Squid Game 3. Sezon: Heyecandan Kopuşa Uzanan Bir Yolculuk”
Bu gece pek uykum yoktu.
Zihnim meşguldü, ama herhangi bir şeye odaklanacak gibi de değildi.
Tam böyle anlarda, insanın yaptığı şey bellidir:
Kendini bir diziye, bir filme ya da sonsuzca akan ekran ışığına bırakmak.
Ben de öyle yaptım.
Squid Game’in üçüncü sezonunu açtım.
Belki biraz dikkatimi dağıtır, belki kafamı oyalardı.
Aslında çok büyük bir beklentiyle başlamadım ama en azından bir hikâyenin içinde kaybolmayı tercih ettim.
Ve işte gece, bir anda sabaha dönüştü. Üçüncü sezonun tamamı bitti.
Ekran kapandı ama içimde kalanları bir yere bırakmak istedim. O yüzden şimdi bu satırlardayım.
İlk Sezon: Ekrana Kitlenmenin Diğer Adı
Squid Game’in ilk sezonunu izlediğimde zaman durmuş gibi hissetmiştim.
Konusu, görsel dili, karakterleri… hepsi bir araya gelip beni içine çekmişti.
Sıradan insanların, hayatta kalma oyunlarıyla sınandığı o atmosfer hem gerçekçi hem de sarsıcıydı.
Bir yandan kapitalizmin soğuk yüzünü gözümüze sokuyor, bir yandan karakterlerin iç dünyasında gezinmemize izin veriyordu.
Hani bazı yapımlar olur, çok net hatırlarsın ilk izlediğin anı…
İşte Squid Game de benim için öyleydi.
Sadece dizi izlemiyordum; bir dönemeçte gibiydim.
O sezon, birçokları için olduğu gibi benim için de etkileyici bir başlangıçtı.
İkinci Sezon: “Devam Ettirelim” Demekle Olmaz
Sonra ikinci sezon geldi.
Ve açıkçası, birinci sezondaki o saf enerjiden çok uzak bir yerdeydi.
Yeni karakterler, yeni oyunlar… ama eski duygular kayıptı.
Daha gürültülü, daha karmaşık ama daha az derin.
Bir şeyleri fazla açıklamaya çalışıyor gibiydi, ama asıl anlatması gereken şeyi unutmuştu sanki.
Yine de izledik.
Çünkü insan başlanan bir hikâyeyi yarım bırakmak istemiyor.
Üçüncü Sezon: İyi Niyetle Başladık, Yorularak Bitirdik
Ve bu gece izlediğim üçüncü sezon…
Aslında başlangıcı hiç fena değildi.
Görsel atmosfer korunmuştu, ritim de ilk birkaç bölümde iyi gidiyordu.
Ama ilerledikçe fark ettim: heyecan değil, alışkanlık izletiyor artık diziyi.
Yeni oyunlar vardı ama eskisi kadar zihin açıcı değildi.
Karakterler tanıdık kalıpların içine sıkışmış gibiydi.
Bazı dramatik sahneler vardı ama beni etkileyen çok az an oldu.
Sanki formül aynıydı ama içindeki malzeme eksilmişti.
Bir yandan “devam etsin” arzusu hissediliyordu yapımda,
ama diğer yandan “ne anlatacağız?” sorusunun tam cevabı bulunamamış gibiydi.
Peki Ya Bu Üçüncü Sezon Ne Dedi
Belki de dizinin en büyük sorunu, hikâyeyi büyütmeye çalışırken özünü küçültmesi oldu.
İlk sezondaki sade ama çarpıcı anlatım, yerini daha karmaşık ama daha etkisiz bir yapıma bırakmış.
Bir karakterin ölümü bile seni artık o kadar sarsmıyor çünkü onu zaten pek tanımamışsın.
Oyunlar büyük ama duygular küçük.
Ama şunu da teslim edelim:
Hâlâ izlenebilir.
Hâlâ bazı açılardan ilginç.
Ama heyecan değilse de, sadakat taşıyor diziyi.
Ben bu gece sabaha karşı bir diziyi değil, bir yolculuğun son virajını izledim sanki.
Başlayan, yükselen, sonra yavaş yavaş solan bir hikâyenin uzatmalı son perdesi.
Sonuç Yerine
Squid Game 3. sezon, kesinlikle izlenmez demem.
Ama ilk sezonun etkisini arıyorsan, biraz hayal kırıklığına uğrayabilirsin.
Dizi artık “oyunlar üzerinden hayatı sorgulamak” yerine, “bir sezon daha nasıl çıkarırız” sorusuyla ilerliyor gibi.
Ve bu da, her güzel şeyin biraz uzatıldığında nasıl yıpranabileceğini gösteriyor.
Ben bu gece sadece bir dizi izlemedim.
Biraz kafamı dağıttım, biraz zaman geçirdim.
Bazen insanın daha fazlasına da ihtiyacı olmuyor zaten.
Hepsi bu.
Gün: 2 Temmuz 2025
Bu gece uyuyamadım.
Bazen oluyor böyle. Uyku geliyor gibi yapıyor, göz kapaklarım ağırlaşıyor gibi oluyor, ama sonra gidiyor.
Bana dokunmadan, bana uğramadan başka birinin gecesine düşüyor sanki.
Ben kalıyorum. Yarı karanlık bir odada, yarım yamalak düşüncelerle…
Zamanın gece hali biraz acımasız.
Gündüz ne varsa susturuyor.
Geceleri insan kendine biraz fazla yakın oluyor galiba. Hatta fazla fazla.
Her şey sessizleşince, en gürültülü şey senin kafanın içi oluyor çünkü.
Ve bazen o ses, insanın uyuyamama nedeni değil sadece…
Uyanmak istememe sebebi de olabiliyor.
Bir şey düşünmüyorum bu gece.
Hayır, düşünmüyorum demem belki yanlış…
Düşüncelerimi cümleye çevirmeye üşeniyorum.
Sadece geçiyorlar içimden.
Bir trenin camından dışarı bakar gibi izliyorum hepsini.
Geçmiş, gelecek, pişmanlık, ne olacaklar…
Hiçbiri elimde değilmiş gibi.
Belki de hiç olmadı.
Sonra bir bakıyorum… sabah olmuş.
Uyanmamıştım ki, nasıl sabah oldu diye soruyorum kendime.
Ama oluyor işte.
Sabahlar geliyor.
Hayat, bizi beklemiyor.
Sen üzgünsün diye bir gün durmuyor.
Sen yalnızsın diye güneş biraz daha yavaş doğmuyor.
Sabahlar oluyor.
İstesen de, istemesen de.
Ve bu sabah da öyle.
Göz kapaklarım hiç kapanmadan yeni bir gün açıldı.
Ben hâlâ aynıyım.
Ama dünya değişti.
Sokakta kuşlar ötmeye başladı, çöp kamyonu geçti az önce.
Birileri işe gitti, birileri belki kavga etti, belki barıştı…
Hayat, benden bağımsız şekilde devam etti.
Ben ise sadece buradayım.
Uykusuz.
Ama uyanık da değil.
Hayatta.
Ama canlı değil gibi biraz.
Ne tam var, ne tam yok…
Ama buradayım işte.
Belki bu da bir şeydir.
Olmak.
Bir sabahı karşılamak.
Her şey darmadağınken bile nefes almaya devam etmek.
Kimse alkışlamayacak.
Kimse tebrik etmeyecek.
Ama sen biliyorsun.
Bu da bir tür cesaret midir?