Görevi Sana Kim Verdi?
Bazı şeyleri yapmadığında kötü hissediyorsun.
Birini kırıyorsun mesela, sesin yükseliyor… sonra sessizlik geliyor. İçinde bir yer “yapmamalıydın” diyor.
Biri seni çok seviyor, ama sen aynı duyguda değilsin.
Uzaklaşıyorsun. Sonra kendi kendine soruyorsun: “Onu incitmemek benim görevim miydi?”
Biri sana çok yanlış yapıyor, affetmek istemiyorsun.
Ama bir ses yine geliyor: “İyilik senin sorumluluğun.”
Bu ses nereden geliyor?
Kim koydu bu kuralları?
Ve neden içimizde bu kadar güçlüler?
James Rachels’in The Elements of Moral Philosophy kitabı bu soruya çok farklı açılardan bakıyor. Bu yazı, onun açtığı yoldan ilerleyerek kendi duygularımla yazılmış bir düşünce yürüyüşü.
Rachels üç büyük teoriye bakıyor:
Tanrı’nın emrettiği görev,
Akıl yoluyla ulaşılmış görev,
Toplumun birlikte oluşturduğu görev.
Üçü de tanıdık. Ama üçü de eksik.
Bu yazıda sana bunu anlatacağım.
Hem kitaptaki fikirleri aktaracağım, hem de sevgi, vicdan, insan olmak gibi şeylere dokunacağım. Çünkü görev duygusu dediğimiz şey, sadece soyut felsefe değil.
Bayağı bildiğin; aşk, öfke, suçluluk ve özlem gibi duyguların içinden geçiyor.
Başlayalım.
Diyelim ki seni çok seven biri var. Gerçekten, karşılıksız seven.
Senin için şiirler yazıyor, düşüncelerine saygı duyuyor, iyi biri.
Ama sen aynı duyguda değilsin. Uzaklaşmak istiyorsun.
Ve şunu düşünüyorsun: “Ona dürüstçe söylemem gerekir mi?”
İşte bu bir görev sorusu.
Dürüstlük bir erdem midir? Evet.
Ama kimseye borcun yoksa neden dürüst olmak zorundasın?
Burada devreye “ahlaki görev” giriyor.
Bir şeyi yapmak iyi olabilir. Ama yapmak zorunda mıyım?
Bu soru Rachels’in kitabının temelinde yatıyor.
Rachels önce Tanrı’dan başlıyor.
Bazı insanlar diyor ki, “İyi olanı Tanrı emrettiği için yapmak zorundayız.”
Ama hemen o meşhur soru geliyor:
“Tanrı emrettiği için mi o şey iyidir, yoksa zaten iyi olduğu için mi Tanrı onu emreder?”
Eğer iyilik Tanrı’nın emrine bağlıysa, o zaman iyilik keyfi bir şeydir.
Tanrı bugün “affet” der, yarın “öldür” derse?
Eğer Tanrı zaten iyi olanı emrediyorsa, o zaman o “iyi” dediğimiz şey Tanrı’dan önce geliyor.
Ve biz yine başa dönüyoruz: O “iyi” neye dayanıyor?
Bu, Tanrı inancını dışlamaz. Ama “görev” dediğimiz şeyin kaynağını hâlâ açıklamaz.
İç sesimizin neden bu kadar güçlü olduğunu çözmemizi sağlamaz.
İkinci yol: Akıl.
Kant gibi düşün. Der ki:
“Akıl yoluyla bazı davranışların doğru olduğunu görebiliriz.”
Mesela yalan söylemek: Herkes yalan söylerse güven çöker.
Bu yüzden yalan söylemek ahlaki olarak yanlıştır.
Ama akıl her zaman yeterli değil.
Sevdiğin biri sana güvenini kaybettiğinde, akıl sana bir şey demiyor.
Orada çalışan şey, başka bir şey.
Mesela gece uyuyamıyorsun.
Onu kırdığın için, yalan söylediğin için, bir şeyi eksik yaptığın için.
Akıl bunu açıklayamıyor.
Çünkü akıl mantıklı olabilir ama… ahlak her zaman mantıklı değil.
Bazen mantıksız olanı yapmak, daha insani.
Bazen sevmek, affetmek, dürüst olmak — mantıksız ama doğru.
Görev, burada matematiğin ötesine geçiyor.
Üçüncü yol: Toplum.
Toplum içinde yaşamak için bazı kurallar koymuşuz:
Başkalarına zarar verme, sadık ol, yardım et.
Bunlar hep sözleşme gibi.
“Ben sana zarar vermem, sen de bana verme.”
İyi bir sistem gibi.
Ama çok çabuk bozulabiliyor.
Toplum bir gün “şiddet normaldir” derse?
Toplum bir gün “sevgi gereksizdir” derse?
O zaman ne olacak?
Toplumun bize verdiği görev, bazen çok kısa ömürlü.
Ve bazen yanlış da olabilir.
Peki o zaman görev duygusu nereden geliyor?
Belki de hiçbir dış kaynaktan gelmiyor.
Belki içimizde bir yere yazılmış.
Belki sevdiğimiz birini incitince içimiz burkuluyor çünkü biz o kişi olmak istemiyoruz.
Biri sana çok kötü davrandığında sen de onun gibi olmak istemiyorsun.
Biri seni affetmediğinde, sen affeden olmayı tercih ediyorsun.
Çünkü “ahlaki görev” bazen sadece şu demek oluyor:
“Ben kim olmak istiyorum?”
Bu kadar.
Rachels’in kitabı bana bunu düşündürdü:
Tanrı, akıl, toplum… hepsi bir şeyler söylüyor. Ama görev dediğimiz şeyin kökü çok daha sessiz bir yerde.
Kendine bir şey borçlu hissettiğin o yerde.
“Ben bu değilim” dediğin yerde.
Yani…
Görev, başkalarının koyduğu bir kural değil belki de.
Kendinle yaptığın bir anlaşma.
Birini sevmiyorsan dürüst olmak,
Seviyorsan zarar vermemek,
Yanlış yaptıysan özür dilemek…
Bunlar dışarıdan gelmiyor.
İçeriden geliyor.
Ve işte bu yüzden bu kadar güçlüler.