İnsan neye dayanarak yaşar, bunu çoğu zaman kendine bile sormadan yapar. Günler birbirini iterken, sabahın ışığı perde aralığından sızarken, beden kalkar ama akıl geriden gelir. Kimse yataktan “hayatın anlamını buldum” diyerek doğrulmaz; daha çok “kalkayım artık” gibi bir cümleyle başlar her şey. Dayandığımız şey çoğu zaman büyük cevaplar değildir; küçük, fark edilmez alışkanlıklardır. Bir bardağın dibinde kalan son yudum, pencerenin önünde durup sokağa bakmak, anahtarı aynı yere bırakmak… İnsan bunlara tutunur. Çünkü büyük anlamlar gürültülüdür, insanı yorar; oysa küçük tutamaklar sessizdir, kimseye söz vermez, kimseyi ikna etmeye çalışmaz.
Lafı dolandırmadan söylemek gerekirse, çoğumuz umutla yaşamıyoruz. Umut daha çok anlatılarda işe yarıyor; kitaplarda, filmlerde, başkasının hayatında. Gerçek hayatta insanı ayakta tutan şey çoğu zaman alışkanlıkla karışmış bir inat. “Bugün de geçsin” diye başlayan, “yarın bakarız”la biten o inat. Bu kötü bir şey değil. Hatta oldukça insani. Çünkü her gün anlamlı olmak zorunda değil. Bazı günler sadece tamamlanmak ister. İnsan bazen bir sebebe değil, bir ritme ihtiyaç duyar. Sabah kahvesi, akşam yürüyüşü, gece ışığı kapatmadan önce telefona son kez bakmak… Bunlar hayatın büyük felsefesini kurmaz belki ama insanı dağılmaktan korur.
Kendi kendimize verdiğimiz küçük sözler var; yüksek sesle söylenmeyen, kimsenin bilmediği. “Bugün erken yatacağım”, “yarın şu işi bitireceğim”, “bu akşam biraz susacağım.” Çoğunu tutmayız, evet. Ama ilginçtir, tutmadığımız hâlde o sözler bizi tamamen savrulmaktan alıkoyar. Çünkü mesele sözün tutulması değil, verilmesidir. İnsan kendine hâlâ söz verebiliyorsa, tamamen bırakmamıştır. Hayat bazen bir anlaşma değil, bir niyetler toplamıdır. Kimse tam olarak nerede durduğunu bilmez ama “burada kalacağım” dediği bir an mutlaka vardır.
Nedir bu devam etme hâli? Ne büyük bir amaç, ne de kutsal bir hedef… Daha çok düşmemek için yürümek gibi. İnsan çoğu zaman ilerlemez, dengede kalmaya çalışır. Bu yüzden bazı günler geri gitmiş gibi hisseder ama aslında sadece ayağını sağlam basmak için yavaşlamıştır. Toplum bize sürekli “ilerle, büyü, aş” derken, içimizden bir ses “dur, biraz bak” der. O sesi susturmak kolaydır ama bedeli ağır olur. Çünkü insan kendine hiç bakmadan yaşadığında, bir süre sonra neden yaşadığını da unutmaya başlar.
Uzun uzun düşünülmüş kararlar değil bizi ayakta tutan; yarım bırakılmış ama hâlâ sıcak duran düşünceler. “Belki sonra”, “şimdilik böyle”, “henüz değil.” Bu ifadeler tembellik değil; bazen hayatta kalma biçimi. Her şeyin netleşmesi gerekmez. Bazı şeylerin muğlak kalması insana nefes alacak alan bırakır. Netlik her zaman huzur getirmez; bazen sadece yük bindirir. O yüzden insan bazen bilinmezliğe yaslanarak yaşar. Bu bir kaçış değil, bir erteleme de değil; sadece acele etmemektir.
Romantik tarafı da var bunun, kabul edelim. İnsan bazen yaşamasının nedenini bir anda, hiç ummadığı bir yerde bulur: bir cümlede, bir müzikte, bir akşamüstü ışığında. Sonra o neden kaybolur. Ama iz kalır. O iz, ertesi gün yine ayağa kalktırır. Hayat dediğimiz şey belki de bu izlerin toplamıdır. Kalıcı cevaplar değil; gelip geçen ama geride sıcaklık bırakan anlar. İnsan o sıcaklığa dayanır.
Review (hafta sonu için): Bu hafta seni gerçekten ayakta tutan neydi, düşün. Büyük bir başarı mı, yoksa çok küçük bir şey mi? Belki kimsenin fark etmediği bir sabah, belki kendine ayırdığın on dakika. Onu abartma, süsleme. Olduğu gibi hatırla. Çünkü hayat genelde orada, süssüz hâlinde daha gerçek.
Reset (hafta sonu için): Bir günlüğüne kendinden büyük cevaplar bekleme. “Neden yaşıyorum?” sorusunu rafa kaldır. Onun yerine şunu sor: “Bugünü neyle tamamlayabilirim?” Bazen bir gün, sadece tamamlandığı için değerlidir. Pazartesi geldiğinde her şey çözülmüş olmayacak ama sen hâlâ orada olacaksın. Çoğu zaman bu yeter.