Kötü Deneyimler: Düzensizliğin İçinde Yaşamak
Bazı şeyler önden haber vermez.
Mesela hayat.
Ne zaman nereden tekmeleyeceğini çoğu zaman önceden bildirmez.
Sen yolun düz gittiğini sanırsın ama asfalt bir anda biter.
Ve sen hâlâ yürümeye çalışırsın.
Ayakkabının altı parçalanır, dizin yere sürtünür, ama yine de anlamazsın:
“Yol değişti.”
İnsan, düzen hayal eder.
Bir şeyler belli bir şekilde ilerlesin, verdiğin emek sonuç versin, doğru kararlar iyi sonuçlar doğursun…
Ama dünya, lineer bir denklem değildir.
Hayat, “eğer çok çalışırsan başarırsın” diyen TED konuşmalarının yarattığı bir motivasyon evreni değil.
Burası, çaba gösterenin ezildiği, hak edenin sessiz kaldığı, çığırtkanın yükseldiği bir yer olabilir. Her zaman değil tabii ki.
Ve bu…
İşte bu, kötü deneyimdir.
Bir birey için, gerçekliğin en acımasız biçimde suratına çarpması.
Kötü deneyim, çoğu zaman bir hayalin su almasıdır.
Mesela okula başlarsın.
Sana “çalış, oku, başarılı ol” denmiştir.
Sen de okursun.
Sabahlara kadar sınavlara hazırlanırsın.
Sonra bir gün işe başvurursun.
Ve senden daha az bilgiye sahip biri, “dayısı” olduğu için alınıverir.
Sen ise CV’ni zarfa koyup posta kutusuna atarsın.
Kendinden bir parça da o zarfta kalır.
Bazen “etik” diye bir şeyin olmadığını anlarsın.
Yalancılar yükselir, dürüstler dışarıda kalır.
Kimse adil olmak zorunda değildir çünkü sistem zaten adil tasarlanmamıştır.
Ve bunu fark ettiğin gün…
İşte o gün, hayatının acı deneyimini yaşamışsındır: tabii bu küçük bir acı.
Gerçekle tanışmışsındır.
Bazı kötü deneyimler bir yerde takılıp kalmak gibidir.
Kariyerinde, çevrende, düşüncelerinde.
Çabalarsın, bir adım ilerleyemezsin.
Kimse açıkça “sen yetersizsin” demez ama sana da yer vermez.
Bir şey olmak istersin.
Ama sürekli birileri senden önce davranır, daha yüksek sesle bağırır, daha geniş yer kaplar.
Sen ise beklemeye alışırsın.
Ve yavaş yavaş, kendine “benim sıram hiç gelmeyecek galiba” demeye başlarsın.
Bu da kötü bir deneyimdir:
Özgüvenin yer çekimiyle tanışması. Tabii gerçekten özgüvensiz, başarısız bir insan da olabilirsin bunu göz ardı etme.
Bir de şu var:
Kimi deneyimler kötü değilmiş gibi başlar.
Hatta seni güçlü hissettirir.
Sorumluluk almaktır mesela.
Bir ailenin yükünü sırtlamak, bir topluluğun liderliğini üstlenmek, bir işe omuz vermek…
Ama zamanla o sorumluluk seni içten içe tüketmeye başlar.
Sen hâlâ başardığını sanırsın ama aslında içeriden çürüyorsundur.
Tükendiğini anlamak, genellikle çok geç olur.
Bir insanın içinden geçen en sessiz krizlerden biri de kendini gerçekleştirememe duygusudur.
Potansiyelinin olduğunu bilirsin.
Bir şeyler yapabilirim, dersin.
Ama hayat o potansiyeli açığa çıkarman için gereken zemini sunmaz.
Belki doğduğun yer, belki çevren, belki de içinde bulunduğun ekonomik sınıf seni sınırlar.
Hayallerin vardır ama gün sonunda faturaların ödenmesi gerekir.
Bu bir çelişkidir.
Ve bu çelişkiyle yaşamak, başlı başına bir kötü deneyimdir.
Sistematik kötü deneyimler vardır.
Günlük, sıradan ama biriktiğinde yıkıcı olan türden.
Patronun seni her sabah görmezden gelmesi.
Toplantıda fikrinin ciddiye alınmaması.
Sokakta birinin seni yok sayması.
Toplumun seni bir şeye indirgemesi: kadınsan “narin”, erkeksin “güçlü”, yaşlıysan “artık yavaş”, gençsen “bilgisiz”…
Tüm bu küçük deneyimler, birikir.
Ve bir gün kendine şunu sorarken bulursun:
“Ben neden bu kadar yorgunum?”
Bir başka tür kötü deneyim:
Zamanın kayıp hissi.
Bir şeyi yıllarca sürdürürsün.
Bir ilişki, bir iş, bir mücadele.
Ama sonra bir anda o şeyin boşluğunu fark edersin.
Gerçekten inanmadığını, sadece alışkanlıkla sürdürdüğünü.
Ve en kötüsü de şudur:
O yıllar geri gelmez.
Zaman, insanın elinden sessizce kaçan tek şeydir.
Ve sen sadece bakarsın.
Ne kadarını boşa harcadığını görmek, insanın kendine karşı yaşadığı en keskin ihanettir.
Başka biri değil.
Sen kendine yapmışsındır bunu.
Ve bununla yaşaman gerekir.
—
Ve elbette yalnızlık.
Ama “aşk yok” anlamında değil.
Daha derin bir yalnızlık.
Fikrinle yalnız kalmak.
Sorgulamanla yalnız olmak.
Hayatı herkes gibi yaşayamamak.
Neşeyle değil, ironiyle bakmak zorunda kalmak.
Çünkü sen, olan bitenin sahte olduğunu fark etmişsindir.
İnsanların neden gülümsediğini değil, neden gülümsemek zorunda kaldıklarını merak edersin artık.
İşte bu, entelektüel bir yalnızlıktır.
Ve bu da bir kötü deneyimdir, sadece daha soylu olanı.
—
Bazen de hiçbir şey olmaz.
Ve işte o “hiçbir şey”, başlı başına bir kötü deneyimdir.
Çünkü hayat dediğin şey, çoğu zaman sıradanlıkla insanı delirtir.
Bir şey olsun istersin.
Bir şey değişsin.
Ama her gün aynı ses, aynı yol, aynı hava, aynı sıkıntı.
Ve sen içinden çığlık atarsın:
“Bir şey olsun artık!”
Bu, insanın içindeki varoluş sancısıdır.
Ve hiçbir ilaç geçirmez.
—
Toparlayacak olursak (ki aslında toparlanacak bir şey de yok):
Kötü deneyimler, sadece aşk acısından ibaret değildir.
Bazen sistemin kendisi acıdır.
Bazen alışkanlıklar.
Bazen fark edemediğin dönüşümler.
Bazen senin bile tanımadığın o sessiz iç çöküşler.
Yani insanın “kırılma” dediği şey, çoğu zaman gürültüsüzdür.
Ve belki de tek yapabileceğimiz şey, şudur:
Kırıldığını unutma ama sürekli elini o kırığa götürme.
Bırak bazen kendi kendine iyileşsin.
Ya da iyileşmiyorsa da taşımayı öğren.
Yani demek istediğim hayat kısa ne olacak bir acıyı en fazla 50-60 yıl yaşarsın sonra zaten ölüp gidiyorsun. Ki zaten kimse bir acıyı 50 60 yıl taşımaz. Çok büyük zannettiğimiz acılar, üzüntüler bile bir iki ayda geçip gidiyor.
Bugünlük bu kadar görüşürüz.