Yazı kategorisi: Genel

Ahlaki Nihilizm

Ahlaki Nihilizmin Kıyısında: İyinin Elektrik Kesintisi

Ahlaki nihilizm… Şu iki kelimeyi yan yana koyunca, kulakta hafif bir uğultu başlıyor sanki: Evrenin arka odasında sigorta atmış, koridorda ışıklar yanıp sönüyor, “iyi” ve “kötü” yazan tabelalar kısık bir neonla göz kırpıyor, ama üzerine yürüdükçe tabelanın kendisi sökülüp elinde kalıyor. Bu yazıda dert ettiğim şu: Belki de “iyi” dediğimiz şey, kendiliğinden parlayan bir hakikat değildir; belki biz prizden çekildiğimiz anda sönen bir lambadır, yani ışığını dışarıdan alır. Üzerine biraz bastıralım, çünkü bastırınca ya kırılıyor ya da içinden beklemediğimiz bir mekanizma çıkıyor. Ahlaki nihilizm, “objektif, herkes için geçerli, evrensel ve varlığa gömülü bir iyi–kötü yoktur” diyor. Kulağa hem özgürleştirici hem de ürpertici geliyor: Emniyet kemerini çözüp pencereyi açıyoruz; rüzgâr saçlara dolanıyor ama bir yandan da “ya uçarsak?” duygusu.

İşe önce basit bir sahneden girelim: Yolda yürürken birine omzunuzla çarpıyorsunuz; “pardon” diyorsunuz ve yolunuza devam ediyorsunuz. O an yaptığınız şey “iyi midir?” “Güzel bir davranış mıdır?” Belki. Ama bu “iyilik” nerede duruyor? Sizin içinizde bir duygu olarak mı, karşıdaki kişinin alnında görünmez bir “artı puan” olarak mı, yoksa evrenin koordinat sisteminde sabit bir meridyen gibi mi? Ahlaki nihilist burada el kaldırıp söze girer: “Bak, ‘pardon’ demenin iyiliği, toplumun inşa ettiği bir kuralın işlevi. Kurala uymak trafik akışını sorunsuz kılar; ama kuralsız bir evrende, taşın kendi başına ‘düşük’ ve ‘yüksek’ değeri olmadığı gibi davranışların da yok.” Bu iddia insanın midesine önce hafif bir kramp sokar. Çünkü “iyi”ye inanç sadece dışarıdaki dünyayla ilgili değil; içimizdeki özsaygıyı, başkalarına uzattığımız eli de tutar. Yine de soru masanın üstünde duruyor: “İyi” dediğimiz şey hakikat mi, alışkanlık mı?

John Mackie’nin meşhur “gariplik argümanı”nı (queerness) hatırlayalım. O, ahlaki özellikler eğer objektifse, dünyada çok tuhaf bir tür şey olmaları gerektiğini söyler: Ne taş kadar fizikî, ne sayı kadar soyut; ama bir şekilde bizi motive eden, “yapmalısın” diye içimizde bir motor çalıştıran büyülü özellikler… Peki bu nerede? Bir cinas gibi: Cümlede duruyor ama elde tutulmuyor. Ahlaki gerçeklerin böyle “tuhaf” var sayılması bize diyor ki: Ya onların var olduğunu gösterecek olağanüstü bir mikroskop bulacağız ya da dürüstçe diyeceğiz ki “böyle bir nesne yok; biz hikâye uydurmayı seviyoruz.” Ahlaki nihilizm, ikinci cümleyi tercih ediyor: Hikâye güzel, ama hikâye. Burada hemen itiraz yükselir: “Ama bu kadar kavga, bu kadar fedakârlık, bu kadar ilke, bu kadar yasalar?” Evet, diyor nihilist; tam da bu yüzden güçlülerimiz var, çünkü hikâyeler gerçekmiş gibi davranırsak kolektif oyun kurabiliyoruz. Oyun gerçek değil, ama sonuçları gerçek.

Bu noktada “derin anlaşmazlık” örüntüsüne bakmak da akıllıca. “İşkence kötüdür” diyen kültür ile “istisnai durumlarda meşrudur” diyen kültür aynı dünyada, aynı güneşin altındalar. Biri diğerine bakıp “sende hata var” diyor; öteki, “sende duyarlılık romantizmi…” Bu kadar köklü uzlaşmazlığın olduğu bir alanda, fizik gibi tek bir doğru olduğunu iddia etmek zorlaşıyor. Ya ahlaki gerçek tek ve biz onun etrafında kör topal dolanıyoruz (realistlerin umudu) ya da baştan “tek yok” (nihilistlerin savı). Ahlaki nihilizm, sürekli değişen pusulalar arasında, “Belki de kuzey diye bir şey yok, hepiniz mıknatısla oynuyorsunuz,” diye fısıldıyor. Burada korkulacak şey şu: “Kuzey yoksa yönsüz müyüz?” Hayır. Harita yapmayı bırakmıyoruz, sadece haritanın da bir insan ürünü olduğunu kabulleniyoruz.

“Peki ya evrim?” Ahlaki duygularımızı evrimsel bir gözle okuyunca tablo bir başka buğulanıyor. Yardımlaşma, akraba seçilim, karşılıklılık; beyinde oksitosin, dopamin; tehditte amigdala… Bütün bu biyolojik şeritte ahlakın yer yer floresan gibi parladığını görüyoruz. Sevdiklerimizi kayırıyoruz, kabileyi kolluyoruz, “adalet duygusu” dediğimiz şeyi aslında kaynakların dengeli dağılmasına bağlayan bir iç ayar olarak yaşıyoruz. Burada nihilistin yüzünde hafif bir tebessüm beliriyor: “Gördün mü, ‘iyi’ dediğin şey hayatta kalma ve çoğalma stratejisi; fizikötesi bir yıldız değil, nörokimyasal bir el feneri.” Bu okuma bizi otomatikman nihilizme zorlamaz elbette; “doğa böyle kodladı, o hâlde yanlış değildir” demek de doğalcı safsataya düşmek olur. Ama yine de evrimsel açıklama, “iyi”nin gökten inmediğini, içeriden biçimlendiğini güçlü şekilde hatırlatır.

Heidegger’in ölümle yüzleşen varlığı, Camus’nün saçması, Sartre’ın özgürlüğün baş dönüsü… Ahlaki nihilizmin sızdığı çatlaklar biraz da buralar. Tanrısal bir referansın çekildiği yerde “neden doğru olsun?” sorusu dört nala koşmaya başlıyor. Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubah mı?” diye çivilenmiş sorusu hâlâ duvarda asılı. Nihilist gülümseyip “mubah diye bir şey de yok, rahat ol” der belki; ama duvarı taşıyan duygular kolay kolay ikna olmaz. Çünkü birine ihanet ettiğimizde kalp, bir filozofun kitabını beklemeksizin ağırlaşır; bir çocuğa yardım ettiğimizde göğsümüzde küçük bir ışık yanar. Demek ki yaşam, teoriden önce konuşuyor. Ahlaki nihilizm, “o duygular var, ama onlar hakikatin şahitleri değil, içgüdünün yankıları” diyor. Bu cümle biraz can acıtır, ama dürüstlüğü sebebiyle dinlemeye değer.

Burada bir parantez açıp gündeliğe inelim. Market kasasında sıraya kaynak yapılınca içten içe öfke kabarıyor. Bu öfkeyi, “objektif adalet idealarının ihlali” diye mi, yoksa “kendi sıramın gasbı” diye mi yaşıyorum? İkisi de doğru olabilir, ama aradaki ağırlık payını ölçmek zor. Yine de şu akla yakın: Ahlaki düzen duygumuz, paylaşımın ve öngörülebilirliğin bozulduğu yerde alarm veriyor. Bu alarmı “iyi”nin ilâhî memurları takıyor değil; hayatın kendisi kuruyor. Nihilizm burada bize şu cesareti veriyor: “İyiyi gökten indirmek zorunda değilsin; yeryüzünde kur. Dikişlerin görünür kalsın, önemli değil.” Hatta belki daha iyi: Dikişler görünür olunca, başkalarının dikişlerini de görür, pazarlık etmeyi, yeniden dikmeyi öğreniriz. Kapanmayan yaralar bile, görünür oldukça iyileşmeye niyet eder.

Şimdi biraz daha zor bir köşe: Ahlaki nihilizmle yaşarken “nasıl iyi biri oluruz?” sorusu. Cevap ironik: “İyi olmayı unut, işe faydalı, dürüst, açık ve onarıcı olmaktan başla.” Çünkü “iyi” kelimesi bazen bizi donduruyor; kendimizi bir heykel gibi yontmaya çalışırken kırıyoruz. Oysa onarım fikri hareketlidir. Bir ilişki bozulur, özür dilersin; bir haksızlık görürsün, ses çıkarırsın; bir kurum çürür, değiştirmeye çalışırsın; gücün yetmez, itiraz edersin; yettiğinde, düzeltirsin. Tüm bunları “evrensel iyinin bayrağı” altında değil, “daha az acı, daha çok imkân” düsturuyla yaparsın. Bu, nihilizmin bizi bencilliğe iteceği korkusunu da burukça boşa çıkarır: Tam tersine, “iyi”nin metafiziği yoksa sonuçların fiziği kalır; acı ölçülebilir, yoksulluk görülebilir, şiddet istatistiğe dökülebilir. O zaman, romantik bir “iyilik” yerine, somut bir “zararı azaltma” programı çıkar.

“Peki hiçbir şeyin özünde iyi olmadığını düşünmek bizi karanlığa sürüklemez mi?” Bu kaygı haklı ve insani. Fakat belki de karanlık değil, gece… Gecenin kendi ritmi, kendi görüş açıklığı var. Gündüzün katı konturları gece yumuşar; mutlaklık iddiaları çekilir, biz birbirimize daha çok sorarız: “Senin için ne ağır, benim için ne hafif?” Burada ahlaki dilimiz bir anda müzakere diline döner. Buyrukların yerini teklif cümleleri alır. “Öldürmeyeceksin” yerine “şiddetsiz düzen kurabilir miyiz?” “Çalmayacaksın” yerine “kaynak paylaşımında adaleti nasıl artırırız?” Bu dönüşüm “ahlakı öldürmek” değil, onu başka bir solunum cihazına bağlamak gibidir: Kurallar soluk soluğa kalınca, gerekçeler oksijen taşır. Nihilizm, yasa metnini yırtmaz; kenarına “neden?” diye not düşer.

Bir de şu var: Ahlaki nihilizm, bizi kişisel tutarlılığa daha çok mahkûm eder. Çünkü yukarıdan bir harita yoksa, kendi rotanı çizmek zorundasın. Bu kulağa başta ürkütücü gelse de aslında büyütücü bir zorunluluktur. Kendine dönüp sormayı öğrenirsin: “Hangi bedeli ödemeye hazırım?” “Hangi çizgiyi asla geçmem?” “Kendi çelişkilerimde nasıl otururum?” Bu sorular, ahlaki gerçeklerin yokluğunda daha da parlak yanar. Tutarlılık lüks olmaktan çıkar, karakterin yaşam desteği olur. Belki “iyi” diye bir yıldız yok; ama dürüstlüğün, cesaretin, merhametin senin gökyüzünde birer yön bulucu olmasını sağlayabilirsin. Nihilizm burada bir nihil değil, bir estetik önerir: Kendi ahlak tasarımının mimarı ol; bina çökmesin diye kolonları hesapla, ama cepheyi kendin seç.

Diyelim ki biri sordu: “Nihilizme rağmen neden yardım ediyorsun?” “Çünkü iyi” demek yerine şöyle cevap verebilirsin: “Çünkü acının azaltılması benim değer mimarimde merkezde; yardım etmediğimde kendi gözümde küçülüyorum, dünyayı daha kötü bir yer yapıyorum ve bu sonuçlara katlanmak istemiyorum.” Bu cevap, objektif hakikat iddiası taşımaz; ama sahte alçakgönüllülüğe de sığınmaz. Bir tür çıplak gerekçe: sonuçlar, özsaygı, müşterek hayat. Bu dil, paradoksal biçimde, daha güven vericidir. Çünkü ahlaki vaatte bulunmaz; muhasebe yapar. “Sana yardım edersem sadece ‘iyi’ olacağım için değil, ikimiz de daha az kırılacağız diye.” Burası tam da ahlaki nihilizmin şefkatle buluşabildiği yer: Şefkati metafiziğin taş ocağından değil, kırılganlığın ortak liginden çıkarır.

“Yasalar?” diye sorulacaktır. Yasalar, büyükçe bir uzlaşının prizden aldığı elektrik. Meşruiyetini gökten almıyor; rızadan ve denetimden alıyor. Dolayısıyla nihilizm, hukuku yıkmak değil, onu sürekli gerekçelendirmeye zorlamak demek. Bir yasa acıyı artırıyorsa, özgürlüğü boğuyorsa, eşitsizliği betonluyorsa, “iyi” diye kutsanamaz. “Yasal olan iyidir” kolaycılığını söküp “yararlı olan, onarıcı olan, özgürleştirici olan meşrudur” çizgisine taşır. Bu yüzden nihilizm siyasette tembelliğe değil, tam tersine kanıt talebine yol açar. Kurumlar efsanelerle değil, verilerle konuşmak zorunda kalır. Bu da kamusal ahlakın dini değil, mühendisliği demektir: akışkanlar mekaniği gibi, sürtünmeyi azalt, tıkanıklığı aç, baskıyı düşür, taşmayı engelle.

Şimdi şu çok insani korkuyu kucaklayalım: “Ya herkes nihilist olup canavarlaşırsa?” Bu itirazın cevabı, sandığımız kadar teorik değil. Zira insanlar tarih boyunca çoğunlukla inançları yüzünden değil, çıkarları, korkuları ve örgütlü komutları yüzünden canavarlaştı. Ahlaki mutlakçılığın olduğu yüzyıllarda da vahşet bitmedi; hatta çoğu zaman mutlaklar adına işlendi. Nihilizm, mutlakların silahını elinden alır; ama boşluk, eğitim ve kurum yoksa, başka silahlar bulunur. O yüzden gerçek mesele nihilizmin doğruluğu değil, onunla birlikte nasıl daha iyi bir kolektif plan yapacağımız. Cevap şuraya yaslanıyor: Şeffaflık, hesap verebilirlik, güç dağılımı, ve en önemlisi, empatiyi soğuk bir teknik kapasiteye çevirmek—duyguyu veriyle buluşturmak. Empati, tek başına romantik; veri, tek başına kuru. Birlikte çalıştıklarında, “iyilik masalı”ndan daha sağlam bir köprü kurarlar.

Son bir düşünce deneyiyle bitireyim—bitirmek değil de, sesi kısmak diyelim. Elinizde bir pusula var; yıllardır kuzeyi gösteriyor sanıyorsunuz. Bir gün fark ediyorsunuz ki pusula, cebinizde taşıdığınız küçük mıknatıstan etkileniyormuş. Kuzey dediğiniz, cebinizin düzeniymiş. Bu keşif ilk anda can yakar: “Demek bunca yıl…” Sonra yürümeye devam edersiniz. Güneşi, gölgeyi, rüzgârı, haritaları, başkalarının uyarılarını, kendi topuk ağrınızı hesaba katmayı öğrenirsiniz. Yol zorlaşır ama büyür. İşte ahlaki nihilizm tam da bu: Pusulayı kutsamayı bırakıp yürümeyi, düşe kalka öğrenmeyi teklif ediyor. “İyi”yi kutsal bir koordinat olmaktan çıkarıp, ortak bir mühendislik problemine çeviriyor. Ve belki, en çıplak hâliyle şunu fısıldıyor: “İyi yoksa, icat et. İcat ettikçe dene. Denedikçe düzelt. Düzelttikçe paylaş. Paylaştıkça çoğal.” Çünkü bazı ışıklar gökten inmiyor; biz birbirimize tuttuğumuzda oluyor. Ve bazen, en sağlam hakikat, tam da o ışıktan geri yansıyan yüzümüzde okunuyor.