Yazı kategorisi: Genel

Raskulnikov

Raskolnikov’un İçinde Sessizlik İsteği ve Kendini Parçalayarak Konuşan Zihin

Raskolnikov’u artık ezbere biliyoruz gibi geliyor insana: baltayı, tefeci nineyi, Sonya’yı, Petersburg’un rutubetli sokaklarını, köprüleri, o daracık odasını… Ama bir noktadan sonra aynı cümleleri tekrar tekrar kurduğunu fark ediyorsun: “Üstün insan”, “vicdan azabı”, “yoksulluk ve gurur”, “Suç-ceza diyalektiği” vs. Bunların hepsi doğru, hepsi önemli ama sanki kitap, sadece bunları anlatmak için yazılmış bir metin değil. Raskolnikov’un kafasını biraz daha kurcaladığında, ben orada şunu görmeye başladım: Bu çocuk aslında büyük bir düşünür olmaya çalışmaktan çok, hayatındaki dayanılmaz gürültüyü susturmaya çalışan biri. Cinayeti bile bazen, ahlaki bir deneyden çok, “içimdeki uğultu artık dayanılmaz bir şeye dönüştü, bari bir şey olsun” deyip yok yere masanın üstünü deviren bir insanın hareketi gibi görünüyor. Yani Raskolnikov’un hikâyesi, bazen suç ve ceza kadar, sessizlik ve gürültüyle de ilgili. Ve bu gürültü, dışarıdakinden çok, içerideki.

Petersburg’un kendisi bile romanda başlı başına bir gürültü. Sokaklar kalabalık, hava ağır, insanlar sürekli bir yerlere koşuşturuyor, hanlarda bağrışmalar, içkiler, tartışmalar; şehir sanki hiç susmayan bir makine gibi çalışıyor. Raskolnikov’un baş ağrısı, halsizliği, uyuyup uyanmaları, yarı sayıklamaları… Bunların hepsi biraz da şu hissi veriyor: “Yeter, susun.” Ama susması gereken asıl şey şehir değil, kendi zihni. Günlerdir kafasında dönüp duran planlar, gidip gelmeler, “yapacağım–yapmayacağım” salınımları, tefeci ninenin eşyaları, paralar, Dunya’nın geleceği, annesinin mektupları… Hepsi kafasının içinde bir “telsiz anonsu” gibi kesik kesik, emrivaki konuşuyor. Cinayet, çoğu zaman bir ispat deneyi gibi anlatılır ama bana göre bir yanıyla da, “Bari bir şey olsun da şu içimdeki erteleme ve geviş getirme hâli bitsin,” diye yapılan, çok radikal bir “sustur” tuşu. Ne ironik: Bir kişiyi öldürerek dışarıdaki bir sesi susturacağını sanıyor, ama aslında içerde bin kat daha güçlü bir uğultu başlatıyor.

Raskolnikov’u bir de erteleme ve kararsızlık üzerinden düşünmek çok ilginç. Hani insan günlerce bir şeyi kafasında büyütür, “yarın kesin hallederim” diye diye kendine yeminler eder ya, ama sonra yine yapamaz; işte Raskolnikov o hâli en uç noktasına kadar yaşıyor. Cinayetten önceki günlere dikkat edersen, aslında çocuk bunu planlamakla, vazgeçmek arasında gidip geliyor. Bir an “olacak bu iş” diye yürüyüşe çıkıyor, sonra kendini bir bankta buluyor, sonra başka birine takılıyor, sonra “böyle saçmalık mu olur” diye kendi fikriyle dalga geçiyor. Bu manzara bana hep şunu düşündürüyor: Bu, “yüksek ahlaki teori”den çok, ileri düzey bir “yapamayan insan” portresi. Normalde küçük şeyler yapamayan insan, bir noktada delirip saçma sapan büyük bir şey yapar ya, “madem hiçbir şey değişmiyor, bari kökünden bir şey kırayım” diye; Raskolnikov’da bunun çok felsefi paketlenmiş hâlini görüyoruz. Cinayet, bazen Napolyon teorisinin değil, yıllarca biriken pasifliğin ve hayat karşısındaki çaresizliğin patlaması gibi duruyor. Yani aslında “dünyayı değiştirme” iddiası taşıyan bir eylem değil, kendi yarım kalmışlığından kaçış girişimi.

Bir de Raskolnikov’da beni en çok çarpan duygulardan biri, suçluluk değil, utanç. Bence arada büyük fark var: Suçluluk, “yanlış bir şey yaptım,” der; utanç, “ben zaten yanlış bir şeyim,” der. Raskolnikov’un haline baktığında, o, “kötü bir iş yaptım ama aslında haklıydım” diye kendini temize çıkarmaya çalışan birinden çok, “ben zaten baştan problemli biriyim” hissini taşıyan biri gibi. O yüzden çevresindeki insanlara karşı, özellikle Sonya’ya karşı bakışları hep yarı kaçak, yarı meydan okuyan türden. Bir yanıyla “yargıla beni” der gibi, bir yanıyla “sen kim oluyorsun da beni yargılıyorsun” der gibi. Bu çift ses bana çok tanıdık geliyor, çünkü kendi hayatımızda da yaptığımız bir şey bu: Bir hata yapınca, onu duygusal olarak taşımak yerine, hemen teorileştiriyoruz. “Koşullar böyleydi”, “sistem bozuk”, “aslında bu yaptığımın felsefi gerekçesi var” diye, ham utancı paketleyip rafa kaldırmaya çalışıyoruz. Psikolog olsak, Raskolnikov’a büyük ihtimalle “aşırı entelektüelleştirme” diye not düşeriz: Duygusunu doğrudan yaşamak yerine, üzerine teoriler kurarak kendini kandırmayı seçen insan. Dostoyevski de sanki “Bak, bu savunma mekanizmasının son perdesi pek iyi bitmiyor,” diye el sallıyor uzaktan.

Raskolnikov’un bedenle ilişkisi de bence çok önemli ve çoğu zaman es geçiliyor. Biz genelde olaya zihin, fikir, teori, ahlak düzleminden bakıyoruz ama romanda beden sürekli sahnede; ateş, titreme, mide bulantısı, yürürken sendeleme, kalp çarpıntısı, aşırı uyuma ya da hiç uyuyamama… Sanki Dostoyevski şunu söylemek istiyor: “Ne kadar akıllı bir teori kurarsan kur, bedenin senden bağımsız oy kullanmaya devam edecek.” Raskolnikov’un bütün o “üstün insan” fikirleri, kriz anında bir anda bozuluyor; vücudu onu ele veriyor. Kapı önünde nefes nefese kalıyor, baltayı tutan elleri titriyor, sonra bambaşka bir şeye odaklanması gerekirken, yerdeki bir iz, gömlekteki küçük bir leke, merdivendeki bir komşunun ayağı… Bunlar bir anda tüm teorinin önüne geçiyor. Bu bana çok tanıdık: İnsan içten içe darmadağınken, dışarıda “normal” görünmeye çalıştığı o sahte sakinlik. Sosyal medyada profiline bakan “iyi duruyor” diyor ama içeride mide kasılıyor, kalp tekliyor. Raskolnikov, roman boyunca, iç tarafı darmadağın bir insanın, dışarıda “normal vatandaş” rolü oynarken bedenine yenik düşme hikâyesi gibi de okunabilir. Ne kadar “üstün” olduğunu düşünürsen düşün, ter kokun, titremen, göz bebeklerin, uykusuzluğun, el titremen senden önce konuşuyor.

Bir de Raskolnikov’u “yarım kalmış devrimci” gibi okumayı seviyorum. Hani bazı insanlar vardır, oturup saatlerce eşitsizlikten, adaletsizlikten, sınıflardan, sistemden bahseder; ama eyleme geçtiklerinde yaptıkları şey en fazla birine bağırmak, birini ezmek, birine had bildirmek olur. Raskolnikov da dünyadaki adaletsizliği görüyor; tefeci ninenin insanları sömürmesini, kız kardeşinin evlilik üzerinden bir tür “satılık fedakârlığa” zorlanmasını, kendi zekâsının heba oluşunu… Yani aslında malzemesi var: gerçekten berbat, yozlaşmış bir düzen görüyor. Ama buna karşı geliştirdiği eylem, sistemin bozuk dişlilerine değil, o dişlilerden birinin kafasına baltayla girişmek. Yani dünyayı değil, dünyadan nefret ettiği tek bir sembolü kırıyor. Bu yüzden roman, bana bazen radikal bireysel eylem eleştirisi gibi geliyor: “Tek bir şok hamleyle hem hayatım hem dünya değişsin” hayaliyle yaşayan ve sonunda hem kendini hem etrafını mahveden insan tipi. Bugün bunun versiyonlarını görüyoruz: Sadece belli insanlara söverek, belirli figürlere nefret kusarak, kendini “büyük adalet savaşçısı” sanan ama hiçbir yapısal şeyle uğraşmayan, sadece kendi öfkesini patlatarak rahatlayan tipler… Raskolnikov bu hâlin edebi ve çok daha trajik bir versiyonu.

Romanın zaman duygusu da Raskolnikov’u anlamak için bence kilit. Zaman, bu kitapta düz bir çizgi gibi işlemiyor; bazen bir gün, üç sayfada bitiyor, bazen birkaç dakikalık bir sahne otuz sayfa sürüyor. Raskolnikov’un kafasında da böyle: Karar anları ağırlaşıyor, uzuyor, saniyeler koyulaşıyor; “sonra bakarım” dediği şeyler günleri yiyor. Cinayet öncesinde, adım adım “o ana” yaklaşırken, zaman bir türlü geçmiyor; cinayetten sonra ise bazı anlar birbiriyle iç içe giriyor, kimle ne konuştuğunu, hangi gün ne yaptığını, neyi rüyasında, neyi gerçekte yaşadığını karıştırmaya başlıyor. Bu sadece roman tekniği değil, insanın kendini yok etmeye doğru giderken zaman algısının bozulmasına dair ince bir gözlem. Raskolnikov, “yarın başka olacak” diye diye kendini oyalayan bir zihnin ucuna varıyor; sonunda kabul ettiği tek zaman, şimdiki zaman oluyor: gidip itiraf ettiği an. Bu da bana şunu düşündürüyor: İnsan ya kendi zamanını öldürerek yaşar –erteleye erteleye, “bir gün yaparım” diyerek– ya da bir noktada kendiyle yüzleşmek zorunda kalır. Raskolnikov ilkini deneyip, sürünerek ikincisine mecbur kalan biri gibi.

Belki de Raskolnikov’un okur üzerindeki asıl etkisi, “Ben olsam yapar mıydım?” sorusundan çok, “Ben kendi hayatımda neleri bahane ediyorum?” sorusunu tetiklemesi. Onun teorileriyle dalga geçmek kolay: “Üstün insanmış da, Napolyon’muş da, büyük dava için kural çiğnemekmiş de…” Ama sonra dönüp kendi düşüncelerine bakıyorsun: “Şartlar böyle, sistem bozuk, aile baskısı var, ülke şöyle, imkanlar böyle…” derken, bazen kendi küçük zalimliklerini, küçük ihmal ve umursamazlıklarını, küçük çıkarlarını da aynı paketleme tekniğiyle meşrulaştırdığını fark ediyorsun. Raskolnikov’u tekrar tekrar okutan şey biraz da bu bence: Her yaşta, her ruh hâlinde kitap açıldığında karşımıza başka bir Raskolnikov çıkıyor. Gençken okuduğunda isyankâr, “haklı isyan çocuğu” gibi duruyor. Biraz yaş aldığında, daha çok ezik, kırılmış, kendini büyütmeye çalışırken kendini yiyip bitiren biri gibi gelmeye başlıyor. Belki daha da ileride, sadece inanılmaz derecede yorgun, utançla boğuşan bir çocuk gibi görünecek. Yani Raskolnikov sabit bir karakter değil; sen değiştikçe görüntüsü de değişen bir ayna gibi. Ne kadar çok bakarsan, o kadar az “katil” görüyorsun, o kadar çok “insan” görüyorsun. Ve belki Dostoyevski’nin en can sıkıcı zekâsı da burada: “Senin içindeki karanlık, sadece soyut bir tema değil, azıcık dürtsen çıkacak kadar yakında,” demesi.

Sonunda Raskolnikov’u şöyle bir yerde bırakıyorum kafamda: Büyük teoriler yazmaya çalışan ama kendi hayatının dağınıklığını bile toplayamayan, zekâsını kendini kandırmak için kullanan, sessizlik ararken daha fazla gürültü üreten, bir türlü büyüyememiş bir çocuk. Onun hikâyesi, suç işleyenin değil, kendine karşı açık olamayanın trajedisi gibi geliyor bana. Ve bu yüzden romanı kapattığımda içimde kalan asıl cümle, “Ne kötü bir çocukmuş” değil; daha çok, insanın kendine söylediği şu yarım itiraf: “Ben de bazen, kendi küçük Raskolnikov’umu teorilerle örtüyorum galiba.” İşte o anda kitap bitmiyor; asıl o anda başlıyor.

Yorum bırakın