Yazı kategorisi: Genel, ilk roman denemesi

KAYIP ŞEHİR

BİRİNCİ BÖLÜM – KÜLLERİN ALTINDAKİ HARİTA

Yağmur, taş döşeli sokağa eğik bir ritimle vuruyordu. Damlaların sesi, gecenin içine işleyen bir ilahi gibiydi — sanki gökyüzü bir şeyleri unutturmak için ağlıyor, taşlar ise bu unutkanlığa direniyordu.

Nero, başında yıpranmış pelerin, omuzlarında taşıdığı yılların ağırlığıyla, Doryan Limanı’nın en tenha hanına doğru yürüyordu. Her adımda dizindeki eski bir yara hafifçe sızlıyor, ama adamın yüzü hiç değişmiyordu. Sızılar onu artık kendine getirmiyor, aksine daha derine itiyordu. Acı onun yeni normaliydi.

Hanın adı silinmişti. Tabelası rüzgârda bir hayalet gibi sallanıyor, yalnızca “S” harfi kalmıştı yerinde. Kimse artık isim sormuyordu bu limanda. Burada insanlar, geçmişlerini sahile bırakır, unuttukları kadar yaşarlardı.
Ama Nero, unutmuyordu. Aksine, hafızasını kazıyarak diri tutuyordu. Çünkü unutanlar, ihanet ederdi. Kendine. Diğerlerine. Geçmişe.

Barın en köşesine oturdu. Loş ışıkta, duvarlardan sarkan örümcek ağları rüzgârla birlikte bir çeşit şiir yazıyordu boşluğa. Adamın önüne sessizce bir içki kondu. Göz ucuyla baktı barmene, tanıdık biri değildi. Zaten tanıdık kimse kalmamıştı. Ya ölmüşlerdi… Ya da hatırlanmak istememişlerdi.

Cebinden, kenarları yanık bir pusula çıkardı. Pusula kırık döküktü ama içinde hâlâ bir şey dönüyordu. İğnesi kuzeyi göstermiyordu; başka bir yön arıyordu sanki, geçmişle gelecek arasında bir çatlak varsa, o iğne oraya doğru titriyordu.

O sırada hanın kapısı açıldı. İçeri bir kadın girdi. Siyah bir pelerin giymişti, ama yürüyüşündeki ritim onun bir kaçak değil, bir arayıcı olduğunu söylüyordu. Ayak sesleri, Nero’nun içkisine karıştı. Kadın gözlerini yavaşça gezdirdi mekânda, sonra doğrudan Nero’nun oturduğu köşeye yöneldi.

Yanına oturmadı.
Karşısındaki masaya geçti, sırtını ona döndü ve “İçki değil, bilgi istiyorum,” dedi alçak bir sesle.
Barmen cevap vermedi. Kadın başını çevirdi, gözleri ilk kez Nero’yla kesişti. Gözlerinde tanıdık bir şey yoktu ama tuhaf biçimde tanıdık hissettiriyordu. Sanki çocukluğunda gördüğü bir düşü, yıllar sonra başka bir yüzle yeniden izliyordu adam.

“Senin adın Nero,” dedi kadın.
Adam gülümsedi. Yorgun bir gülümseyiş.
“Bir zamanlar öyle derlerdi,” dedi.
Kadın başını eğdi.
“Ben hâlâ öyle diyorum.”

O an han suskunlaştı. Yağmurun sesi daha da derinleşti, sanki gökyüzü onların konuşmasını duymak istemişti.
Kadın ayağa kalktı, pelerinini savurdu, masanın üstüne bir parşömen bıraktı. Parşömenin kenarlarında eski alfabeler, ortasında ise eksik bir çember vardı.

Nero gözlerini kısmıştı.
“Bu mümkün değil,” dedi.
Kadın yanıtladı: “Senin pusulanla birleşirse mümkün.”
“Bu harita… öldü zannediyordum. Yıllar önce kül oldu.”
Kadın fısıldadı:
“Bazı şeyler kül olmaz. Sadece bekler.”

Nero elini masaya koydu. Ellerindeki yara izleri hâlâ taze gibiydi.
“Adın ne?” diye sordu.
Kadın bir adım geri çekildi.
“Nova,” dedi. “Gölge Konsey’inin beni öldürmeye çalıştığı gece yeniden doğdum. O günden beri o adı kullanıyorum.”

Nero o ismi bir süre düşündü. “Nova” — yıldızların son dansıydı bu. Parlayarak ölenlerdi. Ölmeden önce en çok ışığı saçanlar.

“Peki neden ben?” dedi adam.
Kadın bakışlarını kaçırmadı.
“Çünkü sen o yangında tek sağ kalandın, Nero. Sen hayatta kalan değil, seçilen oldun. Ve şimdi birlikte yola çıkmamız gerekiyor. Yoksa onlar haritanın diğer parçalarını ele geçirecek. Ve zamanı sonsuza dek kendi lehlerine mühürleyecekler.”













İKİNCİ BÖLÜM – DORYAN: GÖLGELERİN KIYISINDA

Sabah, griydi.

Doryan Limanı’nda sabahlar güneşle doğmazdı. Burada ışık, gökyüzünün değil, hatıraların içinden sızardı.
Sis, denizden şehre doğru sürünerek gelir; çatılara, sokak lambalarına ve uyumamış ruhlara dokunarak yayılırdı. Sanki şehir, geceden tamamen çıkmayı istemezdi. Her sabah bir başka geceye benzerdi burada.

Nero, hanın odasındaki dar pencereden dışarı baktı.
Dışarıda balıkçılar ağı indiriyor, çocuklar uzaklarda martılara taş atıyordu. Ama hiçbir ses yoktu. Tüm şehir, sessiz bir rüya gibi yaşıyordu. Sadece soluyordu. Sadece bekliyordu.

Bu şehir, tıpkı Nero gibiydi.

Bir zamanlar bekçi üniforması giymişti. Gece nöbetlerinde kaleye çıkan gizli yolları, yeraltı mahzenlerini ve yasadışı geçişleri ezbere bilirdi. Gökyüzünün altında yemin etmişti. Ama yeminler, zamanla paslanır.
Ve bir gece, o büyük yangın çıktığında — şehir kırmızıya boyandığında — Nero sadece dumanla değil, inancıyla da boğulmuştu.
O gece bir çocuğun çığlığına koşmuş, bir kadının son nefesini tutmuştu. Ama asıl koruyamadığı, kendi içindeki o “inanma” duygusuydu.
O günden sonra, ne kılıç tuttu, ne dua etti. Sadece yürüdü.
Geçmişini sırtında taşıyarak.

“Güvenilir kimse kalmadı bu şehirde,” dedi kendi kendine.
Ama sonra aşağıdan gelen sesi duydu:
“Güvenilir kimse zaten yoktu, sadece yeterince dikkatli bakmamışsın.”

Nova’nın sesiydi bu.

Kadın çoktan uyanmış, hanın alt katındaki boş masalardan birine oturmuştu. Elinde küçük bir defter vardı.
Bir şeyler karalıyordu. Sanki kelimelerle geleceği çiziyordu.

Nero, kadının yanına indi. Sessizce oturdu.
Nova, göz ucuyla baktı.
“Bu şehir seni hâlâ ürkütüyor mu?”
Nero gülümsedi, “Hayır. Artık kendimi şehrin bir uzantısı gibi hissediyorum. Doryan soluk alırsa ben de alıyorum. Boğulursa ben de…”
Devamını getirmedi.

Nova defteri kapadı.
“Ben burada doğmadım. Ama burada sustum. Bu şehir bana ne zaman susmam gerektiğini öğretti.”
“Kim susturdu seni?”
“Konsey,” dedi. “Ve susmayan annem.”

Bir an ikisi de sustu.

Nova’nın hikâyesi, duvar arkasındaki çatlaklardan fışkıran bir sızı gibiydi.
Ailesi, Gölge Konsey’inin tarih sahnesinden silmek istediği son soydu.
Kadim dillerin koruyucusu bir ailenin çocuğuydu. Babası, yanan kitapları saklarken tutuklandı. Annesi, bilgelikle konuştuğu için susturuldu. Nova, ise o konuşulamayan geçmişin gölgesinde büyüdü.
Bir gece uyanmış, evi yanarken koşmuş, limana sığınmıştı.
Ve o günden sonra hiçbir eve sığınmadı.
Sadece iz sürdü.

Doryan Limanı onun için bir harabe değildi. Burası, ipuçlarının yattığı eski bir mezarlıktı. Ve mezarlar bazen konuşurdu.

“Doryan hep böyle miydi?” diye sordu Nero.
Nova içini çekti.
“Hayır. Eskiden bu limana ‘Altın Uyanış’ derlerdi. Doğudan gelen baharatlar, batıdan gelen şaraplar burada buluşurdu. Şarkılar söylenirdi. Şimdi sadece sessizlik satılıyor. Ve sis.”

Nero başını salladı.
“Biz de o sisin içinde yürüyen iki hayalet gibiyiz.”

Nova gözlerini kıstı.
“Hayır Nero. Biz o sisi delen iki izciyiz.
Ve şimdi yapmamız gereken şey… yürümek.”

Masaya eğildi, haritanın ilk parçasını açtı.
Üzerinde bir dağ çemberi, çevresinde şu cümle yazılıydı:
“Zaman, düşmüşlerin arasından geçer. Geçebilen kurtulur, kalanlar yok olur.”

Nero cebindeki pusulayı çıkardı.
Haritaya yaklaştırdı.
İğne, titremeye başladı.

“İşte bu,” dedi Nova.
“Yol başlıyor.”

Devam edecek…

Yazı kategorisi: spontan

İnanmak



İNANMAK
(1. bölüm)

Bazen bazı kelimeler insanın zihninde sessizce boğulmaya başlar. “İnanmak” kelimesi de öyleydi benim için. Yirmili yaşlarımın başlarında —şu an yirmi beşindeyim ve hâlâ tam olarak çıkamadım o dehlizden— “inanmak” bana fazla duygusal, fazla tehlikeli gelmeye başlamıştı. Hatta bir ara bu kelimeyi hayatımdan çıkartmayı ciddi ciddi düşündüm. Kulağa dramatik geliyor, farkındayım. Ama ben öyle çok da dramatik biri değilim, sadece biraz fazla düşünenlerdenim. Ve düşünen bir insan için bazı kelimeler fazla kaygan.

Çünkü inanmak, saf haliyle bile seni savunmasız bırakıyor. Gerçekten. Düşünsene, bir şeye inandığında, onunla arana hiçbir kalkan koymuyorsun. Direkt temas. Körlemesine bir teslimiyet değil belki ama gönüllü bir açıklık hali. Ve o açıklık, bazen fena halde istismar ediliyor. İnsan ilişkilerinde, ideolojilerde, koçluk seminerlerinde, hatta bazen kendi iç sesin tarafından bile…

Kendimi bir süre, sürekli olarak “Ben buna inanmıyorum.” derken yakaladım. Hatta “inanmıyorum” demek bile fazla şefkatli gelmeye başladı; “umurumda değil” demeye başladım. Böylece araya mesafe koyabildiğimi sandım. Sanrılar da inanç kadar güçlü bu arada, itiraf etmeliyim. Çünkü inanmakla vedalaştığını sandığın her anda, bir başka şekliyle başka bir yerden çıkıveriyor karşına. Bilinçaltında başka kıyafetlerle, başka seslerle dolanıyor. Hayatın içinde çok zeki davranmaya çalıştığında bile, bazen en rasyonel anlarında bile, bir peçeteye inanırken buluyorsun kendini. Uçak örneğini bilirsin belki; o düşmek üzere olan uçakta, elindeki peçeteye sıkıca sarılan insan örneği… “Bu peçete bana bir arkadaşım tarafından verildi, o zaman uçak düşmez.” Evet, saçma. Ama bir yandan da çok insanca.

Ve fark ettim ki, saçmalıkla insanlık arasında çok ince bir sınır var. Hele inanç söz konusuysa. İnanç, akla karşı bir şey değil. Ama aklı fazlaca kutsamış modern dünyada, duygusal bir lüks gibi algılanıyor. Sanırım bu yüzden bir dönem “inanmak” kelimesiyle mesafeli yürümeye çalıştım. Ne zaman biri “İnanıyorum.” dese, içimden istemsiz bir burun kıvırma geliyordu. Çünkü çevremde inanan insanlar ya çok kandırılmıştı ya da çok tehlikeliydi. Ama işte mesele şu ki, inanmadan da yaşanmıyor.

Hayatın kendisi, kaçınılmaz şekilde bir varsayım üzerine kurulu. Kapıdan çıktığımda ölmeyeceğime inanıyorum. Nefes alırken ciğerlerimin dolacağına inanıyorum. Sabah uyanabileceğime… Biriyle konuştuğumda beni anlayacağına… Gülümseyince karşılık alacağıma… Belki hepsi bir yanılgı, ama bu yanılgılar olmadan yaşamak da mümkün değil. Ve günün sonunda insan, inanmadan hiçbir şeyin anlamını kuramıyor.

Benim hikâyem, “inanmak”la mücadele eden biri olarak başladı belki, ama şu an geldiğim noktada fark ediyorum ki, mücadele ettiğim şey aslında kendimmişim. Çünkü inanmak, insana dair. Yani benden kaçsa da, bana ait. Bu cümleyi yazarken biraz hüzünlü bir gülümseme geliyor yüzüme. Çünkü yıllarca kavgasını verdiğim kelime, belki de en çok ihtiyacım olanmış.




(2. bölüm)

Bazen hayatın ortasında, hiçbir şeyin merkezinde durmuyormuşsun gibi hissedersin. Ne bir düşüncenin tam içindesindir, ne bir duygunun tam sahibi. Böyle arada bir yerde… boşlukla bağ kurduğun, ama bir şeye de tam anlamıyla yaslanamadığın o hâller… işte inanmak meselesi tam da o aralığa temas ediyor. Ne tam tutunabiliyorsun, ne tamamen bırakamıyorsun. Çünkü insan neye yaslanacağını bilemediğinde bile bir şeylere tutunuyor. Ve çoğu zaman inanç, işte o bilinçsiz tutunma haliyle geliyor.

Geçenlerde biriyle konuşuyordum; bir kısmı Mardin’de yaşıyor, diğer kısmı San Francisco’da… Öyle iki ayrı dünya gibi düşün, biri çok sesli mistik, diğeri fazlasıyla modern ve materyalist. Şunu söyledi: “Amerika’da psikolojik rahatsızlıklar patlamış durumda. Çünkü hikâye eksik.” O an durdum. Hikâye eksik… bu çok ilginç bir teşhis. Ne kadar bilimsel, ne kadar batılı, ne kadar gelişmiş bir sistemde yaşıyor olursan ol, bir hikâyeye ihtiyacın var. Bir anlatıya. Bir “neden”e.

Ve o “neden”, çoğu zaman matematikten gelmiyor. Daha ilkel, daha sezgisel bir yerden sızıyor hayatına. Çünkü modern akıl, anlam üretmede yetersiz kalıyor. Hesaplayabiliyor ama anlatamıyor. Tanımlayabiliyor ama bağ kuramıyor. Tam da bu yüzden; inanmak, sadece metafizik bir mesele değil. Psikolojik bir ihtiyaç. Daha doğrusu, varoluşsal bir refleks.

Uçak düşerken dua eden ateist örneği yıllardır anlatılır. Bir klişe haline gelmiştir. Ama klişeler, hayatın tekrarlayan hakikatlerinden doğar. Gerçekten, o an elinde kalan tek şey bir peçeteyse, ona anlam yüklemek seni ayakta tutar. “Bu peçeteyi bana sevdiğim biri verdi. O yüzden bu uçak düşmeyecek.” Bu inanç, seni kurtarmaz belki ama panikten korur. Panikten koruduğu için de hayatta kalma ihtimalini artırır. Bak mantık devreye girdi. Ama esas olan mantık değil zaten, insanın kendini emniyette hissetmesi. Çünkü hayatta kalmak, sadece fizyolojik bir mesele değil. Anlamlı bir şekilde kalabilmek…

Bunun sadece uçaklar için geçerli olduğunu sananlar, hiç ekip çalışması yapmamıştır. Şirketlerde, hastanelerde, mutfaklarda, tiyatro kulislerinde… bir grup insanın bir şeye “birlikte inandığı” zaman nasıl farklılaştığını, nasıl bambaşka performanslar ortaya koyduğunu gördün mü? O işin, bir niyeti olur, bir ruhu olur. Ve bu, tabii ki Excel’de görünmez.

İnanmak, bir “veri” değil. Ama o verilerin nasıl kullanılacağını belirleyen bir atmosfer yaratır. İşin başındaki adam ya da o toplantı odasında sıkılan biri, inanmıyorsa… o proje yürümez. Ve inanç bu anlamda bir kurum meselesi değil; bir birey meselesi. Bir duruş. Kendini içine koyduğun bir bağ. Ve ne kadar saçma olursa olsun, bazen bir peçeteye inanmak, en büyük yatırımın olabilir.

Çünkü o peçete, aslında senin içinden geçen “umut”u sembolize eder. Ve umut, veriyle değil, yürekle hesaplanır.



(3. bölüm)

İnanmakla ilgili en zorlu şey, onu kendi başına düşünmeye başladığın anlarda başlar. Yani kimsenin eteğine yapışmadan. Kimsenin diline, geleneğine, öğretisine sığınmadan. Çünkü o zaman seni bekleyen şey, sessizliktir. Net bir cevap alamayacağın, bazen delilikle bazen boşlukla flört eden bir sessizlik. Ve o sessizlikte kendinle baş başa kalırsın. Ne öğrendiğin dualar, ne yazılmış kitaplar, ne ezberletilmiş kavramlar işe yarar. Her şey silinir. Geriye sadece sen kalırsın ve bir soru: “Ben neye inanıyorum?”

Aslında bu soru, sandığımızdan daha tehlikeli. Çünkü sorunun gerçek anlamıyla yüzleşmek, beraberinde büyük bir sarsıntıyı da getiriyor. Her şeyin yerinden oynadığı, tüm kesinliklerin buharlaştığı bir deprem bu. Belki de bu yüzden çoğu insan bu sorunun etrafında dolaşıyor, ama içine girmiyor. Girmemeyi bir zeka belirtisi sanıyor hatta. Oysa gerçek cesaret, o sessizliğe adım atmak. Sarsıntıya razı olmak. Bildiklerinden soyunmak.

Ben yıllar boyunca bu sorunun etrafında döndüm. Cümleler kurdum, kavramlar geliştirdim, tartışmalara girdim. Ama hepsi bir tür kaçıştı. Çünkü gerçekten inanmak, bilgiyi terk etmek değil; bilgiden geçip sadeleşmektir. Bilgiyle doldurulmuş bir kafa, çoğu zaman kalbin işini yapamaz. Çünkü kalp, mutlak bilgiyle değil; mutlak samimiyetle çalışır.

Mesela eskiden biri bana “Tanrıya inanıyor musun?” diye sorsa, saatlerce konuşurdum. Şimdi ise içimden sadece şu geçiyor: “Bilmiyorum.” Ama bu “bilmiyorum”, o eski tedirgin “emin değilim” hali değil. Bu, olgun bir suskunluk. Çünkü neye inandığımı artık hislerle, sezilerle, yaşadığım hayatla anlıyorum. Bu hayatın bir matematiği yok. Bir formülü yok. Ama içten içe işleyen bir ritmi var. Ve ben o ritme güvenmeyi öğreniyorum.

Bu güven, bir peygamberin sözüne değil, bir filozofun öğretisine değil; kendi tecrübeme dayanıyor. Yürürken hissettiğim rüzgara, bir hastanın gözünde gördüğüm teşekkür dolu bakışa, bazen gecenin üçünde gökyüzüne bakarken içimde beliren hafifliğe… Yani inandığım şeyler, artık laf kalabalıklarında değil; o anlık, sessiz, ama sarsılmaz anlarda gizli. Onlar çok az geliyor belki, ama geldiklerinde içimde bir şey yerli yerine oturuyor. Kafamda değil… kalbimde.

Ve ben artık şunu biliyorum: İnanmak, mutlak bir doğruluğa değil; mutlak bir içtenliğe yaslanmalı. Yani “eminim” demek değil mesele. “Hazırım” diyebilmek. Yanılmaya, şaşırmaya, yeniden öğrenmeye hazır olmak. Çünkü gerçek inanç, kontrol etme çabası değil; teslimiyetin sessiz onayıdır.

Ve ben, yirmi beş yaşında biri olarak, her geçen gün bu teslimiyeti biraz daha öğreniyorum.



(4. bölüm)

Bir gün biri bana şöyle demişti: “Hayatta her şeyden şüphe edebilirsin ama kendine sormaktan asla vazgeçme.” O gün bu lafı fazla dramatik bulmuştum. Ama yıllar geçtikçe, bu cümleye başka başka yerlerde rastladım. Kimi zaman bir kitabın dipnotunda, kimi zaman bir arkadaş sohbetinde, kimi zaman da kendi iç sesimde. Ve fark ettim ki, inanç dediğimiz şey çoğu zaman bir sorunun etrafında, defalarca dolaşmaktır. Bazen cevap bulursun, bazen bulamazsın ama yine de sormaya devam edersin. Çünkü inanç, cevaptan çok soruda saklıdır.

İnanmak; bir kilisede, bir camide ya da bir kitaptaki surede değildir yalnızca. Bazen bir hastanede gece nöbetinde tek başına kalakaldığında, bazen sevdiğin birinin gözlerinin içine bakarken, bazen de tek başına uyanıp “Bugün neden kalkmalıyım?” dediğinde… O anlarda gizlidir. Sıradanlığın içinde yakalanır. Ve bu yüzden öyledir ki; herkesin inancı kendine özel, kendine göre kırık döküktür.

Benim inancım da biraz öyle. Kırık. Eksik. Yer yer yamalı. Ama sahici. Artık her sabah kesinlikler aramak yerine, sorularımla barışmaya çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki, insanı güçlü yapan şey, her şeye emin olması değil; emin olmasa da yürümeye devam etmesidir. Ne olursa olsun, yürümeye değer bir yol olduğunu hissetmektir. Ve inanç tam olarak burada başlıyor işte: Belirsizliğe rağmen ilerlemekte.

Bunu söylerken, hâlâ bazı sabahlar neye inanacağımı şaşırdığım oluyor. Bazen dünyanın anlamına, bazen kendi kalbimin sesine, bazen hiçbir şeye… Ama o hiçbir şey bile bir yere ait olmanın, bir şeyden uzak durmanın başka bir ifadesi gibi. Yani yine bir inanç gibi. Ve galiba burası önemli: Hayatta hiçbir şey yapmasan da bir şeye inanmış oluyorsun. Hiçbir şey yapmamak bile, bir tür tercihe dönüşüyor. Yani inanç, nötr bir şey değil. Ya sen onu tanırsın, ya da o seni şekillendirir.

Ve işte bu yüzden…
Yirmi beş yaşında bir insan olarak, hâlâ çok az şey bildiğimi ama çok şey hissettiğimi fark ediyorum. Artık öyle büyük teoriler kurmuyorum. Hayatın metafizik sırlarını çözmeye uğraşmıyorum. Sadece şu an olduğum yeri, olduğum hâli, olduğum kişiyi tanımaya çalışıyorum. Bu bile başlı başına bir inanç zaten.

Belki günün birinde bambaşka bir şey düşüneceğim. Belki şu an yazdığım her şeye güleceğim. Ama bugün…
Bugün inanıyorum.
Yürümeye, hissetmeye, anlamaya ve bazen sadece durmaya…
Ve bu kadarı, şu an için bana yetiyor.






Yazı kategorisi: Genel

Kötü Deneyimler

Kötü Deneyimler: Düzensizliğin İçinde Yaşamak

Bazı şeyler önden haber vermez.
Mesela hayat.
Ne zaman nereden tekmeleyeceğini çoğu zaman önceden bildirmez.
Sen yolun düz gittiğini sanırsın ama asfalt bir anda biter.
Ve sen hâlâ yürümeye çalışırsın.
Ayakkabının altı parçalanır, dizin yere sürtünür, ama yine de anlamazsın:
“Yol değişti.”

İnsan, düzen hayal eder.
Bir şeyler belli bir şekilde ilerlesin, verdiğin emek sonuç versin, doğru kararlar iyi sonuçlar doğursun…
Ama dünya, lineer bir denklem değildir.
Hayat, “eğer çok çalışırsan başarırsın” diyen TED konuşmalarının yarattığı bir motivasyon evreni değil.
Burası, çaba gösterenin ezildiği, hak edenin sessiz kaldığı, çığırtkanın yükseldiği bir yer olabilir. Her zaman değil tabii ki.

Ve bu…
İşte bu, kötü deneyimdir.
Bir birey için, gerçekliğin en acımasız biçimde suratına çarpması.



Kötü deneyim, çoğu zaman bir hayalin su almasıdır.
Mesela okula başlarsın.
Sana “çalış, oku, başarılı ol” denmiştir.
Sen de okursun.
Sabahlara kadar sınavlara hazırlanırsın.
Sonra bir gün işe başvurursun.
Ve senden daha az bilgiye sahip biri, “dayısı” olduğu için alınıverir.
Sen ise CV’ni zarfa koyup posta kutusuna atarsın.
Kendinden bir parça da o zarfta kalır.

Bazen “etik” diye bir şeyin olmadığını anlarsın.
Yalancılar yükselir, dürüstler dışarıda kalır.
Kimse adil olmak zorunda değildir çünkü sistem zaten adil tasarlanmamıştır.
Ve bunu fark ettiğin gün…
İşte o gün, hayatının acı deneyimini yaşamışsındır: tabii bu küçük bir acı.
Gerçekle tanışmışsındır.


Bazı kötü deneyimler bir yerde takılıp kalmak gibidir.
Kariyerinde, çevrende, düşüncelerinde.
Çabalarsın, bir adım ilerleyemezsin.
Kimse açıkça “sen yetersizsin” demez ama sana da yer vermez.
Bir şey olmak istersin.
Ama sürekli birileri senden önce davranır, daha yüksek sesle bağırır, daha geniş yer kaplar.
Sen ise beklemeye alışırsın.
Ve yavaş yavaş, kendine “benim sıram hiç gelmeyecek galiba” demeye başlarsın.

Bu da kötü bir deneyimdir:
Özgüvenin yer çekimiyle tanışması. Tabii gerçekten özgüvensiz, başarısız bir insan da olabilirsin bunu göz ardı etme.


Bir de şu var:
Kimi deneyimler kötü değilmiş gibi başlar.
Hatta seni güçlü hissettirir.
Sorumluluk almaktır mesela.
Bir ailenin yükünü sırtlamak, bir topluluğun liderliğini üstlenmek, bir işe omuz vermek…
Ama zamanla o sorumluluk seni içten içe tüketmeye başlar.
Sen hâlâ başardığını sanırsın ama aslında içeriden çürüyorsundur.
Tükendiğini anlamak, genellikle çok geç olur.


Bir insanın içinden geçen en sessiz krizlerden biri de kendini gerçekleştirememe duygusudur.
Potansiyelinin olduğunu bilirsin.
Bir şeyler yapabilirim, dersin.
Ama hayat o potansiyeli açığa çıkarman için gereken zemini sunmaz.
Belki doğduğun yer, belki çevren, belki de içinde bulunduğun ekonomik sınıf seni sınırlar.
Hayallerin vardır ama gün sonunda faturaların ödenmesi gerekir.

Bu bir çelişkidir.
Ve bu çelişkiyle yaşamak, başlı başına bir kötü deneyimdir.


Sistematik kötü deneyimler vardır.
Günlük, sıradan ama biriktiğinde yıkıcı olan türden.
Patronun seni her sabah görmezden gelmesi.
Toplantıda fikrinin ciddiye alınmaması.
Sokakta birinin seni yok sayması.
Toplumun seni bir şeye indirgemesi: kadınsan “narin”, erkeksin “güçlü”, yaşlıysan “artık yavaş”, gençsen “bilgisiz”…
Tüm bu küçük deneyimler, birikir.
Ve bir gün kendine şunu sorarken bulursun:
“Ben neden bu kadar yorgunum?”



Bir başka tür kötü deneyim:
Zamanın kayıp hissi.

Bir şeyi yıllarca sürdürürsün.
Bir ilişki, bir iş, bir mücadele.
Ama sonra bir anda o şeyin boşluğunu fark edersin.
Gerçekten inanmadığını, sadece alışkanlıkla sürdürdüğünü.
Ve en kötüsü de şudur:
O yıllar geri gelmez.

Zaman, insanın elinden sessizce kaçan tek şeydir.
Ve sen sadece bakarsın.
Ne kadarını boşa harcadığını görmek, insanın kendine karşı yaşadığı en keskin ihanettir.
Başka biri değil.
Sen kendine yapmışsındır bunu.
Ve bununla yaşaman gerekir.



Ve elbette yalnızlık.
Ama “aşk yok” anlamında değil.
Daha derin bir yalnızlık.
Fikrinle yalnız kalmak.
Sorgulamanla yalnız olmak.
Hayatı herkes gibi yaşayamamak.
Neşeyle değil, ironiyle bakmak zorunda kalmak.
Çünkü sen, olan bitenin sahte olduğunu fark etmişsindir.
İnsanların neden gülümsediğini değil, neden gülümsemek zorunda kaldıklarını merak edersin artık.
İşte bu, entelektüel bir yalnızlıktır.
Ve bu da bir kötü deneyimdir, sadece daha soylu olanı.



Bazen de hiçbir şey olmaz.
Ve işte o “hiçbir şey”, başlı başına bir kötü deneyimdir.
Çünkü hayat dediğin şey, çoğu zaman sıradanlıkla insanı delirtir.
Bir şey olsun istersin.
Bir şey değişsin.
Ama her gün aynı ses, aynı yol, aynı hava, aynı sıkıntı.
Ve sen içinden çığlık atarsın:
“Bir şey olsun artık!”

Bu, insanın içindeki varoluş sancısıdır.
Ve hiçbir ilaç geçirmez.



Toparlayacak olursak (ki aslında toparlanacak bir şey de yok):
Kötü deneyimler, sadece aşk acısından ibaret değildir.
Bazen sistemin kendisi acıdır.
Bazen alışkanlıklar.
Bazen fark edemediğin dönüşümler.
Bazen senin bile tanımadığın o sessiz iç çöküşler.
Yani insanın “kırılma” dediği şey, çoğu zaman gürültüsüzdür.

Ve belki de tek yapabileceğimiz şey, şudur:
Kırıldığını unutma ama sürekli elini o kırığa götürme.
Bırak bazen kendi kendine iyileşsin.
Ya da iyileşmiyorsa da taşımayı öğren.
Yani demek istediğim hayat kısa ne olacak bir acıyı en fazla 50-60 yıl yaşarsın sonra zaten ölüp gidiyorsun. Ki zaten kimse bir acıyı 50 60 yıl taşımaz. Çok büyük zannettiğimiz acılar, üzüntüler bile bir iki ayda geçip gidiyor.

Bugünlük bu kadar görüşürüz.

Yazı kategorisi: garip

Nihat Genç

Geçen gün haber sitelerinde bir başlık gördüm:
“Nihat Genç hayatını kaybetti.”
O an bulunduğum yerde şöyle bir duraksadım. Ne yapıyorsam bıraktım. Başımı kaldırıp uzaklara baktım, hafifçe iç geçirdim.
Hayat ne garip, dedim içimden. Nihat Abi de öldü demek…

Ne büyük bir şaşkınlık yaşadım, ne de dramatik bir duygu boşalması. Ama yine de içimde küçük bir boşluk oluştu. Sessiz, kimseye göstermediğim, hatta kendime bile tam tarif edemediğim bir boşluk.

Ben Nihat Genç’i severdim. Ama bu öyle gürültülü bir sevgi değildi. Uzaktan, biraz mahcup, biraz da düşünerek…
Çünkü çoğu fikrine katılmazdım aslında. Hatta bazen fazlasıyla sert bulduğum olmuştur. Ama ne olursa olsun, onun düşünme biçiminde bir tutarlılık olduğunu hep hissettim. Kendi içinde bir mantık silsilesi vardı. Belki yanlış bir yere çıkıyordu o yol bazen, ama o yanlışın içinde bile kendine ait bir bütünlük vardı.
Ve ben sanırım en çok bu yüzden sevdim onu.

Ama bir şey var ki, belki de onu benim  için özel yapan esas detay oydu:
Yaklaşık 4-5 yıl önce attığı bir tweete, ben uzun bir cevap yazmıştım. Hatta bayağı uzun. Bir yazı gibi neredeyse.
Kendimce bir analiz, bir itiraz, bir açıklama.
Mesajımı okur mu, ilgilenir mi diye hiç düşünmedim. Zaten beklemiyordum da. Ama okumuş.
Geri dönüş yaptı.
Hem de çok saygılı, çok açık bir şekilde.
Yazdıklarımı övdü. Bazı yerlerde hak verdi. Bazı yerlerdeyse katılmadığını söyledi.
Ama beni ciddiye aldı.
Belki de onun gözünde sadece bir sosyal medya kullanıcısıydım, ama o ciddiye aldı.
Ve bu bana çok dokundu.

Belki sırf bu yüzden, gönlümde bir yer etti.
Belki de o andan sonra fikirlerini daha yakından takip etmeye başladım.
Yine çoğuna katılmadım. Ama artık o fikirler bana daha samimi gelmeye başladı.
Çünkü karşısındaki insanı küçük görmeyen biri olduğuna tanık olmuştum.
Kendince inandığı bir yol vardı ve o yolda kimseye eğilip bükülmeden yürüyordu.
Bunun bedelini de fazlasıyla ödedi.
Ama yine de o yoldan dönmedi.

Nihat Genç, bana göre her zaman haklı biri değildi ama hep içten biri oldu.
Ona dair en kuvvetli inancım buydu: Art niyetli değildi.
Sadece kendi doğrusuna çok inanan biriydi.
Ve o doğruları anlatmak için elinden geleni yapan, hatta bazen fazlasını yapan biriydi.
Yorucuydu, evet.
Ama sahiciydi.
Ve bu sahicilik, zamanla insanda bir tür saygı duygusu oluşturuyor.

Benim için çok büyük bir rol model değildi. Ama tanıdık bir sesti.
Varlığını bilmek bile bir çeşit dengeydi.
Bazen ne düşündüğünü merak ettiğim, bazen hiç duymak istemediğim bir sesti.
Ama hep bir yerlerde olmasını iyi hissettiğim bir ses.

Şimdi o ses sustu.
Bir daha hiçbir programda, hiçbir yazıda, hiçbir canlı yayında olmayacak.
Sadece eski videolar, eski yazılar kaldı geriye.
Bir çağın sesi daha çekildi kenara.
Kiminin içini rahatlatan, kimini kızdıran o ses artık yok.

Ben yazıyorum çünkü unutmamak istiyorum.
Bu yazı bir vefa yazısı değil, bir bağlılık da değil.
Sadece bir not.
Kendi hafızama iliştirilmiş bir kenar yazısı.
Yıllar sonra dönüp baktığımda, “Evet, o gün böyle hissetmiştim” diyebileceğim bir iz.

Nihat Genç öldü.
Ve ben, her ne kadar çoğu fikrine mesafeli durmuş olsam da,
onun içtenliğine ve ciddiyetine hep saygı duydum.
Bu yüzden sevdim galiba.
Sesiyle, öfkesiyle, duruşuyla bir yer etti içimde.
Ve artık yok.

Hayat çok garip gerçekten.
Bazen birini seversin, nedenini tam bilmeden.
Bazen de katılmadığın birini kaybedince bir burukluk hissedersin.
Çok çok garip ve tuhaf.

Yazı kategorisi: Genel

Kendime

Kendime Yazıyorum

Bu sabah aynaya baktım. Uzun zamandır dikkatlice bakmadığımı fark ettim. Yüzümde bir yorgunluk vardı. Sadece uykusuzluktan değil… başka bir şeydi. Zamanın, kabullenilmiş yalnızlıkların, bastırılmış hayallerin iziydi sanki. Ve tuhaf bir şey oldu, aynaya bakarken içimden bir ses yükseldi. “Bu, senin yaşaman gereken hayat mıydı gerçekten?”

Bir yanıt veremedim. Çünkü belki de ilk kez gerçekten sordum bu soruyu.

Kendime dürüst olmak zorundaydım. Evet, çok şey yaptım. Belki de hep “doğru olanı” yaptım. Ama çoğu zaman sadece hayatta kalmaya çalıştım. Ve bu, yaşamakla aynı şey değilmiş. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum.

Zaman zaman içimde sessiz bir panik dolaşıyor. Hani hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğim günlerde, birden içimden gelen o fısıltı… “Bir şeyleri kaçırıyorsun.” Ama hemen susturuyorum o sesi. Çünkü susturmak kolay. Çünkü o an çalışmak, kaydırmak, biraz dizi açmak, komik bulmadığım şakalara gülmek daha kolay geliyor.

Nietzsche’nin bir sözü geldi aklıma. “İkinci hayat, yalnızca bir tane hayatın olduğunu fark ettiğinde başlar.” Belki bu sabah o cümleye biraz daha yaklaştım. Belki henüz tam orada değilim ama… eşiğindeyim. Biliyorum.

Bize yaşamayı öğretmediler. Güvende kalmayı öğrettiler. Kalabalıktan sapmamayı. Merak etmeyip ezberlemeyi. Hayallerimizi bile ihtiyaçlara göre budamayı. Her şeyi doğru yaptığımızda iyi bir hayat yaşayacağımızı söylediler ama “iyi”nin ne olduğunu hiç tarif etmediler. Ve ben de bir noktada “iyi çocuk” olmaya çalışırken kendimden uzaklaşmışım galiba.

Sonra bir şey oluyor. Bazen biri gidiyor. Bazen biri kalıyor ama içindeki yeri değiştiriyor. Bazen sadece bir sabah uyanıyorsun ve kendini tanıyamıyorsun. O an bir şey çatlıyor. Ve hayat, ilk defa bir yanılsama gibi görünüyor.

Sonsuz zaman yokmuş. Sadece “şimdi” var. Ve bu tuhaf gerçek, ürkütücü olduğu kadar da sade. Birden anlıyorsun: Sana kalan tek şey, her şey yok olmadan önce biraz olsun “var olma” şansı.

Ve garip bir huzur geliyor ardından. Artık başarısızlıktan değil, boşa geçen zamandan korkuyorsun. Kimseye kendini kanıtlamaya çalışmıyorsun. Daha fazlasını istemek seni utanmaz yapmıyor. Aksine, biraz daha kendin gibi yapıyor.

Kimse seni kurtarmayacak. Mükemmel bir zaman da gelmeyecek. Hayat, ne yazık ki bazı bekleyişleri hiç dikkate almıyor. Ve ben artık fark ediyorum. Beklemeyi bırakmalıyım. Kendim olmayı öğrenmeliyim.

İkinci bir hayat bazen yeni bir şehir, bazen yeni bir meslek değil. Bazen sadece içindeki o çocuğu yeniden dinlemek. Kırgınlıklarını susturmak yerine sarılmak. Hayır diyebilmek. Evet diyebilmek. Sevmek. Kaçmadan, iki elinle tutarak.

Geçmişime kızmıyorum. Bana bugünü gösterdiği için teşekkür ediyorum. Ama artık elimdekileri tutarken, eskileri bırakabilmeliyim. Kendimi de. O susmuş, incinmiş hâlimi de. Çünkü hayat, arkama tabut bağlayarak sürdüremeyeceğim kadar kısa.

Bugün burada, bu satırların başında bir şeyi çok net hissediyorum. Yaşamak dediğim şey… başkalarının onayına sığmıyor. İçimde hâlâ parlayan bir yer varsa, oraya doğru gitmeliyim. Herkesin alkışladığı yere değil. Herkesin anlamasını beklemiyorum artık. Çünkü ilk hayat başkalarına göreydi. Ama bu seferki… sadece bana ait.

Bu yazıyı kimseye öğüt vermek için yazmadım. Belki yalnızca kendime. Belki biraz da bir gün dönüp okuyabilmek için. Çünkü unutmamam gerek: her sabah bir seçim. Ve her seçimde ya biraz daha kendim oluyorum, ya biraz daha uzaklaşıyorum.

Bu sabah aynaya baktım. Ve içimden geçirdim:

Bugün de yaşamak istiyorum. Sadece hayatta kalmak değil. Gerçekten, saklanmadan,ertelemeden yaşamak.

Yazı kategorisi: Genel

Squid Game

Squid Game 3. Sezon: Heyecandan Kopuşa Uzanan Bir Yolculuk”

Bu gece pek uykum yoktu.
Zihnim meşguldü, ama herhangi bir şeye odaklanacak gibi de değildi.
Tam böyle anlarda, insanın yaptığı şey bellidir:
Kendini bir diziye, bir filme ya da sonsuzca akan ekran ışığına bırakmak.

Ben de öyle yaptım.
Squid Game’in üçüncü sezonunu açtım.
Belki biraz dikkatimi dağıtır, belki kafamı oyalardı.
Aslında çok büyük bir beklentiyle başlamadım ama en azından bir hikâyenin içinde kaybolmayı tercih ettim.
Ve işte gece, bir anda sabaha dönüştü. Üçüncü sezonun tamamı bitti.
Ekran kapandı ama içimde kalanları bir yere bırakmak istedim. O yüzden şimdi bu satırlardayım.

İlk Sezon: Ekrana Kitlenmenin Diğer Adı

Squid Game’in ilk sezonunu izlediğimde zaman durmuş gibi hissetmiştim.
Konusu, görsel dili, karakterleri… hepsi bir araya gelip beni içine çekmişti.
Sıradan insanların, hayatta kalma oyunlarıyla sınandığı o atmosfer hem gerçekçi hem de sarsıcıydı.
Bir yandan kapitalizmin soğuk yüzünü gözümüze sokuyor, bir yandan karakterlerin iç dünyasında gezinmemize izin veriyordu.

Hani bazı yapımlar olur, çok net hatırlarsın ilk izlediğin anı…
İşte Squid Game de benim için öyleydi.
Sadece dizi izlemiyordum; bir dönemeçte gibiydim.
O sezon, birçokları için olduğu gibi benim için de etkileyici bir başlangıçtı.



İkinci Sezon: “Devam Ettirelim” Demekle Olmaz

Sonra ikinci sezon geldi.
Ve açıkçası, birinci sezondaki o saf enerjiden çok uzak bir yerdeydi.
Yeni karakterler, yeni oyunlar… ama eski duygular kayıptı.
Daha gürültülü, daha karmaşık ama daha az derin.
Bir şeyleri fazla açıklamaya çalışıyor gibiydi, ama asıl anlatması gereken şeyi unutmuştu sanki.

Yine de izledik.
Çünkü insan başlanan bir hikâyeyi yarım bırakmak istemiyor.



Üçüncü Sezon: İyi Niyetle Başladık, Yorularak Bitirdik

Ve bu gece izlediğim üçüncü sezon…
Aslında başlangıcı hiç fena değildi.
Görsel atmosfer korunmuştu, ritim de ilk birkaç bölümde iyi gidiyordu.
Ama ilerledikçe fark ettim: heyecan değil, alışkanlık izletiyor artık diziyi.

Yeni oyunlar vardı ama eskisi kadar zihin açıcı değildi.
Karakterler tanıdık kalıpların içine sıkışmış gibiydi.
Bazı dramatik sahneler vardı ama beni etkileyen çok az an oldu.
Sanki formül aynıydı ama içindeki malzeme eksilmişti.

Bir yandan “devam etsin” arzusu hissediliyordu yapımda,
ama diğer yandan “ne anlatacağız?” sorusunun tam cevabı bulunamamış gibiydi.



Peki Ya Bu Üçüncü Sezon Ne Dedi

Belki de dizinin en büyük sorunu, hikâyeyi büyütmeye çalışırken özünü küçültmesi oldu.
İlk sezondaki sade ama çarpıcı anlatım, yerini daha karmaşık ama daha etkisiz bir yapıma bırakmış.
Bir karakterin ölümü bile seni artık o kadar sarsmıyor çünkü onu zaten pek tanımamışsın.
Oyunlar büyük ama duygular küçük.

Ama şunu da teslim edelim:
Hâlâ izlenebilir.
Hâlâ bazı açılardan ilginç.
Ama heyecan değilse de, sadakat taşıyor diziyi.

Ben bu gece sabaha karşı bir diziyi değil, bir yolculuğun son virajını izledim sanki.
Başlayan, yükselen, sonra yavaş yavaş solan bir hikâyenin uzatmalı son perdesi.




Sonuç Yerine

Squid Game 3. sezon, kesinlikle izlenmez demem.
Ama ilk sezonun etkisini arıyorsan, biraz hayal kırıklığına uğrayabilirsin.
Dizi artık “oyunlar üzerinden hayatı sorgulamak” yerine, “bir sezon daha nasıl çıkarırız” sorusuyla ilerliyor gibi.
Ve bu da, her güzel şeyin biraz uzatıldığında nasıl yıpranabileceğini gösteriyor.

Ben bu gece sadece bir dizi izlemedim.
Biraz kafamı dağıttım, biraz zaman geçirdim.
Bazen insanın daha fazlasına da ihtiyacı olmuyor zaten.

Hepsi bu.


Yazı kategorisi: Genel

Bu gece  uyuyamadım.
Bazen oluyor böyle. Uyku geliyor gibi yapıyor, göz kapaklarım ağırlaşıyor gibi oluyor, ama sonra gidiyor.
Bana dokunmadan, bana uğramadan başka birinin gecesine düşüyor sanki.
Ben kalıyorum. Yarı karanlık bir odada, yarım yamalak düşüncelerle…

Zamanın gece hali biraz acımasız.
Gündüz ne varsa susturuyor.
Geceleri insan kendine biraz fazla yakın oluyor galiba. Hatta fazla fazla.
Her şey sessizleşince, en gürültülü şey senin kafanın içi oluyor çünkü.
Ve bazen o ses, insanın uyuyamama nedeni değil sadece…
Uyanmak istememe sebebi de olabiliyor.

Bir şey düşünmüyorum bu gece.
Hayır, düşünmüyorum demem belki yanlış…
Düşüncelerimi cümleye çevirmeye üşeniyorum.
Sadece geçiyorlar içimden.
Bir trenin camından dışarı bakar gibi izliyorum hepsini.
Geçmiş, gelecek, pişmanlık, ne olacaklar…
Hiçbiri elimde değilmiş gibi.
Belki de hiç olmadı.

Sonra bir bakıyorum… sabah olmuş.
Uyanmamıştım ki, nasıl sabah oldu diye soruyorum kendime.
Ama oluyor işte.
Sabahlar geliyor.
Hayat, bizi beklemiyor.
Sen üzgünsün diye bir gün durmuyor.
Sen yalnızsın diye güneş biraz daha yavaş doğmuyor.

Sabahlar oluyor.
İstesen de, istemesen de.

Ve bu sabah da öyle.
Göz kapaklarım hiç kapanmadan yeni bir gün açıldı.
Ben hâlâ aynıyım.
Ama dünya değişti.
Sokakta kuşlar ötmeye başladı, çöp kamyonu geçti az önce.
Birileri işe gitti, birileri belki kavga etti, belki barıştı…
Hayat, benden bağımsız şekilde devam etti.

Ben ise sadece buradayım.
Uykusuz.
Ama uyanık da değil.
Hayatta.
Ama canlı değil gibi biraz.
Ne tam var, ne tam yok…

Ama buradayım işte.

Belki bu da bir şeydir.
Olmak.
Bir sabahı karşılamak.
Her şey darmadağınken bile nefes almaya devam etmek.

Kimse alkışlamayacak.
Kimse tebrik etmeyecek.
Ama sen biliyorsun.

Bu da bir tür cesaret midir?