Yazı kategorisi: Genel

Hayat bazen sis diye başlıyor cümlelerine. Kapının eşiğinde bekleyen, içeri girmeye üşenen, ama dışarıda da durmayı beceremeyen bir sis. Gözleri yakan değil, görmeyi zorlaştıran cinsten; her şeyi olduğundan iki parmak daha uzağa, iki ton daha mat bir renge çeviren. Kalem ucu gibi tedirgin bir çizgi, üzerine eğildikçe kırılan. Hayatın zor yanları hep orada, ama bugünlerde sanki sesi daha kalın, nefesi daha ağır. Eşyaların gölgesi uzun, kelimelerin gölgesi daha uzun. İnsan, anlamı yıllar önce silinmiş bir tabelayı okur gibi bakıyor etrafına: harfler yerinde, cümle yok.

Zor derken kastedilen, kazayı andıran büyük kırılmalar değil yalnızca. Daha sıradan, daha ince, daha ısrarcı olan: sabahın floresan ışığı gibi, yüzü yıkarken göz kapaklarına çarpan soğuk su gibi, çayın demi tutmayınca dudakta kalan o buruk tat gibi. Hayat, bazen bir bekleme salonu; numara ekranda yanıyor, kalkıyorsun, meğer senden önce birileri daha varmış. Bazen de durmadan kapanan bir turnike: kartı okuyor, okuyor, kırmızı ışık inatla yanıp sönüyor. Kimse bir şey demiyor, ama herkes bir şey demiş gibi susuyor.

Yorgunluk, adını sormadığın bir misafir. Koltuğa oturmuyor, minderin hafızasına siniyor. Masada yarım kalmış bir ekmek kırıntısı, sanki günlere bölünmüş küçük bir sus payı. Bazı geceler, saatlerin dişlileri diline takılan tel zımba gibi gıcırdıyor; uyku, bitmeyen bir yer değiştirme eylemi, göz kapakları ile tavanın arasına sıkışmış kısa bir mütareke. Ve hayatın zor oluşu, büyük cümlelerle değil; kapı kolunun soğukluğu, çekmece rayının takılması, telefon ekranında parmak izinin silinmemesi gibi küçük dirençlerle anlatıyor kendini.

Bir şehir var, hepimizin içinde: caddesi aynı, tabelası paslı. Orada rüzgâr, paslı menteşeden geçmiş bir nefes gibi esiyor. Orada bir bakkal, defterin kenarına çizgi çizgi borç yazıyor hâlâ; rakamlar büyüyor, anlam küçülüyor. Orada bir durak, bekleyen çok, gelen otobüs ya çok dolu ya da bir sonraki. Ve o şehirde, herkes yanından geçerken küçük bir baş selamı veriyor hayata: “biliyorum, buradasın.” Zorluk dediğin, işte bu sürekli varlık; kapatınca susmayan bir buzdolabı motoru gibi, geceyi tık tık çoğaltan.

Bazen sanki dünya, yanlış katlarda duran bir asansör. Düğmeye basılıyor, kapı açılıyor; kabinin içinde ışık var, ama gidilecek yerin numarası sanki silinmiş. İnsan giriyor, kapanıyor kapı; aynadaki yüz tanıdık değil, tanış olmaya da niyetli değil. Zil çalıyor, katlar değişiyor, ama neden inileceği unutulmuş gibi. Hayat, bu unutkanlıkla ağırlaşıyor: neyin peşinde olunduğu değil, peşinde olunmanın ağırlığı yoruyor.

Pus var dedik ya, sanki cümle başlarında çoğalmaya hevesli. Üstüne katlandıkça kalınlaşan bir örtü; nesneleri korumuyor, sadece netliğini alıp götürüyor. Kimi günler, kahvenin kokusu bile bu pusa karışıp tatsızlaşıyor. Kimi günler, pencereyi açmak sadece başka bir pencereyi açmak gibi: rüzgâr değişmiyor, perde aynı sesle hışırdıyor. Ve bir yerlerde, bir takvim yaprağı daha kopuyor; yaprağın düştüğü yer görünmüyor bile.

Hayatın zor yanı, açıklama istememesi. Sebebi konuşmaya üşenen bir yorgunluk, kaynağını saklayan bir kırgınlık. “Neden?” diye sorulunca omuz silkip geçiyor, “öyle işte” diyor, “öyle”. Birine anlatınca hafifleyecek gibi duran şey, anlatmayı bitirince yerini değiştirmiş oluyor; kelimeler, sandalyelerini geriye itip kalkmış, masada hesap unutmuş gibi. Kasa fişleri kırış kırış; toplam tutuyor ama alınanlar eksik.

Kimi sabahlar, yol kenarında lastiği inmiş bir bisiklet gibi duruyor gün. Pompa yok, servis yok, sadece rüzgâr var; o da nereye eseceğini unutan türden. Kimi akşamlar, ceket askıda ama omuz izi çıkmamış; giyilmemiş günler, kefesine konulmayan küçük iyilikler, söylenmemiş bir “kolay gelsin”. Hayatın zor yanı, bazen yapılmayanların ağırlığı. Yapılanlar bitiyor, yapılmayanlar birikiyor; üst üste konulunca duvar oluyor, duvara bakınca cümle yarıda kalıyor.

Sanki hepimizin cebinde yırtık bir harita var. Kıvrımlarından kum dökülüyor, yönleri silik, kenarları ısırık. “Buradan sağa” denmiş yerlerin çoğu artık tek yön. “İleride köprü” yazan notun altından bir not daha çıkıyor: “Onarım var.” İnsan, en sonunda yürümeyi öğreniyor, haritaya bakmadan; ama yürümek de bir müzakere: ayak tabanıyla kaldırım taşının sessiz anlaşması. Yine de bazı taşlar, inadına daha sivri.

Sorular var, cevapları ağır. “Neden?” gibi değil, “nasıl dayanılır?” gibi. Cevabı olanın ağzına yapışıp kalmayan, cevabı yokmuş gibi davranan sorular. Hayatın zor yanı, bu soruları susturmak değil; onlarla aynı odada, birbirine bakmadan oturmak. Bir noktadan sonra, çay bardağı tabağına bıraktığı iz kadar konuşuyor insan; buharın gözlük camında bıraktığı leke kadar. Kimin nesi eksik bilmiyorsun, ama eksik bir şeyin çekirdeği eline bulaşıyor.

Ve evet, bazen yorgunluğun yorgunluğu da var. Dinlenmenin bile yorucu olduğu türden. Koltuk derisi insanı itiyor sanki, yastık enseyle anlaşamıyor, müzik bile kulağını geri çekiyor. Zaman, çizgiyi biraz sağa ittikçe, küçük şeyler büyüyor: masa bacağı sallanıyor, kapı eşiği takılıyor, defterin zımbası parmak ucuna denk geliyor. Hayatın zor oluşu, birikintiyle ilgili belki de: yağmur değil, oluk; rüzgâr değil, çatlak; gürültü değil, ince ıslık.

Ama mesele umut değil bugün. Mesele, umutsuzluk da değil. Mesele, bir şeyin adını koymadan onunla yan yana durabilmek: sisin içine bakıp “tamam, burası burası” diyebilmek. Çünkü bazen en doğrusu, manzarayı zorlamamak; cam silmeyi ertelemek, perdeleri açmamak, ışığı bir tık kısmak. Gün, elbet dönecek; ama bunun bile vaadini kurmadan, sadece sandalyeyi biraz daha duvara yanaştırmak.

Belki de şimdilik yapılacak en makul şey, cümlelerin hızını düşürmek. Noktaları biraz erken koymak. Virgülleri saklamak. Bir fincanı tam doldurmamak. Bir adımı yarım atmak. Hayata “zor” derken, kavga etmek değil niyet; sadece adını doğru hecelemek: zor. İki harf, bir r. Kısa ama ağır. Taş gibi: yerinden kolay oynamıyor. İlla ki taşıyacağız demek de değil bu; bazen sadece yanında durup nefeslenmek.

Sis çekilecek mi, pus dağılacak mı, bilinmiyor. Bilinmesi de gerekmiyor. Şimdilik, bu mat ışıkta nesnelerin kenarlarını kabullenmek: fincan kulpunun yarım görünüşünü, aynanın buğusunu, sokağın ağzındaki boşluğu. Kimse kimseden büyük laflar beklemesin bugün. Söz, hafif olursa kırılmaz; ağırlaşınca düşüyor çünkü. Hayat zor; bunu söylemek için kimseden izin alınmıyor. Bugün, izin almadan söylenen tek cümle bu.

Ve belki son bir şey: rüzgâr kapıyı yokladığında, “açıksa gelsin” demek zorunda değil kimse. Kapı kapalı durabilir, kilitlenmeden. Sis, camın dışında kalabilir, camın içinde de. Hayat, ısrarını sürdürecek zaten; biz de ısrar etmeyelim şimdilik. Biraz duralım. Yürümeyelim demek değil; sadece acele etmeyelim. Pus, aceleyi sevmez. Sessizliği sever. Bugün, sessizlikle konuşulsun: cümleler ağır, dudaklar yorgun, ama anlaşılır. Çünkü hayat, en çok böyle anlaşılıyor: adı konmadan, ama saklanmadan. Zor. Evet. Yine de burada. Burada, sisin içinde, yavaş.

Yorum bırakın