Yazı kategorisi: Genel, ilk roman denemesi

KAYIP ŞEHİR

BİRİNCİ BÖLÜM – KÜLLERİN ALTINDAKİ HARİTA

Yağmur, taş döşeli sokağa eğik bir ritimle vuruyordu. Damlaların sesi, gecenin içine işleyen bir ilahi gibiydi — sanki gökyüzü bir şeyleri unutturmak için ağlıyor, taşlar ise bu unutkanlığa direniyordu.

Nero, başında yıpranmış pelerin, omuzlarında taşıdığı yılların ağırlığıyla, Doryan Limanı’nın en tenha hanına doğru yürüyordu. Her adımda dizindeki eski bir yara hafifçe sızlıyor, ama adamın yüzü hiç değişmiyordu. Sızılar onu artık kendine getirmiyor, aksine daha derine itiyordu. Acı onun yeni normaliydi.

Hanın adı silinmişti. Tabelası rüzgârda bir hayalet gibi sallanıyor, yalnızca “S” harfi kalmıştı yerinde. Kimse artık isim sormuyordu bu limanda. Burada insanlar, geçmişlerini sahile bırakır, unuttukları kadar yaşarlardı.
Ama Nero, unutmuyordu. Aksine, hafızasını kazıyarak diri tutuyordu. Çünkü unutanlar, ihanet ederdi. Kendine. Diğerlerine. Geçmişe.

Barın en köşesine oturdu. Loş ışıkta, duvarlardan sarkan örümcek ağları rüzgârla birlikte bir çeşit şiir yazıyordu boşluğa. Adamın önüne sessizce bir içki kondu. Göz ucuyla baktı barmene, tanıdık biri değildi. Zaten tanıdık kimse kalmamıştı. Ya ölmüşlerdi… Ya da hatırlanmak istememişlerdi.

Cebinden, kenarları yanık bir pusula çıkardı. Pusula kırık döküktü ama içinde hâlâ bir şey dönüyordu. İğnesi kuzeyi göstermiyordu; başka bir yön arıyordu sanki, geçmişle gelecek arasında bir çatlak varsa, o iğne oraya doğru titriyordu.

O sırada hanın kapısı açıldı. İçeri bir kadın girdi. Siyah bir pelerin giymişti, ama yürüyüşündeki ritim onun bir kaçak değil, bir arayıcı olduğunu söylüyordu. Ayak sesleri, Nero’nun içkisine karıştı. Kadın gözlerini yavaşça gezdirdi mekânda, sonra doğrudan Nero’nun oturduğu köşeye yöneldi.

Yanına oturmadı.
Karşısındaki masaya geçti, sırtını ona döndü ve “İçki değil, bilgi istiyorum,” dedi alçak bir sesle.
Barmen cevap vermedi. Kadın başını çevirdi, gözleri ilk kez Nero’yla kesişti. Gözlerinde tanıdık bir şey yoktu ama tuhaf biçimde tanıdık hissettiriyordu. Sanki çocukluğunda gördüğü bir düşü, yıllar sonra başka bir yüzle yeniden izliyordu adam.

“Senin adın Nero,” dedi kadın.
Adam gülümsedi. Yorgun bir gülümseyiş.
“Bir zamanlar öyle derlerdi,” dedi.
Kadın başını eğdi.
“Ben hâlâ öyle diyorum.”

O an han suskunlaştı. Yağmurun sesi daha da derinleşti, sanki gökyüzü onların konuşmasını duymak istemişti.
Kadın ayağa kalktı, pelerinini savurdu, masanın üstüne bir parşömen bıraktı. Parşömenin kenarlarında eski alfabeler, ortasında ise eksik bir çember vardı.

Nero gözlerini kısmıştı.
“Bu mümkün değil,” dedi.
Kadın yanıtladı: “Senin pusulanla birleşirse mümkün.”
“Bu harita… öldü zannediyordum. Yıllar önce kül oldu.”
Kadın fısıldadı:
“Bazı şeyler kül olmaz. Sadece bekler.”

Nero elini masaya koydu. Ellerindeki yara izleri hâlâ taze gibiydi.
“Adın ne?” diye sordu.
Kadın bir adım geri çekildi.
“Nova,” dedi. “Gölge Konsey’inin beni öldürmeye çalıştığı gece yeniden doğdum. O günden beri o adı kullanıyorum.”

Nero o ismi bir süre düşündü. “Nova” — yıldızların son dansıydı bu. Parlayarak ölenlerdi. Ölmeden önce en çok ışığı saçanlar.

“Peki neden ben?” dedi adam.
Kadın bakışlarını kaçırmadı.
“Çünkü sen o yangında tek sağ kalandın, Nero. Sen hayatta kalan değil, seçilen oldun. Ve şimdi birlikte yola çıkmamız gerekiyor. Yoksa onlar haritanın diğer parçalarını ele geçirecek. Ve zamanı sonsuza dek kendi lehlerine mühürleyecekler.”













İKİNCİ BÖLÜM – DORYAN: GÖLGELERİN KIYISINDA

Sabah, griydi.

Doryan Limanı’nda sabahlar güneşle doğmazdı. Burada ışık, gökyüzünün değil, hatıraların içinden sızardı.
Sis, denizden şehre doğru sürünerek gelir; çatılara, sokak lambalarına ve uyumamış ruhlara dokunarak yayılırdı. Sanki şehir, geceden tamamen çıkmayı istemezdi. Her sabah bir başka geceye benzerdi burada.

Nero, hanın odasındaki dar pencereden dışarı baktı.
Dışarıda balıkçılar ağı indiriyor, çocuklar uzaklarda martılara taş atıyordu. Ama hiçbir ses yoktu. Tüm şehir, sessiz bir rüya gibi yaşıyordu. Sadece soluyordu. Sadece bekliyordu.

Bu şehir, tıpkı Nero gibiydi.

Bir zamanlar bekçi üniforması giymişti. Gece nöbetlerinde kaleye çıkan gizli yolları, yeraltı mahzenlerini ve yasadışı geçişleri ezbere bilirdi. Gökyüzünün altında yemin etmişti. Ama yeminler, zamanla paslanır.
Ve bir gece, o büyük yangın çıktığında — şehir kırmızıya boyandığında — Nero sadece dumanla değil, inancıyla da boğulmuştu.
O gece bir çocuğun çığlığına koşmuş, bir kadının son nefesini tutmuştu. Ama asıl koruyamadığı, kendi içindeki o “inanma” duygusuydu.
O günden sonra, ne kılıç tuttu, ne dua etti. Sadece yürüdü.
Geçmişini sırtında taşıyarak.

“Güvenilir kimse kalmadı bu şehirde,” dedi kendi kendine.
Ama sonra aşağıdan gelen sesi duydu:
“Güvenilir kimse zaten yoktu, sadece yeterince dikkatli bakmamışsın.”

Nova’nın sesiydi bu.

Kadın çoktan uyanmış, hanın alt katındaki boş masalardan birine oturmuştu. Elinde küçük bir defter vardı.
Bir şeyler karalıyordu. Sanki kelimelerle geleceği çiziyordu.

Nero, kadının yanına indi. Sessizce oturdu.
Nova, göz ucuyla baktı.
“Bu şehir seni hâlâ ürkütüyor mu?”
Nero gülümsedi, “Hayır. Artık kendimi şehrin bir uzantısı gibi hissediyorum. Doryan soluk alırsa ben de alıyorum. Boğulursa ben de…”
Devamını getirmedi.

Nova defteri kapadı.
“Ben burada doğmadım. Ama burada sustum. Bu şehir bana ne zaman susmam gerektiğini öğretti.”
“Kim susturdu seni?”
“Konsey,” dedi. “Ve susmayan annem.”

Bir an ikisi de sustu.

Nova’nın hikâyesi, duvar arkasındaki çatlaklardan fışkıran bir sızı gibiydi.
Ailesi, Gölge Konsey’inin tarih sahnesinden silmek istediği son soydu.
Kadim dillerin koruyucusu bir ailenin çocuğuydu. Babası, yanan kitapları saklarken tutuklandı. Annesi, bilgelikle konuştuğu için susturuldu. Nova, ise o konuşulamayan geçmişin gölgesinde büyüdü.
Bir gece uyanmış, evi yanarken koşmuş, limana sığınmıştı.
Ve o günden sonra hiçbir eve sığınmadı.
Sadece iz sürdü.

Doryan Limanı onun için bir harabe değildi. Burası, ipuçlarının yattığı eski bir mezarlıktı. Ve mezarlar bazen konuşurdu.

“Doryan hep böyle miydi?” diye sordu Nero.
Nova içini çekti.
“Hayır. Eskiden bu limana ‘Altın Uyanış’ derlerdi. Doğudan gelen baharatlar, batıdan gelen şaraplar burada buluşurdu. Şarkılar söylenirdi. Şimdi sadece sessizlik satılıyor. Ve sis.”

Nero başını salladı.
“Biz de o sisin içinde yürüyen iki hayalet gibiyiz.”

Nova gözlerini kıstı.
“Hayır Nero. Biz o sisi delen iki izciyiz.
Ve şimdi yapmamız gereken şey… yürümek.”

Masaya eğildi, haritanın ilk parçasını açtı.
Üzerinde bir dağ çemberi, çevresinde şu cümle yazılıydı:
“Zaman, düşmüşlerin arasından geçer. Geçebilen kurtulur, kalanlar yok olur.”

Nero cebindeki pusulayı çıkardı.
Haritaya yaklaştırdı.
İğne, titremeye başladı.

“İşte bu,” dedi Nova.
“Yol başlıyor.”

Devam edecek…

Yorum bırakın