Bu seriye her gün 1 yazı eklemeyi amaçlıyorum uzun bir serüven olacak Bismillah diyerek Kirkego’nun enerjisiyle başlıyorum.
Metaetik 1
Ahlaki Değer Nedir ?
Bak şimdi, hayat dediğimiz şey bir sürü kararın, bir sürü tercih anının toplamı gibi. Sabah kahveni sade mi içeceğine karar vermenden tut, bir yabancıya yardım edip etmeme arasında gidip gelmene kadar her an bir şeyler seçiyoruz. Bu seçimlerin arkasında ise çoğu zaman fark etmesek de bir değer yargısı var. “Bu iyidir”, “bu daha doğrudur”, “şu yakışıksız olur” gibi iç seslerimiz, aslında bizim değer sistemimizin bir yansıması.
Ama dur, hemen kafanı kaşımaya başlama. Çünkü bu yazıda “iyi nedir, görev nedir, değer dediğimiz şey bizim uydurmamız mı yoksa keşfedilmesi gereken bir şey mi?” gibi sorulara eğileceğiz. Şöyle bir yavaş yavaş gidelim.
Üç Tane Yol Var: Uygulamalı, Normatif, Meta
Ahlak felsefesi dediğimiz şey aslında üç ayrı koldan yürüyen bir yol gibi düşün. Biri uygulamalı etik, yani “kürtaj doğru mu yanlış mı?”, “idam cezalandırma biçimi olabilir mi?” gibi güncel ve hararetli tartışmalarla ilgileniyor. Yani kavga gürültü orada.
İkincisi normatif etik. “Ne yapmalıyız? Neye göre doğruya karar vereceğiz?” sorularına cevap arıyor. “Haz iyidir” diyenler, “görev önemli” diyenler hep burada toplanıyor.
Ve sonuncusu, bizim bu yazıda konuşacağımız asıl mesele: metaetik. Yani bir adım geri çekilip “İyi dediğimiz şey gerçekten var mı? Varsa nasıl var? Görevi kim veriyor bize, Allah mı veriyor, biz mi veriyoruz, yoksa evrenin kendisi mi dayatıyor?” gibi daha temel, daha felsefenin içini oyan sorular.
Değer ve Görev: İki Kardeş Ama Aynı Değiller
Önce değerle görev arasındaki farkı iyi kavrayalım. “Ali iyi biridir.” Bu bir değer yargısıdır. Ama “Ali annesine bakmalı.” dersen, görev yargısına geçtin.
Değer: bir şeyin ne kadar önemli olduğuna dair inancımızdır. Görev: ne yapmamız gerektiğiyle ilgili yükümlülüktür. Ve bu ikisi bazen birlikte görünse de aslında her iyi şey bir görev değildir. Mesela diyelim ki ben gidip hiç tanımadığım birine böbreğimi verdim. Harika bir şey değil mi? Ama kimse bana “vermek zorundasın” diyemez. Çünkü bu bir görev değil, nafile bir kahramanlık.
İşte bu noktada şunu anlamaya başlıyoruz: değerle görev akraba olabilir ama aynı evde yaşamıyorlar.
Peki Nedir Bu “Objektif Değer” Muhabbeti?
Şimdi sıkı dur. “Objektif değer” dediğimiz şey, insanların ne düşündüğünden bağımsız olarak var olan değerdir. Yani tıpkı “4 kere 4 = 16” gibi. Sen beğen ya da beğenme, bu gerçek değişmez.
Diyelim ki barış, mutluluk, sevgi gibi şeyler… Bunlar herkes için iyi mi? Veya şöyle sorayım: Hiç kimse kalmasa, dünya boş kalsa, sevgi hâlâ değerli olur muydu?
Hah işte burası çetrefilli. Bazı filozoflar diyor ki, “değer” dediğin şey ancak bilinç varsa anlam kazanır. Çünkü ıslaklık gibi düşün, suyun kendi başına bir anlamı yok; senin teninle buluştuğu an hissedilen bir şey.
Yani “değer” dediğin şey de bir bakıma bilinçle temas ettiğinde ortaya çıkıyor. Eğer hiçbir zeki canlı kalmasa, evrende hâlâ değer olur mu? Olabilir. Ama bunu fark edecek kimse olmadıkça, bunun anlamı olur mu? O kısımlar flu.
İçsel – Dışsal – Nihai – Araçsal: Terimlerden Kafanı Sıyırmadan Açalım
Burada biraz teknik gibi görünen ama aslında çok gündelik bir ayrım var.
İçsel değer: Kendi başına iyi olan şey. Işığını kendi saçan Güneş gibi. Örneğin sağlık.
Dışsal değer: Başka bir şeyle ilişkisi nedeniyle değerli olan şey. Yani MR sonucu kağıdı, sadece senin sağlıklı olduğunu gösterdiği için değerli. Yoksa kâğıt yani.
Nihai değer: Sırf kendisi için istenen şey. Mutluluk gibi. “Neden?” sorusuna sonunda “çünkü mutluluk” diyorsun ya, işte orada bitti o zincir.
Araçsal değer: Nihai değere ulaşmak için kullandığın şey. Para, diploma, meslek… Hepsi birer araç.
Bu dört terim arasında çok net bir fark var. Ve bu farklar günlük hayatta da seçimlerimizi şekillendiriyor. Biriyle evlenmek, bir iş seçmek, bir ülkeye göç etmek… Hepsinde değer yargıların devrede.
Peki Kim Veriyor Bize Bu Görevleri?
En çetrefilli soru bu: “Ya bu görevleri kim veriyor bize?”
Tanrı mı? İnsan doğası mı? Toplum mu? Vicdan mı?
Deontologlar (görevci ahlakçılar) diyor ki, “görev önce gelir.” Yani sen doğru olanı yap, sonuç zaten iyi olur. Sonuççular (utiliteryanlar) diyor ki “sonuca bak, fayda getiren şey zaten doğrudur.” Burada bir tavuk-yumurta problemi var gibi. Ama ben diyorum ki, bu ikisini öncelemek çok da verimli bir tartışma değil. Çünkü ikisi de işin içinden çıkamıyor.
Daha önemli bir soru şu: Görev nereden çıkıyor? Ve neden boyun eğmek zorundayım?
Yani ahlak, tıpkı matematik gibi bizim “boyun eğmek zorunda olduğumuz” bir yasa mı? Yoksa biz mi yaratıyoruz bu yasaları, uymayı seçtiğimiz sürece mi anlamlılar?
Birlikte Bakalım: İnsanlık Beyannamesi Ne Diyor?
Bir örnek verelim: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi diyor ki “Tüm insanlar hak ve onur bakımından eşittir.” Bu bir değer önermesi.
Ardından diyor ki, “Birbirinize kardeşlik ruhuyla davranmalısınız.” Bu bir görev önermesi.
Şimdi burada herkes hemfikir gibi görünüyor. Ama “neden?” dediğin anda ortalık karışıyor. Neden eşitiz? Neden kardeşlik ruhu?
Birisi “çünkü Tanrı böyle istedi” diyor, öteki “çünkü insan doğası bunu gerektiriyor” diyor, bir başkası da “çünkü evrensel akıl bunu gerektiriyor” diyor.
Ama işte mesele de burada düğümleniyor. Çünkü temelsiz bir görev, temelsiz bir değer bir yerde yıkılmaya mahkum.
Son Bir Soru: Ahlaki Değerler Olmasaydı?
Şimdi varsayalım ki evrende hiçbir bilinçli varlık kalmadı. Ne insan, ne uzaylı… Hiçbir akıl, hiçbir hisseden zihin yok.
Bu durumda ahlaki değer var olmaya devam eder miydi?
İşte filozoflar burada ikiye ayrılıyor:
Kimisi diyor ki: “Değer vardır ama anlamı kalmaz.”
Diğerleri diyor ki: “Hayır, bilinç olmadan hiçbir değer yoktur.”
Sen hangisini düşünüyorsun bilmiyorum ama burada kendimize şu soruyu sormalıyız:
“Ben bir şeyi iyi olduğu için mi seviyorum, yoksa sevdiğim için mi iyi olduğunu sanıyorum?”
İşte bu fark, tüm ahlak tartışmasının temelini oluşturuyor. Ve işin en güzel tarafı şu: bu soruların kesin cevabı yok. Ama seni insan yapan şey, bu soruları sorma cesaretin.
İlk bölüm bu şekildeydi. Eğer sen de içten içe, bazı şeylerin “öylece doğru” olduğunu hissediyor ama nereden geldiğini bir türlü çözemiyorsan, doğru yerdesin. Sonraki yazılarda biraz daha derine dalacağız. Yani Tanrı meselesi, görev nereden gelir, değeri nasıl temellendiririz gibi… Şimdilik kendine bir kahve koy ve şu soruyu düşün:
“Eğer ben olmasaydım, iyilik hâlâ var olur muydu?”
Mail yada telegrama beklerim.
Son olarak, bana neden yorumları gizlediğimi soran dostlar oluyor. Nedeni şu: Küfürlü yorumlar ya da Google’ın hizmet politikasını ihlal eden içerikler nedeniyle sayfam birkaç kez “sarı dolar” uyarısı aldı ve hatta banlandı. Bu yüzden kazandığım paralar bazı dönemlerde ödenmedi. Ben de bu tür sorunların tekrar yaşanmaması için yorumları gizleme yoluna gittim. Sadece bir önlem yani 🙂