaman benzer koşullarda hayvanları öldürmek de yanlışlığa çok yakın duruyor. Araya mesafe koymaya çalıştığımız her gerekçe eriyip gidiyor. Bu gerçekle yüzleşmek kolay değil, çünkü kültürümüz ve etrafımız bu gerçeği fark etmememiz üzerine adeta inşa edilmiş. Fakat felsefenin görevi tam da bu değil mi? Rahatsız edici de olsa gerçekle yüzleşmek ve kendi tutumlarımızı eleştirel bir gözle değerlendirmek.
Burada kimseyi suçlamak veya parmak sallamak niyetinde değilim. Ben de dahil olmak üzere bu konuda tutarlı olmaya çalışırken zorlanan pek çok insan var. Önemli olan, zor soruları sormaktan kaçmamak ve mümkün mertebe etik değerlere uygun yaşamak için çaba göstermek. Belki bu tartışma size bir nebze olsun farklı bir perspektif sunmuştur. Hayvanları yemek için öldürmek etik midir? sorusunun kolay bir cevabı yok, ama umarım en azından bu sorunun önemini ve ciddiyetini birlikte hissetmişizdir.
Bir deneyin – bir öğün et yemeyip yerine başka bir şey yemekle başlayın mesela; bakalım gerçekten büyük bir kayıp mı, yoksa alışılabiliyor mu? Hem muhtemelen daha sağlıklı ve hafif hissedeceksiniz. Nitekim araştırmalar, kırmızı eti azaltıp sebze-meyve ağırlıklı beslenmenin uzun vadede kalp-damar sağlığına iyi geldiğini gösteriyor. Ayrıca et tüketimini düşürmenin, iklim değişikliğiyle mücadele ve çevre kirliliğini azaltma konularında da önemli bir katkı sağlayacağı sıkça vurgulanıyor. Yani etik kaygılarla yapacağınız bir değişiklik, aynı zamanda kendi bedeninize ve gezegenimize de fayda sunabilir. Belki kademeli olarak hayatınızda ufak değişiklikler yapabilirsiniz. Ya da en azından et yerken, o etin bir zamanlar yaşayan bir hayvan olduğunu aklınızdan büsbütün çıkarmamaya çalışabilirsiniz. Bazı kişiler bu farkındalığın bile tüketim alışkanlıklarını etkilediğini söylüyor. Vicdanımızı devre dışı bırakmadan yaşayabilirsek, belki hem daha huzurlu hem de başkalarına (insan veya hayvan) daha az zarar veren bir yaşam sürebiliriz.
Elbette dünyadaki herkes yarın sabah uyanıp vejetaryen olmayacak. Bu, uzun soluklu bir dönüşüm ve tartışma gerektiren bir konu. Ama inanıyorum ki böyle sorular sorulmaya devam ettikçe zamanla toplumların vicdanı da değişiyor. Geçmişte kölelik savunulurken bugün aklımıza bile gelmemesi gibi, belki gelecekte de hayvanların mal gibi görülüp öldürülmesi akıl almaz bulunacak. Bizler şu anda o tarihsel dönüşümün ortasında olabiliriz. Küçük de olsa bir parçası olmak – en azından bu meseleye kafa yormuş olmak – bence değerli.
Sonuç olarak ben bu sorunun kolay bir yanıtı olmadığını düşünüyorum, çünkü cevap aslında hepimizin içinde şekilleniyor. Kimimiz bu yazıdan sonra “Evet haklı, artık ben de hayvan öldürülmesine ortak olmayacağım” diyecek, kimimiz “Yine de ben et yemeye devam edeceğim” diyecek. Önemli olan, bu tercihinizin ahlaki boyutunu artık biliyor olmanız. Bundan sonrası bireysel vicdan ve değerler meselesi. Belki de bu yazının asıl amacı bir cevap dayatmaktan ziyade, sizin kendi cevabınızı dürüstçe bulmanıza küçük bir katkı sağlamaktı.
Ben kendi adıma hâlâ bu soruya cevap bulmaya çalışanlardanım. Tyler Doggett videonun sonunda izleyicilere dönüp “Umarım cevabı bulmama yardımcı olursunuz” diyordu. Ben de okurlarıma aynı çağrıyı yapıyorum: Ne dersiniz, hayvanları yemek için öldürmek sizce etik midir? Lütfen bu soruyu bir kez de siz kendi kendinize sorun ve cevabınızı gerçekten tartmaya çalışın. Belki sizin bulacağınız bir savunma vardır; ya da benim gibi, bu eylemin savunulacak bir yanı olmadığını düşüneceksiniz.
Her hâlükârda, bu sorgulama için zaman ayırdığınız ve sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Kolay konular değil ama önemli konular. Umarım en azından zihninizde yeni bir pencere açabilmişimdir. Unutmayalım, ahlak gelişimi konfor alanımızda gerçekleşmiyor; tam aksine, bizi rahatsız eden sorularla yüzleştiğimiz yerde gerçek bir ilerleme imkânı doğuyor.
Okuduğunuz için teşekkürler 👋
Metaetik 8: ÖZGÜR İRADE

Metaetik #8: Özgür İrade Hakkında Bir Deneme (ve Biraz Da Kafa Açma Çabası)
Özgür irade.
Kulağa hoş geliyor, değil mi?
Bir kararın eşiğinde durduğunda “istersem yaparım, istemezsem yapmam” diyebilmek… Kim istemez? Ama gel gör ki felsefe tarihinde bu kavram, yüzlerce yıldır hem çokça seviliyor hem de çokça tartışılıyor. Çünkü mesele şu: Bu “özgürlük” sandığımız kadar bize mi ait, yoksa biz sadece bir sistemin içinde, daha önce yazılmış bir senaryoyu mu oynuyoruz?
Bugün bunu konuşacağız.
1. “Eğer her şey belirliyse, ben neye karar veriyorum?”
İlk mesele şu: Evrenin tüm yasaları, fizik kuralları ve başlangıç koşulları belirliyse, o zaman senin şimdi bu yazıyı okuman bile çok önceden belliydi.
İşte buna determinizm deniyor.
Diyor ki: “Evren bir makine gibi çalışır. Bir taşı itersen, nereye düşeceği önceden bellidir. Aynı şekilde, insanların kararları da, geçmiş nedenlerin bir sonucuysa, özgür irade yoktur.”
Ama biz şöyle düşünüyoruz genelde:
“Ben bu sabah çayı değil kahveyi seçtim çünkü öyle istemiştim. Kimse beni zorlamadı.”
İyi de… Senin o kahveyi seçmene neden olan şeyler neydi? Uykusuz olman mı? Kahve sevgin mi? O kahve sevgisini sana veren şey neydi? Genetik mi? Aile mi? Bir önceki travma mı?
Yani seçtiğini zannettiğin şeyler aslında bir dizi domino taşı gibi birbirini mi tetikledi?
İşte bu sorular metafizik sorular. Varoluşun doğasına dair. Ve evet, biraz can sıkıcılar.
2. “Ama bir de bilmek var, değil mi? Her şeyi önceden bilmek…”
Holton, ikinci bir problemden bahsediyor. Diyor ki: “Tamam, evren deterministik olsun. Ama başka bir mesele daha var. Eğer her şeyi önceden bilebilecek bir varlık varsa, senin ne yapacağını da biliyorsa, o zaman özgür olabilir misin?”
Bu düşünceye felsefe tarihinde “önbilgi problemi” deniyor.
Yani: Eğer biri benim gelecekte yapacaklarımı %100 doğrulukla önceden biliyorsa, o zaman benim seçimlerim zaten önceden belli demektir, değil mi?
Burada karşımıza meşhur bir düşünce deneyi çıkıyor:
Laplace’ın Şeytanı.
Bu şeytan öyle bir varlık ki, evrenin tüm başlangıç koşullarını ve doğa yasalarını biliyor. Ve bu bilgilere dayanarak geçmişte ne olduğunu da gelecekte ne olacağını da kusursuzca tahmin edebiliyor.
Yani: Sen daha karar vermeden önce ne karar vereceğini biliyor.
Burada korkutucu olan şey şu:
Sen özgür olduğunu hissediyorsun ama bir başkası senin ne yapacağını biliyor. Bu durumda gerçekten özgür olabilir misin?
3. Holton’dan harika bir oyun: Ampul deneyi
Holton burada dersi canlandırmak için harika bir düşünce oyunu sunuyor.
Diyor ki: “Sana bir kutu veriyorum. Bu kutunun üzerinde bir ampul var. Ve senden şu sorunun cevabını tahmin etmeni istiyorum:
‘Bu ampul bugün saat tam 12.00’de yanacak mı?’
Ve sana her şeyi veriyorum:
* Kutunun içini gösteriyorum,
* Devre şemasını veriyorum,
* Tüm fizik yasalarını sana açıklıyorum,
* Hatta sonsuz hesaplama gücü bile veriyorum.
Yani bu ampulün yanıp yanmayacağını tahmin edebilmen için her şey var.”
Ama küçük bir detay var.
Tahminini kutunun üstüne koyduğun kendi ampulünle göstermen gerekiyor.
Yani senin ampulün yanıyorsa, bu kutudaki ampul de 12.00’de yanacak diyorsun. Seninki sönükse, kutudaki de sönük olacak diyorsun. Ama kutunun içinde gizli bir sensör var…
Ve o sensör, senin ampulüne göre tersine çalışıyor.
Seninki yanarsa, o ampulü söndürüyor.
Seninki sönükse, o ampulü yakıyor.
Yani: Ne tahmin edersen et, yanlış çıkacak.
Çünkü sistem, senin tahminini bozmaya göre kurgulanmış.
4. “Bu deney bize ne anlatıyor?”
Holton, bu deney üzerinden şunu söylüyor:
Bu kutu, bize özgür irade konusunda çok ilginç bir şey gösteriyor.
Sen ne kadar çok bilgiye sahip olursan ol, bazen sistemin kendisi öngörüye karşı dirençli olabilir. Ve insanlar da bazen tam olarak böyle çalışır.
Sen bir davranışını tahmin etmeye çalışırsın, ama sırf özgür olduğunu kanıtlamak için o davranışı yapmazsın.
Yani insanlar, kendi kendilerinin Laplace’ın Şeytanı’na dönüşmesini engelleyebilir.
Ve o meşhur “yaşam kitabı” var ya hani, içinde geçmişin ve geleceğin yazılı olduğu…
Sen o kitabı okurken gelecekte ne yapacağını gördüğün anda, sadece inadına o eylemi yapmayabilirsin. Çünkü **özgür** olduğunu göstermek istersin.
5. Peki ne çıkar buradan?
Bu yazıda yaptığımız şey, “özgür irade var mı yok mu?” gibi büyük bir soruya evet/hayır demek değil.
Zaten mesele o kadar basit değil.
Ama şunu gösterdik:
Determinizm = her şey neden-sonuç ilişkisiyle işliyorsa, belki özgür değiliz.
Ama öngörü meselesi, yani bir başkasının bizim ne yapacağımızı bilmesi = başka bir problem.
Ve bu ikisini ayırmak gerekiyor.
Ve asıl ilginç olan şu:
Bazen sadece sistemin içinde olman, o sistemi şaşırtma kapasiteni de yanında getiriyor.
İnsanlar bu yüzden sinir bozucu, karmaşık, anlaşılması zor varlıklar.
Ama belki de bu karmaşa, özgür iradeye açılan küçük bir kapı.
Bitirirken…
Özgür irade, bir seçenekler menüsü değil.
Bazen, menüyü kapatıp “ben yemeği yapacağım” demektir.
Ama o mutfağın nasıl çalıştığını, malzemelerin ne olduğunu, ateşin kaç derece olduğunu da bilmek gerekir.
Metaetik serisinin bu yazısında, Richard Holton’un sade ama zekice yaklaşımıyla bu karmaşık konuyu biraz daha açabildiysek ne mutlu
Bir sonraki yazıda daha da derine ineceğiz.
Ama önce, sen düşün:
Şu anda bu yazıyı okuman… Gerçekten senin özgür seçimin miydi?
Yoksa… birileri senin ampulünü çoktan yakmış mıydı?
Metaetik7: YA HERKES HAKLIYSA
Soru şu:
Ya herkes haklıysa?
Yani mesela…
Bir çocuk annesine “neden bu kadar bağırıyorsun?” diye sorduğunda haklı olabilir.
Ama o anne de “başka türlü sesimi duyuramıyorum” dediğinde… o da haklı olabilir.
Bir adam sevgilisine “beni neden kıskanıyorsun?” diye çıkışabilir.
Ama belki o kadın, geçmişte ihanete uğramıştır ve sadece tetiktedir.
O da haklı olabilir.
Ya da bir ateist, “bunca kötülük varken nasıl Tanrı’ya inanayım?” der.
Ve bir mümin de, “bunca mucizeyi gördükten sonra nasıl inanmayayım?”
İkisi de kendi hikâyesinin içinde haklı olabilir.
Bu bizi nereye götürüyor?
Bizi tek doğru fikrinden çoğul doğrular fikrine götürüyor.
Ama burada tehlikeli bir viraj var:
Her şeyin göreli olduğunu söylemek, hiçbir şeyin anlamı kalmadığını savunmak değildir.
Bazı şeyler elbette tartışılmaz: Tecavüz yanlıştır. Çocuk istismarı yanlıştır. Irkçılık yanlıştır.
Ama bir yandan da…
Daha gri alanlar var.
Kimin doğruyu söylediğini, kimin kendi gerçeğine sıkıştığını ayırmak zor.
Mesela kendin için düşündüğün bazı kararlar var.
Bir işi bırakmak.
Bir ilişkiyi bitirmek.
Bir şehri terk etmek.
O an için doğru gibi gelir. Ama bir başkası dışardan baktığında, bambaşka görür.
Sen “kaçtım” dersin, o “rahat ettin” der.
Sen “yarım kaldım” dersin, o “kendini korudun” der.
Herkesin kendi hikâyesi kadar bir doğrusu var belki.
Belki hepimiz haklıyız.
Ama bu, birimizin diğerini anlamasına yetiyor mu?
Ve belki burada şöyle bir noktaya geliyoruz:
Haklı olmak, yetmiyor.
Çünkü haklı olmak, bazen seni daha yalnız yapıyor.
Sana hiçbir şey kazandırmıyor.
Sadece bir çentik atıyorsun hayata. “Ben o konuda haklıydım.”
Ama o haklılık, gece uykularını kaçırmıyor.
Ya da seni birine daha yakın kılmıyor.
Bu yüzden ben artık şunu merak ediyorum:
Haklı olmak mı, yoksa anlamak mı?
Kazanmak mı, yoksa anlaşılmak mı?
Doğruyu savunmak mı, yoksa sessiz kalıp karşındakine alan açmak mı?
Belki hayat, bir doğruyu savunma yeri değil.
Belki hayat, sadece birbirimizin hikâyesine biraz daha dikkatle bakma yeri.
“Bu kişi neden böyle düşünüyor?” sorusunu biraz daha yavaş ve içten sorma yeri.
Belki sadece bu kadar.
Metaetik 6: AHLAK MI ÖNCE VARDI, DİN Mİ?

Ahlak mı Önce Vardı, Din mi?
Metaetik serisinin 6. yazısındayız.
Bu defa sorumuz; sadece bireysel vicdanlara değil,
tarihin derinlerine, kültürlerin köklerine uzanıyor:
Ahlak mı önce vardı, din mi?
Ya da daha derinleştirirsek:
İnsan iyi ve kötüyü Tanrı’dan mı öğrendi,
yoksa Tanrı’yı, iyiyle kötüyü anlamlandırmak için mi kurdu?
İlk bakışta bu sadece bir tarih sorusu gibi görünüyor.
Ama aslında, insan doğasına dair çok temel bir tartışma bu.
Çünkü ahlak, bizim ne olduğumuzu tanımlar.
Din ise çoğu kültürde neden var olduğumuzu anlatır.
“Tanrı olmazsa her şey mubah mı?”
Bu soru Dostoyevski’ye atfedilir, ama binlerce yıldır dolaşımda.
Eğer Tanrı yoksa – bir kutsal yasa koyucu –
o zaman insanlar neye göre ahlaki davranacak?
Birçok dinî sistemde cevap nettir:
Ahlak, Tanrı’nın emirleriyle gelir.
İyilik ve kötülük, O’nun tanımlarıyla sabitlenir.
Yani ahlak, bir “üst otorite”ye dayanır.
Kötülük, bu otoritenin iradesine karşı çıkmaktır.
İyilik ise bu iradeyle uyum içinde yaşamaktır.
Ama…
Peki ya Tanrı yoksa?
Ahlakın seküler kökeni mümkün mü?
Bazı filozoflara göre evet.
Ahlak, Tanrı’dan önce de vardı.
İnsanlar, birlikte yaşamanın zorunluluklarını fark ettikçe,
doğal olarak bazı “kurallar” geliştirdiler:
“Yalana güvenilmez.”
“Öldürürsen korku yayarsın.”
“Çalarsan yalnız kalırsın.”
Bu tarz içgörüler zamanla bir “etik çerçeve”ye dönüştü.
İşte dinler de bu çerçeveyi kutsallaştırarak
hem yaygınlaştırdı, hem denetledi.
Yani bu görüşe göre:
Ahlak dindi, din ahlak değil.
Peki ya bu ikisi birlikte mi doğdu?
Bazı antropologlar ise ne dinin, ne ahlakın öbüründen tamamen önce geldiğini düşünür.
İkisi de insan zihninin “birlikte yaşama” ihtiyacından türedi.
İlk insanlar doğa olaylarına anlam veremeyince tanrılar icat etti.
İnsanlar birbirine zarar verince, cezalar uydurdu.
Ve sonra bir şey fark ettiler:
Ceza Tanrı’dan gelirse daha çok işe yarıyordu.
Çünkü görünmeyen bir gözetleyici,
görünen bir polisten daha çok caydırıyordu.
Ahlak böylece tanrısallaştı.
Ve belki de bu yüzden:
Bugün hâlâ bazı insanlar iyiliği,
“cehennem korkusundan” ayıramıyor.
İyilik, inançtan bağımsız olabilir mi?
Bu sorunun net bir cevabı yok.
Ama şunu biliyoruz:
Tarihte hem dindar zalimler, hem inançsız iyiler oldu.
Demek ki birinin “iyi” olması için
mutlaka Tanrı’ya inanması gerekmiyor.
Ama şu da mümkün:
O iyiliği tanımlarken Tanrı’ya ihtiyaç duyuyor olabilir.
Çünkü “iyilik nedir?” sorusu,
Tanrı’yı dışlayınca daha karmaşık hâle geliyor.
Son bir çengel:
Eğer Tanrı bir şeyin iyi olduğunu söylüyorsa,
o şey bu yüzden mi iyidir?
Yoksa zaten iyi olduğu için mi Tanrı onu söylüyordur?
İşte bu soru, binlerce yıldır ahlak felsefesinin merkezinde duruyor.
Ve hâlâ net bir cevap yok.
Metaetik 5:Kendin Ol? Mümkün mü?

Kendimiz Olmak Diye Bir Şey Var mı Gerçekten?
Yazı serisinin dördüncü adımında, ahlakın temeline bakmıştık:
Tanrı yoksa iyilik neye dayanır?
Bugün biraz daha kişisel bir zemine geçiyorum.
Yani ahlak değil, kimlik.
O çok duyduğumuz klişe bir cümle var ya hani:
“Kendin ol.”
İşte bugün ona biraz yakından bakmak istiyorum.
Ama yine önce bir not düşeyim:
Bu yazıda anlattıklarım benim kesin düşüncelerim değil.
Ben zaten felsefenin üretme kısmında değilim.
Tüketme ve anlamaya çalışma kısmındayım.
Bu yüzden bu yazıyı da öyle okumanı rica ediyorum.
Sanki başkalarının fikirlerini tarafsızca aktarıyormuşum gibi…
Ama elbette bazı yerlerde yoruma da kaçabilirim.
Hazırsan başlayalım.
Kendin ol.
Çok basit.
Çok sade.
Çok özgürlükçü.
Ama tam olarak ne demek?
Kendin olmak ne demek?
Çünkü şöyle bir çelişki var:
Bir yandan bize sürekli özgün olmamız gerektiği söyleniyor,
Ama öte yandan “özgünlük” dediğimiz şeyin ne kadar bize ait olduğunu gerçekten biliyor muyuz?
Daha açık sorayım:
Benim “ben” dediğim şey… ne kadar bana ait?
Ve eğer bana ait değilse, ben nasıl kendim olacağım?
İnsanın kimliği üzerine düşünen filozoflar, özellikle 20. yüzyılda bu konunun içine bayağı daldı.
Michel Foucault mesela…
Toplumun, normların, kurumların bireyi nasıl şekillendirdiğini anlatır.
Bize kimlik veren şeyin, özümüz değil, dışarıdan gelen baskılar olduğunu söyler.
Ve bu yüzden “kendin ol” demek, aslında “sistemin sana biçtiği kimliği içselleştir” demek bile olabilir.
Yani kendin olmak, belki de seni şekillendiren ideolojilere, reklamlara, kültür kodlarına “aynen devam” demektir.
Çünkü sen zaten çoktan şekillenmiş olabilirsin.
Farkında bile olmadan.
Bir de şu var:
Genetik yapı, aile, çevre, dil, coğrafya…
Bunlar sen doğmadan önce belirlenmişti.
Senin kontrolünde olmayan binlerce şey, seni sen yapan temelleri zaten kurmuştu.
Peki şimdi soralım:
Genetiği sen seçmedin.
Aileni sen seçmedin.
Kültürünü sen inşa etmedin.
O zaman, “ben buyum” demek ne kadar özgün bir şey?
Freud bu konuyu çok daha karanlık bir yerden anlatır.
Ona göre insanın asıl yöneticisi **bilinçdışı**dır.
Yani biz bir şeyi niye yaptığımızı bile çoğu zaman bilmiyoruz.
Zihnimizin asıl kaptanı, bizimle hiç konuşmayan bir gölge olabilir.
Senin “kendin olmak” için verdiğin birçok karar…
Aslında çocukken duyduğun bir sözün yankısı olabilir.
Bir utancın gölgesi, bir bastırmanın rövanşı.
O zaman başka bir soru soralım:
Biz, kendimiz olmaya çalışırken gerçekten özgür müyüz?
Yoksa “kendin ol” çağrısı, aslında sistemin daha fazla ürün üretmesi için icat ettiği bir pazarlama stratejisi mi?
Çünkü kendin olmak istiyorsan, sana şu da deniliyor:
* “Özgün kıyafetler giy.”
* “Benzersiz deneyimler yaşa.”
* “Yalnızca sana özel tatlar keşfet.”
* “Kendin gibi hisset.”
Ama bunların hepsi satın alınabilir ürünler haline geldiyse…
O zaman sen kimsin?
Sen mi karar veriyorsun, yoksa başkaları mı “senin gibi hissetmeni” sağlıyor?
Ve tabii ki şu çelişkiyi de hatırlatmadan geçmeyelim:
Bir insanın kendisi olması için — yani gerçekten özgürleşmesi için —
önce kim olmadığını fark etmesi gerekiyor.
Ama bu farkındalık bile… çoğu zaman başka birinin yardımıyla oluyor.
Belki de “kendin olmak”, sandığımız kadar doğal değil.
Belki de, kendini kurmak bir ömür sürüyor.
Ve belki de bu hiç bitmeyen bir süreç.
Yani kısaca…
Kendin olmak denen şey varsa bile, bu sabit bir şey değil.
Belki de her gün biraz daha “kendimize yaklaşma” çabası.
Ve belki de en dürüst tanımı bu:
Kendin olmak, kim olduğunu her gün yeniden sormaktır.
Cevaplardan çok, sorulara sahip çıkmaktır.
Ve bu soruları senin yerine kimsenin cevaplamasına izin vermemektir.
Yazının sonunda söylemek gerekirse…
Kendim olmak istiyorum evet.
Ama önce kendimin kim olduğunu anlamam gerek.
Belki de bu yolculuk — işte asıl özgürlük dediğimiz şey o.
Varacağımız yer değil.
Yolda “kim olmadığımızı” eleyerek gitmek.
SON YAZILAR
- RaskulnikovRaskolnikov’un İçinde Sessizlik İsteği ve Kendini Parçalayarak Konuşan Zihin Raskolnikov’u artık ezbere biliyoruz gibi geliyor insana: baltayı, tefeci nineyi, Sonya’yı, Petersburg’un rutubetli sokaklarını, köprüleri, o daracık odasını… Ama bir noktadan sonra aynı cümleleri tekrar tekrar kurduğunu fark ediyorsun: “Üstün insan”, “vicdan azabı”, “yoksulluk ve gurur”, “Suç-ceza diyalektiği” vs. Bunların hepsi doğru, hepsi önemli ama sanki… Daha fazlasını okuyun: Raskulnikov
- Atatürk’e Kişisel Bir MesajBu ülkede Atatürk hakkında konuşurken genelde üç tip var: 1. **Tapanlar:** Ağzını açtığında “şanlı ebedî önder, ışık saçan bilmemne” kalıbının dışına çıkamayan, onu eleştirilemez bir yarı-tanrıya çevirenler. Atatürk’ü değil, Atatürk ikonunu seviyorlar.2. **Nefret edenler:** Hayatında iki kitap okumamış, tarih dediği üç cümlelik propaganda metni olan ama “dinsizdi, masondu, memleketi sattı” diye slogan ezberleyenler. Onlar da… Daha fazlasını okuyun: Atatürk’e Kişisel Bir Mesaj
- Demirtaş -Erdoğan-Bahceli-Omurga2015’ten Sonra Türk Siyasetinde Büyük Dönüşümler: Tutarsızlığın İbretlik Örnekleri 2015 sonrası Türk siyasetinde gerçekten de tarihî dönüşümlere şahit olduk. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli gibi siyasi aktörlerin söylem ve eylemlerindeki keskin U dönüşleri, bugün ibretle izlediğimiz bir tablo ortaya koyuyor. Bu yazıda, Selahattin Demirtaş örneğini merkeze alarak iktidar ortaklarının nasıl kendi çizgilerini dahi… Daha fazlasını okuyun: Demirtaş -Erdoğan-Bahceli-Omurga
- …Hayat bazen sis diye başlıyor cümlelerine. Kapının eşiğinde bekleyen, içeri girmeye üşenen, ama dışarıda da durmayı beceremeyen bir sis. Gözleri yakan değil, görmeyi zorlaştıran cinsten; her şeyi olduğundan iki parmak daha uzağa, iki ton daha mat bir renge çeviren. Kalem ucu gibi tedirgin bir çizgi, üzerine eğildikçe kırılan. Hayatın zor yanları hep orada, ama bugünlerde… Daha fazlasını okuyun: …
- Güvenli OdaGüvenli Oda: Kapısı İçeriden Kapanan Yer Gel, şöyle kapıyı hafifçe çek; gıcırdasın biraz, dursun ses. İçeri buyur. Ayakkabıları kapının yanına bırak, masanın üstündeki küçük paslı anahtarı görüyorsun ya—onu eline al; sıcaklığı sende kalsın. Kettle çoktan düdük öttürdü, iki ince belli bardağa çay koydum. Bu yazı öyle aceleye gelmeyecek; dumanı tüterken konuşacağız. Tamam mı? Çünkü “güvenli… Daha fazlasını okuyun: Güvenli Oda
- Hayat Hakkında DüşüncelerimGel, biraz konuşalım. Ama o bildiğin, şekerli girişlerden değil. “Aşkı, sevgiyi, gerçek huzuru buldum” gibi cümleler dökmeyeceğim sahneye. Pembe panjurlu bir masal anlatıcısı değilim; hayatla aramızdaki sözleşme hiçbir zaman masal diliyle yazılmadı zaten. Hayat, herkesin eline başka kalemler, başka kağıtlar tutuşturuyor; bana düşen, kendi payıma çizik çizik düşen satırları dürüstçe okumak. Dürüst olalım: bazen beni… Daha fazlasını okuyun: Hayat Hakkında Düşüncelerim
- Ahlaki NihilizmAhlaki Nihilizmin Kıyısında: İyinin Elektrik Kesintisi Ahlaki nihilizm… Şu iki kelimeyi yan yana koyunca, kulakta hafif bir uğultu başlıyor sanki: Evrenin arka odasında sigorta atmış, koridorda ışıklar yanıp sönüyor, “iyi” ve “kötü” yazan tabelalar kısık bir neonla göz kırpıyor, ama üzerine yürüdükçe tabelanın kendisi sökülüp elinde kalıyor. Bu yazıda dert ettiğim şu: Belki de “iyi”… Daha fazlasını okuyun: Ahlaki Nihilizm
- Şehir-Siyaset-Biraz da Saçmalama
Gel, bir kahve koyup konuşalım. Hani bazen bir şehrin ortasında yürürken, kaldırım ansızın bitiverir ya; karşında bir çukur, iki dubayla kapatılmış, “buraya dikkat” yazıyor. Siyaset tam olarak orada başlar işte: Çukuru kim açtı, kim kapatacak, kapatana kadar ayağın burkulursa bunun bedelini kim ödeyecek? Felsefe de cebine küçük bir el feneri koyar; “dur, önce nereye bastığını… Daha fazlasını okuyun: Şehir-Siyaset-Biraz da Saçmalama - ….Bir adım atıyorsun. Attığın adımın nereye gittiğini bilmiyorsun. Belki bir yere çıkacak, belki de seni daha derin bir boşluğa çekecek. Ama artık bu önemsiz. Çünkü adım atmak, yalnızca bir varoluş eylemi; bir yere gitmekle ilgisi yok. Ya da belki var. Emin olamıyorsun. Emin olmak için çaba bile harcamıyorsun. Etrafını sis kaplıyor. Ama bu sis gözlerini… Daha fazlasını okuyun: ….
- Aptal OlmakAptal olmanın anatomisi “Aptallık bir zeka eksikliği değil, bir alışkanlık rejimidir.” Bunu yazarken nazik olmaya niyetim yok; çünkü mesele kırılgan egolar değil, kırılan hayatlar. “Yalanın anatomisi”nde kalbin korku olduğunu söylemiştik; “radikal dürüstlük”te cesaret ve netlikle uzun yolu seçmeyi savunduk. Şimdi şunu söyleyeyim: aptallığın kalbi rahatına düşkün kibir, omurgası bahane, sinir sistemi slogan, cildi de ironi… Daha fazlasını okuyun: Aptal Olmak
- Radikal DürüstlükRadikal dürüstlük “Yalanın kalbi korkudur” demiştik; kalpten yayılan o korku, dilin ucuna kadar gelir ve çoğu zaman bizi kısa yoldan götüren o meşhur kestirmeye iter. Radikal dürüstlük işte tam burada, o kestirmenin önüne bir şerit çekmek gibi: “Buradan değil, uzun yoldan gideceğiz.” Uzun yol, evet; çünkü hakikat, aceleci bir koşucu değil, nefesini ayarlayan bir yürüyüşçüdür.… Daha fazlasını okuyun: Radikal Dürüstlük
- Yalan’ın TopografyasıAnatomisi Yalan dediğin şey, sözlükte “doğru olmayan beyan” diye tek cümleye sıkıştırılmış basit bir kavram gibi görünür; ama onu eline alıp ışığa tutunca içinde dolaşan karmaşık damarları, kas lifleri, refleksleri görürsün. Bir tarafı siper: canını, statünü, konforunu korumak için arkasına saklanırsın. Bir tarafı neşter: karşındakinin güvenini keser, ilişkideki sinir uçlarını felç eder. Bir tarafı da… Daha fazlasını okuyun: Yalan’ın Topografyası
- ADANALI vs MARAZ ALİKanun mu, Kılıç mı? Maraz Ali’nin Adalet Felsefesi ve Adanalı’nın İkilemi Bir adalet sembolü: Hong Kong’daki Temyiz Mahkemesi binasının tepesinde, kılıcı ve terazisiyle Themis (Lady Justice) heykeli. Adalet kavramı hem kanunları hem vicdanı temsil eder; peki gerçek adalet hangisine dayanmalı? “Zenginden çalıp fakire vermek” – kulağa adil geliyor mu? Peki “kötülük yapana kötülükle karşılık vermek”?… Daha fazlasını okuyun: ADANALI vs MARAZ ALİ
- Doğru Yapan mı Kazanır, İyi Görünen mi ?Doğru Yapan mı Kazanır, İyi Görünen mi? Birinin içini rahatlatan ama toplumun hoşuna gitmeyen bir doğruluk vardır. Bir de toplumu mest eden ama içten içe kokuşmuş bir iyilik gösterisi.İnsan bazen bir kararın eşiğinde bunu sorar kendine: “Doğru olanı mı yapmalıyım, yoksa iyi görüneni mi?” Eğer sokakta bir kediye mama veren birini görürsen, onun iyi biri… Daha fazlasını okuyun: Doğru Yapan mı Kazanır, İyi Görünen mi ?
- Sorun Sende, BendeSorun Sende Devletin değdiği yerde liyakat olmaz. Otorite ne ister? Biat. Kimse ne bildiğine, ne yapabildiğine bakmaz. Yalakalıkta ustaysan, işin hazır. Özel sektör biraz daha “yetenekliysen yaşarsın” kafasında ama orada da olay şu: Seni sömürebildiği kadar sömürüyorlar. Yeteneklisin diye önüne kırmızı halı sermiyor kimse. Kar maksimizasyonu uğruna senin hayatını minimize ediyorlar. Kâr onlar için, yük… Daha fazlasını okuyun: Sorun Sende, Bende
- Aşk-ı Memnu: Tiksindirici Bir Zarafetin AnatomisiAşk-ı Memnu: Tiksindirici Bir Zarafetin Anatomisi Bazı kitaplar vardır, onları okumazsın; onlarla boğuşursun. “Aşk-ı Memnu” bu türden bir kitap. Okurun karşısına, süslü kelimelerle bezeli, göz alıcı bir dekorda çürümekte olan bir toplum manzarası çıkarır. Halit Ziya Uşaklıgil’in bu romanı, yalnızca bir yasak aşk hikâyesi değildir; aynı zamanda estetikle çürümüşlüğün, zarafetle zehirlenmişliğin, kibarlıkla yozluğun el ele… Daha fazlasını okuyun: Aşk-ı Memnu: Tiksindirici Bir Zarafetin Anatomisi
- Metaetik 9: HAYVANLARI YEMEK İÇİN ÖLDÜRMEK ETİK Mİ?
Hayvanları Sırf Yemek İçin Öldürmek Etik mi? Merhaba, bugün birlikte zor ama önemli bir soruyu masaya yatırmak istiyorum: Sırf karnımızı doyurmak ve damak tadımızı tatmin etmek için hayvanları öldürmek etik açıdan kabul edilebilir bir şey mi? Bu konu, Vermont Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren Tyler Doggett adlı bir akademisyenin hazırladığı bir derste gündeme getirildi ve beni… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 9: HAYVANLARI YEMEK İÇİN ÖLDÜRMEK ETİK Mİ? - Metaetik 8: ÖZGÜR İRADE
Metaetik #8: Özgür İrade Hakkında Bir Deneme (ve Biraz Da Kafa Açma Çabası) Özgür irade.Kulağa hoş geliyor, değil mi?Bir kararın eşiğinde durduğunda “istersem yaparım, istemezsem yapmam” diyebilmek… Kim istemez? Ama gel gör ki felsefe tarihinde bu kavram, yüzlerce yıldır hem çokça seviliyor hem de çokça tartışılıyor. Çünkü mesele şu: Bu “özgürlük” sandığımız kadar bize mi… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 8: ÖZGÜR İRADE - Metaetik7: YA HERKES HAKLIYSASoru şu:Ya herkes haklıysa? Yani mesela…Bir çocuk annesine “neden bu kadar bağırıyorsun?” diye sorduğunda haklı olabilir.Ama o anne de “başka türlü sesimi duyuramıyorum” dediğinde… o da haklı olabilir. Bir adam sevgilisine “beni neden kıskanıyorsun?” diye çıkışabilir.Ama belki o kadın, geçmişte ihanete uğramıştır ve sadece tetiktedir.O da haklı olabilir. Ya da bir ateist, “bunca kötülük varken… Daha fazlasını okuyun: Metaetik7: YA HERKES HAKLIYSA
- Metaetik 6: AHLAK MI ÖNCE VARDI, DİN Mİ?
Ahlak mı Önce Vardı, Din mi? Metaetik serisinin 6. yazısındayız.Bu defa sorumuz; sadece bireysel vicdanlara değil,tarihin derinlerine, kültürlerin köklerine uzanıyor: Ahlak mı önce vardı, din mi?Ya da daha derinleştirirsek:İnsan iyi ve kötüyü Tanrı’dan mı öğrendi,yoksa Tanrı’yı, iyiyle kötüyü anlamlandırmak için mi kurdu? İlk bakışta bu sadece bir tarih sorusu gibi görünüyor.Ama aslında, insan doğasına dair… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 6: AHLAK MI ÖNCE VARDI, DİN Mİ? - Metaetik 5:Kendin Ol? Mümkün mü?
Kendimiz Olmak Diye Bir Şey Var mı Gerçekten? Yazı serisinin dördüncü adımında, ahlakın temeline bakmıştık:Tanrı yoksa iyilik neye dayanır?Bugün biraz daha kişisel bir zemine geçiyorum.Yani ahlak değil, kimlik.O çok duyduğumuz klişe bir cümle var ya hani: “Kendin ol.” İşte bugün ona biraz yakından bakmak istiyorum.Ama yine önce bir not düşeyim:Bu yazıda anlattıklarım benim kesin düşüncelerim… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 5:Kendin Ol? Mümkün mü? - Metaetik 4 : Tanrı Yoksa Ahlak Ne Üzerine Kurulur?Tanrı Yoksa Ahlak Ne Üzerine Kurulur Bu seriyi yazmaya başladığımda, her gün bir yazı yazacağımı söylemiştim.Ama ne yazık ki, son iki üç gündür iş hayatı biraz yoğundu.Biraz yorgunluk, biraz da hayatın beklenmedik yükleri… derken aksattım.Yani yine hedefi tutturamadık.Ama yapacak bir şey yok.Yazmak bir ritim işi ama bazen o ritmi dışarıdan bir ses bozabiliyor.Bugün kaldığımız yerden… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 4 : Tanrı Yoksa Ahlak Ne Üzerine Kurulur?
- Metaetik 3İyilik Diye Bir Şey Var mı Gerçekten? Bu yazıda anlatacağım şeyleri savunduğumu söyleyemem.Zaten bu konularda net fikirlerim de yok.Felsefeyi çok seviyorum ama üretme kısmında değilim — sadece tüketiyor ve anlamaya çalışıyorum.Birileri çıkıp hayata dair ilginç tezler ortaya koyuyor, ben de oturup dinliyorum.Ve bazen sadece şunu merak ediyorum:“Acaba ne diyor bu adam?”İşte bu yazı da öyle… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 3
- Metaetik 2Görevi Sana Kim Verdi? Bazı şeyleri yapmadığında kötü hissediyorsun.Birini kırıyorsun mesela, sesin yükseliyor… sonra sessizlik geliyor. İçinde bir yer “yapmamalıydın” diyor. Biri seni çok seviyor, ama sen aynı duyguda değilsin.Uzaklaşıyorsun. Sonra kendi kendine soruyorsun: “Onu incitmemek benim görevim miydi?” Biri sana çok yanlış yapıyor, affetmek istemiyorsun.Ama bir ses yine geliyor: “İyilik senin sorumluluğun.” Bu ses… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 2
- Metaetik 1Bu seriye her gün 1 yazı eklemeyi amaçlıyorum uzun bir serüven olacak Bismillah diyerek Kirkego’nun enerjisiyle başlıyorum. Metaetik 1 Ahlaki Değer Nedir ? Bak şimdi, hayat dediğimiz şey bir sürü kararın, bir sürü tercih anının toplamı gibi. Sabah kahveni sade mi içeceğine karar vermenden tut, bir yabancıya yardım edip etmeme arasında gidip gelmene kadar her… Daha fazlasını okuyun: Metaetik 1
- Öcalan Erdoğan Yakınlaşması
Öcalan Erdoğan İttifakı Son günlerde siyaseti biraz daha yakından takip ettim.Şaşırmadım. Sadece olan biteni dikkatlice izledim.Eski okuyucularım bilir; eskiden siyaset üzerine sık sık yazardım. Uzun analizler, tutarlı argümanlar, bol referanslı yazılar…Sonra sıkıldım. Çünkü bir yerden sonra fark ediyorsun: Bu ülkede siyaset sabit bir fikir değil, değişken bir mizah anlayışı gibi. Bugün komik olan yarın suç,… Daha fazlasını okuyun: Öcalan Erdoğan Yakınlaşması - KAYIP ŞEHİRBİRİNCİ BÖLÜM – KÜLLERİN ALTINDAKİ HARİTA Yağmur, taş döşeli sokağa eğik bir ritimle vuruyordu. Damlaların sesi, gecenin içine işleyen bir ilahi gibiydi — sanki gökyüzü bir şeyleri unutturmak için ağlıyor, taşlar ise bu unutkanlığa direniyordu. Nero, başında yıpranmış pelerin, omuzlarında taşıdığı yılların ağırlığıyla, Doryan Limanı’nın en tenha hanına doğru yürüyordu. Her adımda dizindeki eski bir… Daha fazlasını okuyun: KAYIP ŞEHİR
- İnanmakİNANMAK(1. bölüm) Bazen bazı kelimeler insanın zihninde sessizce boğulmaya başlar. “İnanmak” kelimesi de öyleydi benim için. Yirmili yaşlarımın başlarında —şu an yirmi beşindeyim ve hâlâ tam olarak çıkamadım o dehlizden— “inanmak” bana fazla duygusal, fazla tehlikeli gelmeye başlamıştı. Hatta bir ara bu kelimeyi hayatımdan çıkartmayı ciddi ciddi düşündüm. Kulağa dramatik geliyor, farkındayım. Ama ben öyle… Daha fazlasını okuyun: İnanmak
- Kötü DeneyimlerKötü Deneyimler: Düzensizliğin İçinde Yaşamak Bazı şeyler önden haber vermez.Mesela hayat.Ne zaman nereden tekmeleyeceğini çoğu zaman önceden bildirmez.Sen yolun düz gittiğini sanırsın ama asfalt bir anda biter.Ve sen hâlâ yürümeye çalışırsın.Ayakkabının altı parçalanır, dizin yere sürtünür, ama yine de anlamazsın:“Yol değişti.” İnsan, düzen hayal eder.Bir şeyler belli bir şekilde ilerlesin, verdiğin emek sonuç versin, doğru… Daha fazlasını okuyun: Kötü Deneyimler
- Nihat GençGeçen gün haber sitelerinde bir başlık gördüm:“Nihat Genç hayatını kaybetti.”O an bulunduğum yerde şöyle bir duraksadım. Ne yapıyorsam bıraktım. Başımı kaldırıp uzaklara baktım, hafifçe iç geçirdim.Hayat ne garip, dedim içimden. Nihat Abi de öldü demek… Ne büyük bir şaşkınlık yaşadım, ne de dramatik bir duygu boşalması. Ama yine de içimde küçük bir boşluk oluştu. Sessiz,… Daha fazlasını okuyun: Nihat Genç
- KendimeKendime Yazıyorum Bu sabah aynaya baktım. Uzun zamandır dikkatlice bakmadığımı fark ettim. Yüzümde bir yorgunluk vardı. Sadece uykusuzluktan değil… başka bir şeydi. Zamanın, kabullenilmiş yalnızlıkların, bastırılmış hayallerin iziydi sanki. Ve tuhaf bir şey oldu, aynaya bakarken içimden bir ses yükseldi. “Bu, senin yaşaman gereken hayat mıydı gerçekten?” Bir yanıt veremedim. Çünkü belki de ilk kez… Daha fazlasını okuyun: Kendime
- Squid GameSquid Game 3. Sezon: Heyecandan Kopuşa Uzanan Bir Yolculuk” Bu gece pek uykum yoktu.Zihnim meşguldü, ama herhangi bir şeye odaklanacak gibi de değildi.Tam böyle anlarda, insanın yaptığı şey bellidir:Kendini bir diziye, bir filme ya da sonsuzca akan ekran ışığına bırakmak. Ben de öyle yaptım.Squid Game’in üçüncü sezonunu açtım.Belki biraz dikkatimi dağıtır, belki kafamı oyalardı.Aslında çok… Daha fazlasını okuyun: Squid Game
- (başlıksız)Bu gece uyuyamadım.Bazen oluyor böyle. Uyku geliyor gibi yapıyor, göz kapaklarım ağırlaşıyor gibi oluyor, ama sonra gidiyor.Bana dokunmadan, bana uğramadan başka birinin gecesine düşüyor sanki.Ben kalıyorum. Yarı karanlık bir odada, yarım yamalak düşüncelerle… Zamanın gece hali biraz acımasız.Gündüz ne varsa susturuyor.Geceleri insan kendine biraz fazla yakın oluyor galiba. Hatta fazla fazla.Her şey sessizleşince, en gürültülü… Daha fazlasını okuyun: (başlıksız)
- (başlıksız)Bugün bir şey anlatmak için oturmadım buraya. Hatta okuma bu yazıyı Belki anlatmak için değil, sadece durmak için yazıyorum.Hani bazen yolda yürürken bir taşta oturmak istersin ya, sadece o anlık…İşte bu yazı da o oturuş gibi. Ne öncesi var, ne sonrası. Sadece bir ara durak. Bir sisin içindeki açıklık. Belki de sadece dinlenmek içindir. Çok… Daha fazlasını okuyun: (başlıksız)
- Jung 1Bu yazı Psikoloji ve Din kitabı üzerine yazdığım serinin ilk yazısı olacak umarım devam ederim.Bu kitabı okurken açıkçası biraz zorlandım. Dili ağırdı, bazı yerlerde cümleler peş peşe dizilmiş ama hiçbiri bir yere varmıyormuş gibi hissettirdi. Belki de ben anlamadım tam olarak. Belki de kitap anlaşılmak için değil, sadece zihni biraz zorlamak için yazılmıştı. Her neyse…… Daha fazlasını okuyun: Jung 1
- Nemo Kayıp DeğilKayıp Balık Nemo: Okyanusun Derinlerinde Büyümek ve Kendini Bulmak Bir süredir bir balık besliyorum. Öyle uzun uzun düşündüğüm, önceden planladığım bir şey değildi. Bir şekilde önüme çıktı, ben de “neden olmasın” deyip aldım. Küçük, sessiz, durgun bir canlı. Ama her akşam başında durup onu izlemek, beklemediğim bir huzur veriyor insana. Günün kalabalığı azalıp, suyun içinde… Daha fazlasını okuyun: Nemo Kayıp Değil
- Küçük PrensMerhaba arkadaşlar nasılsınız? Ciddi soruyorum bu arada. Gerçekten nasılsınız? Çünkü bu yazıya başlarken uzun süre “acaba kiminle konuşuyorum” diye düşündüm. Bir çocukla mı? Bir pilotla mı? Belki bir gezegenin üstünde tek başına oturan biriyle? Belki de hâlâ içinde bir “Küçük Prens” taşıyan yetişkin bir dostla… Kim bilir? Bu yazı, öyle “bir oturuşta yazılanlardan” değil. Aylarca… Daha fazlasını okuyun: Küçük Prens
- HiçHiçliğe Dair Küçük Bir Deneme (ya da Sonsuz Boşluğun Kıyısında Durmak) Merhaba.Nasılsın? Umarım her şey yolundadır. Yolunda değilse bile… en azından düşündüğünü, hissettiğini ve nefes alıp verdiğini unutma. Çünkü bu bile bir ayrıcalık.Bugün biraz tuhaf bir konudan bahsedeceğim sana. Hani öyle bir kavram ki… ne tam anlamıyla var, ne de yok diyebiliyorsun. Bir şey gibi… Daha fazlasını okuyun: Hiç
- Empatisizlik ve VicdansızlıkBir Sessizlik Çemberi: Ötekileştirmenin Anatomisi Selamlar. Gündemin gürültüsü, bazen en yakıcı şeylerin bile kulağa uğramadan geçip gitmesine neden oluyor. O yüzden bu yazı, biraz sessizliğe karşı bir ses gibi okunabilir. Belki bir not defterine karalanmış, sonra da rüzgârın eline bırakılmış cümleler gibi… Tam olarak nereye varacağı belli değil. Ama bir yerlerde, bir şeylerin yanlış gittiğini… Daha fazlasını okuyun: Empatisizlik ve Vicdansızlık
- Toplum SözleşmesiGiriş: Zincirlerimiz ve Özgürlüğümüz Jean-Jacques Rousseau’nun meşhur sözüyle başlayalım: İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.”. Bu söz, beni ilk okuduğumda derinden sarsmıştı. Düşünsenize, dünyaya hiçbir bağ olmadan gelen insan, medeniyet dediğimiz yapı içinde adım adım kendi elleriyle zincirlerini yaratıyor. Peki bu zincirler neler? Günlük hayatımızda farkında bile olmadan uyduğumuz kurallar, toplumsal beklentiler, devlet… Daha fazlasını okuyun: Toplum Sözleşmesi
- SİMYACI~
Simyacı: Kendi Uydurduğu Masala İnanarak Yaşayan İnsanın Güncesi Bazı kitaplar, içerdiği fikirlerden çok onların nasıl sunulduğuyla değer kazanır. Paulo Coelho’nun Simyacısı da böyle bir kitap. Ne anlattığı değil, nasıl anlattığıyla insanların kalbine dokunuyor.Evet gerçekten dili, anlatımı olağanüstü.Yoksa hepimizin aklında benzer bir kurgu dönüp durur: Hayat bir yolculuktur, içindeki sese kulak ver, evren sana yardım eder,… Daha fazlasını okuyun: SİMYACI~ - Tanrı 3.0Tanrı Ahlaksal Bir Varlık mıdır? Merhaba. Bugün Tanrı hakkında konuştuğum serinin 3. yazısındasın. İlk 2 yazı için Tanrı ve Tanrı 2.0 başlıklı yazılarıma bakabilirsin. Bugün, Tanrı hakkında konuşulamayanı konuşmaya niyetliyim. Farkındayım, bu biraz paradoksal bir cümle oldu ama zaten Kierkegaard’ın dediği gibi, felsefeden paradoksu çıkardığınızda geriye sadece sıkıcı bir akademik çöl kalıyor. Ve biz o… Daha fazlasını okuyun: Tanrı 3.0
- Absürt
Hayatın sabahları tekrara açılan bir kapısı vardır. Dişlerini fırçalar, çayını içersin; işe gitmek için yola koyulursun. Her sabah aynı kaldırım taşlarına basarsın, aynı trafik ışıklarının önünde durursun, aynı yüzleri selamlar, aynı sokaklardan geçersin. Günler birbirinin gölgesi gibi akar gider ve bir gün, o döngünün ortasında bir an durursun. Her şey, yıllardır hiç değişmeyen bir senfoni… Daha fazlasını okuyun: Absürt - Hayatın Anlamı Üzerine Bir Sorgulama 1Merhaba İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı, yine de yaşamaya değer miydi? Bu soru çoğu insan için bir felsefi merak olmaktan öteye gitmezken, Leo Tolstoy için ölüm kalım meselesine dönüşmüştü. ‘Neden yaşamalıyım?’ diye soruyordu Tolstoy, tüm yazın dünyasının tanıdığı büyük Rus yazar. Bir zamanlar savaş meydanlarında, aristokrat salonlarında, geniş malikânelerinde hayatın… Daha fazlasını okuyun: Hayatın Anlamı Üzerine Bir Sorgulama 1
- LİBERALMerhabalar, Biliyor musunuz, uzun zamandır en mutlu olduğum anlar, üzerinde emek verdiğim, her satırını ince ince dokuduğum yazılarımı bitirdiğim zamanlar oldu. Öyle bir his ki, sanki zihnimde dağınık duran düşünceler birer birer yerine oturuyor, kelimeler kağıda dökülürken her şey biraz daha anlam kazanıyor. Bugün yine o günlerden biri… Uzun zamandır üzerine düşündüğüm, araştırdığım, taslağını kafamda… Daha fazlasını okuyun: LİBERAL
- Pop Yıldızı Madonna Değil Kürk Mayolu(!) MadonnaÖnce Küçük Bir Teşekkür, Sonra Küçük Bir İtiraf Merhaba. Yazıya geçmeden önce kısa bir muhabbet edelim istedim. Hani birinin evine girince önce bir çay içer, hal hatır sorarsın ya… Heh işte, o hesap. Yaklaşık bir aydır bu site bana benim için hatırı sayılır denebilecek kadar para kazandırmaya başladı. Evet, yanlış duymadın. Sen buraya gelip yazılarımı… Daha fazlasını okuyun: Pop Yıldızı Madonna Değil Kürk Mayolu(!) Madonna
- Hayatın Gerçekleri (Bana Göre)
Bu yazıda hayatı nasıl yaşadığımı değil, hayatı nasıl gördüğümü anlatıyorum.Çünkü görmekle uygulamak aynı şey değil.Hayatı böyle görüyorum, ama her zaman böyle yaşayabildiğimi söyleyemem.Uygulamak, çoğu zaman daha fazla irade isteyen, daha zor bir iş. Yazının içinde; insanın yalnızlığı, empati kurma çabası, doğuştan gelen bencillik, bencilliğin dünyadaki yıkıcı etkileri, savaşlar ve masum acılar, Tanrı inancı üzerine görüşlerim,… Daha fazlasını okuyun: Hayatın Gerçekleri (Bana Göre) - milliyetçilik
Bir Bayrağın Gölgesinde Kapanan Gözler Bir sahne hayal et. Siyah-beyaz ekran. Rüzgârda dalgalanan bir bayrak. Fon müziği sert: bir marş. Kamera, yukarıdan aşağıya doğru ağır ağır kayar, ve o bayrağın altında sıra sıra dizilmiş insanları gösterir. Hepsi aynı yöne bakıyor. Hepsi aynı ritimde yürüyor. Hepsi aynı şeyi söylüyor. Duygusal bir an bu. Kalbin bile hızlanıyor,… Daha fazlasını okuyun: milliyetçilik - SOKRATES’İN ÖLÜMSÜZ SAVUNMASI“Artık ayrılma vakti geldi, yolumuza gidelim – ben ölmeye, siz yaşamaya. Hangisi daha iyi, yalnız Tanrı bilir.” Sokrates’in Savunması: Zamanları Aşan Bir Ses Hayal edin: M.Ö. 399 yılının bir bahar günü Atina’dasınız. Şehrin mahkeme meydanında toplanmış yüzlerce yurttaşın uğultusu kulaklarınızda. Ortam gergin ama meraklı; birazdan ünlü filozof Sokrates’in davası sonuçlanacak. Kalabalığın arasında güç bela ilerleyip… Daha fazlasını okuyun: SOKRATES’İN ÖLÜMSÜZ SAVUNMASI
- Geçiyor Zaman Nedenini BilmedenBu blog’u açalı yaklaşık 9 yıl oldu. Dile kolay. 9 yıl boyunca yazıp duruyorsun ama hâlâ aynı yerdeysen, zaman seni değiştirmedi mi, sen mi zamanı yanlış yaşadın, bilemiyorsun. Şunu fark ettim: zaman dediğimiz şey bazen bir ilerleyiş değil, sadece bir tekrarlar zinciri. Ve bazen sadece kendini tekrar ediyorsun. Hep aynı boşluk, hep aynı sorular, hep… Daha fazlasını okuyun: Geçiyor Zaman Nedenini Bilmeden
- V for Vendetta
Selamlar.Nasılsınız, iyi misiniz? Umarım hayat, size en azından gün boyu başınızı yastığa rahat koyacak kadar huzur veriyordur. Çünkü bazen sadece bu kadarı bile yeterli geliyor insana. Beni soracak olursanız… eh işte. Ne çok kötü ne de çok iyi. O arada bir yerdeyim. Hani bazı günler vardır, ruhunla bedenin birbirine yabancı gibidir. İçin gitmek ister ama… Daha fazlasını okuyun: V for Vendetta - Fight ClubGeçen sabah saat 8. İşten çıkalı çok olmamıştı. Gözüm uykusuzluktan kan çanağı değil , bedenim yorgun ama zihnim garip bir şekilde ayık. Eve geldim, üstümdeki kıyafetlerle kendimi yatağa attım. Günü geçiştirmeye çalışırken, birden Fight Club’ı açtım. Yıllar önce izlemiştim, ama nedense bu sefer başka bir gözle izlemek istedim. Belki de artık bazı şeylerin gerçek yüzünü… Daha fazlasını okuyun: Fight Club
- Tanrı 2.0İlk yazıda “Tanrıdan Sonra Kim Kaldı?” diye sormuştuk ve Tanrı’nın çekildiği tahtı bireyin devralışını, sonra o bireyin de altının nasıl oyulduğunu konuşmuştuk. Din, doğa, anlam ve değer kavramları üzerinden yürümüştük. İlk yazıyı okumak için : https://neohermosta.blog/2025/04/09/tanridan-sonra-kim-kaldi-birey-din-ve-anlam-uzerine/ Tanrı Tahtı Bıraktıysa, Birey Nereye Oturacak? Bir insanın Tanrı’dan vazgeçmesi kolay değildir. Ama bazen daha zoru, Tanrı’dan arta kalan… Daha fazlasını okuyun: Tanrı 2.0
- Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam ÜzerineTanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine Nasreddin Hoca göle maya çalmış. “Tutmaz ki” demişler. “Ya tutarsa” demiş. Bireycilik üzerine konuşmak da biraz buna benziyor. İnsanlık tarihi boyunca ya Tanrıya, ya topluma, ya da düzene bel bağlamış bir varlık türünden bahsediyoruz. Şimdi kalkıp da “ya insan kendi başına bir değer olabilir mi?” diye… Daha fazlasını okuyun: Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine
- Ahh
Merhaba dostlar,Bugün size sakinliğin içinden yazıyorum. Huzur var… Ama bir yanımda usulca oturan o tanıdık hüzün de. İçimde çokça sessizlik, azıcık özlem, biraz da kendimi bulamama hâli. Bu yazı, o hâlin kalemle buluşmuş hali.Böyle zamanlarda yazdığım şeyleri, normal ruh hâlime döndüğümde tekrar okuyunca genelde şöyle diyorum: “Keşke yazmasaymışım.”Sanki bu romantik, duygusal ruh hâli bana ait… Daha fazlasını okuyun: Ahh - Ulusların DüşüşüMerhaba , Bazen olur ya hani… Elinde çayın, camın kenarına yaslanmışsın, dışarıda usul usul bir rüzgâr esiyor, içinden de bir şeyleri çözmeye çalışmak geçiyor. Dünya çok büyük, biz çok küçükmüşüz gibi hissediyorsun. İşte ben de bir akşam öyle otururken, aklıma o hepimizin zaman zaman sorduğu o koca soru geldi: “Neden bazı ülkeler bu kadar zengin… Daha fazlasını okuyun: Ulusların Düşüşü
- Refleksif BilinçNot:Bu yazıyı son paylaştığım yazılarda olduğu gibi uzun zaman önce yazmıştım.Bugün sohbet arasında bir arkadaşıma şöyle sordum:“Sence insanla hayvan arasındaki en büyük fark ne?”Bir tane biyoloji okuyan arkadaşım hariç, bugüne kadar bu soruyu sorduğum herkes aynı cevabı verdi: Akıl.Evet… İlk bakışta kulağa doğru gibi geliyor. Ama değil.Çünkü mesele sadece düşünmek değil, düşündüğünü de düşünebilmek.Yani o… Daha fazlasını okuyun: Refleksif Bilinç
- İki Şehrin Hikayesi
Bugün 7 Ocak 2025. Havanın griliğiyle, içimden bir şey yapmak gelmeyen bir gün daha. Aslında çok da önemli değil. Şöyle yazayım, bugün bana dokunan tek şey, Charles Dickens’ın “İki Şehrin Hikayesi” kitabı oldu. Evet, tam olarak o. Yani bazı günler olur ya, hayat biraz flu, biraz gri, ama bir yerden bir roman girer araya. (Yani… Daha fazlasını okuyun: İki Şehrin Hikayesi - SOLCULUK!
Solculuk: Romantizmin Politikaya Karışmış Hali Solculuk… Ne güzel bir kelime aslında (bana göre). İlk duyduğunda insana umut veriyor, merhamet çağrıştırıyor. Ezilenin yanında, yoksulun sesi, sömürülene omuz… Yani kulağa gayet vicdanlı geliyor. Belki bu yüzden bir zamanlar hepimiz bir parça solcuyduk. En azından kalben. Çünkü solculuk ilk bakışta iyiliği temsil ediyor gibi duruyor. Ama işte dostum,… Daha fazlasını okuyun: SOLCULUK! - “Bir Halk, Bir Ağaç, Bir Anahtar: Filistin’in Hikâyesi
Önsöz: Bu Yazının Neden Yazıldığını Bilmenizi İsterim Filistin meselesi, çoğu zaman duygular üzerinden konuşulan, tartışılan, anlatılan bir konu oldu. Ve çoğu zaman, haklı olarak öyle oldu. Çünkü kayıplar büyük, acılar derin. Ama ben, bu yazıyı kaleme alırken, duygularımı olabildiğince bir kenara koymaya karar verdim. Amacım, bir duygu yazısı yazmak değildi. Burada kişisel bir öfkenin, ya… Daha fazlasını okuyun: “Bir Halk, Bir Ağaç, Bir Anahtar: Filistin’in Hikâyesi - Sonrası yokmuş gibi kısa bir roman: MUZ CUMHURİYETİBir Muz Cumhuriyeti Romanı I. Bölüm: Kartaş’a Uzak Notlar Bazen insan, sesini duymak ister. Kendi sesini. Konuşmadığı için, uzun süre suskun kaldığı için, sustuğuna bile inanmak zor gelir. Sonra bir gün, bir şey olur. Çok şey olmaz, bir şey yeter. Ve o an, insan tekrar konuşmaya mecbur kalır.Ben de öyle yaptım.Uzun zamandır siyasetten, tartışmalardan, kalabalıklardan… Daha fazlasını okuyun: Sonrası yokmuş gibi kısa bir roman: MUZ CUMHURİYETİ
- Memento Mori: Bugün Ölebilirsin DostumMemento Mori: Bugün Ölebilirsin Dostum! Selam arkadaşlar,Bugün sizinle biraz dertleşmek istiyorum.Hayatı konuşalım, ölümü de…Biraz hafif, biraz ağır… Liseyi hatırlıyorum.O zamanlar insan her şeyi dünyanın en büyük meselesi sanıyor ya…Ben de öyleydim işte.Bir meseleye fena kafayı takmışım.Şimdi dönüp baktığımda, gerçekten “mesele” bile değilmiş aslında.Ama o zaman işin içindesin ya, sanki dünya batıyor.Bir arkadaşım vardı, hâlâ görüşürüz.O… Daha fazlasını okuyun: Memento Mori: Bugün Ölebilirsin Dostum
- BENCEAynı Gökyüzü, Ayrı Dünyalar Gözümüzü açtığımız andan itibaren aynı yeryüzünde dolaştığımızı sanıyoruz. Aynı havayı soluyor, aynı bulutlara bakıyoruz sanki. Aynı şehri, aynı yolu, aynı insanları görüyoruz… Ama bir durup düşününce insan şunu fark ediyor: Görünenin ötesinde, herkes kendi ayrı dünyasında yaşıyor. Bunu sadece romantik bir benzetme olsun diye söylemiyorum. Gerçek anlamda böyle. Bizim baktığımız dünya… Daha fazlasını okuyun: BENCE
- Süper Zombilere MektupSÜPER ZOMBİLERE MEKTUP Merhaba sevgili dostlarım Aslında bu yazıya nasıl başlanır, emin değilim.Bazen insanın aklında bir şeyler dolaşır, bir şeyler görür onları anlatmak ister ama nereden tutacağını bilemez ya… Öyle bir hâlde yazıyorum şimdi.Ama madem geldin, birlikte biraz düşünebiliriz belki.Dünyaya, kendimize, yaptıklarımıza şöyle hafifçe dışarıdan bakmayı deneyebiliriz. Zor bir şey değil.Sadece… biraz durmak yeter.Ve belki,… Daha fazlasını okuyun: Süper Zombilere Mektup
Metaetik 4 : Tanrı Yoksa Ahlak Ne Üzerine Kurulur?

Tanrı Yoksa Ahlak Ne Üzerine Kurulur
Bu seriyi yazmaya başladığımda, her gün bir yazı yazacağımı söylemiştim.
Ama ne yazık ki, son iki üç gündür iş hayatı biraz yoğundu.
Biraz yorgunluk, biraz da hayatın beklenmedik yükleri… derken aksattım.
Yani yine hedefi tutturamadık.
Ama yapacak bir şey yok.
Yazmak bir ritim işi ama bazen o ritmi dışarıdan bir ses bozabiliyor.
Bugün kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Yazıya geçmeden önce küçük bir açıklama yapmak istiyorum.
Benim önceki yazılarımı okuyanlar bilir; Tanrı inancı konusunda kesin fikirlere sahip değilim.
Tanrının varlığına dair kesin bir “evet”im de yok, kesin bir “hayır”ım da yok.
Yani biraz da agnostik sayılırım.
Ama yine de şunu açıkça söyleyebilirim:
İyilik ve kötülüğün varlığı bana Tanrı fikriyle kbirlikte anlamlı geliyor.
Bu bir inanç cümlesi değil belki, ama bir düşünsel sezgi.
Tanrı olmasaydı, “şu iyi, bu kötü” gibi ifadelerin neye dayanacağını bilemiyorum.
Yani iyiyle kötünün temeli, bana göre, Tanrı’nın olup olmamasıyla doğrudan ilişkili.
Ve evet — Tanrı varsa, iyiliği ve kötülüğü o belirlemiştir.
O zaman bu değerler tartışılamaz.
Ama Tanrı yoksa… işte bugünkü yazı tam da bu ihtimali ele alıyor.
Geçtiğimiz üç yazıda hep aynı şeyi konuştuk aslında:
Ahlak dediğimiz şey evrende gerçekten var mı?
Yoksa bizim uydurduğumuz, icat ettiğimiz bir dil mi?
Bu yazıda bir adım daha ileri gidiyoruz:
Eğer Tanrı yoksa — yani iyilik ve kötülük gökten inmediyse —
o zaman biz neyin doğru, neyin yanlış olduğuna neye göre karar vereceğiz?
Yani bu bir “var mı yok mu” sorusu değil artık.
Bu bir “yoksa ne yapacağız?” sorusu.
Ve işin rengi burada değişiyor.
Tanrısız bir evrende “iyi” ve “kötü” gibi kavramlar kullanmak kolay değil.
Çünkü evrenin kendisi tarafsız.
Bir ağacın kuruması ile bir çocuğun ölmesi arasında doğanın gözünde hiçbir fark yok.
Ama insan olarak biz, bu farkı yaratıyoruz.
Peki hangi temele dayanarak?
Burada bazı filozoflar diyor ki:
“Tanrı yoksa da, insanlar kendi aralarında ahlaki bir sistem kurabilir.”
Bu yaklaşımı en net ifade eden düşünürlerden biri: Jean-Paul Sartre.
Diyor ki:
“Tanrı yoksa, insan kendi değerlerini kendisi yaratmak zorundadır.”
Yani eğer gökten bir emir gelmiyorsa,
ahlak “verilmiş” değil, inşa edilmiş bir şeydir.
Ve o inşa süreci de bireyin kendisiyle başlar.
Sartre’a göre insan önce var olur, sonra kendini tanımlar.
Bir özle, bir görevle doğmayız.
Yaptığımız her seçim, kim olduğumuzu belirler.
Ve dolayısıyla ahlaki değerlerimiz de, o seçimlerin sonucudur.
Bu kulağa özgürlük gibi geliyor.
Ama aynı zamanda korkutucu.
Çünkü bir noktadan sonra kimse sana ne yapman gerektiğini söylemiyor.
Vicdanını da sen kuruyorsun.
Doğruyu da, yanlışı da sen şekillendiriyorsun.
Ama ya herkes kendi doğrusunu kurarsa?
Naziler de kendi değer sistemlerine inanıyordu.
Bir tarikat da kendi ahlakına göre yaşıyor olabilir.
Peki biz neye göre yargılıyoruz?
Sartre bu soruya şöyle cevap verir:
“Bir eylemin evrensel olarak geçerli olabilmesi için, onun herkes tarafından uygulanabilir olması gerekir.”
Yani, sen bir davranışta bulunduğunda,
tüm insanlığa aynı davranışı önermeye hazır olmalısın.
Bu, ahlakın evrenselleştirilebilirlik kriteridir.
Ama bu da yeterli olmayabilir.
Çünkü bazı insanlar bu sorumluluğu istemez.
Ve herkes “evrensel” düşünmez.
İşte tam bu noktada ben tekrar kendi fikrime dönüyorum.
Ahlakı birey üzerine kurmak mümkün olabilir…
Ama zor.
Ve ne kadar zorlarsam zorlayayım,
bir noktada içimden hâlâ şu cümle geçiyor:
“Bunları belirleyen biri olmalıydı.”
“İyilik sadece bana göre iyi olmamalıydı.”
“Bazı şeyler, sadece iyi oldukları için iyi olmalıydı.”
Bunları kuracak biri gerekiyordu.
Ve o biri insan değil.
Yani evet, düşünce olarak Tanrısız bir ahlak sistemi kurulabilir mi diye okuyor, araştırıyor, anlamaya çalışıyorum.
Ama duygusal, sezgisel ve belki de felsefi bir eğilim olarak hep şunu düşünüyorum:
“İyilik ve kötülüğün gerçek olması için, onların Tanrı tarafından konmuş olması gerekir.”
Çünkü o yoksa, sadece birbirimize bakıp,
“benim doğrum bu, senin doğrun şu” demekten başka bir seçeneğimiz kalmıyor.
Metaetik 3
İyilik Diye Bir Şey Var mı Gerçekten?
Bu yazıda anlatacağım şeyleri savunduğumu söyleyemem.
Zaten bu konularda net fikirlerim de yok.
Felsefeyi çok seviyorum ama üretme kısmında değilim — sadece tüketiyor ve anlamaya çalışıyorum.
Birileri çıkıp hayata dair ilginç tezler ortaya koyuyor, ben de oturup dinliyorum.
Ve bazen sadece şunu merak ediyorum:
“Acaba ne diyor bu adam?”
İşte bu yazı da öyle bir okumanın sonucu.
Bahsedeceğim kişi: J.L. Mackie.
Bahsettiği şey: Ahlak diye bir şeyin aslında var olmadığı.
Kitabın adı: Ethics: Inventing Right and Wrong.
Yazıya başlamadan önce şunu da açıkça söyleyeyim:
Ben, iyilik ve kötülüğün ancak Allah tarafından temellendirilebileceğine inanıyorum.
Eğer ki bir yaratıcı “şu iyidir, şu kötüdür” demezse, geriye tartışılabilir hiçbir şey kalmaz.
Çünkü bütün anlam da, yön de, sınır da onun iradesiyle vardır.
İyilik ve kötülük de, yaratılış gibi, ona aittir.
Ve bu yüzden, o söylediyse tartışılamaz.
Zaten “iyi” ve “kötü”nün ne olduğunu ancak onları yaratan bilebilir.
Ama bu inancıma rağmen, bazı düşünürlerin söylediklerini tarafsızca anlamaya çalışıyorum.
Çünkü anlamak, katılmaktan farklıdır.
Ve bazen “yanlış” bir fikri anlamak bile zihni besler.
Mackie’ye göre, biz insanlar bazı şeylerin “doğal olarak” iyi ya da kötü olduğuna inanıyoruz.
Örneğin:
• Yalan kötüdür.
• Yardım etmek iyidir.
• İşkence her zaman yanlıştır.
Bunu evrensel bir gerçek gibi düşünüyoruz.
Sanki fizik yasası gibi.
Ama Mackie burada dur diyor.
Ve şunu soruyor:
“Bu değerler, gerçekten dış dünyada var mı? Yoksa sadece bizim hissettiklerimizin isimlendirilmiş hali mi?”
Bu soru çok basit gibi görünüyor ama ciddiye alındığında altından kalkmak zor.
Şöyle düşün:
Bir yıldız, sen ona yıldız desen de demesen de vardır.
Ama bir davranışın “iyi” oluşu, sen onu öyle adlandırmadıkça var olmuyor.
Hiçbir bilinçli canlı olmasa, yıldız hâlâ gökte parlıyor olurdu.
Ama “iyilik”?
Orada hâlâ var olur muydu?
Mackie’ye göre cevap net: Hayır.
Çünkü “iyi” dediğimiz şey, bizim belli duygusal tepkilerimizin ve toplumsal alışkanlıklarımızın sonucudur.
Yani iyilik dışarıda keşfedilen bir şey değil, içeride icat edilen bir şeydir.
Buradan sonra Mackie ikinci ve daha iddialı bir şey söylüyor:
“Eğer ahlaki değerler nesnel değilse, o zaman onlara mutlak bir haklılık atfetmemeliyiz.”
Bu, “her şey mübah” demek değil.
Ama şunu fark etmemizi istiyor:
Bir davranışı kınarken, onu “doğal olarak kötü” sandığımız için değil, onu öyle görmek istediğimiz için kınıyoruz.
Yani ahlak, içimizde var — ama evrende değil.
Bunun farkına varmak, bize belki daha dürüst bir bakış kazandırabilir.
Buraya kadar teorikti.
Ama işin içine insan girince bu düşünce kolay taşınmıyor.
Diyelim birini seviyorsun.
Ama artık ona karşı aynı duyguları hissetmiyorsun.
Bunu ona dürüstçe söylemeli misin?
Söylersen kırılacak.
Saklarsan yalan söylemiş olacaksın.
İki seçenek de içinde bir şeyleri incitiyor.
Peki hangisi “iyi”?
Mackie’ye göre bu sorunun objektif bir cevabı yok.
Sadece senin hislerine, değer yargılarına, yetişme tarzına, o günkü ruh haline göre bir karar vereceksin.
Ama bu karar “evrensel olarak doğru” olmayacak.
O sadece senin tercihin olacak.
Bu düşünce bana hem rahatlatıcı geliyor hem de tedirgin edici.
Rahatlatıcı, çünkü kimsenin elinde “tek doğru” diye bir sopa yok.
Tedirgin edici, çünkü bir şeyin doğru olduğuna güvenemiyorsun.
Vicdan dediğimiz şey bile belki sadece geçmiş alışkanlıklarımızın sesi.
Ama Mackie diyor ki, bu aslında bir özgürlük olabilir.
Eğer iyiliği Tanrı yazmadıysa, akıl dayatmadıysa, toplum bastırmadıysa…
onu biz kurarız.
İyilik, bizim elimizdedir.
Ve bu, iyi bir haber olabilir — diyor o.
Ben bu düşünceleri kesin olarak benimsiyor muyum?
Hayır.
Çünkü bana göre iyilik ve kötülüğün anlamı, kaynağı, yönü Allah’tan gelir.
O söylediyse doğrudur.
O yasakladıysa yanlıştır.
Ve bu yüzden evrenseldir, tartışılamaz.
Ama bu inanç, felsefi görüşleri hiç dinlememek anlamına gelmiyor.
Tersine, onları dinledikçe kendi inancımı da daha iyi anlıyorum.
Ve bazen “yanlış” bir fikri anlamak bile zihni kuvvetlendiriyor.
Son söz?
İyilik belki gökten inmedi, diyor Mackie.
Ama ben diyorum ki:
İyilik gökten inmediği bir dünyada, zaten anlamı da kalmazdı.
Metaetik 2
Görevi Sana Kim Verdi?
Bazı şeyleri yapmadığında kötü hissediyorsun.
Birini kırıyorsun mesela, sesin yükseliyor… sonra sessizlik geliyor. İçinde bir yer “yapmamalıydın” diyor.
Biri seni çok seviyor, ama sen aynı duyguda değilsin.
Uzaklaşıyorsun. Sonra kendi kendine soruyorsun: “Onu incitmemek benim görevim miydi?”
Biri sana çok yanlış yapıyor, affetmek istemiyorsun.
Ama bir ses yine geliyor: “İyilik senin sorumluluğun.”
Bu ses nereden geliyor?
Kim koydu bu kuralları?
Ve neden içimizde bu kadar güçlüler?
James Rachels’in The Elements of Moral Philosophy kitabı bu soruya çok farklı açılardan bakıyor. Bu yazı, onun açtığı yoldan ilerleyerek kendi duygularımla yazılmış bir düşünce yürüyüşü.
Rachels üç büyük teoriye bakıyor:
Tanrı’nın emrettiği görev,
Akıl yoluyla ulaşılmış görev,
Toplumun birlikte oluşturduğu görev.
Üçü de tanıdık. Ama üçü de eksik.
Bu yazıda sana bunu anlatacağım.
Hem kitaptaki fikirleri aktaracağım, hem de sevgi, vicdan, insan olmak gibi şeylere dokunacağım. Çünkü görev duygusu dediğimiz şey, sadece soyut felsefe değil.
Bayağı bildiğin; aşk, öfke, suçluluk ve özlem gibi duyguların içinden geçiyor.
Başlayalım.
Diyelim ki seni çok seven biri var. Gerçekten, karşılıksız seven.
Senin için şiirler yazıyor, düşüncelerine saygı duyuyor, iyi biri.
Ama sen aynı duyguda değilsin. Uzaklaşmak istiyorsun.
Ve şunu düşünüyorsun: “Ona dürüstçe söylemem gerekir mi?”
İşte bu bir görev sorusu.
Dürüstlük bir erdem midir? Evet.
Ama kimseye borcun yoksa neden dürüst olmak zorundasın?
Burada devreye “ahlaki görev” giriyor.
Bir şeyi yapmak iyi olabilir. Ama yapmak zorunda mıyım?
Bu soru Rachels’in kitabının temelinde yatıyor.
Rachels önce Tanrı’dan başlıyor.
Bazı insanlar diyor ki, “İyi olanı Tanrı emrettiği için yapmak zorundayız.”
Ama hemen o meşhur soru geliyor:
“Tanrı emrettiği için mi o şey iyidir, yoksa zaten iyi olduğu için mi Tanrı onu emreder?”
Eğer iyilik Tanrı’nın emrine bağlıysa, o zaman iyilik keyfi bir şeydir.
Tanrı bugün “affet” der, yarın “öldür” derse?
Eğer Tanrı zaten iyi olanı emrediyorsa, o zaman o “iyi” dediğimiz şey Tanrı’dan önce geliyor.
Ve biz yine başa dönüyoruz: O “iyi” neye dayanıyor?
Bu, Tanrı inancını dışlamaz. Ama “görev” dediğimiz şeyin kaynağını hâlâ açıklamaz.
İç sesimizin neden bu kadar güçlü olduğunu çözmemizi sağlamaz.
İkinci yol: Akıl.
Kant gibi düşün. Der ki:
“Akıl yoluyla bazı davranışların doğru olduğunu görebiliriz.”
Mesela yalan söylemek: Herkes yalan söylerse güven çöker.
Bu yüzden yalan söylemek ahlaki olarak yanlıştır.
Ama akıl her zaman yeterli değil.
Sevdiğin biri sana güvenini kaybettiğinde, akıl sana bir şey demiyor.
Orada çalışan şey, başka bir şey.
Mesela gece uyuyamıyorsun.
Onu kırdığın için, yalan söylediğin için, bir şeyi eksik yaptığın için.
Akıl bunu açıklayamıyor.
Çünkü akıl mantıklı olabilir ama… ahlak her zaman mantıklı değil.
Bazen mantıksız olanı yapmak, daha insani.
Bazen sevmek, affetmek, dürüst olmak — mantıksız ama doğru.
Görev, burada matematiğin ötesine geçiyor.
Üçüncü yol: Toplum.
Toplum içinde yaşamak için bazı kurallar koymuşuz:
Başkalarına zarar verme, sadık ol, yardım et.
Bunlar hep sözleşme gibi.
“Ben sana zarar vermem, sen de bana verme.”
İyi bir sistem gibi.
Ama çok çabuk bozulabiliyor.
Toplum bir gün “şiddet normaldir” derse?
Toplum bir gün “sevgi gereksizdir” derse?
O zaman ne olacak?
Toplumun bize verdiği görev, bazen çok kısa ömürlü.
Ve bazen yanlış da olabilir.
Peki o zaman görev duygusu nereden geliyor?
Belki de hiçbir dış kaynaktan gelmiyor.
Belki içimizde bir yere yazılmış.
Belki sevdiğimiz birini incitince içimiz burkuluyor çünkü biz o kişi olmak istemiyoruz.
Biri sana çok kötü davrandığında sen de onun gibi olmak istemiyorsun.
Biri seni affetmediğinde, sen affeden olmayı tercih ediyorsun.
Çünkü “ahlaki görev” bazen sadece şu demek oluyor:
“Ben kim olmak istiyorum?”
Bu kadar.
Rachels’in kitabı bana bunu düşündürdü:
Tanrı, akıl, toplum… hepsi bir şeyler söylüyor. Ama görev dediğimiz şeyin kökü çok daha sessiz bir yerde.
Kendine bir şey borçlu hissettiğin o yerde.
“Ben bu değilim” dediğin yerde.
Yani…
Görev, başkalarının koyduğu bir kural değil belki de.
Kendinle yaptığın bir anlaşma.
Birini sevmiyorsan dürüst olmak,
Seviyorsan zarar vermemek,
Yanlış yaptıysan özür dilemek…
Bunlar dışarıdan gelmiyor.
İçeriden geliyor.
Ve işte bu yüzden bu kadar güçlüler.
Metaetik 1
Bu seriye her gün 1 yazı eklemeyi amaçlıyorum uzun bir serüven olacak Bismillah diyerek Kirkego’nun enerjisiyle başlıyorum.
Metaetik 1
Ahlaki Değer Nedir ?
Bak şimdi, hayat dediğimiz şey bir sürü kararın, bir sürü tercih anının toplamı gibi. Sabah kahveni sade mi içeceğine karar vermenden tut, bir yabancıya yardım edip etmeme arasında gidip gelmene kadar her an bir şeyler seçiyoruz. Bu seçimlerin arkasında ise çoğu zaman fark etmesek de bir değer yargısı var. “Bu iyidir”, “bu daha doğrudur”, “şu yakışıksız olur” gibi iç seslerimiz, aslında bizim değer sistemimizin bir yansıması.
Ama dur, hemen kafanı kaşımaya başlama. Çünkü bu yazıda “iyi nedir, görev nedir, değer dediğimiz şey bizim uydurmamız mı yoksa keşfedilmesi gereken bir şey mi?” gibi sorulara eğileceğiz. Şöyle bir yavaş yavaş gidelim.
Üç Tane Yol Var: Uygulamalı, Normatif, Meta
Ahlak felsefesi dediğimiz şey aslında üç ayrı koldan yürüyen bir yol gibi düşün. Biri uygulamalı etik, yani “kürtaj doğru mu yanlış mı?”, “idam cezalandırma biçimi olabilir mi?” gibi güncel ve hararetli tartışmalarla ilgileniyor. Yani kavga gürültü orada.
İkincisi normatif etik. “Ne yapmalıyız? Neye göre doğruya karar vereceğiz?” sorularına cevap arıyor. “Haz iyidir” diyenler, “görev önemli” diyenler hep burada toplanıyor.
Ve sonuncusu, bizim bu yazıda konuşacağımız asıl mesele: metaetik. Yani bir adım geri çekilip “İyi dediğimiz şey gerçekten var mı? Varsa nasıl var? Görevi kim veriyor bize, Allah mı veriyor, biz mi veriyoruz, yoksa evrenin kendisi mi dayatıyor?” gibi daha temel, daha felsefenin içini oyan sorular.
Değer ve Görev: İki Kardeş Ama Aynı Değiller
Önce değerle görev arasındaki farkı iyi kavrayalım. “Ali iyi biridir.” Bu bir değer yargısıdır. Ama “Ali annesine bakmalı.” dersen, görev yargısına geçtin.
Değer: bir şeyin ne kadar önemli olduğuna dair inancımızdır. Görev: ne yapmamız gerektiğiyle ilgili yükümlülüktür. Ve bu ikisi bazen birlikte görünse de aslında her iyi şey bir görev değildir. Mesela diyelim ki ben gidip hiç tanımadığım birine böbreğimi verdim. Harika bir şey değil mi? Ama kimse bana “vermek zorundasın” diyemez. Çünkü bu bir görev değil, nafile bir kahramanlık.
İşte bu noktada şunu anlamaya başlıyoruz: değerle görev akraba olabilir ama aynı evde yaşamıyorlar.
Peki Nedir Bu “Objektif Değer” Muhabbeti?
Şimdi sıkı dur. “Objektif değer” dediğimiz şey, insanların ne düşündüğünden bağımsız olarak var olan değerdir. Yani tıpkı “4 kere 4 = 16” gibi. Sen beğen ya da beğenme, bu gerçek değişmez.
Diyelim ki barış, mutluluk, sevgi gibi şeyler… Bunlar herkes için iyi mi? Veya şöyle sorayım: Hiç kimse kalmasa, dünya boş kalsa, sevgi hâlâ değerli olur muydu?
Hah işte burası çetrefilli. Bazı filozoflar diyor ki, “değer” dediğin şey ancak bilinç varsa anlam kazanır. Çünkü ıslaklık gibi düşün, suyun kendi başına bir anlamı yok; senin teninle buluştuğu an hissedilen bir şey.
Yani “değer” dediğin şey de bir bakıma bilinçle temas ettiğinde ortaya çıkıyor. Eğer hiçbir zeki canlı kalmasa, evrende hâlâ değer olur mu? Olabilir. Ama bunu fark edecek kimse olmadıkça, bunun anlamı olur mu? O kısımlar flu.
İçsel – Dışsal – Nihai – Araçsal: Terimlerden Kafanı Sıyırmadan Açalım
Burada biraz teknik gibi görünen ama aslında çok gündelik bir ayrım var.
İçsel değer: Kendi başına iyi olan şey. Işığını kendi saçan Güneş gibi. Örneğin sağlık.
Dışsal değer: Başka bir şeyle ilişkisi nedeniyle değerli olan şey. Yani MR sonucu kağıdı, sadece senin sağlıklı olduğunu gösterdiği için değerli. Yoksa kâğıt yani.
Nihai değer: Sırf kendisi için istenen şey. Mutluluk gibi. “Neden?” sorusuna sonunda “çünkü mutluluk” diyorsun ya, işte orada bitti o zincir.
Araçsal değer: Nihai değere ulaşmak için kullandığın şey. Para, diploma, meslek… Hepsi birer araç.
Bu dört terim arasında çok net bir fark var. Ve bu farklar günlük hayatta da seçimlerimizi şekillendiriyor. Biriyle evlenmek, bir iş seçmek, bir ülkeye göç etmek… Hepsinde değer yargıların devrede.
Peki Kim Veriyor Bize Bu Görevleri?
En çetrefilli soru bu: “Ya bu görevleri kim veriyor bize?”
Tanrı mı? İnsan doğası mı? Toplum mu? Vicdan mı?
Deontologlar (görevci ahlakçılar) diyor ki, “görev önce gelir.” Yani sen doğru olanı yap, sonuç zaten iyi olur. Sonuççular (utiliteryanlar) diyor ki “sonuca bak, fayda getiren şey zaten doğrudur.” Burada bir tavuk-yumurta problemi var gibi. Ama ben diyorum ki, bu ikisini öncelemek çok da verimli bir tartışma değil. Çünkü ikisi de işin içinden çıkamıyor.
Daha önemli bir soru şu: Görev nereden çıkıyor? Ve neden boyun eğmek zorundayım?
Yani ahlak, tıpkı matematik gibi bizim “boyun eğmek zorunda olduğumuz” bir yasa mı? Yoksa biz mi yaratıyoruz bu yasaları, uymayı seçtiğimiz sürece mi anlamlılar?
Birlikte Bakalım: İnsanlık Beyannamesi Ne Diyor?
Bir örnek verelim: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi diyor ki “Tüm insanlar hak ve onur bakımından eşittir.” Bu bir değer önermesi.
Ardından diyor ki, “Birbirinize kardeşlik ruhuyla davranmalısınız.” Bu bir görev önermesi.
Şimdi burada herkes hemfikir gibi görünüyor. Ama “neden?” dediğin anda ortalık karışıyor. Neden eşitiz? Neden kardeşlik ruhu?
Birisi “çünkü Tanrı böyle istedi” diyor, öteki “çünkü insan doğası bunu gerektiriyor” diyor, bir başkası da “çünkü evrensel akıl bunu gerektiriyor” diyor.
Ama işte mesele de burada düğümleniyor. Çünkü temelsiz bir görev, temelsiz bir değer bir yerde yıkılmaya mahkum.
Son Bir Soru: Ahlaki Değerler Olmasaydı?
Şimdi varsayalım ki evrende hiçbir bilinçli varlık kalmadı. Ne insan, ne uzaylı… Hiçbir akıl, hiçbir hisseden zihin yok.
Bu durumda ahlaki değer var olmaya devam eder miydi?
İşte filozoflar burada ikiye ayrılıyor:
Kimisi diyor ki: “Değer vardır ama anlamı kalmaz.”
Diğerleri diyor ki: “Hayır, bilinç olmadan hiçbir değer yoktur.”
Sen hangisini düşünüyorsun bilmiyorum ama burada kendimize şu soruyu sormalıyız:
“Ben bir şeyi iyi olduğu için mi seviyorum, yoksa sevdiğim için mi iyi olduğunu sanıyorum?”
İşte bu fark, tüm ahlak tartışmasının temelini oluşturuyor. Ve işin en güzel tarafı şu: bu soruların kesin cevabı yok. Ama seni insan yapan şey, bu soruları sorma cesaretin.
İlk bölüm bu şekildeydi. Eğer sen de içten içe, bazı şeylerin “öylece doğru” olduğunu hissediyor ama nereden geldiğini bir türlü çözemiyorsan, doğru yerdesin. Sonraki yazılarda biraz daha derine dalacağız. Yani Tanrı meselesi, görev nereden gelir, değeri nasıl temellendiririz gibi… Şimdilik kendine bir kahve koy ve şu soruyu düşün:
“Eğer ben olmasaydım, iyilik hâlâ var olur muydu?”
Mail yada telegrama beklerim.
Son olarak, bana neden yorumları gizlediğimi soran dostlar oluyor. Nedeni şu: Küfürlü yorumlar ya da Google’ın hizmet politikasını ihlal eden içerikler nedeniyle sayfam birkaç kez “sarı dolar” uyarısı aldı ve hatta banlandı. Bu yüzden kazandığım paralar bazı dönemlerde ödenmedi. Ben de bu tür sorunların tekrar yaşanmaması için yorumları gizleme yoluna gittim. Sadece bir önlem yani 🙂
Öcalan Erdoğan Yakınlaşması

Öcalan Erdoğan İttifakı
Son günlerde siyaseti biraz daha yakından takip ettim.
Şaşırmadım. Sadece olan biteni dikkatlice izledim.
Eski okuyucularım bilir; eskiden siyaset üzerine sık sık yazardım. Uzun analizler, tutarlı argümanlar, bol referanslı yazılar…
Sonra sıkıldım. Çünkü bir yerden sonra fark ediyorsun: Bu ülkede siyaset sabit bir fikir değil, değişken bir mizah anlayışı gibi. Bugün komik olan yarın suç, dün suç olan bugün devlet politikası.
Birçok yazımda da “bu konuda son kez yazıyorum” demişliğim vardır. Ama tabii tanıyan bilir, bu “kararlılık” dediğimiz şey benim hayatımda pek uzun ömürlü bir tür değil.
Defalarca “artık şununla konuşmayacağım”, “bununla ilgilenmeyeceğim”, “şunu bir daha asla yapmayacağım” dedim.
Ve sonra?
Heveslerim, inatla beni ikna etti.
Neyse…
Konuya gelelim.
Bugün sahnemizde: HDP-MHP-AKP Koalisyonu.
Evet, yanlış duymadınız. O “bir araya gelmeleri imkânsız” denilen üçlü, aynı cümlede, aynı süreçte, aynı hedef için buluştu.
Hayat bazen tuhaf, ama Türkiye siyaseti hep öyle.
2015’i hatırlayanlar için tanıdık bir senaryo bu.
O zaman HDP barajı aşmıştı, Erdoğan’ın partisi ise tek başına iktidarı kaybetmişti. Ne oldu?
“Çözüm süreci rafa kalktı” denildi.
Sonra hendekler, şehir savaşları, coplar, tanklar, linçler, gazeteciler, akademisyenler derken yıllar süren bir cehennemden geçtik.
Ve bugün?
Aynı Erdoğan, “PKK silah bıraktı, AKP-MHP-DEM olarak bu süreci birlikte yürüteceğiz” diyor.
Hani bir söz vardır ya: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”
İşte o bile yetmiyor bu durumu tarif etmeye.
Çünkü mesele bir çelişki değil artık.
Mesele, ilke denen şeyin hiçbir zaman var olmamış olması.
Çünkü bu ülkede ilkeler, sadece kullanışlı oldukları sürece savunulurlar.
Oy getiriyorsa barışçısın. Oy götürüyorsa milliyetçi.
Gerekirse “Kürt kardeşlerimiz” derken, aynı cümlede “terörist seviciler” de çıkabilir ağzından.
Ve bu ülkenin hafızası öyle kısa ki…
Dün linç edilenle bugün aynı masada oturmak, artık tuhaf bir şey sayılmıyor.
MHP ne diyor bu işe?
Hiçbir şey.
Çünkü Bahçeli her konuda bir “önceki versiyonunu inkâr etme” becerisine sahip.
Bugünkü pozisyonu neyse, sanki hep öyleymiş gibi davranabiliyor.
Ve kimse de çıkıp “ama siz geçen yıl böyle demiştiniz?” demiyor.
Çünkü burada hafıza bir meziyet değil, yük.
Hatırlayanlar sadece mutsuz olur.
HDP ne diyor?
Yeni adı DEM Parti oldu ama refleksi aynı kaldı: “Biz sürecin içindeyiz.”
Bir yandan geçmişte yaşanan yıkımı unutma baskısı var üzerlerinde, diğer yandan bugünkü süreci kaçırmama telaşı.
Bir gün içeride, bir gün masada.
Bir gün “hain”, bir gün “partner”. Tabi ben bu masada oturdugu için onlara bir şey diyemem çünkü dem parti için akp ve MHP’yi kendisiyle pazarlık edecek duruma düşürmek büyük bir başarı.
Ve bu tabloyu izleyen milyonlar var.
Kimi alkışlıyor, kimi susuyor, kimi de artık hiçbir şey hissetmiyor.
Ben galiba üçüncüsüne yakınım.
Bu ülkeyi ciddiye alamıyorum artık.
Çünkü burada samimiyetin değil, zamanlamanın önemi var.
Çünkü burada ne söylediğin değil, ne zaman söylediğin önemli.
Barış mı?
Olabilir. Ama nasıl bir barış?
Kiminle? Ne pahasına? Ve ne kadar sürecek?
Kimse bilmiyor.
Çünkü burada süreçlerin ömrü, sandık tarihleriyle sınırlı.
Ve eğer geçmişten bir ders çıkarılacaksa o da şu olur:
Bu ülkede masalar kurulmaz, kurulur gibi yapılır.
Ve sonra bir gece, kimseye haber verilmeden devrilir.
Ben de bu yazıyla, yine “bir daha siyaset yazmam” diyebilirim.
Ama sen de biliyorsun, muhtemelen yine yazarım.
Çünkü insan bazı şeyleri değiştiremez.
Ama en azından, gülerken ciddi ciddi neyle dalga geçtiğini bilmek, iyi hissettiriyor.
Sonuç olarak görüşüm şudur. Erdoğan bu hamleyi azalan oylarını Kürt oylarıyla geri kazanmak için yaptı. Eğer bunun olmadığını görürse masayı yıkmaz masayı masadakilerle beraber yakar.