Yazı kategorisi: Genel

Atatürk’e Kişisel Bir Mesaj

Bu ülkede Atatürk hakkında konuşurken genelde üç tip var:

1. **Tapanlar:**
   Ağzını açtığında “şanlı ebedî önder, ışık saçan bilmemne” kalıbının dışına çıkamayan, onu eleştirilemez bir yarı-tanrıya çevirenler. Atatürk’ü değil, Atatürk ikonunu seviyorlar.
2. **Nefret edenler:**
   Hayatında iki kitap okumamış, tarih dediği üç cümlelik propaganda metni olan ama “dinsizdi, masondu, memleketi sattı” diye slogan ezberleyenler. Onlar da Atatürk’ü değil, kendi kafalarında çizdikleri şeytan figürüyle kavga ediyor.
3. **Arada kalan azınlık:**
   Onun bir devrimci olduğunu, büyük bir akıl olduğunu, büyük bir cesaret olduğunu teslim edip; aynı zamanda yaptıklarını, yapamadıklarını, hatalı hamlelerini konuşmaktan korkmayanlar.

Ben üçüncüsündeyim. Ve bu yazı tamamen benim pencerem.



Benim gözümde Atatürk’ün en çarpıcı tarafı, “imkânsız” denilen bir tabloya bakıp soğukkanlı kalabilmesidir.

Bak, ortam şu:
İmparatorluk dağılmış, Sevr masaya sürülmüş, ordular dağılmış, moraller yerle bir, saray yönetimi fiilen işgalcilerle uyumlu, ülkenin geleceği dış masalarda çiziliyor. Böyle bir atmosferde çoğu insan iki şey yapar: Ya teslim olur ya da hamaset yapar. Mustafa Kemal üçüncü yolu seçiyor: Hesap yapıyor.

Ankara’ya geçiş, İstanbul’dan kopuş, yerel direnişleri tek merkezde toplama çabası, Büyük Taarruz’a kadarki sabırlı hazırlık, Lozan masasına kazanarak oturmak… Bunların hiçbirinde “romantik kahramanlık” yok; matematik var, strateji var. Lozan’la birlikte:

* Sevr’i çöpe attırıyor,
* Kapitülasyonları kaldırıyor,
* Yeni devletin sınırlarını ve egemenliğini hukuken tanıttırıyor. ([lu.edu.qa][1])

Benim saygı duyduğum yer burası: Duygusallığını tarihe malzeme etmemiş bir adamdan bahsediyoruz. Çuvallama ihtimalinin çok yüksek olduğu bir kumarı, akılla oynuyor.

Bu yüzden benim için Atatürk, yalnızca bir “cumhuriyet kurucusu” değil; **kaosun ortasında rasyonel kalmayı başarabilmiş bir devrimci**.



Sonra geliyor asıl tartışmalı alan: Kurduğu düzen.

Atatürk’ün yaptıklarına tek tek değil, paket halinde bakınca çok net bir zihinsel şema görünüyor:

* Saltanatı kaldırıyor.
* Hilafeti kaldırıyor.
* Tevhid-i Tedrisat ile eğitimi tek çatıya çekiyor.
* Şeri mahkemeleri kapatıp laik hukuk getiriyor, Medeni Kanun’la özellikle kadın-erkek hukuki statüsünü değiştiriyor. ([Vikipedi][2])
* Kılık kıyafet düzenlemeleriyle, takvim, ölçü, yazı devrimiyle simgesel ve pratik bir kopuş yaratıyor.
* Devletçi kalkınma modeliyle sıfır sermayeli bir ülkede sanayi çekirdeği kurmaya çalışıyor. ([Vikipedi][2])
* Kadınlara siyasal haklar vererek, dönemi için gerçekten ileri bir pozisyon alıyor.

Ben bu tabloya baktığımda şunu görüyorum:
“Arkadaş, bu adam sadece rejim değiştirmiyor, zihniyet mimarlığı yapıyor.”

Eğitimi, hukuku, dili, kamusal alanı birbirine bağlayan bütünlüklü bir proje bu. Bu yönüyle evet, benim gözümde net bir devrimci. Çünkü elindeki toplumu “olduğu gibi korumak” değil, “başka bir şeye dönüştürmek” istiyor. Risk alıyor. Tepeden iniyor, evet; ama boş adamın tepeden inmeye cesareti olmaz, o sürüklenir. Bu direnen bir akıl.

Benim ona duyduğum saygının temelinde şu var:

* Eline geçen iktidar gücünü; bir saray, hanedan, tarikat, aşiret çıkarı için değil; modern bir ulus-devlet inşası için kullanıyor.
* Yaptığı düzenlemeler, kendi şahsına tapınmayı zorunlu kılmıyor; tam tersine kâğıt üzerinde bile olsa “egemenlik milletindir” diyor.

Ama işte tam burada, onu sevdiğim yer ile eleştirdiğim yer birbirine değiyor.



Çünkü Atatürk, olağanüstü şartların adamı. Savaş, işgal, isyanlar, bölünme korkusu… Böyle bir atmosferde verdiği birçok karar “güvenlikçi akıl”la şekilleniyor ve bu anlaşılır. Ama anlaşılır olan, her zaman sorunsuz değildir.

Mesela:

* Çok partili hayata geçme denemeleri (Terakkiperver, Serbest Fırka) kısa ve sert bitiyor.
* Muhalefet girişimleri, düzeni yıkma potansiyeli taşıdığı gerekçesiyle hızla tasfiye ediliyor.
* Tek parti düzeni, eleştirinin doğal olmadığı, lider kültünün kolay filizlendiği bir zemin yaratıyor.

Tarihsel bağlamı biliyorum: İsyanlar, suikast girişimleri, bölünme korkusu… Evet, bu atmosferde kim olursa olsun yumruğu biraz sıkardı. Ama tam da insan olduğu için, o da zaman zaman “fazla sıktı”.

Bugün buradan dönüp baktığımda şunu söyleyebiliyorum:
Atatürk, bu ülkeyi parçalanmaktan kurtarmakta ve modern bir çerçeve kurmakta olağanüstü başarılıydı; **ama çoğulcu demokrasinin kurumsallaşması konusunda eksik bıraktı**. Bunda dönemin faşizm/radikal rejim ruhunun da etkisi var, bunda tarihsel korkular var, bunda kişisel kontrol ihtiyacı da var. Hepsi birlikte.

Bu, benim gözümde saygıyı azaltmıyor; tam tersine onu “hata yapabilen bir insan” olarak görmemi sağlıyor. Tanrı olmadığını kabul ettiğim için sevebiliyorum.



Bir de şu çok kritik mesele: Kimlik, merkezîyetçilik, laiklik.

Atatürk’ün kurduğu model:

* Homojen bir ulus kimliği inşa etmeye çalışan,
* Dini devletin eline alıp kontrol eden,
* Etnik ve kültürel farklılıkları çoğu zaman “tehdit” olarak okuyan bir model.

O dönem için anlaşılabilir bir refleks: İmparatorluk milliyetçiliklerle parçalanmış, herkes bir yerden kopmuş, elinde kalan coğrafyada “dağılmayalım” diye tutturmaya çalışıyorsun. Bu yüzden sert merkeziyetçilik ve üniter söylem, onun gözünde bir güvenlik önlemi.

Ama uzun vadede bunun bedeli ağır oldu:

* Kürt meselesi gibi, iç içe geçmiş kimlik sorunlarını konuşmayı imkânsızlaştıran resmi dil,
* Laikliği, toplumun bir kısmına “devletin dinle kavgası” gibi gösterme imkânı veren otoriter uygulamalar,
* Devletin tepesinden inen modernleşmenin, geniş halk kesimleriyle duygusal bağ kurmakta zorlanması.

Ben bu alanlarda Atatürk’ü tamamen aklayamam. Evet, koşulları biliyorum. Evet, o gün için “devletin bekası” klişesinin gerçekten gerçek olduğu bir denklem vardı. Ama bugün bu mirasın sorunlu yanlarını görmezden gelirsem, Atatürk’ü değil, kendi konforumuzu savunmuş olurum.

Yine de önemli bir ayrım yapıyorum:
Bu politikaların bir kısmı tarihsel bağlamın ve kolektif devlet aklının ürünü. Atatürk’ün kişiliğini şeytanlaştırıp bütün günahı ona yazmak nasıl saçmaysa, onu kusursuz ilan edip sonuçlardan kendimizi muaf tutmak da o kadar saçma.



Gelelim nefret edenlere ve tapanlara.

Atatürk’ten nefret edenlerin bir kısmı, aslında kendi yenilgilerinden nefret ediyor. “Biz bu ülkede istediğimiz teokratik düzeni kuramadık çünkü” diye içten içe ona bileniyorlar. Tarihi, kişisel ezikliklerinin malzemesi yapıyorlar. Onlar için Atatürk, hiç tanımadıkları bir adam değil; kendi fantezilerinin engeli.

Tapanlar ise genelde tembelliğin daha şık versiyonu:

* Kitap okumadan sever,
* Eleştiri duymaya tahammül etmez,
* Onun adını kullanarak bugünkü bütün otoriter refleksleri, bütün devleti kutsama alışkanlıklarını aklamaya çalışır.
* “Atam izindeyiz” deyip, Atatürk’ün muhtemelen tokatlayacağı kadar kifayetsiz siyasetçilere sorgusuz biat eder.

İki tarafın ortak noktası şu:
Atatürk’ü anlamak gibi bir niyetleri yok.
Benim var. Çünkü şuna inanıyorum:
**Gerçek saygı, sahte kusursuzluk hikâyesine değil, sınırlarıyla birlikte teslim edilen emeğe duyulur.**



Bugün 10 Kasım’da benim aklımdan geçen şey şu:

Bu adam, çok zor bir dönemde gerçekten çok büyük riskler aldı ve büyük oranda tuttu.
Bu topraklarda:

* Uluslararası hukuken tanınmış bir devlet varsa,
* Laiklik diye bir kelimeyi hâlâ konuşabiliyorsak,
* Kadının hukuki statüsü, dönemi için devrim niteliğindeyse,
* Eğitim, hukuk, dil üzerinden bir modernleşme zemini kurulabildiyse,

bunda onun payını kimsenin silemeyeceği kadar büyük görüyorum. ([Vikipedi][2])

Aynı zamanda:

* Tek parti pratiğini,
* Aşırı merkeziyetçiliği,
* Bazı yerlerde sert, dışlayıcı, tepeden inme uygulamaları,
* Din-devlet ilişkisindeki kontrolcü tonu,
* Kimlik meselesindeki körlükleri

“tarihin doğa kanunu” gibi sunanlardan da hoşlanmıyorum. Bu alanlarda eleştirim var. Ve bu eleştiriyi yaparken kendimi Atatürk düşmanı değil, onu gerçekten okuyabilmiş biri gibi hissediyorum.

Çünkü biliyorum ki:
Olağanüstü şartlarda verilen her karar steril olamaz.
Savaşın içinden, işgalin içinden, isyanların içinden çıkmış bir liderin, her durumda liberal demokrasi el kitabına göre hareket etmesini beklemek çocukluk olur.
Önemli olan, toplam fotoğrafa baktığında, ibrenin nereye bastığı.

Benim terazimde ibre net:
Artıları, eksilerini eziyor.
Yapabildikleri, yapamadıklarından ağır.
Kurduğu zemin, bozduklarımızdan güçlü.
Ve evet, benim için Atatürk hâlâ bu coğrafyanın en ciddi devrimcisidir.



10 Kasım benim için yas günü değil.
Romantik bir ağıt da değil.
Bir yüzleşme günü:

Kendime soruyorum:
“Bu adamın hayatını harcayıp kurmaya çalıştığı akıl düzeyine, ciddiyet düzeyine yakın mıyım?”

Cevap çoğu zaman hayır.
Ama en azından bir şeyi net biliyorum:

Ben Atatürk’ü putlaştırmadan savunuyorum.
Onu nefret objesi yapmadan eleştiriyorum.
Onu bir siyasi grubun tapınma sembolü ya da ötekinin şeytanı değil, **insan** olarak görüyorum:
Hataları olan, ama bu ülkenin kaderine gerçekten müdahale etmiş, risk almış, düşünmüş, kavga etmiş, geceleri masa başında harita, rapor, kitap arasında ömrünü yemiş bir adam.

Ve bence asıl saygı da burada başlıyor:
“Sen mükemmel değildin, iyi ki de değildin. Çünkü ben seni, mucize değil; mücadele olarak hatırlamak istiyorum.”

İşte bu yazı, tam olarak o yüzden benim yazım.
Kimse adına değil, hiçbir kutsal adına değil.
Bu ülkede, bugün hâlâ nefes alabiliyorsam ve hâlâ bu satırları yazacak kadar özgür hissedebiliyorsam, bunda payı olan adama borcumu melodramla değil, dürüstlükle ödemenin derdindeyim.

[1]: https://lu.edu.qa/wp-content/uploads/2025/09/Article-2.pdf?utm_source=chatgpt.com “The Treaty of Lausanne 1923-1922 and Its Impact on the …”
[2]: https://en.wikipedia.org/wiki/Atat%C3%BCrk%27s_reforms?utm_source=chatgpt.com “Atatürk’s reforms”