Yazı kategorisi: Metaetik

Metaetik 1

Bu seriye her gün 1 yazı eklemeyi amaçlıyorum uzun bir serüven olacak Bismillah diyerek  Kirkego’nun enerjisiyle  başlıyorum.

Metaetik 1

Ahlaki Değer Nedir ?

Bak şimdi, hayat dediğimiz şey bir sürü kararın, bir sürü tercih anının toplamı gibi. Sabah kahveni sade mi içeceğine karar vermenden tut, bir yabancıya yardım edip etmeme arasında gidip gelmene kadar her an bir şeyler seçiyoruz. Bu seçimlerin arkasında ise çoğu zaman fark etmesek de bir değer yargısı var. “Bu iyidir”, “bu daha doğrudur”, “şu yakışıksız olur” gibi iç seslerimiz, aslında bizim değer sistemimizin bir yansıması.

Ama dur, hemen kafanı kaşımaya başlama. Çünkü bu yazıda “iyi nedir, görev nedir, değer dediğimiz şey bizim uydurmamız mı yoksa keşfedilmesi gereken bir şey mi?” gibi sorulara eğileceğiz. Şöyle bir yavaş yavaş gidelim.

Üç Tane Yol Var: Uygulamalı, Normatif, Meta

Ahlak felsefesi dediğimiz şey aslında üç ayrı koldan yürüyen bir yol gibi düşün. Biri uygulamalı etik, yani “kürtaj doğru mu yanlış mı?”, “idam cezalandırma biçimi olabilir mi?” gibi güncel ve hararetli tartışmalarla ilgileniyor. Yani kavga gürültü orada.

İkincisi normatif etik. “Ne yapmalıyız? Neye göre doğruya karar vereceğiz?” sorularına cevap arıyor. “Haz iyidir” diyenler, “görev önemli” diyenler hep burada toplanıyor.

Ve sonuncusu, bizim bu yazıda konuşacağımız asıl mesele: metaetik. Yani bir adım geri çekilip “İyi dediğimiz şey gerçekten var mı? Varsa nasıl var? Görevi kim veriyor bize, Allah mı veriyor, biz mi veriyoruz, yoksa evrenin kendisi mi dayatıyor?” gibi daha temel, daha felsefenin içini oyan sorular.

Değer ve Görev: İki Kardeş Ama Aynı Değiller

Önce değerle görev arasındaki farkı iyi kavrayalım. “Ali iyi biridir.” Bu bir değer yargısıdır. Ama “Ali annesine bakmalı.” dersen, görev yargısına geçtin.

Değer: bir şeyin ne kadar önemli olduğuna dair inancımızdır. Görev: ne yapmamız gerektiğiyle ilgili yükümlülüktür. Ve bu ikisi bazen birlikte görünse de aslında her iyi şey bir görev değildir. Mesela diyelim ki ben gidip hiç tanımadığım birine böbreğimi verdim. Harika bir şey değil mi? Ama kimse bana “vermek zorundasın” diyemez. Çünkü bu bir görev değil, nafile bir kahramanlık.

İşte bu noktada şunu anlamaya başlıyoruz: değerle görev akraba olabilir ama aynı evde yaşamıyorlar.

Peki Nedir Bu “Objektif Değer” Muhabbeti?

Şimdi sıkı dur. “Objektif değer” dediğimiz şey, insanların ne düşündüğünden bağımsız olarak var olan değerdir. Yani tıpkı “4 kere 4 = 16” gibi. Sen beğen ya da beğenme, bu gerçek değişmez.

Diyelim ki barış, mutluluk, sevgi gibi şeyler… Bunlar herkes için iyi mi? Veya şöyle sorayım: Hiç kimse kalmasa, dünya boş kalsa, sevgi hâlâ değerli olur muydu?

Hah işte burası çetrefilli. Bazı filozoflar diyor ki, “değer” dediğin şey ancak bilinç varsa anlam kazanır. Çünkü ıslaklık gibi düşün, suyun kendi başına bir anlamı yok; senin teninle buluştuğu an hissedilen bir şey.

Yani “değer” dediğin şey de bir bakıma bilinçle temas ettiğinde ortaya çıkıyor. Eğer hiçbir zeki canlı kalmasa, evrende hâlâ değer olur mu? Olabilir. Ama bunu fark edecek kimse olmadıkça, bunun anlamı olur mu? O kısımlar flu.

İçsel – Dışsal – Nihai – Araçsal: Terimlerden Kafanı Sıyırmadan Açalım

Burada biraz teknik gibi görünen ama aslında çok gündelik bir ayrım var.

İçsel değer: Kendi başına iyi olan şey. Işığını kendi saçan Güneş gibi. Örneğin sağlık.

Dışsal değer: Başka bir şeyle ilişkisi nedeniyle değerli olan şey. Yani MR sonucu kağıdı, sadece senin sağlıklı olduğunu gösterdiği için değerli. Yoksa kâğıt yani.

Nihai değer: Sırf kendisi için istenen şey. Mutluluk gibi. “Neden?” sorusuna sonunda “çünkü mutluluk” diyorsun ya, işte orada bitti o zincir.

Araçsal değer: Nihai değere ulaşmak için kullandığın şey. Para, diploma, meslek… Hepsi birer araç.


Bu dört terim arasında çok net bir fark var. Ve bu farklar günlük hayatta da seçimlerimizi şekillendiriyor. Biriyle evlenmek, bir iş seçmek, bir ülkeye göç etmek… Hepsinde değer yargıların devrede.

Peki Kim Veriyor Bize Bu Görevleri?

En çetrefilli soru bu: “Ya bu görevleri kim veriyor bize?”

Tanrı mı? İnsan doğası mı? Toplum mu? Vicdan mı?

Deontologlar (görevci ahlakçılar) diyor ki, “görev önce gelir.” Yani sen doğru olanı yap, sonuç zaten iyi olur. Sonuççular (utiliteryanlar) diyor ki “sonuca bak, fayda getiren şey zaten doğrudur.” Burada bir tavuk-yumurta problemi var gibi. Ama ben diyorum ki, bu ikisini öncelemek çok da verimli bir tartışma değil. Çünkü ikisi de işin içinden çıkamıyor.

Daha önemli bir soru şu: Görev nereden çıkıyor? Ve neden boyun eğmek zorundayım?

Yani ahlak, tıpkı matematik gibi bizim “boyun eğmek zorunda olduğumuz” bir yasa mı? Yoksa biz mi yaratıyoruz bu yasaları, uymayı seçtiğimiz sürece mi anlamlılar?

Birlikte Bakalım: İnsanlık Beyannamesi Ne Diyor?

Bir örnek verelim: İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi diyor ki “Tüm insanlar hak ve onur bakımından eşittir.” Bu bir değer önermesi.

Ardından diyor ki, “Birbirinize kardeşlik ruhuyla davranmalısınız.” Bu bir görev önermesi.

Şimdi burada herkes hemfikir gibi görünüyor. Ama “neden?” dediğin anda ortalık karışıyor. Neden eşitiz? Neden kardeşlik ruhu?

Birisi “çünkü Tanrı böyle istedi” diyor, öteki “çünkü insan doğası bunu gerektiriyor” diyor, bir başkası da “çünkü evrensel akıl bunu gerektiriyor” diyor.

Ama işte mesele de burada düğümleniyor. Çünkü temelsiz bir görev, temelsiz bir değer bir yerde yıkılmaya mahkum.

Son Bir Soru: Ahlaki Değerler Olmasaydı?

Şimdi varsayalım ki evrende hiçbir bilinçli varlık kalmadı. Ne insan, ne uzaylı… Hiçbir akıl, hiçbir hisseden zihin yok.

Bu durumda ahlaki değer var olmaya devam eder miydi?

İşte filozoflar burada ikiye ayrılıyor:

Kimisi diyor ki: “Değer vardır ama anlamı kalmaz.”

Diğerleri diyor ki: “Hayır, bilinç olmadan hiçbir değer yoktur.”


Sen hangisini düşünüyorsun bilmiyorum ama burada kendimize şu soruyu sormalıyız:

“Ben bir şeyi iyi olduğu için mi seviyorum, yoksa sevdiğim için mi iyi olduğunu sanıyorum?”



İşte bu fark, tüm ahlak tartışmasının temelini oluşturuyor. Ve işin en güzel tarafı şu: bu soruların kesin cevabı yok. Ama seni insan yapan şey, bu soruları sorma cesaretin.




İlk bölüm bu şekildeydi. Eğer sen de içten içe, bazı şeylerin “öylece doğru” olduğunu hissediyor ama nereden geldiğini bir türlü çözemiyorsan, doğru yerdesin. Sonraki yazılarda biraz daha derine dalacağız. Yani Tanrı meselesi, görev nereden gelir, değeri nasıl temellendiririz gibi… Şimdilik kendine bir kahve koy ve şu soruyu düşün:

“Eğer ben olmasaydım, iyilik hâlâ var olur muydu?”



Mail yada telegrama beklerim.

Son olarak, bana neden yorumları gizlediğimi soran dostlar oluyor. Nedeni şu: Küfürlü yorumlar ya da Google’ın hizmet politikasını ihlal eden içerikler nedeniyle sayfam birkaç kez “sarı dolar” uyarısı aldı ve hatta banlandı. Bu yüzden kazandığım paralar bazı dönemlerde ödenmedi. Ben de bu tür sorunların tekrar yaşanmaması için yorumları gizleme yoluna gittim. Sadece bir önlem yani 🙂

Yazı kategorisi: Genel

Öcalan Erdoğan Yakınlaşması

Öcalan Erdoğan İttifakı

Son günlerde siyaseti biraz daha yakından takip ettim.
Şaşırmadım. Sadece olan biteni dikkatlice izledim.
Eski okuyucularım bilir; eskiden siyaset üzerine sık sık yazardım. Uzun analizler, tutarlı argümanlar, bol referanslı yazılar…
Sonra sıkıldım. Çünkü bir yerden sonra fark ediyorsun: Bu ülkede siyaset sabit bir fikir değil, değişken bir mizah anlayışı gibi. Bugün komik olan yarın suç, dün suç olan bugün devlet politikası.

Birçok yazımda da “bu konuda son kez yazıyorum” demişliğim vardır. Ama tabii tanıyan bilir, bu “kararlılık” dediğimiz şey benim hayatımda pek uzun ömürlü bir tür değil.
Defalarca “artık şununla konuşmayacağım”, “bununla ilgilenmeyeceğim”, “şunu bir daha asla yapmayacağım” dedim.
Ve sonra?
Heveslerim, inatla beni ikna etti.
Neyse…
Konuya gelelim.

Bugün sahnemizde: HDP-MHP-AKP Koalisyonu.
Evet, yanlış duymadınız. O “bir araya gelmeleri imkânsız” denilen üçlü, aynı cümlede, aynı süreçte, aynı hedef için buluştu.
Hayat bazen tuhaf, ama Türkiye siyaseti hep öyle.

2015’i hatırlayanlar için tanıdık bir senaryo bu.
O zaman HDP barajı aşmıştı, Erdoğan’ın partisi ise tek başına iktidarı kaybetmişti. Ne oldu?
“Çözüm süreci rafa kalktı” denildi.
Sonra hendekler, şehir savaşları, coplar, tanklar, linçler, gazeteciler, akademisyenler derken yıllar süren bir cehennemden geçtik.
Ve bugün?
Aynı Erdoğan, “PKK silah bıraktı, AKP-MHP-DEM olarak bu süreci birlikte yürüteceğiz” diyor.
Hani bir söz vardır ya: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”
İşte o bile yetmiyor bu durumu tarif etmeye.



Çünkü mesele bir çelişki değil artık.
Mesele, ilke denen şeyin hiçbir zaman var olmamış olması.
Çünkü bu ülkede ilkeler, sadece kullanışlı oldukları sürece savunulurlar.
Oy getiriyorsa barışçısın. Oy götürüyorsa milliyetçi.
Gerekirse “Kürt kardeşlerimiz” derken, aynı cümlede “terörist seviciler” de çıkabilir ağzından.
Ve bu ülkenin hafızası öyle kısa ki…
Dün linç edilenle bugün aynı masada oturmak, artık tuhaf bir şey sayılmıyor.



MHP ne diyor bu işe?
Hiçbir şey.
Çünkü Bahçeli her konuda bir “önceki versiyonunu inkâr etme” becerisine sahip.
Bugünkü pozisyonu neyse, sanki hep öyleymiş gibi davranabiliyor.
Ve kimse de çıkıp “ama siz geçen yıl böyle demiştiniz?” demiyor.
Çünkü burada hafıza bir meziyet değil, yük.
Hatırlayanlar sadece mutsuz olur.


HDP ne diyor?
Yeni adı DEM Parti oldu ama refleksi aynı kaldı: “Biz sürecin içindeyiz.”
Bir yandan geçmişte yaşanan yıkımı unutma baskısı var üzerlerinde, diğer yandan bugünkü süreci kaçırmama telaşı.
Bir gün içeride, bir gün masada.
Bir gün “hain”, bir gün “partner”. Tabi ben bu masada oturdugu için onlara bir şey diyemem çünkü dem parti için akp ve MHP’yi kendisiyle pazarlık edecek duruma düşürmek büyük bir başarı.

Ve bu tabloyu izleyen milyonlar var.
Kimi alkışlıyor, kimi susuyor, kimi de artık hiçbir şey hissetmiyor.
Ben galiba üçüncüsüne yakınım.
Bu ülkeyi ciddiye alamıyorum artık.
Çünkü burada samimiyetin değil, zamanlamanın önemi var.
Çünkü burada ne söylediğin değil, ne zaman söylediğin önemli.


Barış mı?
Olabilir. Ama nasıl bir barış?
Kiminle? Ne pahasına? Ve ne kadar sürecek?

Kimse bilmiyor.
Çünkü burada süreçlerin ömrü, sandık tarihleriyle sınırlı.
Ve eğer geçmişten bir ders çıkarılacaksa o da şu olur:
Bu ülkede masalar kurulmaz, kurulur gibi yapılır.
Ve sonra bir gece, kimseye haber verilmeden devrilir.


Ben de bu yazıyla, yine “bir daha siyaset yazmam” diyebilirim.
Ama sen de biliyorsun, muhtemelen yine yazarım.
Çünkü insan bazı şeyleri değiştiremez.
Ama en azından, gülerken ciddi ciddi neyle dalga geçtiğini bilmek, iyi hissettiriyor.

Sonuç olarak görüşüm şudur. Erdoğan bu hamleyi azalan oylarını Kürt oylarıyla geri kazanmak için yaptı. Eğer bunun olmadığını görürse masayı yıkmaz masayı masadakilerle beraber yakar.

Yazı kategorisi: Genel, ilk roman denemesi

KAYIP ŞEHİR

BİRİNCİ BÖLÜM – KÜLLERİN ALTINDAKİ HARİTA

Yağmur, taş döşeli sokağa eğik bir ritimle vuruyordu. Damlaların sesi, gecenin içine işleyen bir ilahi gibiydi — sanki gökyüzü bir şeyleri unutturmak için ağlıyor, taşlar ise bu unutkanlığa direniyordu.

Nero, başında yıpranmış pelerin, omuzlarında taşıdığı yılların ağırlığıyla, Doryan Limanı’nın en tenha hanına doğru yürüyordu. Her adımda dizindeki eski bir yara hafifçe sızlıyor, ama adamın yüzü hiç değişmiyordu. Sızılar onu artık kendine getirmiyor, aksine daha derine itiyordu. Acı onun yeni normaliydi.

Hanın adı silinmişti. Tabelası rüzgârda bir hayalet gibi sallanıyor, yalnızca “S” harfi kalmıştı yerinde. Kimse artık isim sormuyordu bu limanda. Burada insanlar, geçmişlerini sahile bırakır, unuttukları kadar yaşarlardı.
Ama Nero, unutmuyordu. Aksine, hafızasını kazıyarak diri tutuyordu. Çünkü unutanlar, ihanet ederdi. Kendine. Diğerlerine. Geçmişe.

Barın en köşesine oturdu. Loş ışıkta, duvarlardan sarkan örümcek ağları rüzgârla birlikte bir çeşit şiir yazıyordu boşluğa. Adamın önüne sessizce bir içki kondu. Göz ucuyla baktı barmene, tanıdık biri değildi. Zaten tanıdık kimse kalmamıştı. Ya ölmüşlerdi… Ya da hatırlanmak istememişlerdi.

Cebinden, kenarları yanık bir pusula çıkardı. Pusula kırık döküktü ama içinde hâlâ bir şey dönüyordu. İğnesi kuzeyi göstermiyordu; başka bir yön arıyordu sanki, geçmişle gelecek arasında bir çatlak varsa, o iğne oraya doğru titriyordu.

O sırada hanın kapısı açıldı. İçeri bir kadın girdi. Siyah bir pelerin giymişti, ama yürüyüşündeki ritim onun bir kaçak değil, bir arayıcı olduğunu söylüyordu. Ayak sesleri, Nero’nun içkisine karıştı. Kadın gözlerini yavaşça gezdirdi mekânda, sonra doğrudan Nero’nun oturduğu köşeye yöneldi.

Yanına oturmadı.
Karşısındaki masaya geçti, sırtını ona döndü ve “İçki değil, bilgi istiyorum,” dedi alçak bir sesle.
Barmen cevap vermedi. Kadın başını çevirdi, gözleri ilk kez Nero’yla kesişti. Gözlerinde tanıdık bir şey yoktu ama tuhaf biçimde tanıdık hissettiriyordu. Sanki çocukluğunda gördüğü bir düşü, yıllar sonra başka bir yüzle yeniden izliyordu adam.

“Senin adın Nero,” dedi kadın.
Adam gülümsedi. Yorgun bir gülümseyiş.
“Bir zamanlar öyle derlerdi,” dedi.
Kadın başını eğdi.
“Ben hâlâ öyle diyorum.”

O an han suskunlaştı. Yağmurun sesi daha da derinleşti, sanki gökyüzü onların konuşmasını duymak istemişti.
Kadın ayağa kalktı, pelerinini savurdu, masanın üstüne bir parşömen bıraktı. Parşömenin kenarlarında eski alfabeler, ortasında ise eksik bir çember vardı.

Nero gözlerini kısmıştı.
“Bu mümkün değil,” dedi.
Kadın yanıtladı: “Senin pusulanla birleşirse mümkün.”
“Bu harita… öldü zannediyordum. Yıllar önce kül oldu.”
Kadın fısıldadı:
“Bazı şeyler kül olmaz. Sadece bekler.”

Nero elini masaya koydu. Ellerindeki yara izleri hâlâ taze gibiydi.
“Adın ne?” diye sordu.
Kadın bir adım geri çekildi.
“Nova,” dedi. “Gölge Konsey’inin beni öldürmeye çalıştığı gece yeniden doğdum. O günden beri o adı kullanıyorum.”

Nero o ismi bir süre düşündü. “Nova” — yıldızların son dansıydı bu. Parlayarak ölenlerdi. Ölmeden önce en çok ışığı saçanlar.

“Peki neden ben?” dedi adam.
Kadın bakışlarını kaçırmadı.
“Çünkü sen o yangında tek sağ kalandın, Nero. Sen hayatta kalan değil, seçilen oldun. Ve şimdi birlikte yola çıkmamız gerekiyor. Yoksa onlar haritanın diğer parçalarını ele geçirecek. Ve zamanı sonsuza dek kendi lehlerine mühürleyecekler.”













İKİNCİ BÖLÜM – DORYAN: GÖLGELERİN KIYISINDA

Sabah, griydi.

Doryan Limanı’nda sabahlar güneşle doğmazdı. Burada ışık, gökyüzünün değil, hatıraların içinden sızardı.
Sis, denizden şehre doğru sürünerek gelir; çatılara, sokak lambalarına ve uyumamış ruhlara dokunarak yayılırdı. Sanki şehir, geceden tamamen çıkmayı istemezdi. Her sabah bir başka geceye benzerdi burada.

Nero, hanın odasındaki dar pencereden dışarı baktı.
Dışarıda balıkçılar ağı indiriyor, çocuklar uzaklarda martılara taş atıyordu. Ama hiçbir ses yoktu. Tüm şehir, sessiz bir rüya gibi yaşıyordu. Sadece soluyordu. Sadece bekliyordu.

Bu şehir, tıpkı Nero gibiydi.

Bir zamanlar bekçi üniforması giymişti. Gece nöbetlerinde kaleye çıkan gizli yolları, yeraltı mahzenlerini ve yasadışı geçişleri ezbere bilirdi. Gökyüzünün altında yemin etmişti. Ama yeminler, zamanla paslanır.
Ve bir gece, o büyük yangın çıktığında — şehir kırmızıya boyandığında — Nero sadece dumanla değil, inancıyla da boğulmuştu.
O gece bir çocuğun çığlığına koşmuş, bir kadının son nefesini tutmuştu. Ama asıl koruyamadığı, kendi içindeki o “inanma” duygusuydu.
O günden sonra, ne kılıç tuttu, ne dua etti. Sadece yürüdü.
Geçmişini sırtında taşıyarak.

“Güvenilir kimse kalmadı bu şehirde,” dedi kendi kendine.
Ama sonra aşağıdan gelen sesi duydu:
“Güvenilir kimse zaten yoktu, sadece yeterince dikkatli bakmamışsın.”

Nova’nın sesiydi bu.

Kadın çoktan uyanmış, hanın alt katındaki boş masalardan birine oturmuştu. Elinde küçük bir defter vardı.
Bir şeyler karalıyordu. Sanki kelimelerle geleceği çiziyordu.

Nero, kadının yanına indi. Sessizce oturdu.
Nova, göz ucuyla baktı.
“Bu şehir seni hâlâ ürkütüyor mu?”
Nero gülümsedi, “Hayır. Artık kendimi şehrin bir uzantısı gibi hissediyorum. Doryan soluk alırsa ben de alıyorum. Boğulursa ben de…”
Devamını getirmedi.

Nova defteri kapadı.
“Ben burada doğmadım. Ama burada sustum. Bu şehir bana ne zaman susmam gerektiğini öğretti.”
“Kim susturdu seni?”
“Konsey,” dedi. “Ve susmayan annem.”

Bir an ikisi de sustu.

Nova’nın hikâyesi, duvar arkasındaki çatlaklardan fışkıran bir sızı gibiydi.
Ailesi, Gölge Konsey’inin tarih sahnesinden silmek istediği son soydu.
Kadim dillerin koruyucusu bir ailenin çocuğuydu. Babası, yanan kitapları saklarken tutuklandı. Annesi, bilgelikle konuştuğu için susturuldu. Nova, ise o konuşulamayan geçmişin gölgesinde büyüdü.
Bir gece uyanmış, evi yanarken koşmuş, limana sığınmıştı.
Ve o günden sonra hiçbir eve sığınmadı.
Sadece iz sürdü.

Doryan Limanı onun için bir harabe değildi. Burası, ipuçlarının yattığı eski bir mezarlıktı. Ve mezarlar bazen konuşurdu.

“Doryan hep böyle miydi?” diye sordu Nero.
Nova içini çekti.
“Hayır. Eskiden bu limana ‘Altın Uyanış’ derlerdi. Doğudan gelen baharatlar, batıdan gelen şaraplar burada buluşurdu. Şarkılar söylenirdi. Şimdi sadece sessizlik satılıyor. Ve sis.”

Nero başını salladı.
“Biz de o sisin içinde yürüyen iki hayalet gibiyiz.”

Nova gözlerini kıstı.
“Hayır Nero. Biz o sisi delen iki izciyiz.
Ve şimdi yapmamız gereken şey… yürümek.”

Masaya eğildi, haritanın ilk parçasını açtı.
Üzerinde bir dağ çemberi, çevresinde şu cümle yazılıydı:
“Zaman, düşmüşlerin arasından geçer. Geçebilen kurtulur, kalanlar yok olur.”

Nero cebindeki pusulayı çıkardı.
Haritaya yaklaştırdı.
İğne, titremeye başladı.

“İşte bu,” dedi Nova.
“Yol başlıyor.”

Devam edecek…

Yazı kategorisi: spontan

İnanmak



İNANMAK
(1. bölüm)

Bazen bazı kelimeler insanın zihninde sessizce boğulmaya başlar. “İnanmak” kelimesi de öyleydi benim için. Yirmili yaşlarımın başlarında —şu an yirmi beşindeyim ve hâlâ tam olarak çıkamadım o dehlizden— “inanmak” bana fazla duygusal, fazla tehlikeli gelmeye başlamıştı. Hatta bir ara bu kelimeyi hayatımdan çıkartmayı ciddi ciddi düşündüm. Kulağa dramatik geliyor, farkındayım. Ama ben öyle çok da dramatik biri değilim, sadece biraz fazla düşünenlerdenim. Ve düşünen bir insan için bazı kelimeler fazla kaygan.

Çünkü inanmak, saf haliyle bile seni savunmasız bırakıyor. Gerçekten. Düşünsene, bir şeye inandığında, onunla arana hiçbir kalkan koymuyorsun. Direkt temas. Körlemesine bir teslimiyet değil belki ama gönüllü bir açıklık hali. Ve o açıklık, bazen fena halde istismar ediliyor. İnsan ilişkilerinde, ideolojilerde, koçluk seminerlerinde, hatta bazen kendi iç sesin tarafından bile…

Kendimi bir süre, sürekli olarak “Ben buna inanmıyorum.” derken yakaladım. Hatta “inanmıyorum” demek bile fazla şefkatli gelmeye başladı; “umurumda değil” demeye başladım. Böylece araya mesafe koyabildiğimi sandım. Sanrılar da inanç kadar güçlü bu arada, itiraf etmeliyim. Çünkü inanmakla vedalaştığını sandığın her anda, bir başka şekliyle başka bir yerden çıkıveriyor karşına. Bilinçaltında başka kıyafetlerle, başka seslerle dolanıyor. Hayatın içinde çok zeki davranmaya çalıştığında bile, bazen en rasyonel anlarında bile, bir peçeteye inanırken buluyorsun kendini. Uçak örneğini bilirsin belki; o düşmek üzere olan uçakta, elindeki peçeteye sıkıca sarılan insan örneği… “Bu peçete bana bir arkadaşım tarafından verildi, o zaman uçak düşmez.” Evet, saçma. Ama bir yandan da çok insanca.

Ve fark ettim ki, saçmalıkla insanlık arasında çok ince bir sınır var. Hele inanç söz konusuysa. İnanç, akla karşı bir şey değil. Ama aklı fazlaca kutsamış modern dünyada, duygusal bir lüks gibi algılanıyor. Sanırım bu yüzden bir dönem “inanmak” kelimesiyle mesafeli yürümeye çalıştım. Ne zaman biri “İnanıyorum.” dese, içimden istemsiz bir burun kıvırma geliyordu. Çünkü çevremde inanan insanlar ya çok kandırılmıştı ya da çok tehlikeliydi. Ama işte mesele şu ki, inanmadan da yaşanmıyor.

Hayatın kendisi, kaçınılmaz şekilde bir varsayım üzerine kurulu. Kapıdan çıktığımda ölmeyeceğime inanıyorum. Nefes alırken ciğerlerimin dolacağına inanıyorum. Sabah uyanabileceğime… Biriyle konuştuğumda beni anlayacağına… Gülümseyince karşılık alacağıma… Belki hepsi bir yanılgı, ama bu yanılgılar olmadan yaşamak da mümkün değil. Ve günün sonunda insan, inanmadan hiçbir şeyin anlamını kuramıyor.

Benim hikâyem, “inanmak”la mücadele eden biri olarak başladı belki, ama şu an geldiğim noktada fark ediyorum ki, mücadele ettiğim şey aslında kendimmişim. Çünkü inanmak, insana dair. Yani benden kaçsa da, bana ait. Bu cümleyi yazarken biraz hüzünlü bir gülümseme geliyor yüzüme. Çünkü yıllarca kavgasını verdiğim kelime, belki de en çok ihtiyacım olanmış.




(2. bölüm)

Bazen hayatın ortasında, hiçbir şeyin merkezinde durmuyormuşsun gibi hissedersin. Ne bir düşüncenin tam içindesindir, ne bir duygunun tam sahibi. Böyle arada bir yerde… boşlukla bağ kurduğun, ama bir şeye de tam anlamıyla yaslanamadığın o hâller… işte inanmak meselesi tam da o aralığa temas ediyor. Ne tam tutunabiliyorsun, ne tamamen bırakamıyorsun. Çünkü insan neye yaslanacağını bilemediğinde bile bir şeylere tutunuyor. Ve çoğu zaman inanç, işte o bilinçsiz tutunma haliyle geliyor.

Geçenlerde biriyle konuşuyordum; bir kısmı Mardin’de yaşıyor, diğer kısmı San Francisco’da… Öyle iki ayrı dünya gibi düşün, biri çok sesli mistik, diğeri fazlasıyla modern ve materyalist. Şunu söyledi: “Amerika’da psikolojik rahatsızlıklar patlamış durumda. Çünkü hikâye eksik.” O an durdum. Hikâye eksik… bu çok ilginç bir teşhis. Ne kadar bilimsel, ne kadar batılı, ne kadar gelişmiş bir sistemde yaşıyor olursan ol, bir hikâyeye ihtiyacın var. Bir anlatıya. Bir “neden”e.

Ve o “neden”, çoğu zaman matematikten gelmiyor. Daha ilkel, daha sezgisel bir yerden sızıyor hayatına. Çünkü modern akıl, anlam üretmede yetersiz kalıyor. Hesaplayabiliyor ama anlatamıyor. Tanımlayabiliyor ama bağ kuramıyor. Tam da bu yüzden; inanmak, sadece metafizik bir mesele değil. Psikolojik bir ihtiyaç. Daha doğrusu, varoluşsal bir refleks.

Uçak düşerken dua eden ateist örneği yıllardır anlatılır. Bir klişe haline gelmiştir. Ama klişeler, hayatın tekrarlayan hakikatlerinden doğar. Gerçekten, o an elinde kalan tek şey bir peçeteyse, ona anlam yüklemek seni ayakta tutar. “Bu peçeteyi bana sevdiğim biri verdi. O yüzden bu uçak düşmeyecek.” Bu inanç, seni kurtarmaz belki ama panikten korur. Panikten koruduğu için de hayatta kalma ihtimalini artırır. Bak mantık devreye girdi. Ama esas olan mantık değil zaten, insanın kendini emniyette hissetmesi. Çünkü hayatta kalmak, sadece fizyolojik bir mesele değil. Anlamlı bir şekilde kalabilmek…

Bunun sadece uçaklar için geçerli olduğunu sananlar, hiç ekip çalışması yapmamıştır. Şirketlerde, hastanelerde, mutfaklarda, tiyatro kulislerinde… bir grup insanın bir şeye “birlikte inandığı” zaman nasıl farklılaştığını, nasıl bambaşka performanslar ortaya koyduğunu gördün mü? O işin, bir niyeti olur, bir ruhu olur. Ve bu, tabii ki Excel’de görünmez.

İnanmak, bir “veri” değil. Ama o verilerin nasıl kullanılacağını belirleyen bir atmosfer yaratır. İşin başındaki adam ya da o toplantı odasında sıkılan biri, inanmıyorsa… o proje yürümez. Ve inanç bu anlamda bir kurum meselesi değil; bir birey meselesi. Bir duruş. Kendini içine koyduğun bir bağ. Ve ne kadar saçma olursa olsun, bazen bir peçeteye inanmak, en büyük yatırımın olabilir.

Çünkü o peçete, aslında senin içinden geçen “umut”u sembolize eder. Ve umut, veriyle değil, yürekle hesaplanır.



(3. bölüm)

İnanmakla ilgili en zorlu şey, onu kendi başına düşünmeye başladığın anlarda başlar. Yani kimsenin eteğine yapışmadan. Kimsenin diline, geleneğine, öğretisine sığınmadan. Çünkü o zaman seni bekleyen şey, sessizliktir. Net bir cevap alamayacağın, bazen delilikle bazen boşlukla flört eden bir sessizlik. Ve o sessizlikte kendinle baş başa kalırsın. Ne öğrendiğin dualar, ne yazılmış kitaplar, ne ezberletilmiş kavramlar işe yarar. Her şey silinir. Geriye sadece sen kalırsın ve bir soru: “Ben neye inanıyorum?”

Aslında bu soru, sandığımızdan daha tehlikeli. Çünkü sorunun gerçek anlamıyla yüzleşmek, beraberinde büyük bir sarsıntıyı da getiriyor. Her şeyin yerinden oynadığı, tüm kesinliklerin buharlaştığı bir deprem bu. Belki de bu yüzden çoğu insan bu sorunun etrafında dolaşıyor, ama içine girmiyor. Girmemeyi bir zeka belirtisi sanıyor hatta. Oysa gerçek cesaret, o sessizliğe adım atmak. Sarsıntıya razı olmak. Bildiklerinden soyunmak.

Ben yıllar boyunca bu sorunun etrafında döndüm. Cümleler kurdum, kavramlar geliştirdim, tartışmalara girdim. Ama hepsi bir tür kaçıştı. Çünkü gerçekten inanmak, bilgiyi terk etmek değil; bilgiden geçip sadeleşmektir. Bilgiyle doldurulmuş bir kafa, çoğu zaman kalbin işini yapamaz. Çünkü kalp, mutlak bilgiyle değil; mutlak samimiyetle çalışır.

Mesela eskiden biri bana “Tanrıya inanıyor musun?” diye sorsa, saatlerce konuşurdum. Şimdi ise içimden sadece şu geçiyor: “Bilmiyorum.” Ama bu “bilmiyorum”, o eski tedirgin “emin değilim” hali değil. Bu, olgun bir suskunluk. Çünkü neye inandığımı artık hislerle, sezilerle, yaşadığım hayatla anlıyorum. Bu hayatın bir matematiği yok. Bir formülü yok. Ama içten içe işleyen bir ritmi var. Ve ben o ritme güvenmeyi öğreniyorum.

Bu güven, bir peygamberin sözüne değil, bir filozofun öğretisine değil; kendi tecrübeme dayanıyor. Yürürken hissettiğim rüzgara, bir hastanın gözünde gördüğüm teşekkür dolu bakışa, bazen gecenin üçünde gökyüzüne bakarken içimde beliren hafifliğe… Yani inandığım şeyler, artık laf kalabalıklarında değil; o anlık, sessiz, ama sarsılmaz anlarda gizli. Onlar çok az geliyor belki, ama geldiklerinde içimde bir şey yerli yerine oturuyor. Kafamda değil… kalbimde.

Ve ben artık şunu biliyorum: İnanmak, mutlak bir doğruluğa değil; mutlak bir içtenliğe yaslanmalı. Yani “eminim” demek değil mesele. “Hazırım” diyebilmek. Yanılmaya, şaşırmaya, yeniden öğrenmeye hazır olmak. Çünkü gerçek inanç, kontrol etme çabası değil; teslimiyetin sessiz onayıdır.

Ve ben, yirmi beş yaşında biri olarak, her geçen gün bu teslimiyeti biraz daha öğreniyorum.



(4. bölüm)

Bir gün biri bana şöyle demişti: “Hayatta her şeyden şüphe edebilirsin ama kendine sormaktan asla vazgeçme.” O gün bu lafı fazla dramatik bulmuştum. Ama yıllar geçtikçe, bu cümleye başka başka yerlerde rastladım. Kimi zaman bir kitabın dipnotunda, kimi zaman bir arkadaş sohbetinde, kimi zaman da kendi iç sesimde. Ve fark ettim ki, inanç dediğimiz şey çoğu zaman bir sorunun etrafında, defalarca dolaşmaktır. Bazen cevap bulursun, bazen bulamazsın ama yine de sormaya devam edersin. Çünkü inanç, cevaptan çok soruda saklıdır.

İnanmak; bir kilisede, bir camide ya da bir kitaptaki surede değildir yalnızca. Bazen bir hastanede gece nöbetinde tek başına kalakaldığında, bazen sevdiğin birinin gözlerinin içine bakarken, bazen de tek başına uyanıp “Bugün neden kalkmalıyım?” dediğinde… O anlarda gizlidir. Sıradanlığın içinde yakalanır. Ve bu yüzden öyledir ki; herkesin inancı kendine özel, kendine göre kırık döküktür.

Benim inancım da biraz öyle. Kırık. Eksik. Yer yer yamalı. Ama sahici. Artık her sabah kesinlikler aramak yerine, sorularımla barışmaya çalışıyorum. Çünkü biliyorum ki, insanı güçlü yapan şey, her şeye emin olması değil; emin olmasa da yürümeye devam etmesidir. Ne olursa olsun, yürümeye değer bir yol olduğunu hissetmektir. Ve inanç tam olarak burada başlıyor işte: Belirsizliğe rağmen ilerlemekte.

Bunu söylerken, hâlâ bazı sabahlar neye inanacağımı şaşırdığım oluyor. Bazen dünyanın anlamına, bazen kendi kalbimin sesine, bazen hiçbir şeye… Ama o hiçbir şey bile bir yere ait olmanın, bir şeyden uzak durmanın başka bir ifadesi gibi. Yani yine bir inanç gibi. Ve galiba burası önemli: Hayatta hiçbir şey yapmasan da bir şeye inanmış oluyorsun. Hiçbir şey yapmamak bile, bir tür tercihe dönüşüyor. Yani inanç, nötr bir şey değil. Ya sen onu tanırsın, ya da o seni şekillendirir.

Ve işte bu yüzden…
Yirmi beş yaşında bir insan olarak, hâlâ çok az şey bildiğimi ama çok şey hissettiğimi fark ediyorum. Artık öyle büyük teoriler kurmuyorum. Hayatın metafizik sırlarını çözmeye uğraşmıyorum. Sadece şu an olduğum yeri, olduğum hâli, olduğum kişiyi tanımaya çalışıyorum. Bu bile başlı başına bir inanç zaten.

Belki günün birinde bambaşka bir şey düşüneceğim. Belki şu an yazdığım her şeye güleceğim. Ama bugün…
Bugün inanıyorum.
Yürümeye, hissetmeye, anlamaya ve bazen sadece durmaya…
Ve bu kadarı, şu an için bana yetiyor.






Yazı kategorisi: Genel

Kötü Deneyimler

Kötü Deneyimler: Düzensizliğin İçinde Yaşamak

Bazı şeyler önden haber vermez.
Mesela hayat.
Ne zaman nereden tekmeleyeceğini çoğu zaman önceden bildirmez.
Sen yolun düz gittiğini sanırsın ama asfalt bir anda biter.
Ve sen hâlâ yürümeye çalışırsın.
Ayakkabının altı parçalanır, dizin yere sürtünür, ama yine de anlamazsın:
“Yol değişti.”

İnsan, düzen hayal eder.
Bir şeyler belli bir şekilde ilerlesin, verdiğin emek sonuç versin, doğru kararlar iyi sonuçlar doğursun…
Ama dünya, lineer bir denklem değildir.
Hayat, “eğer çok çalışırsan başarırsın” diyen TED konuşmalarının yarattığı bir motivasyon evreni değil.
Burası, çaba gösterenin ezildiği, hak edenin sessiz kaldığı, çığırtkanın yükseldiği bir yer olabilir. Her zaman değil tabii ki.

Ve bu…
İşte bu, kötü deneyimdir.
Bir birey için, gerçekliğin en acımasız biçimde suratına çarpması.



Kötü deneyim, çoğu zaman bir hayalin su almasıdır.
Mesela okula başlarsın.
Sana “çalış, oku, başarılı ol” denmiştir.
Sen de okursun.
Sabahlara kadar sınavlara hazırlanırsın.
Sonra bir gün işe başvurursun.
Ve senden daha az bilgiye sahip biri, “dayısı” olduğu için alınıverir.
Sen ise CV’ni zarfa koyup posta kutusuna atarsın.
Kendinden bir parça da o zarfta kalır.

Bazen “etik” diye bir şeyin olmadığını anlarsın.
Yalancılar yükselir, dürüstler dışarıda kalır.
Kimse adil olmak zorunda değildir çünkü sistem zaten adil tasarlanmamıştır.
Ve bunu fark ettiğin gün…
İşte o gün, hayatının acı deneyimini yaşamışsındır: tabii bu küçük bir acı.
Gerçekle tanışmışsındır.


Bazı kötü deneyimler bir yerde takılıp kalmak gibidir.
Kariyerinde, çevrende, düşüncelerinde.
Çabalarsın, bir adım ilerleyemezsin.
Kimse açıkça “sen yetersizsin” demez ama sana da yer vermez.
Bir şey olmak istersin.
Ama sürekli birileri senden önce davranır, daha yüksek sesle bağırır, daha geniş yer kaplar.
Sen ise beklemeye alışırsın.
Ve yavaş yavaş, kendine “benim sıram hiç gelmeyecek galiba” demeye başlarsın.

Bu da kötü bir deneyimdir:
Özgüvenin yer çekimiyle tanışması. Tabii gerçekten özgüvensiz, başarısız bir insan da olabilirsin bunu göz ardı etme.


Bir de şu var:
Kimi deneyimler kötü değilmiş gibi başlar.
Hatta seni güçlü hissettirir.
Sorumluluk almaktır mesela.
Bir ailenin yükünü sırtlamak, bir topluluğun liderliğini üstlenmek, bir işe omuz vermek…
Ama zamanla o sorumluluk seni içten içe tüketmeye başlar.
Sen hâlâ başardığını sanırsın ama aslında içeriden çürüyorsundur.
Tükendiğini anlamak, genellikle çok geç olur.


Bir insanın içinden geçen en sessiz krizlerden biri de kendini gerçekleştirememe duygusudur.
Potansiyelinin olduğunu bilirsin.
Bir şeyler yapabilirim, dersin.
Ama hayat o potansiyeli açığa çıkarman için gereken zemini sunmaz.
Belki doğduğun yer, belki çevren, belki de içinde bulunduğun ekonomik sınıf seni sınırlar.
Hayallerin vardır ama gün sonunda faturaların ödenmesi gerekir.

Bu bir çelişkidir.
Ve bu çelişkiyle yaşamak, başlı başına bir kötü deneyimdir.


Sistematik kötü deneyimler vardır.
Günlük, sıradan ama biriktiğinde yıkıcı olan türden.
Patronun seni her sabah görmezden gelmesi.
Toplantıda fikrinin ciddiye alınmaması.
Sokakta birinin seni yok sayması.
Toplumun seni bir şeye indirgemesi: kadınsan “narin”, erkeksin “güçlü”, yaşlıysan “artık yavaş”, gençsen “bilgisiz”…
Tüm bu küçük deneyimler, birikir.
Ve bir gün kendine şunu sorarken bulursun:
“Ben neden bu kadar yorgunum?”



Bir başka tür kötü deneyim:
Zamanın kayıp hissi.

Bir şeyi yıllarca sürdürürsün.
Bir ilişki, bir iş, bir mücadele.
Ama sonra bir anda o şeyin boşluğunu fark edersin.
Gerçekten inanmadığını, sadece alışkanlıkla sürdürdüğünü.
Ve en kötüsü de şudur:
O yıllar geri gelmez.

Zaman, insanın elinden sessizce kaçan tek şeydir.
Ve sen sadece bakarsın.
Ne kadarını boşa harcadığını görmek, insanın kendine karşı yaşadığı en keskin ihanettir.
Başka biri değil.
Sen kendine yapmışsındır bunu.
Ve bununla yaşaman gerekir.



Ve elbette yalnızlık.
Ama “aşk yok” anlamında değil.
Daha derin bir yalnızlık.
Fikrinle yalnız kalmak.
Sorgulamanla yalnız olmak.
Hayatı herkes gibi yaşayamamak.
Neşeyle değil, ironiyle bakmak zorunda kalmak.
Çünkü sen, olan bitenin sahte olduğunu fark etmişsindir.
İnsanların neden gülümsediğini değil, neden gülümsemek zorunda kaldıklarını merak edersin artık.
İşte bu, entelektüel bir yalnızlıktır.
Ve bu da bir kötü deneyimdir, sadece daha soylu olanı.



Bazen de hiçbir şey olmaz.
Ve işte o “hiçbir şey”, başlı başına bir kötü deneyimdir.
Çünkü hayat dediğin şey, çoğu zaman sıradanlıkla insanı delirtir.
Bir şey olsun istersin.
Bir şey değişsin.
Ama her gün aynı ses, aynı yol, aynı hava, aynı sıkıntı.
Ve sen içinden çığlık atarsın:
“Bir şey olsun artık!”

Bu, insanın içindeki varoluş sancısıdır.
Ve hiçbir ilaç geçirmez.



Toparlayacak olursak (ki aslında toparlanacak bir şey de yok):
Kötü deneyimler, sadece aşk acısından ibaret değildir.
Bazen sistemin kendisi acıdır.
Bazen alışkanlıklar.
Bazen fark edemediğin dönüşümler.
Bazen senin bile tanımadığın o sessiz iç çöküşler.
Yani insanın “kırılma” dediği şey, çoğu zaman gürültüsüzdür.

Ve belki de tek yapabileceğimiz şey, şudur:
Kırıldığını unutma ama sürekli elini o kırığa götürme.
Bırak bazen kendi kendine iyileşsin.
Ya da iyileşmiyorsa da taşımayı öğren.
Yani demek istediğim hayat kısa ne olacak bir acıyı en fazla 50-60 yıl yaşarsın sonra zaten ölüp gidiyorsun. Ki zaten kimse bir acıyı 50 60 yıl taşımaz. Çok büyük zannettiğimiz acılar, üzüntüler bile bir iki ayda geçip gidiyor.

Bugünlük bu kadar görüşürüz.

Yazı kategorisi: garip

Nihat Genç

Geçen gün haber sitelerinde bir başlık gördüm:
“Nihat Genç hayatını kaybetti.”
O an bulunduğum yerde şöyle bir duraksadım. Ne yapıyorsam bıraktım. Başımı kaldırıp uzaklara baktım, hafifçe iç geçirdim.
Hayat ne garip, dedim içimden. Nihat Abi de öldü demek…

Ne büyük bir şaşkınlık yaşadım, ne de dramatik bir duygu boşalması. Ama yine de içimde küçük bir boşluk oluştu. Sessiz, kimseye göstermediğim, hatta kendime bile tam tarif edemediğim bir boşluk.

Ben Nihat Genç’i severdim. Ama bu öyle gürültülü bir sevgi değildi. Uzaktan, biraz mahcup, biraz da düşünerek…
Çünkü çoğu fikrine katılmazdım aslında. Hatta bazen fazlasıyla sert bulduğum olmuştur. Ama ne olursa olsun, onun düşünme biçiminde bir tutarlılık olduğunu hep hissettim. Kendi içinde bir mantık silsilesi vardı. Belki yanlış bir yere çıkıyordu o yol bazen, ama o yanlışın içinde bile kendine ait bir bütünlük vardı.
Ve ben sanırım en çok bu yüzden sevdim onu.

Ama bir şey var ki, belki de onu benim  için özel yapan esas detay oydu:
Yaklaşık 4-5 yıl önce attığı bir tweete, ben uzun bir cevap yazmıştım. Hatta bayağı uzun. Bir yazı gibi neredeyse.
Kendimce bir analiz, bir itiraz, bir açıklama.
Mesajımı okur mu, ilgilenir mi diye hiç düşünmedim. Zaten beklemiyordum da. Ama okumuş.
Geri dönüş yaptı.
Hem de çok saygılı, çok açık bir şekilde.
Yazdıklarımı övdü. Bazı yerlerde hak verdi. Bazı yerlerdeyse katılmadığını söyledi.
Ama beni ciddiye aldı.
Belki de onun gözünde sadece bir sosyal medya kullanıcısıydım, ama o ciddiye aldı.
Ve bu bana çok dokundu.

Belki sırf bu yüzden, gönlümde bir yer etti.
Belki de o andan sonra fikirlerini daha yakından takip etmeye başladım.
Yine çoğuna katılmadım. Ama artık o fikirler bana daha samimi gelmeye başladı.
Çünkü karşısındaki insanı küçük görmeyen biri olduğuna tanık olmuştum.
Kendince inandığı bir yol vardı ve o yolda kimseye eğilip bükülmeden yürüyordu.
Bunun bedelini de fazlasıyla ödedi.
Ama yine de o yoldan dönmedi.

Nihat Genç, bana göre her zaman haklı biri değildi ama hep içten biri oldu.
Ona dair en kuvvetli inancım buydu: Art niyetli değildi.
Sadece kendi doğrusuna çok inanan biriydi.
Ve o doğruları anlatmak için elinden geleni yapan, hatta bazen fazlasını yapan biriydi.
Yorucuydu, evet.
Ama sahiciydi.
Ve bu sahicilik, zamanla insanda bir tür saygı duygusu oluşturuyor.

Benim için çok büyük bir rol model değildi. Ama tanıdık bir sesti.
Varlığını bilmek bile bir çeşit dengeydi.
Bazen ne düşündüğünü merak ettiğim, bazen hiç duymak istemediğim bir sesti.
Ama hep bir yerlerde olmasını iyi hissettiğim bir ses.

Şimdi o ses sustu.
Bir daha hiçbir programda, hiçbir yazıda, hiçbir canlı yayında olmayacak.
Sadece eski videolar, eski yazılar kaldı geriye.
Bir çağın sesi daha çekildi kenara.
Kiminin içini rahatlatan, kimini kızdıran o ses artık yok.

Ben yazıyorum çünkü unutmamak istiyorum.
Bu yazı bir vefa yazısı değil, bir bağlılık da değil.
Sadece bir not.
Kendi hafızama iliştirilmiş bir kenar yazısı.
Yıllar sonra dönüp baktığımda, “Evet, o gün böyle hissetmiştim” diyebileceğim bir iz.

Nihat Genç öldü.
Ve ben, her ne kadar çoğu fikrine mesafeli durmuş olsam da,
onun içtenliğine ve ciddiyetine hep saygı duydum.
Bu yüzden sevdim galiba.
Sesiyle, öfkesiyle, duruşuyla bir yer etti içimde.
Ve artık yok.

Hayat çok garip gerçekten.
Bazen birini seversin, nedenini tam bilmeden.
Bazen de katılmadığın birini kaybedince bir burukluk hissedersin.
Çok çok garip ve tuhaf.

Yazı kategorisi: Genel

Kendime

Kendime Yazıyorum

Bu sabah aynaya baktım. Uzun zamandır dikkatlice bakmadığımı fark ettim. Yüzümde bir yorgunluk vardı. Sadece uykusuzluktan değil… başka bir şeydi. Zamanın, kabullenilmiş yalnızlıkların, bastırılmış hayallerin iziydi sanki. Ve tuhaf bir şey oldu, aynaya bakarken içimden bir ses yükseldi. “Bu, senin yaşaman gereken hayat mıydı gerçekten?”

Bir yanıt veremedim. Çünkü belki de ilk kez gerçekten sordum bu soruyu.

Kendime dürüst olmak zorundaydım. Evet, çok şey yaptım. Belki de hep “doğru olanı” yaptım. Ama çoğu zaman sadece hayatta kalmaya çalıştım. Ve bu, yaşamakla aynı şey değilmiş. Şimdi bunu daha iyi anlıyorum.

Zaman zaman içimde sessiz bir panik dolaşıyor. Hani hiçbir şey olmamış gibi devam ettiğim günlerde, birden içimden gelen o fısıltı… “Bir şeyleri kaçırıyorsun.” Ama hemen susturuyorum o sesi. Çünkü susturmak kolay. Çünkü o an çalışmak, kaydırmak, biraz dizi açmak, komik bulmadığım şakalara gülmek daha kolay geliyor.

Nietzsche’nin bir sözü geldi aklıma. “İkinci hayat, yalnızca bir tane hayatın olduğunu fark ettiğinde başlar.” Belki bu sabah o cümleye biraz daha yaklaştım. Belki henüz tam orada değilim ama… eşiğindeyim. Biliyorum.

Bize yaşamayı öğretmediler. Güvende kalmayı öğrettiler. Kalabalıktan sapmamayı. Merak etmeyip ezberlemeyi. Hayallerimizi bile ihtiyaçlara göre budamayı. Her şeyi doğru yaptığımızda iyi bir hayat yaşayacağımızı söylediler ama “iyi”nin ne olduğunu hiç tarif etmediler. Ve ben de bir noktada “iyi çocuk” olmaya çalışırken kendimden uzaklaşmışım galiba.

Sonra bir şey oluyor. Bazen biri gidiyor. Bazen biri kalıyor ama içindeki yeri değiştiriyor. Bazen sadece bir sabah uyanıyorsun ve kendini tanıyamıyorsun. O an bir şey çatlıyor. Ve hayat, ilk defa bir yanılsama gibi görünüyor.

Sonsuz zaman yokmuş. Sadece “şimdi” var. Ve bu tuhaf gerçek, ürkütücü olduğu kadar da sade. Birden anlıyorsun: Sana kalan tek şey, her şey yok olmadan önce biraz olsun “var olma” şansı.

Ve garip bir huzur geliyor ardından. Artık başarısızlıktan değil, boşa geçen zamandan korkuyorsun. Kimseye kendini kanıtlamaya çalışmıyorsun. Daha fazlasını istemek seni utanmaz yapmıyor. Aksine, biraz daha kendin gibi yapıyor.

Kimse seni kurtarmayacak. Mükemmel bir zaman da gelmeyecek. Hayat, ne yazık ki bazı bekleyişleri hiç dikkate almıyor. Ve ben artık fark ediyorum. Beklemeyi bırakmalıyım. Kendim olmayı öğrenmeliyim.

İkinci bir hayat bazen yeni bir şehir, bazen yeni bir meslek değil. Bazen sadece içindeki o çocuğu yeniden dinlemek. Kırgınlıklarını susturmak yerine sarılmak. Hayır diyebilmek. Evet diyebilmek. Sevmek. Kaçmadan, iki elinle tutarak.

Geçmişime kızmıyorum. Bana bugünü gösterdiği için teşekkür ediyorum. Ama artık elimdekileri tutarken, eskileri bırakabilmeliyim. Kendimi de. O susmuş, incinmiş hâlimi de. Çünkü hayat, arkama tabut bağlayarak sürdüremeyeceğim kadar kısa.

Bugün burada, bu satırların başında bir şeyi çok net hissediyorum. Yaşamak dediğim şey… başkalarının onayına sığmıyor. İçimde hâlâ parlayan bir yer varsa, oraya doğru gitmeliyim. Herkesin alkışladığı yere değil. Herkesin anlamasını beklemiyorum artık. Çünkü ilk hayat başkalarına göreydi. Ama bu seferki… sadece bana ait.

Bu yazıyı kimseye öğüt vermek için yazmadım. Belki yalnızca kendime. Belki biraz da bir gün dönüp okuyabilmek için. Çünkü unutmamam gerek: her sabah bir seçim. Ve her seçimde ya biraz daha kendim oluyorum, ya biraz daha uzaklaşıyorum.

Bu sabah aynaya baktım. Ve içimden geçirdim:

Bugün de yaşamak istiyorum. Sadece hayatta kalmak değil. Gerçekten, saklanmadan,ertelemeden yaşamak.

Yazı kategorisi: Genel

Squid Game

Squid Game 3. Sezon: Heyecandan Kopuşa Uzanan Bir Yolculuk”

Bu gece pek uykum yoktu.
Zihnim meşguldü, ama herhangi bir şeye odaklanacak gibi de değildi.
Tam böyle anlarda, insanın yaptığı şey bellidir:
Kendini bir diziye, bir filme ya da sonsuzca akan ekran ışığına bırakmak.

Ben de öyle yaptım.
Squid Game’in üçüncü sezonunu açtım.
Belki biraz dikkatimi dağıtır, belki kafamı oyalardı.
Aslında çok büyük bir beklentiyle başlamadım ama en azından bir hikâyenin içinde kaybolmayı tercih ettim.
Ve işte gece, bir anda sabaha dönüştü. Üçüncü sezonun tamamı bitti.
Ekran kapandı ama içimde kalanları bir yere bırakmak istedim. O yüzden şimdi bu satırlardayım.

İlk Sezon: Ekrana Kitlenmenin Diğer Adı

Squid Game’in ilk sezonunu izlediğimde zaman durmuş gibi hissetmiştim.
Konusu, görsel dili, karakterleri… hepsi bir araya gelip beni içine çekmişti.
Sıradan insanların, hayatta kalma oyunlarıyla sınandığı o atmosfer hem gerçekçi hem de sarsıcıydı.
Bir yandan kapitalizmin soğuk yüzünü gözümüze sokuyor, bir yandan karakterlerin iç dünyasında gezinmemize izin veriyordu.

Hani bazı yapımlar olur, çok net hatırlarsın ilk izlediğin anı…
İşte Squid Game de benim için öyleydi.
Sadece dizi izlemiyordum; bir dönemeçte gibiydim.
O sezon, birçokları için olduğu gibi benim için de etkileyici bir başlangıçtı.



İkinci Sezon: “Devam Ettirelim” Demekle Olmaz

Sonra ikinci sezon geldi.
Ve açıkçası, birinci sezondaki o saf enerjiden çok uzak bir yerdeydi.
Yeni karakterler, yeni oyunlar… ama eski duygular kayıptı.
Daha gürültülü, daha karmaşık ama daha az derin.
Bir şeyleri fazla açıklamaya çalışıyor gibiydi, ama asıl anlatması gereken şeyi unutmuştu sanki.

Yine de izledik.
Çünkü insan başlanan bir hikâyeyi yarım bırakmak istemiyor.



Üçüncü Sezon: İyi Niyetle Başladık, Yorularak Bitirdik

Ve bu gece izlediğim üçüncü sezon…
Aslında başlangıcı hiç fena değildi.
Görsel atmosfer korunmuştu, ritim de ilk birkaç bölümde iyi gidiyordu.
Ama ilerledikçe fark ettim: heyecan değil, alışkanlık izletiyor artık diziyi.

Yeni oyunlar vardı ama eskisi kadar zihin açıcı değildi.
Karakterler tanıdık kalıpların içine sıkışmış gibiydi.
Bazı dramatik sahneler vardı ama beni etkileyen çok az an oldu.
Sanki formül aynıydı ama içindeki malzeme eksilmişti.

Bir yandan “devam etsin” arzusu hissediliyordu yapımda,
ama diğer yandan “ne anlatacağız?” sorusunun tam cevabı bulunamamış gibiydi.



Peki Ya Bu Üçüncü Sezon Ne Dedi

Belki de dizinin en büyük sorunu, hikâyeyi büyütmeye çalışırken özünü küçültmesi oldu.
İlk sezondaki sade ama çarpıcı anlatım, yerini daha karmaşık ama daha etkisiz bir yapıma bırakmış.
Bir karakterin ölümü bile seni artık o kadar sarsmıyor çünkü onu zaten pek tanımamışsın.
Oyunlar büyük ama duygular küçük.

Ama şunu da teslim edelim:
Hâlâ izlenebilir.
Hâlâ bazı açılardan ilginç.
Ama heyecan değilse de, sadakat taşıyor diziyi.

Ben bu gece sabaha karşı bir diziyi değil, bir yolculuğun son virajını izledim sanki.
Başlayan, yükselen, sonra yavaş yavaş solan bir hikâyenin uzatmalı son perdesi.




Sonuç Yerine

Squid Game 3. sezon, kesinlikle izlenmez demem.
Ama ilk sezonun etkisini arıyorsan, biraz hayal kırıklığına uğrayabilirsin.
Dizi artık “oyunlar üzerinden hayatı sorgulamak” yerine, “bir sezon daha nasıl çıkarırız” sorusuyla ilerliyor gibi.
Ve bu da, her güzel şeyin biraz uzatıldığında nasıl yıpranabileceğini gösteriyor.

Ben bu gece sadece bir dizi izlemedim.
Biraz kafamı dağıttım, biraz zaman geçirdim.
Bazen insanın daha fazlasına da ihtiyacı olmuyor zaten.

Hepsi bu.


Yazı kategorisi: Genel

Bu gece  uyuyamadım.
Bazen oluyor böyle. Uyku geliyor gibi yapıyor, göz kapaklarım ağırlaşıyor gibi oluyor, ama sonra gidiyor.
Bana dokunmadan, bana uğramadan başka birinin gecesine düşüyor sanki.
Ben kalıyorum. Yarı karanlık bir odada, yarım yamalak düşüncelerle…

Zamanın gece hali biraz acımasız.
Gündüz ne varsa susturuyor.
Geceleri insan kendine biraz fazla yakın oluyor galiba. Hatta fazla fazla.
Her şey sessizleşince, en gürültülü şey senin kafanın içi oluyor çünkü.
Ve bazen o ses, insanın uyuyamama nedeni değil sadece…
Uyanmak istememe sebebi de olabiliyor.

Bir şey düşünmüyorum bu gece.
Hayır, düşünmüyorum demem belki yanlış…
Düşüncelerimi cümleye çevirmeye üşeniyorum.
Sadece geçiyorlar içimden.
Bir trenin camından dışarı bakar gibi izliyorum hepsini.
Geçmiş, gelecek, pişmanlık, ne olacaklar…
Hiçbiri elimde değilmiş gibi.
Belki de hiç olmadı.

Sonra bir bakıyorum… sabah olmuş.
Uyanmamıştım ki, nasıl sabah oldu diye soruyorum kendime.
Ama oluyor işte.
Sabahlar geliyor.
Hayat, bizi beklemiyor.
Sen üzgünsün diye bir gün durmuyor.
Sen yalnızsın diye güneş biraz daha yavaş doğmuyor.

Sabahlar oluyor.
İstesen de, istemesen de.

Ve bu sabah da öyle.
Göz kapaklarım hiç kapanmadan yeni bir gün açıldı.
Ben hâlâ aynıyım.
Ama dünya değişti.
Sokakta kuşlar ötmeye başladı, çöp kamyonu geçti az önce.
Birileri işe gitti, birileri belki kavga etti, belki barıştı…
Hayat, benden bağımsız şekilde devam etti.

Ben ise sadece buradayım.
Uykusuz.
Ama uyanık da değil.
Hayatta.
Ama canlı değil gibi biraz.
Ne tam var, ne tam yok…

Ama buradayım işte.

Belki bu da bir şeydir.
Olmak.
Bir sabahı karşılamak.
Her şey darmadağınken bile nefes almaya devam etmek.

Kimse alkışlamayacak.
Kimse tebrik etmeyecek.
Ama sen biliyorsun.

Bu da bir tür cesaret midir?

Yazı kategorisi: Genel




Bugün bir şey anlatmak için oturmadım buraya. Hatta okuma bu yazıyı
Belki anlatmak için değil, sadece durmak için yazıyorum.
Hani bazen yolda yürürken bir taşta oturmak istersin ya, sadece o anlık…
İşte bu yazı da o oturuş gibi. Ne öncesi var, ne sonrası. Sadece bir ara durak. Bir sisin içindeki açıklık. Belki de sadece dinlenmek içindir.

Çok anlam yüklememek lazım belki de.
Zaten son zamanlarda kelimelerin anlamı da biraz flu gibi.
“İyiyim” dediğinde ne kastettiğini bilmiyor insan.
“Mutluyum” cümlesiyle kimi kandırdığını…
Biraz buralardayım sanırım. Belirsizliğin, yarı-gölgenin, net olmayan sınırların içinde.

Sabah perdeleri açtığımda sis vardı camın dışında.
Bir evin silueti, biraz ağaç, belki kuşlar… ama hepsi bir film gibi. Net değil. Hayır bunların hiçbiri yoktu dışarıda güneş vardı.
Ve o görüntüde kendimi tanıdım.
Böyleyim ben de.
Bir ev kadar uzak, bir kuş kadar geçici, bir ağaç kadar sabit ama hepsi gibi silik.

Bazen insanlar soruyor:
“Nasılsın?”
Kafamdan yüzlerce şey geçiyor o an ama sadece “İdare ediyorum” diyebiliyorum.
Belki de bu yazı da o cevabın biraz uzamış hâli.
İdare ediyorum.
İçim tam olarak boş değil ama dolu da değil.
Hüzünlü gibi ama dertli değil.
Bir şey olacakmış gibi ama olmuyor da.

Sanki biri bir kapıdan geçip gidecekmiş gibi.
Sanki bir telefon çalacakmış gibi.
Sanki gökyüzü birden kararacakmış gibi.
Ama hiçbiri olmuyor.
Zaman sadece geçiyor.
Ve ben bunun içindeyim.

Bir şeyin adını koymak istemiyorum.
Çünkü ad koyunca bir çerçeve çizmiş oluyorsun.
Ben çerçevesiz olmak istiyorum bugün.
Biraz dağınık.
Biraz sisli.
Biraz sonbahar kokulu.

Anlam aramak da zor artık.
Anlam eskisi kadar kendini belli etmiyor.
Kitapların arasında kaybolmuş gibi.
İnsanların gözlerinde saklanmış gibi.
Kahvenin dibine çökmüş gibi.
Ve bazen o anlamı aramak da ağır geliyor.

Ama belki de sorun anlamda değil, arayışta.
Yani bizde.
Çünkü biz durmuyoruz.
Çünkü biz, anlamı yakaladığımızı sandığımızda bile bir sonraki şeyi aramaya çoktan başlamış oluyoruz.
Ve bazen kendimizi de geride bırakıyoruz.

Bugün biraz kendimi bulmak istiyorum.
Ama acelem yok.
Yolun tamamını yürümek istemiyorum.
Belki sadece birkaç adım.
Belki sadece bir bankta oturmak.
Belki sadece bir şey yazmak, birine göndermeden.

Çünkü bazen kendine yazmak gerek.
Kimseye anlatmadan.
Kendini ikna etmeye çalışmadan.
Sadece olduğun gibi, olduğun yerde.

Şu an sen okuyorsun ya bu satırları,
Bunu benim için mi yazdı diyorsun evet senin için ama galiba kendim için…
Ama biraz sana da.
Ama belki de hiç kimseye değil.
Belki sadece o camın dışında bekleyen sisin kendisine.
Kime yazıldığını bilmediğin mektuplar gibi.
Gönderilmeyen kartpostallar gibi.

Bu yazının sonunda bir sonuç yok.
Çünkü bazı günler sonuçsuz geçiyor.
Bazı yazılar bir şey demeden bitiyor.
Ve bazı insanlar kendini hiçbir zaman tam olarak anlatamıyor…

Ama belki de sorun değil bu.
Sadece sessizce bir şeyleri bırakmak, vazgeçmek
Sanki sisin içine bir taş atmak gibi.
Sesi duyulmaz ama izi kalır.

İşte bu da öyle bir yazı.
Kime yazıldığı belli olmayan.
Ne dediği tam anlaşılamayan.
Ama hissi kalan.


“Ve sonra, her şey yavaşça sisin içine geri çekildi… ne söyledim, ne sustum tam hatırlamıyorum”

Yazı kategorisi: yazarken sıkıldığım

Jung 1

Bu yazı Psikoloji ve Din kitabı üzerine yazdığım serinin ilk yazısı olacak umarım devam ederim.Bu kitabı okurken açıkçası biraz zorlandım. Dili ağırdı, bazı yerlerde cümleler peş peşe dizilmiş ama hiçbiri bir yere varmıyormuş gibi hissettirdi. Belki de ben anlamadım tam olarak. Belki de kitap anlaşılmak için değil, sadece zihni biraz zorlamak için yazılmıştı. Her neyse… Yani buraya yazdığım şeylerde bazı hatalar, yanlış yorumlar olabilir. Çünkü gerçekten zor bir kitaptı.

Ama işte bazı kitaplar vardır, tam anlamasan da sende bir şey bırakır. Kapatınca cümleleri değil ama duygusunu taşırsın yanında. Psikoloji ve Din tam olarak öyle bir kitaptı benim için. Ne anlattığını değil, neyi hissettirdiğini anlamaya çalıştım. Bu yazı da biraz onun üzerine. Anlatmaktan çok yakalamaya çalışmak gibi beni zorlayan bir kitap olduğu için de yazıyı biraz kısa tuttum. Eğer yapabilirsem devam ettirmeye çalışacağım yazıyı. Neyse başlayalım.

Bir Tanrıyla Konuşan Psikoloji


Bazen hiçbir şeyin yerli yerinde olmadığı sabahlar olur. Uyanırsın ama uyanmazsın. Dış dünya var gibi yapar ama sana değmez. Sesler gelir, konuşmalar geçer ama hiçbiri sana dokunmaz. Sanki dünya seninle bağlantısını kesmiş gibidir, ya da sen dünyadan çıkmışsındır da kimse fark etmemiştir. İçinde bir oyukla dolaşırsın gün boyunca. Tarif edemediğin, anlatmaya kalksan çocukça bir cümleye dökülecek bir boşluk. Ama oradadır işte.

Kimi buna yalnızlık der. Kimi anlamsızlık. Kimiyse geçer sanır. Ama geçmez. Çünkü bu bir his değil, bir hâl. Varlığın kendisine sinmiş bir sızı. Ve insanın ne zaman Tanrı’yı aramaya başladığına dair en iyi cevap da budur belki: bu suskun boşluk.

Çünkü insan, içinden gelen bir sese yanıt bulamayınca göğe konuşmaya başlar.

Yüzyıllar boyunca bunu yaptı. Gök gürültüsünden Tanrı çıkardı, yağmurdan bereket tanrıçası, yıldızlardan kader yazıcısı… Çünkü ruh, içini kemiren şeyin karşısında bir açıklama arar. Anlamak, sakinleştirir. Ve bazen anlamak yetmeyince, inanmak devreye girer.

Ama bir gün biri çıktı ve bu sesleri duyduğunu söyleyen insanların gerçekten ne yaşadığını anlamaya çalıştı. Onların hayal görmediğini, yalancı olmadığını; tam tersine, çok derin bir gerçekle temas kurduklarını düşündü. Çünkü ona göre Tanrı, sadece gökteki bir figür değil, ruhun karanlık sularında yüzen bir imgeydi.

Adı Carl Gustav Jung’dı.

O, Tanrı’yı inkâr edenlerden değildi. Ama Tanrı’ya da körü körüne inanan biri olmadı hiç. O, Tanrı’yı hissedenlerin hissettiklerini anlamaya çalıştı. Dindar olup olmadığı sorulduğunda “inanıyor gibi yaşıyorum” demesi boşuna değildi. Çünkü ona göre inanç, bir kanı değil, bir deneyimdi.

İnsan ruhunun en derin katmanlarında biriken, isimlendirilmemiş korkular, özlemler, arzular… bunların hepsi bir noktada “kutsal” diye tanımladığımız şeylerle yüzleşiyordu. Ve bu yüzleşme bir dogma değil, bir iç yolculuktu.

Tanrı bazen bir rüyada çıkar karşımıza. Bazen bir şarkının ortasında, bazen yalnız bir gecede. Bazen hiç inanmadığımız bir anda, dua ederken yakalarız kendimizi. Tanrısız olduğunu düşündüğümüz akıllar, en karanlık anlarında bir varlığa seslenmekten utanmaz. Çünkü o sesleniş, çoğu zaman bir Tanrı’ya değil, kendi parçalanmış ruhumuza yönelmiştir.

Ve işte bu yüzden, Jung’un psikolojisi biraz da bir din gibi kokar. Rasyonelin ötesine taşar, bilimin sınırlarını esnetir. Onun psikolojisinde Tanrı, bir kavram değil; bir iç gerçekliktir. Adı konmamış bir duygu, bir sızı, bir imge… Kimi zaman baba figürü, kimi zaman ışık, kimi zaman yalnızlıktır.

Jung için din, bir kural listesi değil, insanın kendini anlamlandırma biçimidir. İnandıklarımız, korkularımızla, arzularımızla şekillenir. Tanrı, çoğu zaman bize benzeyen bir yüze bürünür. Çünkü insan, anlamadığı şeyi kendi suretinde yaratır.

Ve o zaman, en sahici dua şudur belki de:
“Ey benim kendime benzettiğim Tanrı… Sesimi duyduğuna inanmasam da konuşmaya devam ediyorum. Çünkü bu konuşma seni değil, beni ayakta tutuyor.” (Evet düşününce kesinlikle saçma gibi duruyor eğer sesimi duyduğuna inanmıyorsam niye dua edeyim, buna bir arkadaşım şöyle cevap verdi ama duymadığınıda bilmiyorum ki duymadığına emin olsam dua etmem.Bir ihtimal duyuyorsa bu bile dua etmem için yeterli bir sebep demişti; mantıklı bence)

Belki de din dediğimiz şey, yeryüzünde yalnız kalmamanın başka bir adıdır. Ve Jung, bu yalnızlık hissini bilimle değil, sembollerle çözmeye çalıştı. Rüyalarda gördüğümüz Tanrılar, mitolojide anlatılan ölümler, dirilişler, fedakârlıklar… hepsi içimizde olup bitenlerin dışa vurumuydu.

İçimizde biri konuşuyor. Hep konuşuyor. Jung, o sesi dinlemeye cesaret etti. Ve o sesin bize Tanrı’dan çok, kendimizi anlatmaya çalıştığını söyledi.

Tanrı’yı gökte aramaktan yorulduğun bir anda, belki de tek yapman gereken şey içini susturup biraz dinlemektir. Çünkü bazen o büyük sessizlik, cevaplardan daha çok şey anlatır diyordu.

Jung’un hikâyesi biraz gölgeyle başlar. Çünkü onun düşünsel yolculuğu, bir başka dev gölgenin altından başlar: Freud’un.

Freud’a göre din, insanın bastırılmış arzularının, özellikle de çocukluktan gelen korku ve suçlulukların bir dışavurumuydu. Tanrı, baba figürünün idealize edilmiş bir haliydi. Din, bir tür kitlesel nevrozdu. Bu düşünceler, 20. yüzyılın başında birçok entelektüelin ruhunu sarhoş etti. Çünkü artık Tanrı’yla değil, onun psikolojik nedenleriyle ilgilenebilecek bir bilim vardı.

Ama Jung, bu açıklamayı biraz dar buldu. Freud’un dinin yalnızca bastırılmış cinsellikten ibaret olduğunu söylemesi ona göre indirgemeciydi. İnsan dediğin şey sadece dürtülerden oluşamazdı. Rüyalar, mitler, semboller… bunlar sadece saplantıların değil, ruhun daha derin katmanlarının yansımalarıydı.

Yine de Jung’un Freud’dan kopuşu sadece teorik değildi. Aralarında bir çeşit baba-oğul ilişkisi vardı. Freud’un Jung’a duyduğu hayranlık kadar, Jung’un Freud’a duyduğu saygı da büyüktü. Ama fikirler ayrılmaya başladığında, bu ilişki kırıldı. Jung’un hatıralarında geçen bir anekdot vardır: Freud’la bir konuşma sırasında Jung, Freud’un bilinçdışına dair görüşlerine itiraz eder. Freud ise öfkeyle cevap verir: “Sana kutsal bir şeyi emanet ettim.”

Burada duralım. Bilimin ortasında bir adam, fikirlerini “kutsal” diye tanımlıyorsa, aslında dinin yapısına ne kadar yakın bir sistem kurduğunu da farkında olmadan ifşa ediyordur. Jung’un içini kemiren de buydu belki: Freud dine karşı çıkarken, kendi teorisini bir dogmaya dönüştürüyordu.

Ama bu Jung’un tamamen haklı olduğu anlamına gelmiyor. Çünkü onun da kurduğu sistem, kimi zaman fazlasıyla soyut, sembollere fazlasıyla bağımlı ve bilimsel sınırların dışına kayan bir yapıydı. Kolektif bilinçdışı, arketipler, evrensel semboller… hepsi büyüleyici kavramlar. Ama aynı zamanda da kontrolsüz bir alan. Oraya neyi yerleştirirsen yerleştir, karşı çıkan pek fazla veri olmaz.

Yine de Jung, kendi yolunu seçti. Dinî sembolleri çözülecek mitler olarak ele aldı. Ona göre bu semboller, kişisel değil kolektifti. Bir rüyada görülen yaşlı bilge adam figürü, sadece dedemizle ilgili bir anı değil; binlerce yıllık insanlık tarihinin zihinsel tortusuydu. Jung, bu tortunun izini mitolojilerde, dinî metinlerde, efsanelerde ve psikozlarda sürdü.

Yani din, ona göre yalnızca inanç değil; aynı zamanda ruhsal bir dil, iç dünyanın sembolik anlatımıydı.

Bu noktada bir şey açık: Jung, Tanrı’ya inanıp inanmadığını net olarak söylemez. O daha çok Tanrı’nın içsel bir olgu olduğunu savunur. “Tanrı, insan ruhunun bir parçasıdır,” der. Belki bir varlık değil ama kesinlikle bir deneyimdir.

Burada durup düşünmek gerek: Eğer Tanrı’yı “sadece bir içsel deneyim” olarak kabul edersek, onun insan üzerindeki etkisini daha iyi anlar mıyız, yoksa tamamen içselleştirip sembolleştirerek asıl özünü kaçırır mıyız? Jung’un bu yaklaşımı, dini anlamayı kolaylaştırıyor gibi görünse de, bir yandan da onun evrensel geçerliliğini gölgeye çekiyor olabilir.

Ama Jung bu gri bölgelerde yaşamayı severdi. O, mutlak cevaplar peşinde koşmazdı. Onun psikolojisi, net sınıflamalarla değil; belirsizlikle, geçişlilikle, derinlikle ilgilenirdi. Tanrı’nın gerçekten var olup olmadığı onun için ikincildi. Önemli olan, bir insanın kendi iç dünyasında Tanrı’yla nasıl yaşadığıydı.

Bu yüzden onun Tanrı tanımı, bir tapınağın içinden değil; bir rüyanın, bir krizin, bir yalnızlığın ortasından gelir. Orada Tanrı, konuşmaz. Ama sembol olur. Orada Tanrı, emretmez. Ama yön gösterir. Jung’un Tanrısı, bir sistemin başındaki figür değil; içimizde çatışan parçaları bir araya getirme çabamızın simgesidir.

Ama işte burada da şu soru kalır: Eğer Tanrı, sadece bir sembolse, neden onun yokluğunda bu kadar çok acı çekiyoruz?

Bu sorunun cevabını belki de sadece Jung değil, hiçbir düşünür tam olarak veremedi. Çünkü bazen cevaplar değil, sorular kalır geriye. Ve Jung, soruları çoğaltarak ilerleyen bir adamdı.

Simgelerle konuşan bir psikoloji kurdu. Ve o simgeler, belki de  daha çok şey anlatmaya başlıyordu.

Devam Edecek…

Yazı kategorisi: kafama göre

Nemo Kayıp Değil

Kayıp Balık Nemo: Okyanusun Derinlerinde Büyümek ve Kendini Bulmak


Bir süredir bir balık besliyorum. Öyle uzun uzun düşündüğüm, önceden planladığım bir şey değildi. Bir şekilde önüme çıktı, ben de “neden olmasın” deyip aldım. Küçük, sessiz, durgun bir canlı. Ama her akşam  başında durup onu izlemek, beklemediğim bir huzur veriyor insana. Günün kalabalığı azalıp, suyun içinde süzülen o ufak gövdeye bakınca, garip bir şekilde kendi içime doğru sessizce çekiliyorum.

Derken bir akşam, onu izlerken  aklıma geldi: Kayıp Balık Nemo. Çocukken izlemiştim. Ama hatırladığımı sandığım şeylerin aslında hiçbirini hatırlamıyormuşum. Renkliydi, eğlenceliydi diye kalmış sadece aklımda. O yüzden tekrar açtım ve izledim. Ama bu kez başka bir gözle… büyümüş bir gözle. Yani aslında o filmi ikinci defa değil, ikinci defa ilk defa izlemiş oldum.

İşte bu yazı, o iki “ilk izleyişin” arasında geçen o uzun yılların, biriktirdiği anlamlarla yazıldı. Çünkü bu sefer gördüğüm şey sadece bir balığın kaybolması değildi. Bir çocuğun dünyaya kafa tutuşu, bir babanın korkularıyla savaşı, bir yolculuğun içinde büyümekti.

Eğer sen de bazen kendini henim gibi  biraz kaybolmuş hissediyorsan… belki bu yazı senin için de bir “yeniden buluş” olur. Aslında bu yazı en çok kendim için. Başlıyorum…

Hayatın bazı anları vardır ki insan kendini uçsuz bucaksız bir okyanusta yüzerken kaybolmuş hisseder. Hepimiz, en az bir kere, hangi yöne yüzmemiz gerektiğini bilemediğimiz mavi derinliklerle baş başa kalmışızdır. Bazen bir çocuk olarak dünyanın enginliği karşısında korkuya kapılırız, bazen de bir ebeveyn veya yetişkin olarak o engin dünya karşısında çocukları, kendimizi veya yakınlarımızı kaybetme kaygısı yaşarız. Pixar’ın animasyon klasiği Kayıp Balık Nemo, işte tam da bu hislerin filmidir: Bir okyanusun iki ucu kadar farklı görünen bakış açılarının, yani bir çocuğun merak dolu masumiyetini ve bir babanın kaygı dolu koruyuculuğunu, derin suların içinde buluşturan bir yolculuk hikâyesi.

Yüzeyden bakıldığında küçük bir balığın kaybolma ve bulunma hikâyesi gibi görülse de, Kayıp Balık Nemo derinlerinde büyük temalar barındırıyor. Karakter gelişimi, ebeveynlik ve çocukluk, travma ve onun izleri, özgürlük ihtiyacı, büyümek ve hayata atılmak, kimlik arayışı… Tüm bu temalar filmin su altı dünyasında mercan kayalıkları arasına gizlenmiş inci taneleri gibi parıldıyor. Böylesine zengin bir hikâyeyi izlerken, insan kendini sadece Marlin ile Nemo’nun değil, aynı zamanda kendi iç dünyasının da bir yolculuğunda buluyor. Belki de bu yüzden yıllar içinde hem çocukların hem de yetişkinlerin kalbine dokunmayı başarmış nadir filmlerden biri oldu.

Hikâyemiz mercan resiflerinin renkli dünyasında başlıyor. Nemo adında küçücük bir palyaço balığı, okyanusun bu sakin köşesindeki yuvasından ilk kez uzaklaşma hazırlığında: Bugün okulun ilk günü. Nemo enerji dolu, meraklı ve cesaretli bir yavru; ancak bir yönüyle diğer yavru balıklardan farklı: Doğuştan zedeli kalmış bir yüzgeci var, bu yüzden babası ona “şanslı yüzgeci” dese de, asla hızlı yüzemeyeceğini düşünüyor. Baba Marlin, Nemo’yu göz bebeği gibi sakınıyor; onun için dünya nice tehlikeyle dolu, okyanus yavrusu için çok geniş ve tehlikeli. Marlin, geçmişte yaşadığı korkunç bir kayıp nedeniyle paranoyak bir koruyucuya dönüşmüş: Eşi ve yüzlerce yumurtasını bir yırtıcı balığın saldırısında kaybetmişti. O felaketten geriye sadece tek bir hasarlı yumurta kaldı – işte Nemo, bu nedenle babası için bir evlat olmanın ötesinde, koca bir dünyada kurtarabildiği son umudun sembolü.

Marlin için Nemo yalnızca bir evlat değil, kaybettiği bütün dünyanın ona kalan tek parçası. Bu yüzden ona sıkı sıkıya bağlı; bir an olsun gözlerinin önünden ayırmak istemiyor. Saint-Exupéry’nin Küçük Prens’inde tilki, küçük prense unutulmaz bir öğüt verir: “Ölene kadar sorumlusun, gönül bağı kurduğun her şeyden.” Marlin bu gerçeği iliklerinde hissederek yaşıyor desek yeridir. Ne var ki bir evladı bu denli korumanın bedeli, onun özgürlüğünü kısıtlamak oluyor.

Nemo, okul gününün heyecanıyla yeni arkadaşlarıyla birlikte resifin açığına, büyük mavi okyanusun başlangıcına yüzdüğünde, Marlin’in kalbi küt küt atıyor. Yıllardır güvenli anemon yuvalarından çıkmasına izin vermediği oğlu, ışıltılı güneşin aydınlattığı derin sulara doğru merakla kulaç atıyor. Diğer yaramaz yavru balıklar Nemo’yu “bırak baban görmesin” diyerek resifin dışına çağırıyor, onlarla beraber tehlikeli olabileceği söylenen açık suya yaklaşıyorlar. Marlin paniğe kapılıyor, Nemo’yu sert şekilde uyarıyor: “Oraya gitme! Hemen geri dönüş yap!” O an baba ile oğulun tüm gerilimi yüzeye çıkıyor; Nemo, babasının kıskanç tavrına başkaldırarak bir anlık öfkeyle açığa doğru fırlıyor ve kendini kanıtlamak istercesine yüzeye büyük bir teknenin yanına kadar çıkıyor. Tam o anda dev gölgeler beliriyor: Yüzeyde bekleyen dalgıç insanlar Nemo’yu fark etmiş durumda. Minik palyaço balığı kaçmaya çalışsa da, bir anda kendini bir ağın içinde buluyor. Sudan çıkarılırken küçücük bedeni şiddetle çırpınıyor; korkuyla son bir kez aşağı baktığında, babasının kırk yıl düşünse göremeyeceği kadar dehşete düşmüş bakışlarla aşağıdan ona doğru yüzdüğünü görür. Nemo, bir an “Babamı terk etmemeliydim…” diye düşünecek vakit bile bulamadan suyun üzerine çıkarılıyor; sıcak güneşin altında nefes alamayarak çaresizce dolanıyor. Artık tek görebildiği, kendisini hapseden plastik torbanın boğucu duvarları. Nemo hiç anlamadığı bir biçimde evinden koparılmış, bilinmeze doğru taşınıyor.

Marlin, gözlerinin önünde gerçekleşen bu kâbusa inanamıyor. Oğlu “kayboldu” – hayır, daha da kötüsü, göz göre göre elinden alındı. Bir an suları yara yara teknenin peşinden çaresizce yüzüyor; ama paletleri ve motoru olan insanoğlu, küçücük bir balıktan katbekat hızlı. Marlin artık güçsüzce okyanusun ortasında asıl hedefini de şaşırmış durumda kalakalıyor. Az önce Nemo’ya söylediği kırıcı sözler kulaklarında yankılanıyor: “Henüz hazır değilsin! İyi yüzücü değilsin!” Belki de asıl hazır olmayan kendisiydi; dış dünyanın risklerine karşı hiçbir zaman gerçekten hazır hissetmediği için Nemo’yu da hep tutmaya çalışıyordu. Yıllarca risk almamak, seçim yapmamak ona güvenli geldi – kim bilir, belki de Mr. Nobody filmindeki o sözü içten içe benimsiyordu: “Seçim yapmadığın sürece, kalan olasılıkların hepsi mümkündür.” Marlin hiçbir şeyi seçmezse, hiçbir kötü şey olmayacağını sandı. Ama hayat, böyle işlemiyor. Suçluluk, korku ve çaresizlik duyguları içinde bir uçurum gibi büyürken, aklından geçen tek bir şey var: “Onu geri getirmeliyim.” Tam bu sırada yanı başında yavaşça yüzen mavi bir balık beliriyor ve yumuşak bir sesle soruyor: “Yardıma mı ihtiyacın var?” Marlin ilk başta fark etmiyor bile; ne söylenirse söylensin Nemo yoksa hiçbir şeyin anlamı yok gibi. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlarındaki söz sanki Marlin’in iç sesi oluveriyor: “Gerçekle düş birbirine karışıyor; tutunacak bir dalım kalmadı. Tutunamıyorum…” Ama tam da bu çaresizlik anında, içindeki baba yüreği bir şey fısıldıyor: Vazgeçme. Nemo için ne kadar korksa da, onu kurtarmak için korkularıyla yüzleşmek zorunda olduğunu anlıyor. Derin bir nefes alıyor ve yanan gözlerini ufka dikerek kendi kendine söz veriyor: “Oğlumu bulacağım.” Böylece, korkaklığıyla tanınan Marlin’in hayatında ilk kez böylesine büyük bir macera başlıyor. Bilmeden kendi iç dünyasının dışındaki engin dünyaya doğru varoluşsal bir yolculuğa da kulaç atmış oluyor.

Yeni tanıştığı mavi balık Dory, Marlin’i yıldırıcı ciddiyetinin ortasına adeta bir gökkuşağı gibi düşürüyor. Dory son derece dost canlısı, iyimser ve neşeli; öyle ki Nemo’nun başına gelenleri duyar duymaz hiç tereddütsüz yardım etmeyi teklif ediyor. Ne var ki Dory’nin hafızası, altın balıkları hakkındaki tabiri gerçek kılacak derecede kısa: Bir an önce söylediği şeyi saniyeler sonra unutabiliyor. Marlin başta bu durumdan usanıyor, hatta Dory’nin peşine takılıp boşa vakit kaybettiğini düşünüyor. Fakat kayıp giden dalgıç maskesinin üzerindeki yazıyı Dory okuyabiliyor: “P. Sherman, 42 Wallaby Way, Sydney” adresi, Nemo’nun götürüldüğü yeri işaret ediyor. Bu bir umut ışığı. Marlin tek başına asla bulamayacağı bu ipucunu Dory sayesinde elde ediyor. Artık ikili birlikte yola çıkıyor; yolculukları esnasında devasa üç köpekbalığıyla karşılaşıyorlar. Neyse ki bu tedirgin edici yüzler, beklenenin aksine onlara saldırmıyor; kendilerini bir tür “Balıklar arkadaştır, yemek değil” terapisi toplantısının ortasında buluyorlar. Marlin, köpekbalıklarının dostane sohbetine inanmakta zorlanıyor ama Dory her zamanki masum güleryüzlülüğüyle ortama ayak uyduruyor. Talihsiz bir anda Dory’nin burnu kanayınca köpekbalığı lideri içgüdülerine yenik düşüyor ve avcıya dönüşüyorlar. Marlin ve Dory, bir batık denizaltının içinde can havliyle kaçarken patlayan mayınların gürültüsüyle okyanusun zifiri derinliklerine doğru düşüyorlar. Okyanusun derinlerinde kaybolan maskeyi bulmak için karanlıklara dalarken Dory’nin neşeli mırıldanısı yükseliyor: “Yüzmeye devam et, yüzmeye devam et…” Marlin tedirginlikle etrafına bakınıyor, korkunç gölgeler görür gibi oluyor. Ansızın karanlıktan, fosforlu dişleriyle bir derin deniz canavarı üzerlerine doğru atılıyor. Kaçarken Dory’nin gözüne maskenin üzerindeki yazılar ışıldıyor ve o unuttu sanılan hafızası inanılmaz bir şekilde devreye giriyor: Dory adresi ezberliyor! Sydney’e gitmeleri gerektiğini artık biliyorlar. Marlin bu noktada Dory’nin hiç tahmin etmediği bir yönüyle karşılaşıyor: Her şeyi unutan bu balık, bazen en önemli şeyleri unutmayabiliyor. Belki de Dory’nin içten kalbi, aklının yapamadığını başarıyor; Marlin görevini sürdürsün diye kritik bilgiyi aklında tutabiliyor. Bu, Marlin’in Dory’ye duyduğu güveni biraz olsun artırıyor. Tehlikelerle dolu şu kısa zamanda Marlin ilk kez yalnız olmadığını hissediyor; dünyanın sandığı kadar kötü olamayabileceğine dair içinde kıpırtılar beliriyor.

Gözlerini açtığında Nemo kendisini bir diş muayenehanesinin içindeki akvaryumda buluyor. Etrafında daha önce hiç görmediği türlerde balıklar var; birbirinden farklı renkte, çeşitte bu akvaryum sakinleri Nemo’yu kibarca karşılıyor. Ancak dost canlısı bu küçük topluluğun bile gizleyemediği tatsız bir gerçek var: Nemo, insanlar tarafından çok sevdikleri ama balıklara hiç de iyi davranmayan yaramaz bir kıza hediye edilmek üzere yakalanmış. Yani bu cam fanusun dışında Nemo’yu daha da belirsiz ve belki ölümcül bir akıbet bekliyor. Akvaryumdaki lider ruhlu balık Gill, Nemo’ya cesaret aşılamaya çalışıyor. Gill, okyanustan koparılarak buraya getirilmiş deneyimli bir kaçış planı ustası; tek sorunu, hiçbir planını bugüne dek başarıyla gerçekleştirememiş olması. Nemo’yu görür görmez onda kaçış için bir fırsat görüyor: Ufak cüssesi sayesinde akvaryumun filtresine ulaşıp onu tıkayabileceğini ve böylece akvaryum kirlendiğinde dış arıtma cihazının devreye gireceğini, bu sayede bir kaçış şansı doğacağını anlatıyor. Nemo isteksizce de olsa bu plana umut bağlıyor; böylece hem kendisini kurtaracak, hem de yeni dostlarını bu fanustan kaçırıp denize kavuşturacaktır. Ancak ilk denemesi felaketle sonuçlanıyor: Nemo filtreye sıkışıyor, az kalsın parçalanıyor. Gill son anda onu kurtarsa da, Nemo’nun içine yeniden korku düşüyor. Kendine güveni kırılan küçük balık, belki de hiç dönüş yolu olmadığını düşünmeye başlıyor. Hatta ismindeki acı tesadüfü fark ediyor: Nemo, Latince “hiç kimse” demek. Kendini hiç kimse gibi, unutulmuş ve bırakılmış hissediyor. Tam bu sırada cama konan bir pelikan, dışarıdan akvaryum sakinlerine heyecanla bir şeyler anlatıyor. Bu pelikanın adı Nigel ve dişçinin arkadaşı; gün boyu limanda duydukları haberleri aktarmaya bayılıyor. Nigel’ın anlattıkları Nemo’yu şoka sokuyor: Okyanusta bir palyaço balığı, yüzlerce kilometre boyunca tüm tehlikelere meydan okuyarak kayıp bir yavru balığı arıyormuş. Marlin’in destanı denizde kulaktan kulağa yayılırken, nihayet oğlunun bulunduğu akvaryuma kadar ulaşmış. Kendi babası hakkında duydukları Nemo’nun göğsünde sıcak bir gurur ve umut dalgası oluşturuyor. Yalnızca bir ‘hiç kimse’ olmadığını, birinin dönüşü olmayan bir yolculuğa sırf onu bulmak için çıktığını işitmek, Nemo’ya bitkin ruhunun ihtiyaç duyduğu gücü veriyor. Jules Verne’in unutulmaz denizcisi Kaptan Nemo bir romanında, “Deniz her şeydir. Deniz hayat demektir. Her şey denizden geldiği gibi bir gün denize dönecektir!” der. Bizim Nemo da cam fanusun arkasından maviliğe hasretle bakarken bu sözlerin gerçekliğine yürekten inanıyor. Okyanus onu çağırıyor ve Nemo, babasıyla yeniden buluşma ümidiyle ikinci bir kaçış girişimi için kendini toparlıyor.

Marlin ile Dory, Doğu Avustralya Akıntısı’na (EAC) kapılarak okyanus boyunca hızlı bir yolculuk yapıyor. Bu sırada onlara rehberlik eden yüzyıllık bir deniz kaplumbağası olan Crush ve minik oğlu Squirt, Marlin’in hiç alışık olmadığı bir ebeveynlik anlayışını gösteriyor. Crush, yavrusunu akıntının tehlikelerine rağmen serbest bırakıyor; Squirt bir ara akıntıdan dışarı fırlasa da kendi kendine geri dönmeyi başarıyor. Endişeyle izleyen Marlin’e kaplumbağa babası gülümseyerek şunu söylüyor: “Aslında hiçbir zaman emin olamayız. Hazır olduklarını sadece onlar bilir!” Bu basit gerçek Marlin’in içine işliyor. Nemo’yu ne kadar korumaya çalışsa da, onun büyüyüp kendi hayatını yaşaması gereken ayrı bir birey olduğunu kabullenmeye başlıyor içten içe. Bu arada Marlin ve Dory’nin okyanusu aşarak Sydney limanına ulaştığı haberi tüm deniz dünyasına yayılmış durumda. Kahramanımızın olağanüstü macerası dilden dile aktarılıyor; hatta kaplumbağaların anlattıklarını yavru bir pelikan duyup arkadaşlarına yetiştiriyor. Sonunda Marlin’in destanı Nemo’nun bulunduğu tanka kadar ulaşıyor, Nigel da bu yüzden Nemo’yu ziyarete gelmişti. Tüm yollar nihayet Sydney’de kesişiyor. Marlin, Dory ile beraber limandaki çöp balıkları arasında Nemo’yu ararken, Nigel onları buluyor ve sırtına alıp doğruca dişçi muayenehanesinin penceresine uçuyor.

Dışarıdaki müdahaleyle akvaryum karmakarışık olurken, Nemo bir plan yapmış ve kendini ölmüş gibi bırakmıştı. Amacı, dişçinin ellerinden kaçmak için klozete atılıp denize ulaşmaktı. Tam da Nigel penceredeyken Nemo kuyruğunu yukarı doğru düzlemiş halde hareketsiz yatarak numara yapıyor. Bunu gören Marlin, oğlunun öldüğünü sanıp yıkılıyor. Nigel şok içinde kanat çırparak odayı terk ederken, Marlin’in içindeki son umut da sönmüş gibi. Oğlunu kaybettiğine inanarak Dory’ye teşekkür ediyor ve tek başına evine dönmeye koyuluyor; kalbi bir kez daha paramparça. Dory ise onu bırakmak istemiyor: “Lütfen gitme. Sen yanımdayken… ben, ben her şeyi hatırlıyorum.” diyor gözleri dolarak. Marlin bu sözlerin ağırlığını kaldıramadan uzaklaşıyor, Dory ise bir başına denizin ortasında kala kalıyor; hafızası tekrar bulanık, yön duygusu kayıp. Ama kader tam bu anda bir kıyak yapıyor: Dory, açıklarda küçük bir balık yavrusuna rastlıyor. Nemo ile Dory birbirlerini tanıyamadan yüzmeye devam ederken, Dory’nin aklına birden “P. Sherman, 42 Wallaby Way” sözcükleri düşüyor. Parçalar birleşiyor: Bu yavru, Marlin’in oğlu Nemo’dan başkası değil! Dory sevinçle Nemo’yu da yanına alarak Marlin’e yetişiyor. O an Marlin, az önce ebedi zannettiği kaybının aslında bir yanılgıdan ibaret olduğunu görüyor. Oğluna sarılıp gözyaşları döküyor; hayatının en karanlık anı bir anda neşe ve şükran gözyaşlarına dönüşüyor. Fakat bu mutlu son görüntüsü uzun sürmüyor: Üzerlerine dev bir balık ağı gölge gibi çöküyor ve Dory dahil bir sürü mavi balık balıkçıların ağında kapana kısılıyor. Nemo, bunca maceradan sonra öğrendikleriyle harekete geçiyor: Ağın içine cesurca girerek tüm balıklara hep birlikte aşağı yüzmelerini söylüyor. Marlin istemsizce yine korkuya kapılıyor; Nemo’yu tekrar kaybetme endişesiyle onu durdurmak istiyor. Ama bu kez içindeki ses farklı: Güven. Yıllardır eksikliğini hissettiği, Dory ile dostluğundan ve Nemo’nun cesaretinden öğrenmeye başladığı güven duygusu, Marlin’i yerinde tutuyor. Ve küçük Nemo, babasının inanışını arkasına alarak balıkları organize ediyor; hep birlikte ağı dip yönüne çekiyorlar. Sonunda ağ dayanamıyor ve bütün balıklar denize dökülüyor – Dory ve Nemo da serbest! Galadriel’in Yüzüklerin Efendisi’nde dile getirdiği gibi, “En küçük kişi bile geleceğin gidişatını değiştirebilir.” Körpe Nemo, dev bir sürüye liderlik ederek hepsini kurtarıyor; babasının gözünde de artık kırk yumurtadan geriye kalan narin yavru değil, cesaretiyle parlayan genç bir birey var. O günden sonra Marlin’in içini yıllardır kemiren korkular yerini ılık bir dinginliğe bırakıyor. Okyanusun tehlikeleri tamamen yok olmamış olabilir, ama hayatın devamlı bir risk olduğunu artık biliyor ve bunu kucaklıyor. Nihayet evine döndüklerinde Marlin, Nemo’yu okula gönderirken bu kez gönlü rahat. Oğlunun yeni maceralara atılmasını gözümü kırpmadan izliyor, hatta Dory ile birlikte arkasından espriler yaparak gülüyor. Marlin’in yolculuğu belki de kendi içindeki Tutunamayanlar’ı aşma yolculuğuydu: travmalarını geride bırakarak hayata yeniden tutunmayı başarabildi. Nemo ise okyanusun sonsuzluğu içinde kendini kanıtlamanın, büyüyüp kendi ayakları üzerinde durmanın ilk adımlarını attı. Dory, unuttuğu ailesi yerine yeni bir aile kazandı; dostlarıyla birlikte olduğunda hafızasının güçlendiğini fark etti, yani sevginin şifası hafızadan güçlüydü. Ve biz izleyiciler, bu sıcacık masalın sonunda belki kendi içimizdeki kayıp balıkları bulduk. Belki içimizdeki Marlin gibi korkularımızla yüzleşip bir nebze olsun cesareti tatdık, belki Nemo gibi hiç anlamadığımız koca dünyada kendi gücümüzü fark ettik, belki de Dory gibi sevgiyi yanımızda bulduk. Buraya kadar benimle bu yolculuğa dayanan sen, sevgili okur, şimdi kendi iç denizlerine bak ve gör: Kaybettiğin ne varsa, aslında içindeki cesarette saklı. Oğuz Atay’ın sesiyle sana sesleniyorum: Hepimizin bir Nemo’ya, bir Marlin’e, bir Dory’ye dönüşebilecek anları var. Önemli olan, hangi durumda olursak olalım, pes etmemek ve şarkıyı söylemeye devam etmek: Yüzmeye devam et, yüzmeye devam et… (Bunu kendime söylüyorum)

“Nemo’yu buldular ama bence burada asıl mesela kendilerini bulmalarıydı”