Yazı kategorisi: Genel

Şehir-Siyaset-Biraz da Saçmalama

Gel, bir kahve koyup konuşalım. Hani bazen bir şehrin ortasında yürürken, kaldırım ansızın bitiverir ya; karşında bir çukur, iki dubayla kapatılmış, “buraya dikkat” yazıyor. Siyaset tam olarak orada başlar işte: Çukuru kim açtı, kim kapatacak, kapatana kadar ayağın burkulursa bunun bedelini kim ödeyecek? Felsefe de cebine küçük bir el feneri koyar; “dur, önce nereye bastığını gör” der. Ben bu yazıyı, şehirle ve seninle uzun uzun sohbet etmek için yazıyorum. Cümleler aceleci olmayacak. Mümkün olduğunca günlük konuşacağız. Yeri geldikçe filozofları masaya çağıracağım, ama onlar da sandalyeye şöyle usulca oturacak, yüksekten konuşmayacak. Zaten sen biliyorsun: Sokak, akademiden daha zor bir sınıf. Dersi sokakta geçmeyen cümle, cümle değildir.

Şehri bir apartman gibi düşünelim. Kapı, posta kutuları, asansör, merdiven boşluğu, çatı. Bir de o sonsuz küçük ayrıntılar: girişe konan paspas, yan dairedeki kedinin mırıldanışı, gece yarısı çalışan hidroforun iç çekişi. Siyaset, bu apartmanda kimin hangi anahtarı taşıdığıdır. Bir tek kişideyse anahtar, sen misafirsindir; anahtar kuralsa, sen sakinsindir. Ayn Rand’ı severim; “rasyonel öz-çıkar” dediğinde kastı, komşunun kapısına tekme atmak değildir, ahşap kapılarını iyi bakım yağlarıyla korumaktır. Çünkü iyi bakılan kapı, hepimizin hayatını kolaylaştırır. Mahallede bir kahveci düşün: iyi kahve yapıyor diye insanlar orada buluşuyor; sohbet açılıyor, küçük fikirler dolaşıma giriyor. Bu küçük kalite, şehrin büyük ritmini değiştirir. Tam tersi de olur: Kötü yapılmış bir kaldırımı kırk kere tamir etmek zorunda kalırsın; tamirin maliyetini de konuşuruz, ama önce ayağını burkarsın, canın yanar. Siyaset, canının yanmadığı bir şehir vaadi kadar basittir aslında.

“Peki partiler?” diye dudak bükerek soruyorsun; haklısın, geçmeden olmaz. Ama önce şunu anlaşalım: Parti isimleri bu yazıda yan sokak tabelaları gibi; yolun tek başına sahibi değiller. AK Parti bazen hızla iş yapmaya hevesli sürücüye benziyor; gazlayıp köprüyü açmayı seviyor. CHP çoğu zaman şerit çizgilerini ve trafik levhalarını düzgün yapmak ister; kuralları belirginleştirmek niyetinde. MHP sis farını hiç kapatmayan arabayı andırır; dikkat iyidir ama sürekli “tehlike var” demek bir süre sonra gözü yorar. İYİ Parti navigasyonunu güncellemenin peşinde; doğru sokağı bulduğunda akış toparlanır. Yeniden Refah kısa yollardan söz eder; bazen kestirme gerçekten kurtuluştur, bazen de çıkmaz sokak. DEM Parti haritada görünmeyen mahalleleri görünür kılmaya çalışır; “buradan da bir yol geçmeli” der. Zafer “şehre çok araba girdi” uyarısı yapar; kapıyı tamamen kapatırsan ev karanlık kalır, tamamen açarsan ısı kaçar, mesele menteşeyi ayarlamak. TİP ise megafonu mizahla birleştirir; kalabalığı toplamakta iyidir, ama kalabalığı köprüden geçirmek için köprü de gerekir. Hülasa, herkes bir şeyleri doğru yapıyor, bir şeyleri de eksik bırakıyor. Felsefe burada devreye giriyor: Sokrates’in “Nereden biliyorsun?” sorusu, Nietzche’nin “yeni değerler kuralım” çağrısı, Stoacıların “kontrol edebildiğine odaklan” öğüdü… Şehir diline çevrildiğinde: “Veriyi göster, planı yaz, takvimi aç, sonra konuşalım.”

Biraz da seninle baş başa konuşayım. Diyelim ki akşam eve dönüyorsun, otobüsten indin. Yolun üzerinde üç şey var: kırık bir lamba, kapalı bir park, yerde birikmiş bir çöp. Üçü de küçük, üçü de moral bozar. Siyaset, o lambanın yanması, parkın açılması, çöpün toplanmasıdır; ama bir de şu var: “Bu üçü bir daha bozulmasın” kısmı. İşte bu kısım, Aristoteles’in erdem dediği, Kant’ın “kuralı evrenselleştir” diye fısıldadığı, Montesquieu’nün “fren ve denge” diye çizdiği bölge. Lambayı bir kere yakmak başarı, on kere sorunsuz yanmasını sağlamak kültür. Parkı bir kere açmak popülerlik, her yaz sonu bakımını yapmak kurumsallık. Çöpü bir kere toplamak iş görür, toplama saatini sitede yayımlamak ve aksamadığını ispatlamak güven inşasıdır. AK Parti’ye dair en akla yatkın eleştiri, tam da bu “kültür” meselesinde toplanıyor: Hız iyidir ama test, denetim, şeffaflık yoksa hız kusurları halının altına süpürür. CHP’ye dair en akla yatkın serzeniş de şudur: Kural yazmak güzel, ama kuralı hayatla konuşturmazsan levha olur, yol olmaz. MHP’nin sürekli “dikkat, viraj” demesini anlarsın; ama düz yolda da o bağırış sürerse kulak çınlar. İYİ Parti’nin “ortada toplanalım” fikri kulağa hoş gelir; haritaya net bir rota çizdiğinde anlam kazanır. YRP’nin “ahlak” vurgusu kıymetli; ahlakın en iyi test edildiği yer ihaledir—şeffaf değilse söz, söz olarak kalır. DEM’in “şu mahalleye yol yetmiyor” ısrarı, şehrin nefes yollarına işaret eder; merkezin bunu duyup haritayı güncellemesi gerekir. Zafer’in keskin uyarıları, sorunu görünür kılar; ama uyarıyla çözüm arasında bir köprü olmadan araçlar yine olduğu yerde sayar. TİP’in çevik dili dikkati toplar; sonra o dikkati bir iş planına bağlamak şart, yoksa feneri titreştirir, yolu aydınlatmaz.

Bir pazar sabahı hayal et. Semt pazarındasın. Domatesler iki tezgâhta aynı görünüyor ama biri su yüklü, biri güneşte kızarmış. Ekonomi tartışması bazen bunun kadar basit: büyüme kalori gibidir, verimlilik protein. Çok yersen tok hissedersin; ama kas yapmak için protein lazımdır, üstüne de biraz vitamin: hukuk, açık veri, denetim. AK Parti uzun yıllar kalori artırdı; iyi hissettiğimiz dönemler oldu. Sonra bir gün aynaya baktık; “kas” sandığımız şeyin bir kısmı suymuş. CHP yerelde enerjiyi “sosyal destekle” yükseltti; güzel, ama proteini yani üretimi ve beceri setini unutmamak gerekir. TİP’in esprili şekerleri anlık enerji verir; şekerin yanında bir avuç fındık (bütçesi belli, takvimi net bir proje) yemezsen yarım saat sonra yine acıkırsın. YRP kısa süreli motivasyonla nabzı yükseltir; motivasyon iyi bir başlangıçtır, ama spor salonunu aylık rutine çevirmezsen ilk ayın gazı geçer. DEM’in “merkez–çevre” dengesi ısrarı, oksijenin nereye gittiği sorusunu canlı tutar; oksijen sürekli merkeze pompalanır, çevredeki kaslar hipoksiden titrerse koşu güzergâhımız yanlıştır.

“Algı yönetimi” denen şey var ya, herkesin elinde bir fotoğraf filtresi. Fotoğrafı biraz sıcak yaparsın, “oh be, ne güzel şehir!” dersin. Ama yağmur bir başlar, kaldırım taşları oynar, minik gölcükler oluşur; ayakkabının içi ıslanınca anlarsın: Filtre, su geçirmez değilmiş. Hannah Arendt, kamusal alan dediğinde tam bunu anlatıyordu: herkesin aynı ışıkta, aynı mesafeden görebilmesi. Bir belediye ihalesini canlı yayınlamak sıkıcı gelebilir; ama bazen en şiirsel cümleden daha ahlaklı bir eylemdir. Çünkü o yayın, “göz” ve “hesap” arasında bir köprü kurar. CHP bunu ciddiyetle ve düzenli yaparsa, “liyakat” sözcüğü levhadan yola dönüşür. AK Parti de “iş bitiririm” iddiasını bağımsız testlerle taçlandırırsa, “bitirmek” kelimesi hızlı çekim değil, uzun ömür demektir. MHP ve Zafer, tehlike şeritlerini boyarken yola da bakmalı; tehlike iyidir, panik kötü. İYİ Parti’nin bundan sonraki ödevi, “orta yol”u net bir takvime bağlamak; “şu tarihte, şu mahallede, şu iş” gibi. YRP’nin ahlaki vurgusu, ihalenin PDF’inde anlam kazanır; DEM’in eşitlik çağrısı, bütçe sayfalarında yollarla buluştuğunda kalıcı olur. TİP’in mizahı kalabalığı topluyorsa, kalabalık köprüden hangi sırayla, kaç dakikada geçecek; işte orada politika başlar.

Kelimelerin gücünü de boşa harcamayalım. Wittgenstein, “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” demişti. “Beka” kelimesini günde on kere duyarsan, bir süre sonra her köşe, risk gibi görünür; “liyakat”ı yüz kere tekrarlarsan, birkaç ay sonra “tamam da nasıl?” der zihin. O yüzden kelimelerin dozunu, hekim gibi ayarlamalıyız: Etkili ama bağımlılık yapmayan bir dil. AK Parti “tehdit–güvenlik” kelimelerinden “plan–ölçü–kalite” kelimelerine doğru ağırlık kaydırmalı. CHP “şeffaflık–liyakat” kelimelerine somut hikâyeler eşlik ettirmeli: “Şu sınav, şu kamera, şu rapor—bak linki burada.” MHP ve Zafer alarma ihtiyaç varken alarmı çalmalı; yoksa siren, kulak sağlığını bozar. TİP espriyi hedefe kilitlemeli; kitleyi toplamayı biliyor, şimdi o kitleyi bir işi bitirmeye de ikna etmek gerek. DEM’in dili, merkezin reflekslerini tetikliyor; daha iyi bir tercüme kanalı kurulduğunda aynı kelime, aynı duvarda yankı yapmaz.

Şehirde yürürken bir saat kulesi görürsün; akrep ekonomi, yelkovan özgürlükler, saniye gündem. Bizde genelde saniyeye bakıyoruz; “bugün ne oldu?” Hastalık bu: haber, bir diyet bisküvisi gibi hemen yenip bitiyor; protein yok. Bunu kırmanın yolu, kişisel küçük bir protokol: Günlük on dakika “haber defteri”—kaynak, kısa özet, çıkar ilişkisi. Haftada iki kez karşıt görüş—lif. Ayda bir uzun bir rapor—protein; deprem, eğitim, yargı, bütçe. Bu küçük ısrar, kendini önce merak olarak gösterir; sonra tutarlılık olarak. Şehirlerin gerçek mimarı, vatandaşın bu küçük ısrarıdır. Sen komşuna “Asansörün bakım defterini görebilir miyiz?” dediğinde, siyaset dersi apartman boşluğuna kadar iner. Ve inmelidir.

Şimdi bir sahneye çağıracağım seni: Gece nöbetinden çıkmışsın, gözlerin yanıyor, durakta otobüs bekliyorsun. Hava serin. Sokak lambası bu kez yanıyor, kaldırım taşları yerli yerinde, kaldırımdaki çizgiler yeni boyanmış. “Küçük şeyler” diyebilirsin, ama hayat tam orada kolaylaşıyor. Felsefe, tam o anda kulağına eğilir: “Bugün tek bir şey düzeldi, yarın bir tane daha.” Stoacılık böyle çalışır; iddianın büyüklüğü değil, ısrarın disiplini. Nietzsche’nin “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” çağrısı, bizim mahalle ağzına çevrildiğinde şudur: “Bu eski sloganı niye hâlâ taşıyoruz sırtımızda? Bırak, daha sağlam bir değeri al.” Saramago’nun Körlük’ünde herkesin gözü sağlammış gibi yapıp birbirine çarpa çarpa yürüdüğünü hatırla; ışığı açmanın yolu, gözü değil, anahtarı aramaktan geçer.

Parti isimlerine kısa bir dönüş daha yapayım; sonra seni yormadan, ama uzun uzun bir kapanış yapacağım. AK Parti, hızın yanında “bağımsız test–şeffaf denetim–açık veri” üçlüsüne yaslandığında, en güçlü olduğu yer yani “iş bitirme” iddiası gerçek güvene dönüşür. CHP, “biz iyiyiz” cümlesini bırakıp “bak yaptık ve böyle yaptık” dosyalarını rutine bağladığında, kural kitapları yol haritası olur. MHP, alarmı gerçek riske kalibre ettiğinde insanlar o alarma kulak kesilir; “her şey tehlike” denirse hiçbir şey tehlike değildir artık. İYİ Parti, rotayı netleştirip cümle sayısını azaltıp iş sayısını artırdığında merkez toplar. YRP, ahlak söylemini kurum tasarımıyla evlendirince, “iyi niyet” kalıcı yapıya dönüşür. DEM, yerelin nefesini merkezin diline tercüme edecek ortak kelime setini sabitlediğinde duvarlar incelir. Zafer, uyarıyla çözüm arasına bir köprü çizdiğinde, migrosu değil navigasyonu yönetir. TİP, mizahı bütçe tablosunun yanına koyduğunda, insanların yüzünde kalan gülümseme bir işe el atma cesaretine dönüşür. Bunlar öyle büyük devrimler falan değil; tam tersine, küçük ama tekrar eden hareketler. Bütün güçlü şehirler, tekrarın kaliteli yapıldığı yerlerdir.

Şimdi seni kapının önüne kadar bırakayım; zili çalmadan önce iki cümle daha. Bir: “İyi siyaset” denen şey, iyi şehircilik gibidir—görünen parlak taş değil, taşın altındaki drenajdır; cümlelerin parıltısı değil, cümlenin randevuya sadakati. İki: “Zekâ gösterisi” bazen en yüksek akrobatik cümlede değil, en basit ısrarda gizlidir. Bugün tek bir veri istedin mi? Bugün karşıt bir görüşü gerçekten okudun mu? Bugün mahallende küçük bir sorunun peşini bırakmadın mı? Cevabın “evet”e doğru yaslandıkça, şehirdeki pus dağılır. O zaman siyasi tartışma, gürültüden çekilip ritme kavuşur; ritim de şunu söyler: “İyi kurum, iyi kan yapar” demiştik ya—ona bir ek yapalım: İyi kurum, iyi yol yapar. Yola bakarak yürürüz, yol açıldıkça konuşuruz, konuştukça ortak akıl, aklı başında bir şehre dönüşür.

Ve son söz: Eğer bir gün bu şehri gerçekten sevdiğini hissetmek istersen, dev ekranlı meydan mitingine değil; sokağındaki küçük bir tamire bak. Sokağını hafifçe güzelleştiren herkes, yan yana gelince ülkeyi onarır. Evet, biraz romantik bir cümle; ama inatla gerçektir. Çünkü şehir, büyük laflarla değil, küçük düzgün vidalarla ayakta durur. Vidaları sıkan eller kadar kıymetli olan da, “hadi sıkalım” diyen seslerdir. O seslerden biri de umarım bu yazıdır. Şimdi anahtar sende: Hangi kapıyı açmak istersin?