
Tanrı Yoksa Ahlak Ne Üzerine Kurulur
Bu seriyi yazmaya başladığımda, her gün bir yazı yazacağımı söylemiştim.
Ama ne yazık ki, son iki üç gündür iş hayatı biraz yoğundu.
Biraz yorgunluk, biraz da hayatın beklenmedik yükleri… derken aksattım.
Yani yine hedefi tutturamadık.
Ama yapacak bir şey yok.
Yazmak bir ritim işi ama bazen o ritmi dışarıdan bir ses bozabiliyor.
Bugün kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Yazıya geçmeden önce küçük bir açıklama yapmak istiyorum.
Benim önceki yazılarımı okuyanlar bilir; Tanrı inancı konusunda kesin fikirlere sahip değilim.
Tanrının varlığına dair kesin bir “evet”im de yok, kesin bir “hayır”ım da yok.
Yani biraz da agnostik sayılırım.
Ama yine de şunu açıkça söyleyebilirim:
İyilik ve kötülüğün varlığı bana Tanrı fikriyle kbirlikte anlamlı geliyor.
Bu bir inanç cümlesi değil belki, ama bir düşünsel sezgi.
Tanrı olmasaydı, “şu iyi, bu kötü” gibi ifadelerin neye dayanacağını bilemiyorum.
Yani iyiyle kötünün temeli, bana göre, Tanrı’nın olup olmamasıyla doğrudan ilişkili.
Ve evet — Tanrı varsa, iyiliği ve kötülüğü o belirlemiştir.
O zaman bu değerler tartışılamaz.
Ama Tanrı yoksa… işte bugünkü yazı tam da bu ihtimali ele alıyor.
Geçtiğimiz üç yazıda hep aynı şeyi konuştuk aslında:
Ahlak dediğimiz şey evrende gerçekten var mı?
Yoksa bizim uydurduğumuz, icat ettiğimiz bir dil mi?
Bu yazıda bir adım daha ileri gidiyoruz:
Eğer Tanrı yoksa — yani iyilik ve kötülük gökten inmediyse —
o zaman biz neyin doğru, neyin yanlış olduğuna neye göre karar vereceğiz?
Yani bu bir “var mı yok mu” sorusu değil artık.
Bu bir “yoksa ne yapacağız?” sorusu.
Ve işin rengi burada değişiyor.
Tanrısız bir evrende “iyi” ve “kötü” gibi kavramlar kullanmak kolay değil.
Çünkü evrenin kendisi tarafsız.
Bir ağacın kuruması ile bir çocuğun ölmesi arasında doğanın gözünde hiçbir fark yok.
Ama insan olarak biz, bu farkı yaratıyoruz.
Peki hangi temele dayanarak?
Burada bazı filozoflar diyor ki:
“Tanrı yoksa da, insanlar kendi aralarında ahlaki bir sistem kurabilir.”
Bu yaklaşımı en net ifade eden düşünürlerden biri: Jean-Paul Sartre.
Diyor ki:
“Tanrı yoksa, insan kendi değerlerini kendisi yaratmak zorundadır.”
Yani eğer gökten bir emir gelmiyorsa,
ahlak “verilmiş” değil, inşa edilmiş bir şeydir.
Ve o inşa süreci de bireyin kendisiyle başlar.
Sartre’a göre insan önce var olur, sonra kendini tanımlar.
Bir özle, bir görevle doğmayız.
Yaptığımız her seçim, kim olduğumuzu belirler.
Ve dolayısıyla ahlaki değerlerimiz de, o seçimlerin sonucudur.
Bu kulağa özgürlük gibi geliyor.
Ama aynı zamanda korkutucu.
Çünkü bir noktadan sonra kimse sana ne yapman gerektiğini söylemiyor.
Vicdanını da sen kuruyorsun.
Doğruyu da, yanlışı da sen şekillendiriyorsun.
Ama ya herkes kendi doğrusunu kurarsa?
Naziler de kendi değer sistemlerine inanıyordu.
Bir tarikat da kendi ahlakına göre yaşıyor olabilir.
Peki biz neye göre yargılıyoruz?
Sartre bu soruya şöyle cevap verir:
“Bir eylemin evrensel olarak geçerli olabilmesi için, onun herkes tarafından uygulanabilir olması gerekir.”
Yani, sen bir davranışta bulunduğunda,
tüm insanlığa aynı davranışı önermeye hazır olmalısın.
Bu, ahlakın evrenselleştirilebilirlik kriteridir.
Ama bu da yeterli olmayabilir.
Çünkü bazı insanlar bu sorumluluğu istemez.
Ve herkes “evrensel” düşünmez.
İşte tam bu noktada ben tekrar kendi fikrime dönüyorum.
Ahlakı birey üzerine kurmak mümkün olabilir…
Ama zor.
Ve ne kadar zorlarsam zorlayayım,
bir noktada içimden hâlâ şu cümle geçiyor:
“Bunları belirleyen biri olmalıydı.”
“İyilik sadece bana göre iyi olmamalıydı.”
“Bazı şeyler, sadece iyi oldukları için iyi olmalıydı.”
Bunları kuracak biri gerekiyordu.
Ve o biri insan değil.
Yani evet, düşünce olarak Tanrısız bir ahlak sistemi kurulabilir mi diye okuyor, araştırıyor, anlamaya çalışıyorum.
Ama duygusal, sezgisel ve belki de felsefi bir eğilim olarak hep şunu düşünüyorum:
“İyilik ve kötülüğün gerçek olması için, onların Tanrı tarafından konmuş olması gerekir.”
Çünkü o yoksa, sadece birbirimize bakıp,
“benim doğrum bu, senin doğrun şu” demekten başka bir seçeneğimiz kalmıyor.