Yazı kategorisi: Genel

Hayat Hakkında Düşüncelerim

Gel, biraz konuşalım.

Ama o bildiğin, şekerli girişlerden değil. “Aşkı, sevgiyi, gerçek huzuru buldum” gibi cümleler dökmeyeceğim sahneye. Pembe panjurlu bir masal anlatıcısı değilim; hayatla aramızdaki sözleşme hiçbir zaman masal diliyle yazılmadı zaten. Hayat, herkesin eline başka kalemler, başka kağıtlar tutuşturuyor; bana düşen, kendi payıma çizik çizik düşen satırları dürüstçe okumak.

Dürüst olalım: bazen beni yonttu, bazen yıktı; bazen sabırla yeniden kurdu, bazen de “böyle kalsın” dedi ve gitti. Hepimiz gibi ben de bir kısmını anladım, bir kısmını hâlâ anlamıyorum. Uygulayabildiğim dersler var, her seferinde yüzüstü bıraktıklarım var. İnsan denen şey, hatayı çoğaltıp doğruyu damıta damıta ilerleyen bir canlı sonuçta. Yine de dönüp kendime sorduğumda aynı soruda buluyorum kendimi:

Hayat bana ne öğretti?

Önce şunu: İnsanlardan korkmamayı. Çekinmenin, kafanın içini karanlık bir odaya çeviren, sesleri büyüten bir gölge olduğunu. “Aman kırılır mı, aman alınır mı?” diye eğilip büküldükçe aslında kendi belimizi kırdığımızı. Ve en mühimi, hayatın merkezine insanları—ya da insanlara ait her şeyi—koymanın ince ince işleyen bir felaket planı olduğunu. Çünkü oraya yerleşen her şey bir gün gider. Bir isim, bir yüz, bir kurum, bir fikir… Hepsi misafir. Merkez, ev sahibini ister.

İsyan etmeyi de öğretti elbette; ama hıncı salmak için değil. Adalet için, vicdan için, hakikat için. “Ben öfkeliyim, öyleyse haklıyım” kolaycılığına karnının tok olduğunu. Asıl isyanın, kendine de döndüğünü: başkasını suçlarken diline çarpan o küçük, utangaç aynayı tutmayı. Cesaretin ezelde verilmiş bir hediye değil, bilmekten, anlamaktan, fark etmekten doğan bir kas olduğunu; ve bu kası kullanmadığında eridiğini. Sonra da kulağıma eğilip fısıldadı: “Bildiğini sandığın çoğu şey, bir gün bilmediğini itiraf edeceğin bir sarsıntıyı bekliyor.”

Kalabalıkları da gösterdi bana. Kalabalıkların, çoğu zaman bilgiye uzak, bu yüzden cesarete de uzak olduğunu… Ve bu cümlenin içindeki ben’i. “Sen o kalabalığın neresindesin?” diye sordu: “Kenarında akıl veren mi, içinde nefes alan mı?” Cevabı ne zaman “kenarında” zannettiysem, davranışlarım gelip beni “içinde”nin ortasına bıraktı. Kalabalık, uzak bir öteki değil; farkına varmadığımızda içimize dolan, sesimizi kalınlaştıran bir koro.

Göz kamaştırıcı görüntülerin ne kadar kolay kandırdığını öğretti. Parlak paketlerin içinden çıkan sahte bilgeliklerin nasıl pazar pazar dolaştırıldığını… İnsanların kendi elleriyle ölümlü tanrılar yaptığını; sonra da o tanrılaştırdıkları insanlara kul olmayı marifet sanışını. “Görüntü”—dedi—“göğsüne asılan madalyadır; hakikat, madalyanın iğnesi. Madalyayı gösterirken iğnenin canını acıtmasına dayanamıyorsan, süsü seviyorsun demektir, gerçeği değil.”

Bir de kusurun estetiğini anlattı. Her şeyin kusurlu olduğunu: doğruların yanlış ağızlardan çıkabildiğini, yanlış sözlerin doğru kişilerin dudaklarına da varabildiğini… Zamanın en güçlü editör olduğu gerçeğini; dün “kesin doğru” dediğimize bugün “galiba değil” diyebilmeyi; “asla” dediğimiz şeyin, koşullar değiştiğinde usulca “belki”ye dönüşmesini. İnsanın iyiliğe de kötülüğe de açık, sınırsız bir potansiyel taşıdığını; “iyi” sandıklarımın ne kadar kötü, “kötü” sandıklarımın ne kadar iyi çıkabildiğini; üstelik benim de vakti geldiğinde ne kadar zalimleşebildiğimi. Kendi barbarımla tanışmadan, kimsenin barbarlığını anlamayacağımı.

Korkunun kökünü gösterdi: kaybetmekten. Bağ kurduğun şeyi yitirme ihtimalinin, insanın göğsünde nasıl ince ve uzun bir ağrı açtığını… Kayıp korkusunun bizi nasıl şekillendirdiğini; bu korku büyüdükçe kendimden uzaklaşıp sersem bir şaşkına dönüştüğümü. İyilikleri unutup kötülükleri kataloglayan hafızamın nasıl tembel bir muhasebeci olduğunu; kendi ellerimle kurduğum küçük cehennemleri—abes ve nankörlükle—nasıl çabucak alevlendirdiğimi.

İhtiyaçlarla istekleri ayırmayı da orada öğrendim. Diyaframın nefes isteği gibi yalın olan ihtiyaçlar; ve vitrinleri, bildirimleri, özenmeleri takip eden istekler. İsteklerin sınırsızluğunu; alışkanlıkların, fark etmediğimiz dev putlara dönüşmesini. “Anlam” denen şeyin her şeyin içinde dolaştığını; hatta ilk bakışta anlamsız duran şeylerin bile, biraz sabırla önümüze bir harita açtığını. Anlamsızlıkla karşılaşınca hemen kapıya koşmak yerine, o odanın içinde iki tur atmayı…

Yalnızlığı da yanlış yerden tuttuğumu anlattı. Hayatın merkezine insanları koydukça yalnızlığın çoğaldığını; çünkü başkasının gölgesinde büyüyen bir merkez, ışığını hep bir yerden ödünç aldığını. Ama aynı anda, “tamamen yalnız” da olmadığımı: bir düşünce, bir cümle, bir ritim, bir nefes; bazen sadece karanlığın içindeki kendi adımlarımın sesi. Bencil olmanın ne ayıplanacak ne de övülecek bir şey olduğunu; bencilliğin, hırsın, rekabetin, çıkarcılığın yönünü değiştirdiğinde hayırlı kanallara akabileceğini. Yön, niyet, yönelim… Aynı kuvvet, başka yatağa döküldüğünde başka manzara.

Sona eren şeylerin değil, izi kalan şeylerin kalıcı olduğunu da. Bir bakışın, bir cümlenin, bir iyiliğin dokunduğu yerde bıraktığı yankının, ihtişamlı final sahnelerinden daha uzun yaşadığını. Dünyanın aynı anda hem çok önemli hem de çok önemsiz oluşunu: ölçeği ayarlamayı. Mikroskoptan baktığında büyüyen, teleskoptan baktığında küçülen dertleri; insanın, hangi aleti gözüne dayadığına göre değişen hakikatleri.

Sabır kavramını tersyüz etti: sabrın pasif bekleyiş değil, aktif bir mücadele olduğunu. Sabır, zamanın üzerine oturmuş bir ağırlık değil; zihnin ve gönlün küçük ama ısrarlı hareketleri. Önce içeride başlayan, sonra dışarı taşan bir disiplin. Güzelliklerin geçici olduğunu; geçicinin bu yüzden kıymetli olduğunu; tadını çıkar, evet, ama onu amaç yapma. Güzellik denen şey, yolu tatlandıran bir meyve; hedefin kendisi değil.

“İyiliklerin çoğu zaman senin dışında bir güç sayesinde, kötülüklerin ise çoğunlukla kendi içinden sızar,” dediğinde önce buruldum. Sonra anladım: iyilik, çoğu zaman akışla uyumun sonucu; birinin kapı araladığı, birinin taşı hafifçe oynattığı, bir rüzgârın eli değdiği yer. Kötülükse içerdeki kısa yollar; tembelliğin, bencilliğin, korkunun çarpışıp çıkardığı kıvılcım. Sorumluluk burada başlıyor işte: “kötü”yü dışarıya ihraç etmeyi bırakıp, içerdeki kablolamayı yeniden yapmakta.

İnsanların seni—bilerek ya da bilmeyerek—potansiyelini kullanmayasın diye baltalayabileceğini de gördüm. Kimisi sevdiği için tutuyor kolundan, kimisi korktuğu için; fark etmez. Bu yüzden insanların fikirlerini gereğinden fazla önemsemenin büyük bir felaket planına dönüşebileceğini. Sınır, hayatta kalma organıdır. İyi niyetin, sınırla kardeştir; ikisi birlikte yürüyünce şefkat acziyet olmuyor.

Dünyaya başkalarının çizdiği şablonlara uymak için gelmediğimizi de söyledi bana hayat. “Saatlerce çalış, faturalarını öde, sana öğretilen doğruları yaşa” döngüsünün tek ihtimal olmadığını. Ekmek derdi var, eyvallah; ama ekmek uğruna ruhunu aç bırakan düzenlemeler, sonunda hem ekmeği hem ruhu küflendiriyor.

Kendini kınamanın, başkasını kınamaktan daha kıymetli bir eylem olduğunu öğretti. Başkasını kınamak, haklılık hormonunu anlık yükseltir; kendini kınamak, uzun vadeli onarım başlatır. Kibrimin ne kadar kurnaz kılıflar bulduğunu; projeksiyon yaptığımı—yani içimde taşıdığım gölgeleri başkasının üzerine yansıtarak kendimi akladığımı. “Kendini temize çekmek için başkasını karartma,” dedi. “Karanlık, gölgeye değil, ışığa çalış.”

Üretmenin, aslında kendini gerçekleştirmek olduğunu da orada anladım. Yıllarca bize “üretim”i rakamlara, grafiklere, çokluklara bağladılar. Oysa üretmek, içindeki ham malzemeye şekil vermek: bir cümle, bir düşünce, bir emek, bir iyilik. Adı olmayan bir şeyi dünyaya getirmek. Kendi emeğini eline aldığında, “ben buradaydım” demenin en temiz yolu bu.

Beğenilme kaygısının gizli bir kelepçe olduğunu da öğrendim. Başkalarının gözüne göre yaşamaya başladığında, aslında onların da başkalarının gözüne göre yaşadığını; kocaman bir sahnede herkesin birbirine oynadığı bir oyunun içinde dönüp durduğumuzu. Alkış güzel, ama yönünü o belirlerse sahneden inemezsin. En büyük özgürlük, sahneden kendi iradenle inebilmekte.

İnsanlığın kolektif bir hüsranla yaşadığını, yaşayabildiğini de gördüm; ve ben de bu hüsranın parçası olabilirim—yüksek ihtimal. Tam da bu yüzden küçük, kişisel devrimlerin değerini: bir alışkanlığı kırmak, bir korkuyu küçültmek, bir ilişkiyi onarmak, bir cümleyi daha doğru kurmak. Büyük sözler büyüler, küçük hamleler yürütür.

“Her işini kendin gör” sözünün tek başına doğru ama eksik olduğunu öğretti hayat: evet, sorumluluğunu üstlen; ama yardım istemek bir zayıflık değil, aklın tevazusudur. Birinin elini tutmak, kendi ayaklarınla yürümeyi bırakmak değil; ayağındaki düğümü çözene kadar dengeyi ödünç almaktır.

İnsanların kendilerini “mutlak doğru” ilan ettiklerinde neler olabileceğini de gösterdi. Mutlaklık, düşünmenin katili. Kör itaat, düşünmeyi terk etmenin en çabuk yolu. Kendi doğrularına güven; ama onları da sorguya çekmeyi bil. İçinden geçen cümleyi “ben böyle hissediyorum”dan “gerçek bu”ya taşıdığın an, zihninde küçük bir diktatör doğar.

Uyum sağlamanın hayatta kalmak için, isyan etmenin yaşamak için şart olduğunu da söyledim mi? Uyum, fırtınada eğilmek; isyan, fırtına dindiğinde eğilmeyi alışkanlık hâline getirmemek. Sessizliğin bulaşıcı olduğunu; korkudan susmanın, bir süre sonra vicdandan susmaya dönüşebildiğini. Feryadın da bir sorumluluk olduğunu: bağırmak için değil, duyurmak için; yakmak için değil, ısıtmak için.

Sonra en mütevazı, en sarsıcı derse geldi: bilmediklerimin sayısı. Bildiğimi sandıklarımın yüzeyselliği. Ufuk çizgisinin, ona yürüdükçe uzaklaşmasının matematiği. İnsanın, öğrenmeye isteği sürdükçe ne kadar genç kaldığı; kibri büyüttükçe ne kadar erken yaşlandığı.

Ve şükür—evet, o çok eski, çok yeni kelime. Bir oturuşta ya da aylarca düşünsem bile fark edemeyeceğim kadar çok nimetin iç içe geçmiş halde var oluşu: sağlam bir omuz, temiz bir nefes, kırılmayan bir bardak, içi dolu bir kahkaha, doğru zamanda gelen bir “olur.” Bazen sadece “bugün bitti” diyebilmek bile nimet.

Buraya kadar yazdıklarım, uzun bir yürüyüşün yol kenarına bıraktığı küçük taşlar gibi. Toplarsın, avucunda tartarsın, kimi cebinde kalır, kimi akşama kadar kayar gider. Ama şunu biliyorum: öğrenmek, bitmeyen bir fiil. Hayatın üstüne notlar alıyoruz ve not aldıkça yazı uzuyor; uzadıkça insan kendi sesini biraz daha duyuyor.

Ve dahası var, elbette. Hayattan öğrenilecek çok şey var. Yazmakla bitmez; yürürken devam eder, susarken derinleşir, severken sınanır, vedalaşırken billurlaşır. Bugünlük bu kadarını masanın üstünde bıraktım. Geri kalanını—sen de biliyorsun—bundan sonraki cümlede, ondan sonraki adımda, bir de kalbin usul usul attığı o aralıklarda öğreneceğiz.