
Hayvanları Sırf Yemek İçin Öldürmek Etik mi?
Merhaba, bugün birlikte zor ama önemli bir soruyu masaya yatırmak istiyorum: Sırf karnımızı doyurmak ve damak tadımızı tatmin etmek için hayvanları öldürmek etik açıdan kabul edilebilir bir şey mi? Bu konu, Vermont Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren Tyler Doggett adlı bir akademisyenin hazırladığı bir derste gündeme getirildi ve beni derinden düşünmeye sevk etti. Şimdi ben de kendi bakış açımdan, bu konuyu tartışmaya açmak istiyorum . Bu yazı aynı zamanda daha önce başlattığımız metaetik tartışmalarının bir devamı niteliğinde; ahlak felsefesine dair sorularımıza yenisini ekliyoruz.
Öncelikle şunu netleştirelim: Burada hayvan etinin yenmesinin sağlık ya da alışkanlık boyutundan değil, sadece hayvanları yiyecek amacıyla öldürmenin ahlaki yönünden bahsedeceğiz. Yani “et yemeden yaşayamayan ıssız bir adada kalmış bir insan” gibi uç örneklere girmeyeceğim. Bugünün dünyasında, çoğumuz hayatta kalmak için et yemeye mecbur değiliz. Marullu bir sandviçle de karnımızı doyurabiliriz. Peki buna rağmen, lezzet uğruna her yıl milyonlarca hayvanı öldürüyoruz. Sadece Amerika Birleşik Devletleri’nde geçtiğimiz yıllarda 20 milyondan fazla domuz yiyecek olmak üzere kesilmiş. Dünyada toplamda ise milyarlarca tavuk, milyonlarca sığır, koyun, domuz ve diğer hayvanlar, sırf tabağımıza yemek olarak gelebilsin diye canından ediliyor. Öyle ki, bir yılda dünya genelinde öldürülen çiftlik hayvanlarının sayısının 70-80 milyar civarında olduğu tahmin ediliyor – bu, yeryüzündeki insan nüfusunun yaklaşık on katı! Muazzam bir sayı. Bu rakama denizlerde avlanan sayısız balık ve diğer deniz canlıları dahil bile değil. Durup düşündüğümüzde, bu muazzam ölçeğe rağmen bu eylemin etik olup olmadığını çok da sorgulamıyor olabiliriz.
İnsanları Yemek İçin Öldürmek: Açık Bir Ahlaki Yasak
Konumuza girmeden evvel farklı bir soruyla başlayalım: İnsanları yemek amacıyla öldürmek sizce etik olarak kabul edilebilir mi? Bu, aslında cevabı son derece bariz bir soru. Elbette burada yine bir hayatta kalma mecburiyetinden bahsetmiyorum; yani “ya öldürüp yiyeceksin ya da öleceksin” gibi istisnai durumları bir kenara bırakıyoruz. Gayet normal şartlarda, örneğin akşam yemeğinde marul ve sebzelerle yapılmış basit bir sandviç yemek yerine, kapınıza gelen masum bir yabancıyı öldürüp onu yeme fikrini düşünün. Böyle bir şey ahlaken savunulabilir mi?
Bu soruyu aslında uzun uzun tartışmamıza gerek yok, zira cevap neredeyse herkes için açık: Hayır, insanları – hele ki beslenmek gibi zorunlu olmayan bir amaç için – öldürmek etik olarak kabul edilemez. Bir insanın hayatına son vermek, hele bunu sırf alternatif bir yiyecek tercih etmek yerine yapmak, toplumda da bireysel vicdanlarımızda da kesin bir şekilde yanlış olarak görülür. İnsan öldürmek çok ciddi bir ahlaki ihlaldir ve “ama acıkmıştım, canım et çekti” gibi bir gerekçeyle asla meşrulaştırılamaz.
Buraya kadar sanıyorum herkes hemfikir. Kimse “Evet, keyfi olarak, ihtiyacım olmamasına rağmen bir insanı öldürüp yemek etik olabilir” demez. Demek ki insanlar söz konusu olduğunda, beslenme amacı dahi olsa öldürmeyi hoşgörmüyoruz. Bu durumda asıl merak ettiğimiz soruya geri dönelim: Hayvanları yemek için öldürmek nasıl olup da kabul edilebilir olsun?
Hayvanları Yemek İçin Öldürmek: Neden Farklı Olabilir?
Günlük yaşantımıza baktığımızda, insan öldürmek büyük bir tabu iken hayvan öldürmek son derece sıradan bir şeymiş gibi görünüyor. Kasaplar her gün yüzlerce hayvanı kesiyor, market rafları et dolu, restoranlarda etli yemekler menülerin baş köşesinde. Bir yanda bir insanı öldürmek aklımıza bile getiremeyeceğimiz bir vahşetken, öte yanda her gün milyonlarca hayvanın ölümüyle sonuçlanan bir düzen içinde yaşıyoruz. Bu çelişkiyi haklı çıkarabilmek için, insanlar ve hayvanlar arasında öyle bir fark olmalı ki, bu fark nedeniyle hayvanları öldürmeyi normal karşılayıp insanları öldürmeyi kesin bir dille reddediyoruz. Yani eğer “insanı öldürmek yanlış ama hayvanı öldürmek kabul edilebilir” diyorsak, ikisi arasındaki kritik farkın ne olduğunu ortaya koyabilmemiz gerek.
Peki nedir bu fark? Hangi özellik ya da durum, hayvanların öldürülmesini ahlaken mazur gösterip insanların öldürülmesini gayri ahlaki kılıyor? Bu soruyu cevaplamak göründüğü kadar basit değil, çünkü birazdan göreceğimiz gibi, akla gelen çeşitli ayrımların hiçbiri tatmin edici bir açıklama sunmuyor. Yine de biz teker teker bu olası sebepleri inceleyelim ve gerçekten sağlam bir gerekçe olup olmadıklarına bakalım:
Tür Farkı (“Hayvan hayvandır, insan insandır”)
Zekâ Seviyesi (İnsanların daha zeki olması)
Yakınlık ve Önemseme (İnsanlara değer vermemiz, hayvanlara vermememiz)
Karşılıklılık (“Fırsatı olsa hayvan da insanı yerdi” düşüncesi)
Güç ve Besin Zinciri (En tepede olmanın getirdiği güç ile her şey mubah mı?)
Doğallık (Hayvan öldürmek doğanın bir parçası, doğal olduğu için normal mi?)
Yukarıdaki düşünceler, et yemeyle ilgili ahlaki sorgulamalar başladığında sıkça duyduğumuz – veya belki bizim de kendimizi rahatlatmak için öne sürdüğümüz – argümanlar. Şimdi gelin bunların her birini ayrıntılı olarak ele alalım ve gerçekten etiğe dair ikna edici bir gerekçe sağlayıp sağlamadıklarını tartışalım.
Tür Farkı: “Domuz domuzdur, insan insandır”
Hayvanları öldürmenin neden insanların öldürülmesinden farklı olduğunu sorunca, pek çok kişinin ilk tepkisi şu olur: “Çünkü o bir hayvan, insan değil.” Yani deniyor ki, domuz domuz olduğu için onu öldürmek sorun değildir; insan ise insandır, onu öldürmek yanlıştır. Bu düşüncenin temelinde, farklı bir türe ait olmanın başlı başına bir ahlaki fark yarattığı varsayımı var. Kısacası, insan türünden olmak özel bir konum sağlıyor; insan olmayan türler ise bu ahlaki korumadan yoksun kalıyor gibi bir yaklaşım.
Bu mantığı biraz daha sorgulayalım: Genetik olarak bizden farklı bir canlıyı öldürmek ahlaken nötr veya kabul edilebilir midir? Eğer mesele sadece DNA’mızın, türümüzün farklı olmasıysa, bu gerçekten sağlam bir ahlaki temel mi? Ne de olsa, tarihte “bizden farklı” olanlara karşı çok kötü muamelelerin bu tür düşüncelerle meşrulaştırılmaya çalışıldığı örnekler var (ırkçılık, mezhepçilik gibi – her ne kadar bunlar tür farkı olmasa da “biz ve onlar” ayrımı temelde benzer bir mantığa dayanabiliyor). Sırf karşımızdaki canlı bize benzemiyor diye, onu öldürme eylemini masumlaştırabilir miyiz?
Bu noktada akla klasik bir bilim kurgu senaryosu geliyor. Belki duymuşsunuzdur: The Twilight Zone adlı meşhur bir dizi vardır ve onun “To Serve Man” (İnsana Hizmet Etmek) adlı bir bölümü tam da bu konuyla alakalı çarpıcı bir hikâye anlatır. (Eğer bu bölümü izlemek istiyorsanız ufak bir spoiler vermem gerekecek, şimdiden uyarayım!) Bu hikâyede dünyamıza gelişmiş uzaylılar geliyor. Başta çok dost canlısı görünüyorlar; hatta insanlığa yardım etmek istediklerini söyleyip bir de “İnsana Hizmet Etmek” adında bir kılavuz sunuyorlar. İnsanlar ilk başta çok mutlu oluyor tabii, “Uzaylılar bize hizmet edecek, ne güzel!” diye. Ama bölümün sonunda anlaşılıyor ki o kılavuz aslında bir yemek kitabıymış! Yani bu iyi niyetli görünen uzaylılar aslında bizi besi hayvanı yapıp çiftliklerde yetiştirmek, nihayetinde de yiyecek olarak kullanmak istiyorlar.
Şimdi soralım: Bu uzaylıların davranışı etik midir? Onların açısından bakarsak biz insanlar farklı bir türüz. Onlarla genetik olarak hiçbir akrabalığımız yok. Onlardan zayıf ve ilkeliz belki, en azından onlar öyle görüyor. Ve bizi gıda kaynağı olarak kullanıyorlar. Bu durumda uzaylılar “Ama siz bizden tamamen farklı bir türesiniz, genetiğimiz apayrı, o yüzden sizi yemek bizim için sorun değil” derse, bunu makul bir savunma olarak kabul edebilir miyiz?
Biz insanlar olarak böyle bir durumda elbette dehşete kapılır ve isyan ederiz. Deriz ki “Evet, sizden tür olarak farklı olabiliriz ama bu, bizi canlı canlı yetiştirip öldürmenizi haklı çıkarmaz!” Uzaylıların “ama siz başka türsünüz” argümanı gözümüzde zerre kadar geçerli olmaz, öyle değil mi? Sonuçta biz acı çekebilen, hayatta kalmak isteyen bilinçli varlıklarız; genetik kodumuzun uzaylılarınkinden farklı olması bizim yenmemizi ahlaken kabul edilebilir kılmaz. Bizim tarafımızdan bakınca bu vahşi bir katliamdır ve hiçbir “üstün tür” gerekçesiyle meşru hale getirilemez.
Şimdi bu empati egzersizini tersine çevirelim: Bizler de hayvanlar karşısında, bir bakıma o hikâyedeki uzaylılar gibiyiz. İnsan türü olarak, diğer hayvan türlerine kıyasla çok daha güçlüyüz, zekiyiz, teknolojimiz var. Ve bizden genetik olarak farklı olan bu canlıları çiftliklerde yetiştirip öldürüyor, yiyoruz. Eğer bir hayvan düşünebilse ve konuşabilseydi, bize belki şöyle diyecekti: “Evet, ben sizden farklı bir türe aidim. Ama bu, benim acı çekmeyen bir robot ya da nesne olduğum anlamına gelmez. Ben de yaşamak istiyorum. Sırf ‘türüm insan değil’ diye beni öldürmeniz normal mi sizce?”
Bu soruya ne cevap verebiliriz? “Üzgünüm, sen domuzsun, o yüzden senin hayatın önemli değil” demek pek de sağlam bir etik zemin gibi durmuyor, değil mi? Çünkü aynı şeyi gelişmiş uzaylılar bize dese kesinlikle ikna olmazdık. O halde, sadece tür farkına dayanarak ahlaki bir ayrım yapmak oldukça sorunlu görünüyor. Felsefede buna bir isim de veriliyor: Türcülük (İngilizcesi speciesism). Türcülük, canlılara salt ait oldukları türe göre farklı ahlaki değer biçmek anlamına geliyor. Örneğin sadece insan türünden olduğu için birine özel muamele edip, sadece insan olmadığı için bir hayvana hiçbir değeri yokmuş gibi davranmak türcülüğe bir örnek. Birçok filozof türcülüğün aslında ırkçılık veya cinsiyetçilik gibi temelsiz bir önyargı türü olduğunu ileri sürer – “ama o insan değil ki” demek, “ama o bizimle aynı renkten değil ki” demeye benzer bir yanılgıdır derler. Örneğin çağdaş filozof Peter Singer, 1975 tarihli ünlü eserinde türcülüğün aynen ırkçılık veya cinsiyetçilik gibi ahlak dışı bir önyargı olduğunu ileri sürmüştür.
Ayrıca, hangi hayvanın “yenilebilir” sayıldığı kültürden kültüre çok değişir. Bu da aslında ortada evrensel bir ahlaki ilke olmadığını gösterir. Örneğin Hindistan’da inek eti yemek dinî açıdan büyük günahtır ve toplum tarafından hoş görülmezken, çoğu diğer ülkede insanlar her gün inek eti yemektedir. Bazı Batı ülkelerinde kedi-köpek gibi hayvanları yemek tahayyül bile edilemez ve bunu yapan toplumlar “vahşi” bulunur; ancak dünyanın bazı bölgelerinde köpek eti de tarihsel olarak tüketilegelmiştir. Benzer şekilde, bizim kültürümüzde domuz eti tüketimi dinî sebeplerle tabu sayılırken, kuzu, tavuk, balık etine kimse itiraz etmez. Bir yerde “evcil dost” olarak sevilen bir hayvan, başka yerde akşam yemeği olabiliyor. Bu örnekler, hayvanlara yönelik tutumlarımızın nesnel bir etik değerden ziyade öğretilmiş gelenek ve inançlara dayandığını ortaya koyuyor. Ahlaki tutarlılık aranırsa, bu tür kültürel farklar işimizi iyice zorlaştırıyor. Sonuçta bir kültüre göre çok normal olan bir hayvan öldürme, başka bir kültüre göre korkunç bir suç olabiliyorsa, ortada evrensel bir ahlaki ilke değil, sadece tercihlerin ve şartlanmaların rol oynadığını düşünebiliriz.
Bu bakış açısıyla, ilk öne sürülen farkı – yani hayvanların başka bir tür olmasını – pek de meşru bir gerekçe olarak kabul edemiyoruz. Tek başına “farklı tür” olgusu, bir canlıyı öldürüp yemeyi ahlaken mazur gösteremez, tıpkı farklı gezegenden diye uzaylıların bizi yemesinin mazur görülemeyeceği gibi.
Zekâ ve Bilinç Seviyesi: İnsanın Üstün Zekâsı Ne Kadar Önemli?
Belki de birçoğumuzun aklına gelen ikinci fark, insanların (en azından belirli açılardan) diğer hayvanlardan daha zeki olduğudur. Denebilir ki: “İnsanlar özel ve öldürülmemeleri gereken varlıklardır, çünkü insan aklı çok gelişmiştir; oysa domuzlar ve diğer hayvanlar böyle gelişmiş bir zekâya sahip değildir.” Bu argüman, ahlaki ayrıcalığı zekâ seviyesine bağlıyor.
İlk bakışta mantıklı gibi gelebilir: Evet, biz insanlar düşünebiliyor, karmaşık diller konuşabiliyor, teknoloji üretebiliyor, ahlak üzerine tartışabiliyoruz. Diğer hayvanların çoğu bu yeteneklere sahip değil. Öyleyse belki de yaşam hakkı konusunda insanlar üstün bir konumdadır? İnsanı öldürmek bu yüzden yanlıştır ama hayvanı öldürmek o kadar da önemli değildir, mi demek istiyoruz?
Bu düşüncede büyük bir problem var: Zekâ düzeyini ahlaki haklara sahip olmanın ölçütü yaparsak, bunun ucu nereye varır? İnsanlar arasında da zekâ düzeyleri muazzam farklılık gösterir. Kimi insan dâhiyane bir zekâya sahipken, kimi ciddi zihinsel engellerle doğar veya kaza/rahatsızlık sonucu zihinsel kapasitesini yitirir. Toplumda kimsenin aklına, zekâsı daha düşük diye bir insanın yaşam hakkının daha az olduğu veya onu isteklerimize göre kullanabileceğimiz (hatta yiyebileceğimiz!) gelmez. Bir insanın IQ’su 60 diyelim, bu onu öldürmek için serbest geçiş belgesi midir? Kesinlikle hayır. İnsanın değeri, zekâsından bağımsız olarak, sırf insan oluşundan gelir deriz genelde. Yani en zeki insanın da en kısıtlı zihinsel kapasiteye sahip insanın da yaşama hakkı eşittir, dokunulmazdır.
Aynı şekilde, bebekleri ele alalım: Bebekler çok sınırlı bilişsel yeteneklere sahiptir, hatta pek çok hayvandan daha az şey anlar durumdadırlar. Yine de hiçbirimiz “zekâ seviyesi düşük” diye bir bebeği incitmenin veya öldürmenin kabul edilebilir olduğunu düşünmeyiz. Onu koruruz, hatta belki zayıf ve savunmasız olduğu için daha da fazla koruruz. Yani insana değer atfetmek için şart koştuğumuz şey zekâ değildir (olmamalıdır da).
Peki insana gelince böyle de hayvana gelince niye birden zekâ kriteri masaya sürülüyor? Eğer gerçekten ahlaki değeri belirleyen şey zekâ ise, o zaman hayvanlarla birlikte zekâ seviyesi düşük insanları da ahlaki koruma dışında bırakmamız gerekirdi. Ama içgüdülerimiz ve etik ilkelerimiz buna karşı çıkıyor: zihinsel engelli insanların da, bebeklerin de, Alzheimer hastalarının da temel hakları var ve onları keyfimiz için öldürmek şöyle dursun, incitmek bile kabul edilemez.
Dolayısıyla eğer düşük zekâlı insanları koruyor ama benzer zekâ seviyesindeki hayvanları korumuyorsak, çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Zekâ, hayvanları yemekte bir bahane olmamalı; yoksa tutarsızlık kaçınılmaz. Kaldı ki, hayvanların hepsi için “zekâsız” demek de haksızlık. Özellikle domuzlar, filler, kargalar, yunuslar gibi pek çok hayvan oldukça yüksek problem çözme yeteneğine veya iletişim becerilerine sahip. Örneğin yapılan deneylerde domuzların birçok bulmacayı çözdüğü, aynadaki yansımayı kullanarak saklı yiyeceği bulabildiği gösterilmiştir. Domuzların zekâ düzeyini 3 yaşındaki bir insan çocuğuna benzeten bilim insanları vardır. Kargalar ise alet yapıp kullanabilen kuşlar olarak ün salmıştır; örneğin cevizleri yoldan geçen arabalara kırdırmayı öğrenmeleri veya labirent çözümleri, onların zekâsının göstergesidir. Yunuslar ve filler de karmaşık sosyal yapıları, kendilerini aynada tanımaları ve uzun süreli hafızalarıyla dikkat çekerler. Yani “hayvan” deyip hepsini aptal sanmak büyük yanlış; doğa, farklı türlere farklı zekâ biçimleri vermiş ve bazıları insanı şaşırtacak düzeyde zekâ sergileyebilir. Ama açıkçası konu bu bile değil: Farz edelim ki bir hayvan gerçekten fazla zeki değil. Sırf bu yüzden onun acı çekmesine veya hayatının elinden alınmasına göz mü yummalıyız?
Şöyle düşünelim: Ahlak dediğimiz kavram, en temelde başkalarının hislerini, acılarını, iyiliklerini gözetmekle ilgili bir şey. Bir canlının çok akıllı olup olmaması, acı çekme kapasitesini ortadan kaldırmıyor. Az zeki bir canlı da acı çekebilir, korku duyabilir, ölmek istemeyebilir. O canlının hayatı, kendi deneyimi açısından değerlidir. Bizden daha az zeki diye onun bu değerini yok saymak haksızlık olmaz mı?
Felsefede “marjinal vakalar argümanı” diye bilinen bir yaklaşım var: Eğer ahlaki statüyü belirleyen zekâ gibi bir kriter uygulayacaksak, bu kriterin dışında kalan insan örneklerini de düşünmeliyiz. Mesela dersek ki “X özelliğine sahip varlıkların öldürülmesi yanlıştır”, X’i öyle seçmeliyiz ki hem tüm insanlar o kritere uysun (yoksa bazı insanları koruyamamış oluruz), hem de hayvanlar uymadığı için dışarıda kalsın (ki hayvanları öldürmeyi haklı görelim). Zekâ böyle bir kriter olamıyor, çünkü bazı insanlar (bebekler, engelliler) yüksek zekâ şartına uymuyor. Tür olmak kriteri de olamıyor, çünkü o basbayağı “insansa koruruz, değilse korumayız” demek – ama bunun nedenini açıklayamıyoruz; sadece kendimizi kayırmış oluyoruz. İşte bu düşünce deneyleri gösteriyor ki zekâ farkı da, tıpkı tür farkı gibi, hayvanları öldürmeyi etik açıdan mazur göstermekte yetersiz kalıyor.
“Biz İnsanız, Onlar Umurumuzda Değil” Diyen Tavır: Sevdiklerimize Kıyamamak, Peki Ya Sevmediklerimiz?
Bir diğer yaygın yaklaşım da şudur: İnsanlar birbirini önemser, sever; ailemiz, sevdiklerimiz vardır, o yüzden onları öldürmek büyük yaralar açar, kabul edilemez. Hayvanlar ise bize o kadar yakın değil; duygusal bağımız yok, onları kesip yemekte içsel bir rahatsızlık duymuyoruz. Yani özetle, “Ben kendi türümü (örneğin ailemi, arkadaşlarımı, hemcinslerimi) önemsediğim için onları öldürmek yanlış; fakat bir domuzla duygusal bir bağım olmadığı için onu öldürmekte sorun görmüyorum” şeklinde bir gerekçe öne sürülebiliyor.
İlk bakışta bu bir açıklama gibi dursa da, dikkat ederseniz aslında ortada ahlaki bir ilke değil, bir itiraf var: “Kendi yakınım olunca üzülüyorum, yabancı olunca umursamıyorum.” Evet, insanlar olarak sevdiklerimize düşkünüz; tanımadıklarımız veya özellikle de insan dışı canlılar için aynı empatiyi duymakta zorlanırız. Bu psikolojik bir gerçek olabilir. Ama etik perspektiften baktığımızda, bir eylemin doğru ya da yanlış oluşu, failin kurbanı ne kadar önemseyip önemsemediğine göre değişir mi?
Düşünelim: Diyelim ki birisi toplumdan tamamen izole yaşayan, kimsesi olmayan bir insanı öldürdü. Bu kurbanı kimse tanımıyor, yokluğunu fark etmeyecek, kimse onun için üzülmeyecek. Katil de derse ki “Zaten kimse onu umursamıyordu, o yüzden öldürmekte sakınca görmedim.” Bu savunmayı kabul eder miyiz? Tabii ki hayır. Bir insanın etrafında onu seven birileri olup olmaması, öldürülmesinin ahlaki boyutunu değiştirmez. O kişi tek başına yaşıyor olsa, kimsenin umurunda olmasa bile, candır; yaşam hakkı vardır. Onu öldürmek yine yanlıştır. Yanlış olmasının sebebi de geride yas tutanların kalıp kalmaması değildir; öldürülen kişinin bizzat kendisidir mesele. Onun hayatı elinden alınmıştır, potansiyeli yok edilmiştir, acı çekmiştir belki – bütün bunlar olayın özüdür. Katilin “oh kimse de üzülmedi bak, ne güzel” demesi hiçbir şeyi meşru kılmaz.
Aynısını hayvan için uygulayalım: Biz genellikle hayvanları birey olarak değil, nesne veya ürün olarak görmeye meyilliyiz. Örneğin bir domuzun da bir ailesi olabileceğini, zeki ve duygusal bir canlı olduğunu, kendi dünyasında bir yeri olduğunu çoğu zaman düşünmeyiz. Bu yüzden de onu kesip paketlenmiş et haline getirdiğimizde içimiz pek sızlamıyor. Bunun bir göstergesi de günlük hayatımızda et yerken hayvanı aklımızdan çıkarma eğilimimizdir. Mesela çoğu insan canlı bir tavuğu kendi elleriyle kesip yüzemez; böyle bir sahne izlemek bile rahatsızlık verir. Fakat marketten alınmış paketli tavuk parçalarını yerken aynı rahatsızlık oluşmaz, çünkü o paketin bir zamanlar yaşayan bir hayvanın parçası olduğunu düşünmemeye şartlanmışızdır. Benzer şekilde, balık yerken bazı insanlar balığın başı veya gözleri üzerinde olunca yemekten kaçar, ama fileto halinde sunulursa afiyetle yiyebilirler. Neden? Çünkü balığı bütün halinde görmek, onun bir canlı olduğunu hatırlatır; fileto ise sanki sadece sıradan bir gıda maddesidir. İşte bu tür psikolojik bariyerlerle hayvanı “nesneleştirip” onu önemsememe halini sürdürebiliyoruz. Ama bu, durumun ahlaken sorun olmadığı anlamına gelir mi? Sadece “umursamamamız”, eylemin etik olmasını sağlar mı?
Aksine, tam da en çok umursanmayanlar genellikle en fazla korunmaya muhtaç olanlardır. Hayvanlar kendilerini savunamaz, haklarını talep edemez, bizim dilimizde konuşup “Lütfen beni öldürme” diyemez. Bu, onların canının kıymetsiz olduğu anlamına gelmez; sadece onların sesi çıkmadığı için biz duymuyoruz. Dolayısıyla ahlaklı bir yaklaşım, kendi yakınlarımız dışında kalan canlıların haklarını da gözetmeyi gerektirir. Sırf “benim kardeşim/arkadaşım değil” diye birini öldürmek nasıl meşru değilse, insan türünden olmaması ve bize yabancı gelmesi nedeniyle bir hayvanı öldürmeyi normal görmek de savunulabilir bir ahlaki ilke değildir.
Burada kendi nefsimize de bir soru soralım: Diyelim ki bir hayvanla duygusal bir bağ kurduk. Mesela yıllarca köpek besleyen birisi, o köpeği ailesinin ferdi gibi görebiliyor; onu kaybettiğinde derin bir üzüntü duyuyor. Veya bazı insanlar çiftlik hayvanlarıyla yakın ilişki kurabiliyor, onlara isim koyup seviyorlar (sonra kesmek zorunda kaldıklarında büyük vicdan azabı çeken çiftçiler olduğunu duymuş olabilirsiniz). Bu durum bize şunu gösteriyor: Aslında hayvanlar da sevildiğinde, bağ kurulduğunda, bir “birey” olarak görüldüğünde onları öldürmek bizim için bir trajedi halini alabiliyor. Demek ki işin püf noktası “önemseme” duygusuysa, bu duygunun yokluğu bir eylemi otomatik olarak ahlaki yapmıyor – sadece bizi duyarsızlaştırıyor. Ama duyarsız olmak, etik olmak demek değil. Vicdanımızın susmuş olması, ortada vicdanı rahatsız edecek bir durum olmadığını kanıtlamaz.
Sonuç olarak, “Ben insanları (ya da kendi çevremi) önemsiyorum, ama hayvanları önemsemiyorum; o yüzden hayvan öldürmekte sakınca görmüyorum” şeklindeki yaklaşım, ahlaki bir ilke değil, sadece bir itiraf. Bu, kendi hissiyatımızın bir tanımı; ancak etik tartışmada önemli olan kurbanın durumudur, failin duyguları değil. Bizim bir canlıyı önemseyip önemsemememiz, o canlıya dilediğimizi yapma hakkını vermez. Bu nedenle insan-hayvan ayrımını duygusal yakınlıkla açıklamaya çalışmak da sağlam bir etik temele oturmuyor.
“Onlar da Bizi Yerdi” Argümanı: Hayvanların Davranışı Bizim Ahlakımıza Ölçüt Olabilir mi?
Bazı et yemeyi savunan görüşlerde şöyle bir söz duymuş olabilirsiniz: “Doğada fırsat bulsa hayvan da insanı yer. O yüzden bizim de onları yememiz gayet normal.” Özellikle yırtıcı hayvanlar düşünüldüğünde, mesela bir aslanın bir insanı yemesi gayet olasıdır. Ya da daha gündelik bir örnek: Diyelim ki bir domuzla bir insanı aynı ortama koyduk; gerekli koşullar oluşsa belki domuz da insanı ısırabilir, saldırabilir, hatta aç kalsa belki yer bile (domuzların leş yiyebildiği, fırsatçı beslendiği bilinir). Peki bu ihtimal, bizim domuzu yememizi meşru kılar mı? “Onlar yapardı, o halde biz de yapabiliriz” demek geçerli bir ahlaki savunma mıdır?
Bu bakış açısını test etmek için filozofların verdiği bir örneği tekrar ele alalım: Hiç küçük bir çocuk tarafından ısırıldığınız veya tekmelendiğiniz oldu mu? Küçük çocuklar bazen ısırır, vurur, hırçınlaşır; henüz doğru-yanlış kavramları tam oturmadığı için zarar verebilirler. Eğer bir çocuk sizi yumruklarsa, sizin de dönüp tüm gücünüzle o çocuğa yumruk atmanız mazur görülebilir mi? “Ne yapayım, önce o vurdu” diyebilir misiniz? Elbette hayır. Bir yetişkin olarak – hele karşımızdaki, kendi eylemlerinin sonuçlarını tam kavrayamayan bir çocuksa – misilleme yapmak şöyle dursun, sakin olup durumu idare etmek gerekir. Çocuğun yaptığı belki teknik olarak “yanlış” olabilir ama biz onu sorumlu tutmayız; aynı eylemi yetişkin birisi yapsa göstereceğimiz tepkiyi çocuğa göstermeyiz. Çünkü biliriz ki çocuğun zihinsel ve ahlaki kapasitesi sınırlıdır, bizimki daha gelişmiş. Bizden beklenen, bu farkın bilinciyle hareket etmemizdir.
Hayvanlar için de benzer bir durum söz konusu. Diyelim ki bir ayı ormanda bir kampçıyı parçaladı. Ayıyı ahlaken yargılar mıyız? “Ne kadar kötü, cani bir ayı!” demeyiz herhalde; ayı için böyle davranmak “normal”dir, çünkü o ahlaki muhakeme yapmaz, hayatta kalma içgüdüsüyle hareket eder. Yine de ayının saldırısına uğrayan insan açısından bu korkunç bir olaydır tabii. Peki intikam almak için ormana çıkıp her gördüğümüz ayıyı öldürmek doğru bir yaklaşım mıdır? Bazıları duygusal tepkiyle “bütün ayıları öldürün” diyebilir, ama soğukkanlı düşününce anlarız ki ayı aslında ne yaptığını bizim anladığımız şekilde anlamıyordu; doğası gereği olan bir trajedi yaşandı. Burada iki farklı düzlem var: hayvanların içgüdüsel davranışları ve insanların ahlaki sorumluluk bilinci.
Eğer biz dersek ki “hayvan da insanı yerdi, öyleyse insanın hayvanı yemesi ahlaken sorun değil”, kendimizi hayvanların içgüdü seviyesine indirgemiş oluyoruz. Oysa biz ahlak tartışması yapıyorsak, zaten kendimizi doğadan biraz ayrıştırıp daha yüksek bir standart arıyoruz demektir. “Herkes yapıyor, öyleyse doğru olmalı” mantığı çoğu zaman yanıltıcıdır. Hele ki ahlakta, “güçlü olan yapar” anlayışıyla hareket etmek bizi pek ilkel bir noktaya götürür.
Şunu sorabiliriz: Biz insanlar, akıl ve ahlak sahibi varlıklar olarak, sadece başkaları da yapardı diye her istediğimizi yapma hakkına sahip miyiz? Mesela hırsızlık çok yaygındır; doğada da hayvanlar birbirinin yuvasından yiyecek çalar. “Çalmak doğal, başkaları da yapıyor” diyerek hırsızlığı meşru kılabilir miyiz? Ya da saldırganlık insanlık tarihi boyunca var olmuştur; “şiddet uygulamak doğal” diyerek masum birine şiddet göstermeyi haklı çıkarabilir miyiz? Eğer biz etik ilkeler koyacaksak, tam da bu “doğal dürtülere dur diyebilmeyi” başarmamız gerekir.
Hayvanlar etiğe dair bir muhakeme yürütemez; biz yürütebiliriz. O yüzden kendimizi onlarla kıyaslayıp “ama onlar da şöyle yapıyor” demek, ahlak zemini için anlamsız kalıyor. Bir kedi sokakta yavru bir kuşu yakalayıp acımasızca oynayarak öldürebilir; bu onun doğal av içgüdüsüdür. Bunu görmek içimizi sızlatabilir ama kediye kızamayız, o ne yaptığını bilmiyor. Biz ise ne yaptığımızın gayet farkındayız. Eğer canımız bir hayvan eti çektiğinde, bunun için o hayvanın yaşamına son verilmesi gerektiğini biliyoruz. Bile bile, sadece keyfi bir tercih için bu sonuca razı oluyoruz. Bu, bir içgüdü patlaması değil; bilinçli bir kararın parçası (tabii çoğumuz bu kararı tek tek düşünmüyoruz, toplum olarak böyle bir düzen kurulmuş ve biz de akışa uyuyoruz). Yani bir hayvanı öldürüp yemek, örneğin bir aslanın ceylanı parçalaması gibi “masum” bir doğa olayı değil; bu, muhakeme yeteneği olan bizlerin tercih ettiği bir eylem.
Üstelik doğada yırtıcı hayvanlar et yemek zorunda oldukları için yerler; örneğin bir aslan ya da kurt, ot yiyerek hayatta kalamaz, avını yakalaması gerekir. İnsan ise et yemeden de sağlıklı biçimde yaşayabilecek esneklikte bir türdür. Dolayısıyla aslanın bir ceylanı öldürmesi hayatta kalma içgüdüsünden gelirken, bizim bir hayvanı öldürmemiz çoğunlukla zorunluluktan değil, keyfî tercihten kaynaklanır. Bu da ahlaken karşılaştırıldığında insanın durumunu daha eleştirilebilir yapıyor. Aç bir aslanı eti için kınamayız; ama tok bir insanın, canı et çekti diye bir hayvanı öldürmesini sorgulayabiliriz. Sonuçta biz kendimizi ahlak sahibi varlıklar sayıyoruz; öyleyse “hayvan yapardı” diyerek ilkel içgüdülerimize teslim olmak yerine, tam tersine, sırf yapabiliyoruz diye yapmamayı tercih etmek erdemli olan değil midir?
Kısacası, hayvanların muhtemel davranışlarını öne sürerek kendimize etik bir kredi açamayız. Bir başkasının hatası (ya da hatalı gördüğümüz bir davranışı) bize aynı hatayı yapma izni vermez. Burada hayvanın yaptığı aslında “hata” da değildir, zira hayvanın etiği yoktur; ama diyelim ki var, o da yanlış yapıyor olsun – yine de başkasının yanlışı bizim yanlışımızı haklı kılmaz. “O bana vurdu, ben de ona vurdum” ilkokul tartışmalarında belki çocukların dilinde masum bir savunma gibi gelebilir, ancak olgun bir perspektifte geçerli değildir. Ahlaki olgunluk, bize yanlış yapılan durumlarda bile doğru davranıştan şaşmamayı gerektirir.
İnsan türü olarak biz daha iyi biliyoruz – en azından bildiğimizi iddia ediyoruz. O halde hayvanların ne yapacağını değil, bizim ne yapmamız gerektiğini merkeze alarak düşünmeliyiz.
Güç, Üstünlük ve Besin Zinciri: Zirvede Olmak Her Şeyi Mubah Kılar mı?
Sıradaki argüman, aslında bir bakıma “orman kanunu”nu yüceltmek gibi bir şey: “Biz besin zincirinin tepesindeyiz, en güçlüyüz. Bu da bize diğer canlılar üzerinde tasarruf hakkı verir.” Özellikle insanın doğadaki hâkim pozisyonuna vurgu yapan insanlar, hayvanları avlamanın veya kesip yemenin “fıtratımızda” olduğunu, atalarımızın da bunu yaptığını, bunun doğal düzende var olduğunu söyler. “Doğal düzende kim güçlü ise o hayatta kalır; biz de güçlü olduğumuza göre bu bizim hakkımız” şeklinde özetlenebilecek bir yaklaşım.
Şimdi, evrimsel veya biyolojik açıdan bakarsak insan gerçekten de oldukça başarılı bir avcı tür olagelmiştir. Basit aletlerle mamutları avlayan atalarımız vardı; bugün teknolojik yöntemlerle dev balıkları yakalayabiliyoruz vs. Tarih boyunca, hayatta kalmak için diğer hayvanları öldürdük ve yedik; bunda hayatta kalma içgüdüsü açısından şaşılacak bir şey yok. Ancak, ahlak tartışması tam da bu “olan” (doğal olan) ile “olması gereken” arasındaki farkı irdeler. Yani “yapabiliyor olmak” demek, “yapmalıyız” anlamına gelmez.
Eğer sırf güçlü olmak bir eylemi haklı çıkarsa idi, o zaman güç sahibi olan herkesin dilediğini yapmasını onaylamamız gerekirdi. Düşünün, bir toplumda en kuvvetli, en silahlı grup kimse, diğerlerini köleleştirebilir veya öldürebilir – çünkü güç onda, yapabilir. Biz buna bakıp “Eh, yapabiliyorlarsa haklarıdır” der miyiz? Maalesef insanlık tarihi boyunca zaman zaman böyle zalim düzenler kurulmuştur. “Madem biz güçlüyüz, o halde diğerlerini kullanabiliriz” mantığı, imparatorlukların köleci uygulamalarında, sömürgecilikte, hatta soykırımlarda bile kendini gösteren bir zihniyet olmuştur. Modern ahlak anlayışı ise bunun tam tersini savunur: Güçlü olman, gücünü kullanırken etik sorumluluklarını ortadan kaldırmaz; tam aksine, güçlü olanın zayıf olana karşı daha fazla sorumluluğu vardır deriz çoğu zaman. “Noblesse oblige” diye bir ifade vardır Fransızcada: soyluluk yükümlülük getirir – mevki veya güç sahibiysen, alttakilere iyi davranman, onları koruman gerekir; keyfince ezmen değil.
İnsan-hayvan ilişkisine bunu uygulayalım: Evet, biz hayvanlardan katbekat güçlüyüz. Onları evcilleştirdik, habitatlarını kontrol ediyoruz, dilediğimiz gibi çoğaltıp öldürebiliyoruz. Kısacası onlara hükmediyoruz. Ama bu hükümranlık bize sorumluluk mu yüklüyor, yoksa her istediğimizi yapmakta özgür mü kılıyor? Bu kritik bir ayrım. Eğer gücün hak doğurduğunu düşünen ilkel bir anlayışla yaklaşırsak, “Canımız ne isterse yapalım, en tepedeyiz” diyebiliriz belki. Ancak binlerce yıllık medeniyet ve ahlak gelişimi bize şunu öğretmedi mi: Güç, beraberinde ahlaki ödevler getirir. Mesela ebeveynler çocuklara göre güçlüdür; bu güç onlara çocukları ezme hakkı vermez, tam tersine koruma görevini yükler. İnsanlık olarak da doğaya hâkim durumdaysak, diğer canlılara karşı canımızın istediğini yapma cüretini değil, onların da yaşamını gözetme sorumluluğunu üstlenmemiz beklenmez mi?
Örneğin boğa güreşlerini düşünelim: Arenada elinde kılıcıyla usta bir matador ve karşısında kanlar içinde bitkin düşmüş bir boğa vardır. Çoğu insan bu sahnede boğaya acır, matadora ise öfke duyar. Çünkü ortada bariz bir güç dengesizliği ve haksızlık görülür; matador avantajlı, boğa ise çaresizdir. Güçlünün zayıfı keyif için ezmesi, içimizdeki adalet duygusunu rahatsız eder. Benzer şekilde, zengin bir avcının sırf zevk veya prestij uğruna Afrika’da bir aslanı ya da fili öldürmesi de dünya çapında tepki toplar; bu avcılar vicdansızlıkla suçlanır. Bu örneklerde de insanın hayvana karşı gücünü kötüye kullanması eleştiriliyor. Aslında gündelik et tüketimimiz de benzer bir dinamik barındırır, fakat arka planda gerçekleştiği için çoğu kişi farkına varmaz. İlke ise aynıdır: Güç, tek başına ahlaki meşruiyet sağlamaz.
Sonuç olarak, “Güç bende, o halde haklıyım” demek, en basit tabiriyle zorbalığı meşrulaştırmaya çalışmaktır. Ahlaki olgunluk ise güçlü olsak bile güçsüze merhamet etmeyi, adil davranmayı gerektirir. Sırf tepedeyiz diye hayvanları keyfimize göre öldürmeyi normal görmek, etik açıdan oldukça problemli bir duruştur. Güç kullanımı ancak meşru müdafaa veya zorunluluk hallerinde anlayışla karşılanabilir; keyfi bir zevk için can almak, güç sahibi olsak bile ahlaki bir tercih olmaz.
“Doğal” Olan Doğru mudur? Et Yemek Doğamız Gereği mi, Ahlakımız Gereği mi?
Bir diğer savunma da şudur: “Et yemek doğamızda var. İnsanoğlu tarih boyunca hep et yemiş, avcı-toplayıcı atalarımızın geleneği bu. Hatta vücudumuz da ete göre evrimleşmiş olabilir. O halde hayvan öldürmek doğal bir şey; doğal olan bir şeyi yapmakta ne sakınca olabilir?” Bu argüman “doğal olan iyidir” şeklinde özetlenebilecek bir düşünceye dayanır. Gerçekten de birçok insan, doğada hayvanların birbirini yemesini ya da insanların tarih boyunca et tüketmesini normal, dolayısıyla etik açıdan da sorgulanmaz bulur.
Ancak burada dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta var: Doğal olan ile iyi olan aynı şey değildir. Felsefede bu ayrım bazen “olan’dan olması gereken çıkmaz” diye ifade edilir (İngilizcesi “You cannot derive an ought from an is”). Yani bir şey doğada şu an öyle oluyor diye, onun öyle olması gerektiği sonucuna varamayız. Doğada çok acımasız, vahşi olaylar da var. Bunların var olması, bizim onları örnek almamız gerektiğini göstermez.
Örneğin doğada zayıf yavrular çoğu zaman ölür gider, güçlü olanlar yaşar; ama biz insan toplumunda bilerek zayıf olan çocuklarımızı ölüme terk etmeyiz, tam tersine yaşatmak için çabalarız. Vahşi doğada anne-babalar bazen kendi yavrularını bile öldürebilir (bazı hayvan türlerinde stresten veya başka sebeplerle olabiliyor böyle şeyler). Bu natural bir olaydır, ama insanda böyle bir şey yaşansa bir trajedi ve suçtur; asla “doğal işte” deyip geçmeyiz. Yani ahlak dediğimiz şey aslında doğaya bir fren çekme mekanizmasıdır çoğu zaman. İçimizden gelen her dürtüye “bu doğal” deyip izin verseydik, medeniyet diye bir şey inşa edemezdik.
Sinirlendiğimizde birine tokat atmak çok doğal bir tepkidir belki, ama uygarlık bunu engellememizi ister. Canımız cinsellik istediğinde her gördüğümüz kişiye saldırıp kendimizi tatmin etmeyiz, çünkü ahlak ve hukuk buna “dur” der; doğal dürtümüzü kontrol ederiz. Aç kaldığımızda birinin yiyeceğini çalmak doğal bir içgüdü olabilir, ama yine toplumsal kurallar ve vicdanımız “yapma” der. Görüldüğü gibi, sayısız doğal eğilimimiz vardır ama hepsini terbiye etmeye çalışırız. Çünkü insan olmak biraz da “doğal olana karşı ikinci bir doğa, bir kültür yaratmak” demektir.
Et yeme konusunda da benzer bir durum söz konusu: Evet, atalarımız hayatta kalmak için avlanmış olabilir; biz de milyonlarca yıldır hepçıl (omnivor) beslenmiş olabiliriz. Bu, günümüzde eti sorgulamadan yememizi ahlaken otomatik olarak doğru kılmaz. Geçmişte insanlar hayatta kalmak için eti belki zorunlu olarak tüketiyordu; bugünün bir kısmı için bu hâlâ geçerli olabilir (her yerde bitkisel gıdaya erişim kolay olmayabiliyor). Fakat çoğumuz için artık alternatifler var. Doğal olarak canımız et çekse de, bunun yerine bitkisel kaynaklarla beslenmeyi seçebilme lüksüne sahibiz. Dolayısıyla “atalarımız eti seviyordu, biz de seviyoruz, öyleyse devam” demek yerine, “atalarımızın başka şansı yoktu, ama acaba onlar da bizim gibi seçeneklere sahip olsalardı ne yaparlardı?” diye sormak daha yerinde.
Üstelik “doğamız gereği etçiyiz” tezi bile tartışmalı. İnsan diş yapısı, bağırsak uzunluğu vs. incelendiğinde tam bir etobur gibi tasarlanmadığı görülür; daha çok fırsatçı bir hepçiliz. Yani uygun olduğunda et yeriz, uygun olduğunda bitki yeriz. Bu da demektir ki aslında zorunlu bir etçil değiliz; tercihe bağlı bir et tüketicisiyiz. Bu tercihi bugün etik bir filtreden geçirmemiz pekâlâ mümkün.
Bazıları da “ama hayvansal proteine ihtiyacımız var, vücut istiyor” der. Modern beslenme bilimi gösteriyor ki doğru planlandığında bitkisel beslenmeyle de gayet sağlıklı yaşayabiliyoruz (hatta bazı sağlık avantajlarından söz ediliyor). Yani biyolojik bir mecburiyet argümanı da çok güçlü değil, en azından çoğu insan için.
Aslında günümüzde et elde etmek için yaptığımız uygulamalar da pek “doğal” sayılmaz. Milyarlarca tavuk ve yüz milyonlarca büyükbaş hayvan, doğal ortamlarında özgürce büyümek yerine, fabrika misali işletilen tesislerde yapay düzeneklerle hızla yetiştiriliyor. Bu ölçek ve yöntem, doğanın döngülerinden çok insanın endüstriyel planlamasına dayanıyor. Yani “doğal düzen” argümanı günümüz et üretim sistemi için pek geçerli değil. Dahası, bu sistemin doğaya zararı da ciddi boyutta. Hayvancılık sektörünün ormansızlaşmadan iklim değişimine dek pek çok çevresel soruna büyük katkıda bulunduğunu bilimsel raporlardan okuyoruz. Öyleyse, yöntem ve sonuç itibariyle bugünkü et tüketim alışkanlığımızı “doğal” kelimesiyle aklamak iyice güçleşiyor.
Neticede, sadece “doğal” diye bir şeyi doğru kabul edersek çok kaygan bir zemine çıkarız. Ahlak tam da doğaldan gelen bazı eğilimleri törpülemek için vardır diyebiliriz. Doğamız belki et yemeyi seviyor olabilir, ama ahlakımız bunun sonuçlarını değerlendirmemizi ve gerekirse o doğayı dizginlememizi ister. Uygar toplum olmanın, etik düşünebilmenin bir parçası da budur zaten.
Başka Aklınıza Gelenler: Din, Bitkiler ve Diğer Meseleler
Yukarıda tartıştığımız ana argümanlar dışında, konu açıldığında bazen farklı itirazlar veya sorular da gündeme gelir. Bu kısımda, hayvanları yemek için öldürme meselesine dair aklınıza gelebilecek birkaç noktayı daha ele almak istiyorum:
“Hayvanlar ahlaki varlıklar değil, onlara karşı sorumluluğumuz yok” şeklinde bir görüş de ileri sürülebilir. Yani deniyor ki, hayvanlar yaptıklarının doğru mu yanlış mı olduğunu bilemez; ahlak kuralları insanlar içindir, hayvanları kapsamaz. Bu düşünce tarih boyunca bazı filozoflarca savunulmuştur. Örneğin 18. yüzyıl filozofu Immanuel Kant, hayvanların bir “amaç” değil, sadece insan amaçlarına hizmet eden “araçlar” olduğunu, bu yüzden hayvanlara karşı doğrudan ahlaki ödevlerimiz olmadığını söylemişti. Ancak modern etik anlayışı bu bakışa büyük ölçüde katılmıyor. Çünkü eğer ahlaki sorumluluk sadece karşılıklı anlaşma yapabilen, akıl sahibi varlıklar arasında geçerli olsaydı, o zaman bebekleri ya da zihinsel engelli insanları da ahlak dışına itmemiz gerekirdi. Oysa tam tersine, kendi haklarını savunamayacak durumda olanlara karşı daha fazla sorumluluk hissederiz. Hayvanlar da kendilerini savunamadıkları, bizim dilimizde hak talep edemedikleri için onları görmezden gelmek değil, tam aksine onların haklarını da bizlerin belirleyip koruması gerekir. Nitekim günümüzde “hayvan hakları” kavramı hukuk sistemlerine bile girmeye başladı. Bazı ülkeler büyük insansı maymunları veya deniz memelilerini yasal olarak birer “özne” kabul edip onlara insan olmayan kişilik statüsü tanıyor ve öldürülmelerini, esaret altında tutulmalarını yasaklıyor. Bu gelişmeler, hayvanları ahlaki topluluğumuzun dışında bırakmanın artık geçerli bulunmadığının işaretleri. İnsanlık, ahlak çemberini giderek genişletiyor.
Dini ve Kültürel Perspektif: Bazı insanlar, hayvanların insanın kullanımına sunulduğuna dair dini inançlara sahiptir. Örneğin “Tanrı hayvanları insanlara yiyecek olsun diye verdi” veya “kurban kesmek bizim geleneğimiz, bunda yanlış yok” şeklinde düşünebilirler. Elbette herkesin inancı kendine, fakat şunu belirtmek gerekir: Pek çok dinde bile hayvanlara zulmetmek hoş karşılanmaz; hayvana merhamet vurgulanır. “Hayvanlar bize verilmiştir” inancını taşıyor olsak bile bu bize sınırsız bir eziyet veya keyfi öldürme hakkı vermez; genellikle bu tür söylemlerde bile şefkat ve gereklilik şartları gözetilir. Kaldı ki biz burada tartışmayı dinden bağımsız, akılcı bir zeminde yürütmeye çalışıyoruz. İnançtan gelen bir “izin” olduğunu düşünmek, seküler etik açısından tek başına yeterli bir gerekçe sayılmaz. Nihayetinde, eğer bir eylemin bir canlıya acı çektirdiğini ve onu yok ettiğini tespit ediyorsak, bunu sadece “inancım böyle” diyerek meşru ilan etmek tartışmalı olacaktır. Tarih boyunca da bir zamanlar köleliği veya işkenceyi meşru gören kültürel-dini normlar olmuştur, ama sonradan evrensel etik değerler bunların yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Bugün de belki kültürel olarak normal saydığımız hayvan öldürme eylemi, daha geniş bir ahlaki pencereden sorgulanmalıdır.
“Bitkiler de canlı, onları yemek de öldürmek değil mi?” Bu soru genelde esprili bir şekilde gündeme gelir, ancak ciddi bir argüman gibi sunulduğu da olur. Bitkiler de birer canlı organizma olduğu için, eğer mesele canlı öldürmekse salata yemek de etik sorun teşkil eder mi? Burada biyolojiye başvurmak lazım: Bitkilerde hayvanlardaki gibi bir sinir sistemi, beyin veya bilinç olmadığı genel olarak kabul edilir. Yani bir havucu kestiğimizde, bir koyunu kestiğimiz gibi acı ve korku hissetmez. Bitkiler tabii ki çevresel uyaranlara tepki verir, canlıdır; ancak güncel bilimsel konsensüs bitkilerin acı çekmediği yönündedir. Diyelim ki bir an için bitkilerin de acı çektiğini varsaysak bile, bu hayvanları yemenin etiğini kurtarmaz; tam tersine daha da karmaşık hale getirir. Çünkü hayvan yediğimizde, o hayvanın yaşamı boyunca tükettiği sayısız bitki de dolaylı olarak “ölmüştür”. Örneğin bir büyükbaş hayvanı yetiştirmek için kilolarca tahıl ve yem harcanır. Dolayısıyla bitkilere gerçekten değer veriyorsak bile, bitki tüketimini en aza indirmek adına doğrudan bitki yemek (önce hayvana yedirip sonra hayvanı yemek yerine) daha az bitki ölümüne yol açar. Görüldüğü gibi “bitkiler de canlı” söylemi, hayvan eti yemenin etik eleştirisini boşa çıkarmaz; sadece konuyu dağıtmaya yarayan bir yanlış yönlendirme gibi kalır.
“Hayvanlar acı çekmeden öldürülse sorun kalır mı?” Bir başka yaklaşım da hayvanların çektiği acıya odaklanıp, acıyı ortadan kaldırınca sorunun çözüleceğini varsaymaktır. Yani “Eğer hayvanları strese sokmadan, korku hissettirmeden, acısız bir yöntemle öldürebilirsek onları yemekte bir sakınca yok” diyenler olabilir. Bu, ahlaki sezgilerimizin acıma duygusuna dayanan yönünden besleniyor: Acı çektirmeyelim, o zaman içimiz rahat edecek gibi. Elbette nasıl öldürüldükleri önemli; bir hayvanın mümkün olan en az ızdırapla can vermesi tercih edilir. Ancak burada iki nokta var: Birincisi, pratikte endüstriyel hayvancılıkta bu “acısız ölüm” çoğu zaman gerçekleşmez. Hayvanlar modern mezbahalarda genellikle korku dolu bir ortamda, kimi zaman hatalı uygulamalar yüzünden acı çekerek can veriyorlar. İkincisi ve daha temel olan ise, acı olmasa bile ortada hayatın elinden alınması gerçeği var. Bir canlı hiçbir şey hissetmeden öldürüldüğünde, sadece acı çekmemiş olur; ama onun yaşama ihtimali de sıfırlanmıştır. Eğer meseleye sadece acı ekseninden bakarsak, belki acısız öldürmeyle bir vicdani rahatlama bulabiliriz. Fakat ahlak, yalnız acı vermemeyi değil, aynı zamanda haksız yere yaşamı sonlandırmamayı da kapsar. Bir insanı acısız bir iğneyle öldürmek, acı çektirmese bile cinayet olarak değerlendiriliyor, öyle değil mi? Hayvan için de benzer şekilde, onu öldürmeye gerçek bir mecburiyet yoksa, acısız bile olsa öldürmek sorun olmaya devam ediyor.
“Önce insanların sorunlarını çözelim; hayvan hakları lüks kalıyor” diyenler de çıkabilir. Toplumda onca adaletsizlik, şiddet, açlık, insanın insana zulmü varken hayvanların derdiyle uğraşmayı ikincil görmek anlaşılabilir bir tepki gibi gelebilir. Ancak ahlak bir bütün: İnsan hakları ve hayvan hakları aslında aynı merhamet ve adalet duygusundan filizleniyor. İnsanların acı çektiği hiçbir durum, hayvanların acısını önemsiz yapmaz; aynı şekilde hayvanların çektiği acıyı dile getirmek de insan dertlerine kayıtsız kalmak anlamına gelmez. Kaldı ki birçok düşünür, ahlaki gelişimin bir genişleme süreci olduğunu söyler: Önce yakın kabilemizi, sonra ulusumuzu, ırkımızı, cinsiyetimizi gözetmeyi öğrendik; şimdi de belki türümüzün ötesine empati ve adalet duygumuzu genişletme aşamasındayız. İnsanlık olarak bir yandan kendi içimizdeki sorunları çözmeye çalışırken, diğer yandan da daha önce dikkat etmediğimiz ahlaki meseleleri fark ediyoruz. Dolayısıyla hayvanlara yönelik etik sorgulama, insan meselelerini küçümsemek değil, genel olarak daha adil ve merhametli bir dünya arayışının bir parçası.
Gelecekte çözüm: Laboratuvarda üretilen et? Teknoloji belki de bu etik ikileme bir çare getirebilir. Son yıllarda kültür eti denen, laboratuvar ortamında gerçek hayvan hücrelerinden büyütülen et çalışmaları hızla ilerliyor. Henüz yaygın ve ucuz olmasa da, ilk laboratuvarda üretilmiş et hamburgerleri yapıldı bile. Bu yöntemle, herhangi bir hayvanı öldürmeden, sadece bir hücre örneği alıp onu biyoreaktörlerde çoğaltarak et elde etmek mümkün. Düşünsenize, gelecekte marketten alacağımız et, hiçbir canlının canına mal olmadan laboratuvarda üretilmiş olabilir. Eğer tat ve besin değerinde de fark olmazsa, eti sevip de hayvan öldürmekten rahatsızlık duyan herkes için müthiş bir alternatif olur. Böylece lezzet ile vicdan arasında kalmaya gerek kalmaz belki. Tabii bu teknoloji tam anlamıyla hayatımıza girene kadar biz bugünün sorularıyla baş başayız. Yine de kültür eti fikri, insanlığın bu konuda giderek bilinçlendiğinin ve çözüm aradığının bir göstergesi. Belki de torunlarımız “Dedelerimiz, ninelerimiz zamanında et yemek için hayvan öldürmek zorundaymış – ne ilkel, değil mi?” diyecekler. Kim bilir…
Son Söz: Zor Sorular, Samimi Cevaplar
Bunca tartışmadan sonra en başta sorduğumuz soruya dönecek olursak: Hayvanları yemek için öldürmek etik midir? Dürüst olmak gerekirse, ortaya koyduğumuz hiçbir argüman bu eylemi sağlam bir temelde haklı çıkaramadı. İnsanlarla hayvanlar arasına koymaya çalıştığımız tüm ahlaki çizgiler silikleşti: Ne tür farkı, ne zekâ farkı, ne de “doğal düzen” gibi açıklamalar bizi tatmin edebildi. Diğer akla gelen itirazları da değerlendirdik; onlar da soruyu temelden değiştirmedi. Sonuç olarak, eti için hayvan öldürmek, etik açıdan en azından ciddi bir soru işareti taşıyor. Hatta pek çok açıdan sırf zevk veya alışkanlık uğruna bir can almanın yanlış olduğu yönünde kuvvetli işaretler var.
Bu noktaya varmak belki bazılarımızı rahatsız ediyor. Çünkü bu, gündelik hayatımızın bir parçası olan bir şeyi – et yemeyi – ahlaken hatalı bulabileceğimiz anlamına geliyor. Oturup mantık yürüttüğümüzde “Evet, galiba doğru değil” dediğimiz bir fiili, belki biz de yapmaya devam ediyoruz. İşte bu, klasik bir bilişsel çelişki durumu: İnançlarımız ve eylemlerimiz uyuşmuyor. Peki ne yapacağız şimdi?
Öncelikle böyle bir sonuca varmak suçluluk duygusu yaratabilir. Kendimde de bunu yaşadım. Bu konuyu ilk kez ciddi ciddi düşündüğümde içimde bir direnç oluştu: “Yok canım, o kadar da değil, abartılıyor…” diye kendimi savunurken buldum. Çünkü aksi takdirde yıllardır yaptığım bir şeyin – keyifle yediğim etin – yanlış olabileceğini kabul etmek zorunda kalacağım. Bu kolay bir şey değil; insan egosu buna itiraz eder, alışkanlıkları itiraz eder. Fakat felsefi sorgulamanın güzelliği de burada: Bize hoş gelsin ya da gelmesin, tutarlı olmayı ve gerçekle yüzleşmeyi öğütler. Ben de kendi kendime şunu dedim: “Eğer hayvan öldürmenin etik bir savunusunu bulamıyorsam, bu gerçeği kabullenmek ve bunun ışığında davranışlarımı gözden geçirmek durumundayım.”
Tabii ki alışkanlıklar hemen değişmiyor. Kimi insan bu gerçeği görür görmez ertesi gün et yemeyi kesiyor – bu elbette takdire şayan bir tutarlılık örneği. Kimisi ise duyduklarını mantık olarak kabul etse bile duygusal veya alışkanlık düzeyinde değişime hazır olmayabiliyor. Bu da insani bir durum; neticede yılların kültürü, damak tadı, sosyal yemek alışkanlıkları bir anda bırakılmıyor.
Ama asgari düzeyde şunu yapabiliriz belki: En azından bu çelişkinin farkında olalım ve dürüstçe kabul edelim. Yani “Evet, aslında hayvanları zevk için öldürmek ahlaken savunması zor bir şey. Belki ben de tam olarak bunun haklı bir gerekçesini bulamıyorum. Yine de şu an et yemeye devam ediyorum ama bunun bir tercih ve belki de bir zaaf olduğunu biliyorum” diyebilmek. Bu bile bir başlangıçtır. Zira birçok insan bu konuyu konuşmak bile istemez; “aman saçma, etiğe mi bakacağız, biz etçiliz işte” deyip geçer. Hâlbuki içten içe çoğumuz, eğer hayvanların nasıl öldürüldüğünü birebir görsek veya o hayvanla bir bağ kursak, bunu onaylamakta zorlanırız. Burada bir vicdani duygu vardır, bastırmaya çalıştığımız.
Belki de gelecekte, tıpkı kölelik kurumunun geçmişte normal olup sonradan büyük bir ahlaki yanlış olarak görülmeye başlaması gibi, hayvanları gereksiz yere öldürmek de benzer bir dönüşüm geçirecek. Bugün bize normal gelen şey, ilerideki nesillere barbarca görünebilir. Zira mantıken baktığımızda, temel bir yanlış yapıyor gibiyiz: Sırf keyfi bir tercih için, hissetme kapasitesi olan varlıkları öldürüyoruz.
Bu noktada sizin de kendi kendinize sormanızı istiyorum: Bu yazıyı okuduktan sonra akşam yemeğinde önünüze gelen et parçasına eskisi gibi sorgusuz bakabilecek misiniz? Belki evet, belki hayır. Ama en azından bir an için de olsa “Bu et buraya gelene kadar neler yaşandı ve ben bunu gerçekten doğru buluyor muyum?” sorusu aklınızda belirecek. İşte o sorgulama anı çok değerli. Ahlak bazen böyle rahatsız edici sorular sormamızı ve kolay olmayabilir ama dürüst cevaplar aramamızı gerektiriyor.
Ben sizden hemen kesin bir cevap bulmanızı beklemiyorum; açıkçası ben de tam olarak bulabilmiş değilim. Tyler Doggett videonun sonunda “Umarım cevabı bulmama yardımcı olursunuz” diyordu, ben de benzer şekilde sizlerle birlikte düşünmek istedim. Belki bazılarınızın kafasında hâlâ “Ama şu, aslında önemli bir fark olabilir” diye bir fikir vardır. Lütfen onu da sorgulayın. Çünkü ben şahsen ne zaman böyle bir farklılaştırıcı sebep düşünsem, sonunda tıkanıp kalıyorum ve yine hayvanla insan arasında kurduğumuz ayrımın pek de savunulabilir olmadığını görüyorum.
İşin özüne bakarsak şuna varıyorum: Eğer insanları, ihtiyaç olmadığı halde yemek için öldürmek yanlışsa – ki yanlış diyoruz – o zaman benzer koşullarda hayvanları öldürmek de yanlışlığa çok yakın duruyor. Araya mesafe koymaya çalıştığımız her gerekçe eriyip gidiyor. Bu gerçekle yüzleşmek kolay değil, çünkü kültürümüz ve etrafımız bu gerçeği fark etmememiz üzerine adeta inşa edilmiş. Fakat felsefenin görevi tam da bu değil mi? Rahatsız edici de olsa gerçekle yüzleşmek ve kendi tutumlarımızı eleştirel bir gözle değerlendirmek.
Burada kimseyi suçlamak veya parmak sallamak niyetinde değilim. Ben de dahil olmak üzere bu konuda tutarlı olmaya çalışırken zorlanan pek çok insan var. Önemli olan, zor soruları sormaktan kaçmamak ve mümkün mertebe etik değerlere uygun yaşamak için çaba göstermek. Belki bu tartışma size bir nebze olsun farklı bir perspektif sunmuştur. Hayvanları yemek için öldürmek etik midir? sorusunun kolay bir cevabı yok, ama umarım en azından bu sorunun önemini ve ciddiyetini birlikte hissetmişizdir.
Bir deneyin – bir öğün et yemeyip yerine başka bir şey yemekle başlayın mesela; bakalım gerçekten büyük bir kayıp mı, yoksa alışılabiliyor mu? Hem muhtemelen daha sağlıklı ve hafif hissedeceksiniz. Nitekim araştırmalar, kırmızı eti azaltıp sebze-meyve ağırlıklı beslenmenin uzun vadede kalp-damar sağlığına iyi geldiğini gösteriyor. Ayrıca et tüketimini düşürmenin, iklim değişikliğiyle mücadele ve çevre kirliliğini azaltma konularında da önemli bir katkı sağlayacağı sıkça vurgulanıyor. Yani etik kaygılarla yapacağınız bir değişiklik, aynı zamanda kendi bedeninize ve gezegenimize de fayda sunabilir. Belki kademeli olarak hayatınızda ufak değişiklikler yapabilirsiniz. Ya da en azından et yerken, o etin bir zamanlar yaşayan bir hayvan olduğunu aklınızdan büsbütün çıkarmamaya çalışabilirsiniz. Bazı kişiler bu farkındalığın bile tüketim alışkanlıklarını etkilediğini söylüyor. Vicdanımızı devre dışı bırakmadan yaşayabilirsek, belki hem daha huzurlu hem de başkalarına (insan veya hayvan) daha az zarar veren bir yaşam sürebiliriz.
Elbette dünyadaki herkes yarın sabah uyanıp vejetaryen olmayacak. Bu, uzun soluklu bir dönüşüm ve tartışma gerektiren bir konu. Ama inanıyorum ki böyle sorular sorulmaya devam ettikçe zamanla toplumların vicdanı da değişiyor. Geçmişte kölelik savunulurken bugün aklımıza bile gelmemesi gibi, belki gelecekte de hayvanların mal gibi görülüp öldürülmesi akıl almaz bulunacak. Bizler şu anda o tarihsel dönüşümün ortasında olabiliriz. Küçük de olsa bir parçası olmak – en azından bu meseleye kafa yormuş olmak – bence değerli.
Sonuç olarak ben bu sorunun kolay bir yanıtı olmadığını düşünüyorum, çünkü cevap aslında hepimizin içinde şekilleniyor. Kimimiz bu yazıdan sonra “Evet haklı, artık ben de hayvan öldürülmesine ortak olmayacağım” diyecek, kimimiz “Yine de ben et yemeye devam edeceğim” diyecek. Önemli olan, bu tercihinizin ahlaki boyutunu artık biliyor olmanız. Bundan sonrası bireysel vicdan ve değerler meselesi. Belki de bu yazının asıl amacı bir cevap dayatmaktan ziyade, sizin kendi cevabınızı dürüstçe bulmanıza küçük bir katkı sağlamaktı.
Ben kendi adıma hâlâ bu soruya cevap bulmaya çalışanlardanım. Tyler Doggett videonun sonunda izleyicilere dönüp “Umarım cevabı bulmama yardımcı olursunuz” diyordu. Ben de okurlarıma aynı çağrıyı yapıyorum: Ne dersiniz, hayvanları yemek için öldürmek sizce etik midir? Lütfen bu soruyu bir kez de siz kendi kendinize sorun ve cevabınızı gerçekten tartmaya çalışın. Belki sizin bulacağınız bir savunma vardır; ya da benim gibi, bu eylemin savunulacak bir yanı olmadığını düşüneceksiniz.
Her hâlükârda, bu sorgulama için zaman ayırdığınız ve sonuna kadar okuduğunuz için teşekkür ederim. Kolay konular değil ama önemli konular. Umarım en azından zihninizde yeni bir pencere açabilmişimdir. Unutmayalım, ahlak gelişimi konfor alanımızda gerçekleşmiyor; tam aksine, bizi rahatsız eden sorularla yüzleştiğimiz yerde gerçek bir ilerleme imkânı doğuyor.
Okuduğunuz için teşekkürler 👋