Merhaba arkadaşlar nasılsınız? Ciddi soruyorum bu arada. Gerçekten nasılsınız? Çünkü bu yazıya başlarken uzun süre “acaba kiminle konuşuyorum” diye düşündüm. Bir çocukla mı? Bir pilotla mı? Belki bir gezegenin üstünde tek başına oturan biriyle? Belki de hâlâ içinde bir “Küçük Prens” taşıyan yetişkin bir dostla… Kim bilir?
Bu yazı, öyle “bir oturuşta yazılanlardan” değil. Aylarca aklımın bir köşesinde gezindi durdu. Her gece yatmadan önce bir paragrafı hayal ettim, sabah uyanınca çoğunu unuttum. Yazmaya başladığımda ise cümleler bazen yıldızlardan akıp geldi, bazen kelimeleri bir kuyudan kova kova çekmek zorunda kaldım. Çünkü Küçük Prens gibi bir kitabı anlatmak, aslında kendini anlatmak gibi bir şey. Hem kolay, hem imkânsız. Kolay, çünkü herkesin içinde bir şeyleri tetikliyor. İmkânsız, çünkü her okuyan başka bir yerinden tutuluyor bu hikâyenin. Ben de bu yazıda biraz kendi sesimi aradım, biraz da sizin kulağınıza usulca bir şeyler fısıldamak istedim.
Hermann Hesse’nin sadeliğini, Exupéry’nin bilge çocukluğunu, Jung’un gölgelerini, Camus’nün yalnızlığını ve bazen de kendi çay bardağımın dibindeki tortuyu kattım bu metne. Sonuçta ortaya ne çıktı bilmiyorum. Sadece elimden geleni yaptım. Umarım bir yerinde siz de kendinizden bir parça bulur, bir gülüş yakalarsınız. Ve kim bilir… Belki siz de bir gün yıldızlara bakarken o küçük kahkahayı duyarsınız. 🌌
Hazırsanız başlayalım.
Çölün Ortasında Bir Çocuk: Küçük Prens’in Yolculuğu
Uçsuz bucaksız bir çölün ortasında, uçağı arızalanmış bir pilot bir gece ansızın küçük bir çocukla karşılaşır. Bu çocuğun nereden geldiğini, kim olduğunu anlamaya çalışırken aslında içimizdeki çocukla da yeniden tanışmaya başlarız. Antoine de Saint-Exupéry’nin Küçük Prens adlı eserindeki bu büyülü çocuk, kalbimize dostça seslenen, filozofça sorular soran bir yol gösterici gibidir. Kitabın başındaki o ünlü cümleyi hatırlayalım: “Bütün büyükler bir zamanlar çocuktular. (Ama onlardan çok azı bunu hatırlar.)”. İşte bu satır, bizi alçakgönüllü bir yüzleşmeye davet eder: Büyüdükçe unuttuğumuz masumiyetimiz, merakımız ve saf içtenliğimiz ne oldu? Bilgelikle, gösterişe kapılmadan soruyor kitap: Bir zamanlar biz de çocuk değil miydik ve neden dünyaya artık çocukken baktığımız gözlerle bakamaz olduk?
Küçük Prens’in masalsı hikâyesi, aslında her yetişkinin yüreğinde yaşamaya devam eden o çocuğun sesini duyurmaya çalışır. Yazarın anlatıcısı olan pilotun çocukluk anısıyla başlar her şey: Altı yaşında çizdiği bir boğa yılanı resmini büyükler bir türlü anlayamaz; onlar için bu resim sadece bir şapkadan ibarettir. Pilot der ki “Büyükler hiçbir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara durmadan açıklama yapmak da çocuklar için sıkıcı.”. Gerçekten de, yetişkinler hesaplar, kurallar ve kalıplarla meşgulken çocuklar dünyanın özündeki mucizeyi görür. Bu yüzden pilot, çocukluk hayal gücünü öldüren bir dünyada tek başına kalmıştır, ta ki Küçük Prens çıkagelene kadar. Çölde karşılaşıp ondan bir koyun çizmesini isteyen bu tuhaf küçük ziyaretçi, pilotun içindeki paslanmış yaratıcı ruhu uyandırır. Artık “içimizdeki çocuk” konuşmaya başlamıştır.
Küçük Prens’in sorduğu basit sorular ve söylediği içten sözler, aslında büyüdükçe yabancılaştığımız değerleri hatırlatır. Küçük Prens, pilotun çizdiği koyunu görünce sevinir, çünkü kutunun içinde bir koyun olduğunu hayal edebilecek kadar yaratıcıdır. Onun gözünde bir kutu, içine bir evren sığdırabilir. Bu yaratıcı bakış, yetişkinlerin çoğunda kaybolmuştur. Bizler gerçekleri sayılarda, şekillerde ararız; oysa “İnsan gerçekleri sadece kalbiyle görebilir. En temel şeyi gözler göremez.” diye fısıldar Küçük Prens’in arkadaşı tilki. Kalbin gözüyle görmek – Hesse’nin eserlerinde de sıkça hissedilen o içsel gözle – dünyayı olduğu gibi değil, olması gerektiği gibi görmek demektir. Zamanla “zihinlerimizin alanını büyütüp ruhlarımızın alanını küçülttüğümüz” bir çağda yaşıyoruz; mantıkla davranmayı “büyümek” sanıyor, ama özümüzün güzelliğinden uzaklaştıkça yaşamın tadını unutuyoruz. Küçük Prens işte bu unutulan tadı, o taze suyu bulmak için bir arayış hikâyesi.
Pilot ve Küçük Prens çölde ilerlerken, aslında biz de kendi içimizde bir yolculuğa çıkarız. Çöl, bomboş ve ıssız görünse de, dönüşümün mekanıdır. Pek çok hikâyede çöl, insanın kendini sorguladığı, arındığı bir yerdir; burada eski alışkanlıklar kumda savrulur ve insan özüne yaklaşır. Pilotun çölde susuzlukla imtihanı da böyle bir arayıştır. Suyun gerçek anlamını ancak yüreğiyle arayan bulur – nitekim Küçük Prens, çölde buldukları kuyunun suyunun “yıldızlar altındaki yürüyüşten, makaranın şarkısından” doğduğunu söyler. Yani suyu değerli kılan sadece susuzluğu gidermesi değil, ona giden yolculuktur, emeğimiz ve umutlarımızdır. Hermann Hesse de bir eserinde “Mutluluk anları acılar denizinin üstünde bir köpük gibi belirir ve ışıldayarak başkalarını da etkiler” diyordu; çöldeki kuyu da işte böyle, zahmetin ve inancın damıttığı bir anlam pınarıdır.
Küçük Prens, kendi küçük gezegeninden bize misafir olduysa, bunun bir sebebi var. Kendi gezegeninde bakmakla yükümlü olduğu bir gül vardı – kaprisli, güzel ve narin bir gül. Küçük Prens o güle çok değer veriyordu, ama güle duyduğu sevgiye rağmen ondan incinmiş, hatta kaçıp uzaklara gitmişti. “Onu sevmeyi bilmek için çok gençtim” diye itiraf eder sonradan. Bu söz, insanın gençken (ya da olgunlaşmamışken) sevgiyi nasıl da yanlış anlayabileceğini gösterir. Gül, tıpkı sevdiklerimiz gibi, kusurları ve kırılganlıklarıyla sevilmeyi bekliyordu. Fakat Küçük Prens, gülün nazını, cilvesini görünce kalbi kırılmış, sevgisinden şüphe etmişti. Belki de biz de hayatımızda güllerimize – sevdiklerimize – böyle yapmıyor muyuz? Onların ihtiyacı olan ilgiyi “kapris” sanıp, değerini geç anlayabiliyoruz. Psikolog Carl Jung, her insanın ruhunda bir anima (dişil ruh imgesi) olduğunu söyler; Küçük Prens’in gülü belki de onun anima’sıydı – yani içindeki sevgi kapasitesini sınayan bir ayna. Gülün hem güzelliği hem dikeni vardı. Sevmek ise, o dikene rağmen gülün güzelliğine bağlanabilmekti. Gençken bunu bilmezken, yitirdikten sonra öğreniyoruz. Nietzsche’nin de dediği gibi, insan bazen acıyla öğrenir olgunlaşmayı; “insan ancak yücelttiği yanılgılarından kurtulup acıyla baş etmeyi öğrendiğinde” olgunlaşır der o. Küçük Prens de güle duyduğu özlem ve pişmanlıkla olgunlaştı; sevginin sorumluluk demek olduğunu anladı.
Gülünden ayrılan Küçük Prens, belki gönül yarasını onarmak, belki dünyayı daha iyi anlamak için bir yolculuğa koyulur. Kendi küçük gezegeninden çıkıp birbirinden tuhaf karakterlerin yaşadığı başka gezegenleri ziyaret eder. Bu gezegenlerde karşılaştığı “büyükler”, aslında büyüdükçe düştüğümüz tuzakların birer temsilidir. İlk gittiği asteroidde bir Kral yaşar – ama hükmedecek kimsesi olmayan bir kral. Yalnızlığını buyurganlıkla örtmeye çalışan bu kral, aslında otorite tutkusunun karikatürüdür. Küçük Prens, kralın kendini önemli hissetme çabasını anlayamaz; zira çocuk dünyasında hükmetmek değil, anlamak ve keşfetmek vardır. İkinci gezegende bir Kendini Beğenmiş (Magrur) adama rastlar. Bu adam sadece alkış duymak ister, başkasının onu övmesine muhtaçtır. Onun gezegeninde de Küçük Prens çok kısa kalır, çünkü tek derdi kendini beğendirmek olan birine ne denilebilir ki? Üçüncü gezegende tanıştığı Sarhoş, utancını unutmak için içip duran, içtikçe daha da utanan bir kısır döngü içindedir. Bu adam, belki de dünyada sıkça gördüğümüz kaçışın sembolüdür: Gerçeklerden kaçmak için kendimizi oyaladığımız, sonra o oyalanmanın boşluğuyla tekrar yüzleştiğimiz kısır döngüler… Küçük Prens bu çaresiz hale üzülür, çünkü sevgisizlik ve umutsuzluk kokar orası.
Dördüncü gezegen, çok ciddi bir İş Adamı’na aittir. Bu kırmızı suratlı adam, sürekli yıldızları saymakla meşgul, kafasını kağıtlardan kaldırmayan bir tiptir. Hiç eğlenmemiş, hiç bir çiçeğin kokusunu duymamış, yıldızlara bile bakmamıştır; tek derdi sayılar ve sahip olmaktır. Küçük Prens onunla konuşmaya çalışır ama iş adamı “ciddi işlerim var, önemli işlerim var” diyerek onu başından savar. Exupéry burada yetişkin dünyasının trajikomik hâlini gösterir: *“Adam hiç çiçek koklamamış. Hiç yıldızlara bakmamış. Hiç kimseyi sevmemiş. Bütün vaktini şemalar yaparak geçirmiş ve bütün gün ‘önemli işlerim var’ deyip durur.”*. Bu satırlar aslında acı bir gerçeği ifşa eder: Hayatı sayılara, mal-mülke indirgeyen insanın ruhu çoraklaşmıştır. Heidegger’in dediği gibi modern insan “hesaplayıcı düşünce”ye o kadar kaptırmıştır ki kendini, varoluşunun asıl anlamını unutur. Yıldızlara sahip olduğunu sanan bu iş adamı, aslında yıldızların güzelliğini bile göremiyor – oysa “Yıldızlar güzeldir, çünkü bir çiçek gizlidir onlarda” der Küçük Prens. Sahip olmak hırsıyla bakmak yerine hayranlıkla baksaydı, belki yıldızların gerçek ışığını hissedecekti. Saint-Exupéry, bir yetişkin karakterin ağzından tam da bunu söyletir: “Hayatı boyunca hiç çiçek koklamamış, hiç yıldızlara bakmamış, hiç kimseyi sevmemiş… bütün gün rakamlarla uğraşmış… Bu adam da bir mantar gibi olmuş,” der pilot başka bir bölümde, büyüklerin haline şaşarak. Mantar, karanlıkta büyür ve içi boştur – sevgisiz insan da böyle değil midir? Camus, insanın modern dünyada absürd bir boşlukla yüz yüze olduğunu söylerken belki tam da böyle tipleri hayal ediyordu: Yabancılaşmış, yaşam enerjisini “önemli işler” uğruna yitirmiş insanlar… Küçük Prens bize soruyor: Biz de onlardan biri mi olduk yoksa hâlâ yıldızlara bakıp hayal kurabiliyor muyuz?
Beşinci gezegende Fenerci ile karşılaşır Küçük Prens. Bu adamın görevi, gezegenindeki sokak lambasını yakıp söndürmektir. Eskiden gezegeninin dönüş hızı normalken bu iş mantıklıdır; ama gezegen öyle hızlanmıştır ki artık her dakika bir gün sürmekte, adamcağız durmaksızın lambayı yakıp söndürmektedir. Ne dinlenmeye vakti kalır ne uyumaya. Yine de “emir böyle” diyerek görevine sadıktır. Küçük Prens, önce bu adamı diğer büyüklerden farklı bulur: En azından kendinden başkası için bir şey yapıyor, bir lamba yakıyor, belki birilerine faydası dokunuyor. Fakat bir süre sonra anlar ki, fenerci de anlamını yitirmiş bir rutine tutsak olmuş durumda. “Talimat böyle” diyerek değişen şartlara uyum sağlayamayan bu adam, içimizdeki alışkanlıkların esiri olan yanımızı temsil eder. Nice insanlar vardır ki, bir zamanlar anlamlı buldukları işleri sürdürürken şartlar değişse de sorgulamayı unutur, kurallara körü körüne bağlı kalır. Bu fenerci, “vazife aşkına cellada dönüşen” kişilere bir örnek sanki. Heidegger bu durumu “otantikliğini yitirmek” olarak tanımlardı: Kendi varoluşunu sorgulamadan, sürü psikolojisiyle yaşamaya devam etmek. Oysa gerçek anlam, bazen kuralları esnetmeyi, değişimi kabul etmeyi gerektirir. Küçük Prens fenerciye, gezegeninin çok küçük ve hızlı olduğunu, istediği an dinlenebileceğini anlatmaya çalışır ama nafile – adam kulağını tıkamıştır, çünkü kural korkusu kalbinin sesini bastırmıştır. Biz de zaman zaman böyle değil miyiz? Toplumun koyduğu kuralları, alışkanlıklarımızı sorgulamayı unutur, ruhumuzu bürokratik bir düzene hapsetmez miyiz? “Kurallara sıkı sıkıya bağlı olmak değişimin önündeki en büyük dirençtir” diye yazar bir yorumcu; hayat esneklik ister, ruhumuzun hayata karışması için bazen o katı döngüyü kırmak gerekir. Fenerci’nin trajedisi, esneklikten yoksun bir itaatin trajedisidir.
Altıncı gezegende Coğrafyacı ile tanışır. Bu bilgin kişi, masasından kalkmadan gezginlerin getirdiği bilgileri yazmakta, haritalar çizmektedir. Fakat tuhaf bir şekilde, kendi gezegenini bile gezip görmemiştir; çünkü o bir “araştırmacı” değil, “masa başı bilgesi”dir. Coğrafyacı sadece kalıcı şeyleri kaydeder, “çünkü efemer (geçici) şeylerin bir değeri yoktur” der. Küçük Prens gülünün efemer olduğunu öğrenince irkilir: Günü birinde gülü yok olabilir! Coğrafyacı, “Güller geçicidir, biz dağları, nehirleri yazarız” diyerek onu önemsemez. Bu da düşünürsek, modern bilimin veya soyut aklın bir eleştirisi gibi gelir kulağa. Sadece kalıcı olana, somut veriye odaklanıp duyguların, geçici güzelliklerin değersiz sayılması… Oysa Küçük Prens’in yolculuğu tam tersini öğretmiştir: Bir şeyin faniliği, onun anlamını azaltmaz; aksine, sevdiklerimizin ölümlü oluşu, onlara daha derin bir kıymet verir. Coğrafyacı, kendi gezegeninin güzelliklerini bile görmeden kitaplara gömülmüş halde, geleceğe endeksli bir yaşam sürer. Hep bir “kaşif” bekler, kendi içindeki kaşifi çoktan öldürdüğünün farkında olmadan. Bu karakter bize şunu düşündürüyor: Bilgi peşinde koşarken, bilgeliği ıskalamak mümkün. Schopenhauer, insanın bilgi ve istek arasında hapsolup acı çektiğini anlatır; coğrafyacı da istekten (meraktan) yoksun, sadece bilgi tüketen biri haline gelmiş, hayattan kopmuş. Küçük Prens ise tam bir gezgin ruhuyla sorular sorup durur; kitap bilgisi değil, birebir tecrübe peşindedir. Bu nedenle coğrafyacıdan öğrendiği “gülünün faniliği” bilgisi, onda derin bir sorumluluk duygusu uyandırır. Gezegenine dönüp gülünü korumak istemeye başlar, çünkü gülün varlığı artık bir lütuf gibi görünür gözüne.
Küçük Prens’in ziyaret ettiği bu altı gezegen, aslında modern insanın hastalıklarını sembolize ediyor: Güç hırsı (kral), gösteriş merakı (kendini beğenmiş), bağımlılık ve ümitsizlik (sarhoş), sahip olma hırsı (iş adamı), amaçsız bir itaat ve rutine bağlılık (fenerci), deneyimsiz bilgiçlik (coğrafyacı)… Bu gezegenlerde yaşayanların ortak yanı, hepsinin yalnız ve sevgiden yoksun oluşu. Hiçbirinin gerçek bir dostu yok, hiçbiri bir çocukla sohbet edecek sakinliğe sahip değil. Küçük Prens onların dünyasından geçerken, biz de şapkamızı önümüze koyup düşünüyoruz: Bu tuhaf büyüklerin hangileri bize benziyor? Belki hepimizde biraz o iş adamının telaşı, o kendini beğenmişin onay arayışı, o fenercinin inatçılığı yok mu? Exupéry bu karakterlerle bize ayna tutuyor. Jung der ki, insan kendi gölgesiyle (yani kusurlarıyla) yüzleşmeden bütün olamaz. Bu büyükler, insanın gölge yönlerini temsil ediyor ve Küçük Prens’in masum bilinci onlarla yüzleştikçe kendisi de büyüyor, farkındalığı artıyor.
Sonunda Küçük Prens’in yolu Dünya gezegenine düşer. Dünya, önceki gezegenlerden çok daha karmaşıktır: Milyonlarca insanın yaşadığı, büyük çölleri, dağları ve okyanusları olan bir devasa gezegen. Küçük Prens Dünya’ya indiğinde önce kimseyi göremez; kocaman gezegende yapayalnız kalır bir süre. Derken karşısına bir yılan çıkar. Çölün altın renkli yılanı, bilmece gibi konuşur onunla. “Çölde biraz yalnızsın… İnsanların arasında da yalnızdır insan” der gibidir. Yılanın teklifini duyarız: Zehri çok güçlüdür ve isterse Küçük Prens’i “geldiği yere geri götürebilir”. Yılan burada ölümün sembolü olarak belirir – tıpkı eski mitolojilerde hem ölümün hem dönüşümün simgesi oluşu gibi. Küçük Prens hemen anlamaz, ama bu yılan onun hikâyesinde önemli bir rol oynayacaktır. Yılanla ilk karşılaşmalarında Prens, onun muammalı sözlerine anlam veremez; ancak sezgisel bir ürperti duyar. Belki de Camus’nün bahsettiği “saçma” duygusuna benzer bir ürpertidir bu: Koca dünyada yapayalnız bir canlı, anlam ararken ölümün soğuk nefesini bir an hisseder. Fakat Küçük Prens yılana teslim olmaz o an, yoluna devam eder – çünkü henüz öğrenecekleri bitmemiştir.
Dünya’da Küçük Prens’in ilk keşiflerinden biri, bir gül bahçesi olur. Kendi gezegeninde tek bir eşsiz gülü olduğunu sanırken, burada binlerce gülden oluşan bir bahçeyle karşılaşır. Önce büyük bir hayal kırıklığı yaşar: “Ben kendimi zengin bir kral sanıyordum, eşsiz bir çiçeğim vardı. Oysa sıradan bir gülüm varmış.” Bu, masum bir çocuğun ilk kez karşılaştığı sert gerçeklerden biridir. Kendini özel sanırken aslında dünyanın koca kalabalığında küçük bir parça olduğunu fark etmek… Bu farkındalık bir yabancılaşma duygusu getirir. Nietzsche’nin “üstün insan” arayışında da benzer bir kırılma vardır: İnsan önce kendini diğerlerinden üstün görmek ister, sonra bunun bir yanılgı olduğunu anlar ve değerlerini yeniden değerlendirmek zorunda kalır. Küçük Prens de burada değer anlayışını sorgulamaya başlar. Kendi gülünün aynı türden binlercesi varsa, onun gülü hala özel midir? Yıkılmış bir halde ağlarken karşısına bu kez Tilki çıkar.
Tilki, belki de hikâyenin en bilge karakteridir. Kurnaz olduğu kadar şefkatli bu orman sakini, Küçük Prens’e dost olmayı teklif eder – tabii önce evcilleştirilmesi şartıyla. “Evcilleştirmek” kavramını tilki açıklar: “Bağlar kurmak” demektir bu. Birbirimize ihtiyaç duymak, birbirimiz için “tek ve eşsiz” olmak anlamına gelir. “Beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyacımız olacak. Sen benim için dünyada tek ve eşsiz olacaksın, ben de senin için tek ve eşsiz olacağım” der tilki. Bu satırlarda öyle derin bir sevgi felsefesi yatar ki, neredeyse tüm kitap bu cümleye doğru akmıştır diyebiliriz. Tilki’nin istediği, birlikte var olmanın sorumluluğudur. Jung, insanların gerçek anlamda kendilerini bulmaları için ilişkilerinde ötekiyle bağ kurmaları gerektiğini söyler; Persona (yüzeydeki kimlik) bir yana, içteki gerçek benlik ancak bir başkasının yüreğine dokunurken ortaya çıkar. Tilki de Küçük Prens’e bunu öğretir: Sevdiğin şeye emek vermek, zaman ayırmak zorundasın. Her gün aynı saatte gel ki kalbim hazırlansın, heyecanla beklesin seni, der. Yavaş yavaş evcilleşirler; Küçük Prens tilkinin arkadaşı olur.
Ve tilkinin dile getirdiği o sır gelir çatar: “İşte sır: Çok basit. İnsan yalnızca kalbiyle doğru görebilir. Asıl görülmesi gerekeni gözler göremez.”. Küçük Prens bu cümleyi tekrar eder, defalarca, öğrendiğinden emin olmak için: “Asıl olanı gözler göremez…” Tilki devam eder: “Senin gülünü diğerlerinden önemli kılan, ona ayırdığın zamandır.”. Gerçekten de, o gül bahçesindeki bin gül, Küçük Prens’in emek verdiği gül kadar değerli değildir onun için. Çünkü sadece kendi gülüne su vermiş, onu rüzgârdan korumuş, dikenindeki tırtılları temizlemiştir. Bir şeye emek verdiğimizde, ona ruhumuzdan bir parça katmış oluruz – işte o yüzden bize özeldir. Tilki son dersini verirken altını çizer: “İnsanlar bu gerçeği unuttular. Sen unutmamalısın. Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun.” Küçük Prens de tekrar eder: “Evcilleştirdiğim şeyden sorumluyum.” Tilki ile vedalaşırken artık gözleri açılmıştır: Onun gülü, o bahçedeki herhangi bir gül değildir, “günahıyla sevabıyla” kendisine aittir, çünkü aralarında çözülmez bir bağ vardır. Tilki, Küçük Prens’in içindeki sevgiyi uyandırmıştır.
Tilkiyle dostluk, Küçük Prens’e sevgiyi ve dostluğu tüm derinliğiyle öğrettikten sonra, artık kaçınılmaz vedalar zamanıdır. Küçük Prens, gezegenine – gülüne – dönmeye karar vermiştir. Dünyadaki yolculuğu boyunca aradığı anlamı bulmuştur: Sevdiği şeyin anlamı, ona duyduğu sevgidedir ve bu sevginin gereği sorumluluk almaktır. Camus, insanın evrende anlam arayışını “saçma”ya karşı bir başkaldırı olarak görür; anlamı biz yaratırız dercesine. Küçük Prens de kendi anlamını yaratmıştır: Gülüne geri dönmek, onu korumak… Ancak bir sorun vardır: Bedeni küçük ve narindir, gezegenine dönmek için onu buraya çeken yerçekiminden kurtulması gerekir. İşte burada yılan yine ortaya çıkar. Küçük Prens’e bir yıl önce verdiği sözü tutacaktır. Yılanın zehri, onun cansız bedenini geride bırakıp ruhunun yıldızlara doğru yol almasını sağlayacaktır. Bu sahne ilk bakışta hüzünlü ve ürkütücüdür: Küçük Prens vedalaşır, bedeni yıldızlı gecede kumlara düşer. Pilot, en yakın arkadaşını kaybetmiştir.
Burada ölüm teması, bir son olmaktan ziyade bir dönüş olarak sunulur. Hermann Hesse’nin Demianında da karakter, içindeki çocukla vedalaşarak yetişkinliğe adım atar; Exupéry’de ise Küçük Prens bedeniyle vedalaşarak özüne, sevdiğine kavuşur. Bu noktada filozofların ölüm hakkındaki düşünceleri akla geliyor: Heidegger, ölümü varlığımızın ayrılmaz bir parçası, hatta en “özgün” gerçeğimiz olarak görür. Ölüm farkındalığı, hayatımıza anlam katar çünkü zamanımızın sınırlı olduğunu bilmek, her anı değerli yapar. Küçük Prens de ölümü korkulacak bir şey gibi görmez; gülüne kavuşmak için geçmesi gereken bir kapı gibi görür. “Gövdeme gelince… onu taşımak fazla ağır olacak,” der yılana. Bu söz, bedenin faniliğini kabulleniştir. Schopenhauer ise ölümde bir tür huzur görürdü; hayatın ıstırabından kurtuluş. Fakat Küçük Prens’in ölümü bir kaçış değil, bir kavuşma amacı taşıyor. Bu bakımdan, Camus’nün intihar bahsindeki gibi bir “saçma karşısında pes ediş” olarak yorumlanamaz. Aksine, Camus’nün Sisyphos’u nasıl taşıdığı kaya ile yaşamayı ve ondan zevk almayı öğreniyorsa, Küçük Prens de dünyada öğrendiği sevgiyi yüreğine alıp gidiyor. O, ölümü seçmiyor; sevgiyi seçiyor, bunun bedeli olarak da fiziksel varlığından vazgeçiyor. Bu noktada eserde hafif bir manevî hava da sezilir: Sanki Küçük Prens bir kutsal kurban gibi, aşk uğruna kendini feda eder. Bu, Hristiyanlık’ta veya diğer mistik geleneklerde sevgi için fedakârlık yapan ermişlerin öykülerini andırır. Jung, insanın bireyleşme yolculuğunda “kahramanın ölümü ve yeniden doğuşu” motifine dikkat çeker. Küçük Prens de kendi kahramanlık öyküsünde ölerek sevgide yeniden doğar, diyebiliriz.
Pilot (yazarın kendisi) için bu vedalaşma anı, tarif edilmesi zor bir keder ve aydınlanma anıdır. En sevdiği dostunu kaybetmiştir, fakat onun gidişiyle birlikte evren bambaşka bir anlama bürünmüştür. Pilot der ki: “Gece yıldızlara baktığınızda, benim yıldızımı göreceksiniz. Herkesin yıldızı farklıdır. Kimi gezginler için yıldızlar yol göstericidir, bilginler için birer problem… Ama tüm o yıldızlar suskundur. Oysa senin yıldızların bambaşka olacak… Çünkü ben o yıldızlardan birinde yaşıyor olacağım ve o yıldızda güleceğim.Böylece sen bütün yıldızların güldüğünü sanacaksın!”Küçük Prens, pilota ve bize böylesi teselli eder. Sevdiğimiz birini kaybettiğimizde bile, eğer yüreğimizle bakmayı bilirsek, dünyanın her yerine saçılmış bir gülüş, bir ışık görebiliriz. Pilot şimdi gökyüzüne her baktığında, Küçük Prens’in gülüşünü duyacaktır. Keder, yerini tatlı bir hüzne bırakır; çünkü ayrılık, sevginin değersizleşmesi anlamına gelmez. Aksine, sevdiğimiz varlık fiziken yanımızda olmasa da, onun hatırası evreni anlamlı kılar. “Çölü güzel yapan, bir yerlerde bir kuyu saklıyor olmasıdır” der Küçük Prens. Yıldızları güzel yapan da sakladıkları gülüştür belki. Exupéry’nin mesajı şudur: Sevgiyle baktığımızda, görünmeyeni görürüz. Kayıp bile, sevgiyle baktığımızda bir buluşmaya dönüşür. Ölüm bile, sevginin diliyle konuştuğumuzda bizi korkutmaz.
Bu uzun yolculuğun sonunda pilot, tıpkı Hermann Hesse’nin romanlarındaki karakterler gibi, içsel bir dönüşüm geçirmiştir. Başta yalnız ve umutsuz biriyken, şimdi içinde bir dostun kahkahasını taşıyor. Küçük Prens’in felsefi derinliği de burada gizli: İnsan doğası, çocukluk saflığı ile yetişkin bilincinin harmanından oluşur. Büyümek, çocukluğu bütünüyle terk etmek demek değildir; aslında iyi bir yetişkin olmak, çocukluk masumiyetini yüreğinde taşımaya devam edebilmektir. Nietzsche’nin Zerdüşt’ünde bahsettiği üç dönüşüm (deve, aslan, çocuk) tam da bunu anlatır. En son aşama olan “çocuk”, “masumiyettir ve unutuş, yeni bir başlangıçtır; kendi kendine dönen bir çark, kutsal bir evet deyiştir yaratma oyununa”. Yani gerçek bilgelik, yeniden bir çocuk gibi “evet” diyebilmektir hayata, her şeye yeniden hayret edebilmektir. Küçük Prens işte bu yüzden bilgedir: Tekrar çocuk olabilmemiz için bize yolu gösterir. Onun gözünden bakınca çöl, bir kuyuyu saklayan gizemli bir yerdir; yıldızlar, gökteki lambalardır; tilkiler dost, yılanlar sınav olur; insanlar ise unuttukları bir sırrı hatırlamak üzere olan büyük çocuklar gibidir.
Hesse’nin tarzına benzer şekilde, Küçük Prens bize “kendini bil” der gibidir ama bunu asla yüksekten konuşarak yapmaz. Aksine, bir dostumuzla sohbet eder gibi, sıcak ve samimi bir tonda anlatır derdini. Okurken sanki çölde o gece yıldızların altında biz de pilotla beraber oturup Küçük Prens’i dinliyormuşuz hissine kapılırız. Arada bir doğrudan bize seslenir gibidir: “Siz de böyle yapmıyor musunuz?” diye sorar sanki. Evet, biz büyükler bazen sayılara o kadar dalarız ki, karşımızdaki insanın yüreğini görmeyi unuturuz. Bazen öyle alışkanlıklara hapsoluruz ki, küçük bir güneş batımının güzelliğini kaçırırız. Oysa Küçük Prens, bir gün batımını izlemek için sandalyeyi birazcık çekmenin yeterli olduğunu bilir – kendi küçük gezegeninde günde kırk dört kere gün batımını izlemişti, sırf canı sıkkın diye. Ne kadar şiirsel bir teselli, değil mi? Biz de üzgünken gökyüzünün renklerine dalıp gitsek, belki kalbimiz hafifler. Modern insanın unuttuğu bu basit sevinçleri, Exupéry şiirsel bir üslupla hatırlatıyor. Jung, modern insanın ruhunu doyuramadığını, bu yüzden anlam krizi yaşadığını söyler. Küçük Prens ise bir reçete sunar gibi: Anlam arıyorsan, çocukken sevdiğin şeylere dön, gökyüzüne bak, bir dost edin, bir çiçek yetiştir, bir hayvanı evcilleştir… Yani, bağ kur ve yüreğinle gör.
Son olarak, Küçük Prens’in gidişinden sonra pilotun (ve biz okurların) kalbinde garip bir huzursuzluk kalır. Yazar der ki: “Göğe bakın ve kendi kendinize sorun – acaba koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi? İşte o zaman her şey nasıl değişiyor göreceksiniz…” Aslında bize şunu demek istiyor: Hayata hangi gözle baktığınız, tüm evreni değiştirir. Eğer sevdiğiniz şeyi kaybettiyseniz, yıldızlar size boğucu gelebilir; ama sevdiğin şey hâlâ orada bir yerlerde yaşıyorsa, yıldızlar umut ışıklarıyla parlar. Bu belirsizlik belki de bilerek bırakılmıştır. Tıpkı kuantum fiziğindeki Schrödinger’in Kedisi gibi bir durum: Koyun, gülü yemiş de olabilir yememiş de, kesin bir bilgi yok. Önemli olan, bizim inanmayı seçmemiz. Umuda inanmak mı, karamsarlığa kapılmak mı? Küçük Prens, okuruna bu seçimi yaptırarak bitiyor. En sonunda, Exupéry bize dostça şöyle bir bakıyor ve gülümsüyor sanki: “Seçim senin dostum; istersen yıldızlar geceleri sana Küçük Prens’in kahkahasını fısıldayacak.”
İşte bu yüzden Küçük Prens klişelerden uzak, mütevazı bir bilgelikle dolu. Hermann Hesse’nin eserlerinde hissettiğimiz o havalı ama mütevazı ton burada da var: Çok derin şeyler söylüyor ama asla “ben büyük bir felsefe yapıyorum” diye böbürlenmiyor. Sadece bir çocuğun ağzından, en basit haliyle söylüyor. Belki de en derin hakikatler gerçekten bu şekilde dile getirilebilir. Sevgi, dostluk, hayatın anlamı, ölümün sırrı – bunları bir çocuk masalının içinde böyle sıcak, samimi ve sarsıcı biçimde anlatabilmek, ancak büyük bir hünerin sonucu. Exupéry’nin kendi hayatı da romanın satır aralarında gizli: Bir pilot olarak geçirdiği tehlikeler, yaşadığı hayal kırıklıkları, savaşın ortasındaki yalnızlığı… Tüm bunlar Küçük Prens’e ruh vermiş. Sanki yazar, Küçük Prens karakterinde kendi içindeki ebedî çocuğu konuşturmuş. Jung’un Puer Aeternus (Sonsuz Çocuk) dediği arketip tam da budur: Yetişkin bedeni içinde yaşayan, yaralı ama bilge bir çocuk. Bu çocuk, hayat boyu bize yaratıcı güç verir ama aynı zamanda dünyaya uyum sağlamayı da zorlaştırır. Exupéry belki de kendi Puer Aeternus’una kulak vermiş ve ortaya bu eser çıkmıştır.
Sonuçta, Küçük Prens bize şunu fısıldar: Hayat, sevgisiz ve anlamsız göründüğünde bile, bir kuyunun gizli suyunda veya bir yıldızın kahkahasında derin bir anlam saklıdır. Büyümek, yabancılaşmaya dönüşmesin; içimizdeki çocuğu unutmayalım. Çocukluk saflığımız, merakımız, hayal gücümüz hala orada bir yerlerde ve belki geceleri bir yıldız gibi göz kırpıyor. Arada bir durup gökyüzüne bakmak, bir dostla hasbihal etmek, bir çiçeğe su vermek, hayatın karmaşası içinde unuttuğumuz anlamı bize geri getirebilir. Nietzsche “Çocuk, bir ilk hareket, kutsal bir evet’tir yaşam oyununa” demişti. Biz de hayata yeniden evet diyebilmek için, içimizdeki çocuğun elini tutup kendi çölümüzde bir kuyu aramalıyız.
Küçük Prens’in veda sahnesinde pilotun duyduğu o dost kahkahası, aslında yazarın bize emanet ettiği umut ışığıdır. Bu satırları okuduktan sonra siz de gece gökyüzüne baktığınızda, artık yıldızları eskisi gibi görmeyeceksiniz. Belki herhangi bir yıldızda küçük bir prensin yaşadığına inanmasanız bile, içinizde bir yerlerde onun gülüşünü duyacaksınız. Çünkü “insan ancak yüreğiyle baktığında gerçeği görebilir” ve biz yüreğimizle baktığımız sürece, hiçbir yıldız sıradan bir gaz küresi değildir. Hepsi birer mucize, hepsi birer gülüş, hepsi birer sevgidir. Küçük Prens’in hatırası bizlere bunu öğretiyor: Çölde bir kuyunun saklı olduğunu bilenler, dünyayı bambaşka görürler. Biz de öyle yapalım; kalbimizin gözünü açalım. Ve unutmayalım, evcilleştirdiğimiz her ne varsa – bir dost, bir sevgili, bir çocuk, bir kedi, bir güL – ondan sonsuza dek sorumluyuz. Sorumluluk ise korkulacak bir yük değil; aksine anlamın ta kendisidir.
Şimdi belki kitabı kapatıyoruz, ama içimizde tatlı bir duygu kaldı. Sanki uzun bir yolculuktan dönmüş gibiyiz. Küçük Prens gezegenine döndü, gülü muhtemelen onu görünce sevincinden titredi. Tilki ormanda gözlerini kısarak uzak yıldızlara baktı, gülümseyerek “işte doğruyu öğrendi” diye geçirdi içinden. Pilot, uçağını tamir edip evine döndü ama artık eskisi gibi biri değildi; gökyüzünde bir dostu vardı. Biz okurlar da günlük hayatlarımıza devam edeceğiz elbet – işe gideceğiz, ders çalışacağız, sorumluluklarımıza koşacağız. Ancak Küçük Prens’in sesi içimizde yaşamaya devam edecek. Yetişkin dünyanın koşuşturmacasında sıkıldığımız an, belki o minik prensi omzumuzda hissedeceğiz: “Ne arıyorsun?” diyecek. Cevabımızı biz de tilkinin bilgeliğiyle vereceğiz belki: Özü arıyoruz, sevgiyi, dostluğu, çocukluğun o büyülü anlamını arıyoruz. Ve sonra kendi kendimize hatırlatacağız: “Sadece çocuklar ne aradığını bilir”. Demek ki aradığımız şeyin cevabı, içimizdeki çocuğun çoktan bildiği bir şey.
Küçük Prens’in felsefi derinliği burada bitmiyor, belki yeni başlıyor. Her okuduğumuzda farklı bir yönünü keşfedeceğimiz bir hazine bu kitap. Nietzsche, Schopenhauer, Jung, Heidegger, Camus… Hepsinin fikirlerine bir parça dokunup geçen bir ısrarla, ama hiçbirine takılı kalmadan kendi masalsı dilinde konuşuyor. Hesse’nin Siddharthasındaki gibi bir aydınlanma hikâyesi de diyebiliriz buna: Kendi gezegeninden çıkıp dünyayı dolaşan bir ruh, en sonunda kendine ve sevgiye dair büyük bir hakikati anlayarak yuvasına dönüyor. Bu yolculuğu okuyan bizler de entelektüel bir kibirle değil, dostça bir sohbetin verdiği mutlulukla doluyoruz. Okudukça kendi çocukluğumuz canlanıyor gözümüzde, saf duygularımız, ilk dostluklarımız, ilk kayıplarımız… Ve belki kitabı kapattığımızda hafif bir gülümsemeyle göğe bakıyoruz: Belki bir yıldız göz kırptı bize. Belki de sadece gözümüze bir toz kaçtı, kim bilir. Ama içimizden bir ses, tıpkı Küçük Prens gibi, dostane bir tonda konuşuyor: “Dünya güzel, insanlar tuhaf, ama hayat sevince ve bağ kurunca anlamlı… Hadi şimdi sen de kendi gülünün yanına git ve onu sev.”
Unutma sevgili okur, “Evcilleştirdiğin şeye karşı her zaman sorumlusun.” Gülüne karşı, dostuna karşı, aşkına karşı, hatta kendi ruhuna karşı… Sorumluluk, sevginin diğer adıdır. Ve sevgi, çölde bile olsak bir kuyumuz olduğunu bilmemizi sağlar. Çölün ortasında bir çocuk, bize bunları öğretebildiyse, demek ki hâlâ ümit var. Yeter ki biz de yıldızlara bakıp Küçük Prens’in kahkahasını kalbimizle duyalım. Gerçekten dinlerseniz, emin olun siz de duyacaksınız. Çünkü “öz olan gözle görülmez, onu ancak yürek görebilir” – ve sizin yüreğiniz bunu hep biliyordu…
Hiçliğe Dair Küçük Bir Deneme (ya da Sonsuz Boşluğun Kıyısında Durmak)
Merhaba. Nasılsın? Umarım her şey yolundadır. Yolunda değilse bile… en azından düşündüğünü, hissettiğini ve nefes alıp verdiğini unutma. Çünkü bu bile bir ayrıcalık. Bugün biraz tuhaf bir konudan bahsedeceğim sana. Hani öyle bir kavram ki… ne tam anlamıyla var, ne de yok diyebiliyorsun. Bir şey gibi duruyor ama aslında hiçbir şey. Evet, “hiçlik”ten bahsediyorum.
Şöyle bir durup düşün lütfen: Hiçlik dendiğinde aklına ne geliyor? Simsiyah bir boşluk mu? Sonsuz bir sessizlik? Belki yıldızsız bir gökyüzü? Ama işte o düşündüğün şeyler bile bir şey. Siyah dediğin bir renktir mesela. Boşluk dediğin şey, bir mekâna ihtiyaç duyar. Yani tam anlamıyla hiçlik… biz ona dokunduğumuz anda bir şeye dönüşüyor. Zihin öyle bir şey ki, yokluğu bile varmış gibi hayal etmek istiyor. Ama bu, o yokluğun hala bir *şey* olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Beynimiz bağlamla çalışıyor. İsim koymadan, anlam yüklemeden rahat edemiyor. Ama hiçlik… bağlamsız. Dilsiz. Biçimsiz. Ve bu yüzden rahatsız edici.
Bunu anlamak için belki şöyle düşünmek gerek: Evrenin başlangıcı, yani büyük patlamadan *önce* ne vardı? Ama dur, burada bile bir hata var. “Önce” diyorsak, zaman kavramını kullanıyoruz. Oysa zaman, büyük patlamayla birlikte başladıysa, “önce” dediğimiz şey bile mantıksızlaşıyor. İşte tam burada hiçlik sahneye çıkıyor. Ama bilim bile bu noktada susuyor. Çünkü fizik, zamanın ve mekânın olmadığı bir yerde işlemiyor. Formüller çözümsüzleşiyor.
İşte burası. Karanlık. Sessiz. Sınırsız. Ya da belki hiçbir şeyin olmadığı bir *hiçyer*…
Ama yine de konuşmaya devam edelim. Çünkü insan konuşmadan duramaz. Ve bu hiçlik meselesi, sadece kozmolojide değil, gündelik hayatta da karşımıza çıkıyor. Mesela ölüm… Bir insan öldüğünde, ona dair her şeyin yok olduğunu düşünürüz. Sanki o kişi hiç olmamış gibi. Ama bu da tam bir hiçlik değil aslında. Bedeni toprağa karışır, atomları başka şeylere dönüşür, anıları bazılarının zihninde yaşamaya devam eder.
Ya bilinç? Bilincin nereye gittiğini bilmiyoruz. Belki hiçbir yere gitmiyor. Belki de tümden sona eriyor. O zaman gerçek hiçliğe yaklaşmış oluyor muyuz? Kim bilir.
Bak, burada İbn Arabi’nin bir sözü geliyor aklıma: “Var mısın ki yok olmaktan korkuyorsun?” Bu cümledeki derinlik öyle sade ki… Yani gerçekten var olduğumuzu ne kadar iddia edebiliriz ki yokluktan bu kadar korkarken? Bir gün var olmayı bırakacağız, evet. Ama belki de bu yokluk dediğimiz şey, başka bir biçimin kapısıdır. Belki dönüşümdür. Belki bir devamsızlıktır, belki de sonsuzluk. Ya da sadece… hiçbir şeydir.
Hiçlik üzerine düşünmenin başka yolları da var. Bir ressam düşün. Boş bir tuvale bakıyor. Henüz hiçbir şey yok. Ama o boşluk, potansiyel barındırıyor. Tıpkı bir kadının karnında büyüyen bir bebeğin, henüz var olmadan önceki hali gibi. Hiçlik bazen doğumdur. Bazen de ölüm. Bazen bir cümleye başlamadan önceki sessizlik. Bazen susmanın tam ortası.
Ve burada sormamız gereken başka bir soru daha var: Hiçlik var mıdır? Kuantum fiziği, “boşluk” olarak düşündüğümüz yerlerin bile aslında enerjiyle dolu olduğunu söylüyor. Yani evet, görünüşte boş ama aslında hareket var. O zaman tam anlamıyla hiçlik diye bir şey bile yok belki. Bu da başlı başına bir ironi değil mi? Hiçliğin bile var olmaya direndiği bir evrende, biz neden bu kadar var olmanın derdindeyiz?
Ve işte burada, felsefenin ağır toplarından Parmenides giriyor devreye. “Hiçlik yoktur,” diyor. “Çünkü olmayan bir şeyi düşünmek, onu düşünür hale getirmektir.” Açıkçası haklı olabilir. Belki de hiçlik, sadece varlığa anlam katmak için icat ettiğimiz bir yanılsamadır.
Ama vazgeçmeye niyetim yok. Çünkü bazen cevaplardan daha kıymetli olan şey soruların kendisidir. Hiçlik üzerine düşünmek, bize bu evrende ne kadar kısıtlı, ne kadar geçici ve bir o kadar da kıymetli olduğumuzu hatırlatıyor. Çünkü eğer gerçekten hiçlik varsa, ve biz o hiçliğin ortasında var olmayı başardıysak… Bu başlı başına bir mucize değil midir?
Gündemin gürültüsü, bazen en yakıcı şeylerin bile kulağa uğramadan geçip gitmesine neden oluyor. O yüzden bu yazı, biraz sessizliğe karşı bir ses gibi okunabilir. Belki bir not defterine karalanmış, sonra da rüzgârın eline bırakılmış cümleler gibi… Tam olarak nereye varacağı belli değil. Ama bir yerlerde, bir şeylerin yanlış gittiğini söylemek gerekiyor. Çünkü bazı görüntüler var ki artık arka fonda kalamayacak kadar çıplak.
Gazze açıklarında ilerleyen bir gemi. Ablukayı delmeye çalışan insanlar. 250 deniz mili. Sanki sadece mesafe. Ama o mesafenin içinde kıta kadar ayrımcılık, tarih kadar eski bir öfke ve şimdiki zaman kadar taze bir suskunluk var. Mavi Marmara zamanından kalan o burukluk henüz küllenmemişken, bu defa başka bir gemi geçiyor gözlerin önünden. Bu defa daha yalnız, daha az konuşuluyor, daha çok çarpıtılıyor.
Ve ekranda beliriyor tanıdık bir tablo: entelektüellik kisvesiyle halklara etiket yapıştıranlar. “Zaten satmışlardı.” “Dedeleri haindi.” Güler yüzle soykırımı normalize eden cümleler. Ciddiymiş gibi yapan bir yüz ifadesiyle, ölümün soğukluğunu sofra muhabbetine çeviren o korkunç rahatlık. İşte ötekileştirme tam olarak böyle başlıyor: önce kişisel bağ koparılıyor. Empati kanalları kurutuluyor. Sonra bir halk düşmanlaştırılıyor, nesneleştiriliyor, “anlaşılmaz” kılınıyor. Geriye yalnızca yargı kalıyor. Merhamet artık sadece tanıdıklara ait bir refleks.
Ama mesele yalnızca ahlak değil. Tarih de tekrar ediyor. 1940’larda bir Nazi subayının günlüğünden dökülen itirafla birebir örtüşüyor bazı cümleler: *“Çocukları da öldürdük, çünkü büyüyüp bizden intikam alabilirlerdi.”* Mantık zinciri hep aynı: önce tehdidi üret, sonra tehdide karşı “korunmak” adına her şeyi meşrulaştır. Bunu yaparken kitleleri ikna etmek için her tür bahane hazır: “Ama onlar topraklarını sattı”, “Ama onlar terörist”, “Ama onlar zaten bize düşman…”
Aynı anlatı akademik dünyaya da sızıyor. Kolonyal mimariden bahseden bir seminer protesto ediliyor. Neden mi? Çünkü içinde “Filistin” geçiyor. Avrupa’daki bazı üniversiteler hâlâ bu kelimeyi kullanmaya çekiniyor. “People from the region” deyip geçiştiriyorlar. Binlerce insan ölürken, yüz binlercesi göç ederken, ses çıkarmayan o steril zihinler, iki öğrencinin bir konuşmacıyı yuhalamasını “antisemitizm krizi” olarak sunabiliyor. Ölüm karşısında bu kadar rahat olan bir konfor diliyle karşı karşıyayız.
Bir yandan da propaganda yeniden biçimleniyor. “Pinkwashing” denen şey mesela: yani LGBT haklarını kalkan yaparak savaşları aklama çabası. “Bakın biz eşcinselleri koruyoruz, onlar ise yakıyor.” Peki o bombalanan mahallelerde eşcinsel insanlar yok mu? Bu soruyu sormak bile fazla geliyor. Çünkü mesele zaten hak değil, vitrin. İnsan haklarını en çok ihlal edenlerin, en çok insan hakkı savunuculuğu yapması kadar garip bir çağdayız.
Ve rıza inşası tam da böyle ilerliyor. Evine gelen bir mektupta “Geyleri öldüren bir ülke özgürlük savaşçısı olamaz” yazıyor. Oysa gerçek çok daha acı: çocuklar ölüyor. Sırf ait oldukları yer, inandıkları kimlik, doğdukları coğrafya farklı diye. Ama bu ölümler tartışmanın kenarında. Çünkü esas dert, gündelik vicdanın kaşınması. “Ama onlar da şöyleydi…” ile başlayan her cümle, biraz daha örtüyor olan biteni.
Norman Finkelstein ne diyordu? “Umut etmeyi bıraktım. Çünkü insanlar savaşlara ölümlere alıştı.”
Görüşmek üzere. Karanlıkta hâlâ görülebilecek ışıklar varsa, o ışıklar yüz çevirmeyenlerin gözlerinde birikir.
Jean-Jacques Rousseau’nun meşhur sözüyle başlayalım: İnsan özgür doğar; oysa her yerde zincire vurulmuştur.”. Bu söz, beni ilk okuduğumda derinden sarsmıştı. Düşünsenize, dünyaya hiçbir bağ olmadan gelen insan, medeniyet dediğimiz yapı içinde adım adım kendi elleriyle zincirlerini yaratıyor. Peki bu zincirler neler? Günlük hayatımızda farkında bile olmadan uyduğumuz kurallar, toplumsal beklentiler, devlet otoritesi… Hepsi birer bağ gibi. Rousseau bu zincirlerin varlığını yadsımıyor; aksine, bunların nasıl meşru hale getirilebileceğinin peşine düşüyor. Sanki okurla sohbet edermişçesine soruyor: “Bu ‘zincirlenmiş’ halimizi nasıl haklı çıkarabiliriz?”
Ben de bu yazıda tam olarak bunu yapmaya çalışacağım: Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” (orijinal adıyla Du Contrat Social) eserini merkeze alarak, özgürlük ile otorite arasındaki ince dengeyi birlikte keşfe çıkacağız. Arada kendi fikirlerimi, duygularımı, kafamdaki soruları da dürüstçe paylaşacağım. Hatta bazen küçük hayali hikâyeler veya diyaloglarla konuyu renklendireceğim ki bu yolculuk sıkıcı bir ders anlatımı gibi değil, keyifli bir sohbet gibi gelir umarım, ki bunun için çok çaba sarfettim. (Bunları anlatmayı sevmiyorum ama emek verdiğim anlaşılsın diye söylemek istiyorum. Bu yazıyı 4 aylık bir emek sonucu yazdım. Yazıdaki meseleler dikkatinizi çekiyorsa lütfen düşünerek okuyun)
Unutmadan: Bu sohbetin satır aralarında hafif bir liberal bakış açısı sezebilirsiniz. Yani birey özgürlüğünün, demokratik değerlerin önemine vurgu yapan bir ton olacak. Ama bunu öyle parmak sallayarak ideoloji dersi verir gibi değil, doğal akışında, satır aralarında hissettirmeye çalışacağım. Sonuçta amaç birilerini bir düşünceye ikna etmek değil, Rousseau’nun fikirleriyle günümüz dünyası arasında köprü kurmak ve bu süreçte kendi aklımızda özgürce dolaşmak.
O halde, hazırsanız Rousseau’ya, 18. yüzyıla ve oradan bugüne uzanan bu Toplum Sözleşmesi sohbetine başlayalım.
Rousseau ve Toplum Sözleşmesi Nedir?
Önce biraz arka plan: Jean-Jacques Rousseau kimdi ve Toplum Sözleşmesi neden bu kadar önemli? 18. yüzyıl Aydınlanma döneminin aykırı seslerinden biri olan Rousseau, 1762’de yayımladığı Toplum Sözleşmesi ile dönemin egemen siyaset anlayışını kökünden sarsmıştı. Kitap daha girişinde, az önce alıntıladığımız o ünlü cümleyle okuru yakalar. Devamında da der ki: *“Falan kimse kendini başkalarının efendisi sanır ama böyle sanması onlardan daha da köle olmasına engel değildir.”*. Yani bazısı başkalarına efendi olduğunu sanıyor; ancak bu durum aslında onu, efendilik tasladığı kişilerden bile daha büyük bir köle yapıyor. Ne demek şimdi bu? Kulağa çelişkili geliyor, değil mi?
Rousseau, bu çarpıcı cümlelerle yanıltıcı özgürlük duygumuzu hedef alıyor. Diyor ki: İnsanlar kendilerini özgür zanneder, ama gerçekte başkalarının iradesine boyun eğerek yaşıyor olabilirler. Mesela, Rousseau İngiliz halkını örnek verir: İngilizlerin kendilerini özgür sandığını fakat gerçekte yalnızca parlamento üyelerini seçerken özgür olup seçim biter bitmez yeniden köle durumuna düştüklerini söyler. Yani seçim zamanı hariç halkın kendi kaderinde söz hakkı yok, sadece yönetenlerin iradesine tabi. Bu oldukça sert bir eleştiri ve aslında Rousseau’nun demokrasiye bakışının da özeti: Gerçek özgürlük temsili değil, doğrudan olmalı. Birazdan bu konuya derinlemesine gireceğiz.
Peki Toplum Sözleşmesi nedir, ne anlama gelir? En basit haliyle, toplum sözleşmesi bireylerin bir arada yaşayabilmek için yaptıkları hayali (varsayımsal) bir anlaşmadır. Rousseau ve diğer bazı filozoflar der ki: İnsanlar doğal halde tam bir özgürlüğe sahiptir, ama bu doğal özgürlüğün de bedelleri vardır (güvensizlik, kaos vs.). Düzen ve güvenlik uğruna insanlar bazı özgürlüklerinden feragat edip bir kolektif otoriteye, yani devlete tabi olmayı kabul ederler. İşte bu kabul, bu karşılıklı anlaşma toplumun temelini oluşturur.
Rousseau bu fikri ortaya atan ilk kişi değil elbette. Ondan önce Thomas Hobbes ve John Locke gibi isimler farklı toplum sözleşmesi teorileri ortaya koymuştu. Hobbes, meşhur eseri Leviathan’da, doğal halde hayatın “yalnız, fakir, kötü, vahşi ve kısa” olduğunu söyleyip mutlak bir otorite (Leviathan) olmadıkça kaosun kaçınılmaz olduğunu savunmuştu. Locke ise daha iyimser bir tablo çizerek, devletin aslında bireylerin doğal haklarını (yaşam, özgürlük, mülkiyet) korumak için var olduğunu, bu hakları güvence altına alması gerektiğini vurgulamıştı.
Gelelim Rousseau’ya: Onun yorumunun diğerlerinden farkı, belki de en “radikal ve devrimci” olanı olmasıdır. Rousseau, toplum sözleşmesine çok farklı bir açıdan yaklaştı. Ona göre egemenlik (yani iktidarın nihai kaynağı) ne krallarda ne soylularda ne de Tanrı’nın lütfunda olabilirdi; egemenlik yalnız ve ancak halkın ortak iradesinde olmalıydı. Rousseau’nun toplumsal düzeninde halk, kendi üzerinde söz sahibi olan tek meşru güçtür. Kulağa bugün biraz aşina gelse de (malum, “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” gibi ifadeler modern ulus devletlerin temelinde var), 18. yüzyıl için bu fikir oldukça devrimciydi. Hatta tehlikeli bulunduğu için eser Fransa ve Cenevre’de yasaklandı; Rousseau bir dönem kaçmak zorunda bile kaldı. Düşünsenize, kralların Tanrı’dan aldığı varsayılan yönetme hakkına meydan okuyorsunuz ve diyorsunuz ki “Yönetme hakkı yalnızca insanların birlikte kararlaştırdığı bir iradeden doğar.” O dönemin otoriteleri için bu kabul edilebilir bir şey değildi.
Toplum Sözleşmesi, “insanları oldukları gibi, yasaları olabilecekleri gibi” ele alıp, acaba adil ve güvenilir bir toplum düzeni kurulabilir mi sorusunun cevabını arar. Rousseau bunu ararken, kendi döneminde gördüğü toplumsal eşitsizliklere ve adaletsizliklere kafa yoruyordu. Özellikle bir önceki eserinde (İnsanlar Arasında Eşitsizliğin Kaynağı Üzerine Söylev adlı ikinci söylevinde) ortaya koyduğu gibi, medeniyetin ve özel mülkiyetin getirdiği eşitsizlikler onu rahatsız ediyordu. Ona göre insanlar doğada eşit ve özgür başlamış ama sonra mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte rekabet, hırs, kıskançlık girmiş; birileri zenginleşip güçlenirken çoğunluk yoksullaşıp ezilmişti. Hatta bu süreci şöyle tarif eder: *“Tüm kötülükler son tahlilde doğamızdan değil, kötü biçimde yönetilmemizden kaynaklanmaktadır.”* Yani sorun insan doğasında değil, kurduğumuz çarpık toplumsal düzendedir.
İşte Toplum Sözleşmesi eserinde Rousseau, bu çarpık düzene alternatif olabilecek, insanları yeniden özgür ama bu sefer bir arada yaşar halde tutabilecek bir toplumsal formül önermeye girişiyor. Özetle sorduğu soru şu: Bireyin özgürlüğünü feda etmeden, toplumda düzen ve işbirliği sağlanabilir mi? Eğer sağlanabilirse, bunun ilkeleri ne olmalıdır?
Şimdi, gelin adım adım Rousseau’nun önerdiği çözümü, yani o ideal toplum sözleşmesini inceleyelim. Bunu yaparken araya kendi yorumlarımı da katacağım; çünkü bazı fikirleri günümüz bakış açısıyla çok anlamlı gelirken, bazıları gerçekten tartışmalı.
Doğal Durumdan Toplumsal Düzeneye: Özgürlüğün Takası
Rousseau’nun teorisini anlamak için önce doğal durum (état de nature) fikrini kavramak lazım. “Doğal durumda insan” derken Rousseau, herhangi bir hükümet, kanun, toplum baskısı olmadan, tek başına (ya da küçük aile grupları halinde) yaşayan insanları kastediyor. Bu, elbette hayali bir durum; tarihsel olarak tam olarak böyle bir dönem yaşanıp yaşanmadığı tartışılır. Ama zihinsel bir deney olarak düşünelim: Tek başınıza, ormanda yaşayan, tamamen özgür bir insan hayal edin.
Şimdi küçük bir hikâye ile bu durumu canlandıralım:
Ormanda yapayalnız olduğunuzu düşünün. Sabah gözünüzü açıyorsunuz, karnınız acıkmış. Canınız ne isterse onu yapabilirsiniz – belki bir meyve ağacı bulup karnınızı doyuracak veya dereden su içeceksiniz. Üzerinizde ne bir kural var ne de karışacak biri. Tam bir özgürlük! Akşama doğru yağmur bastırıyor, ıslanıyorsunuz ama sığınacak bir mağara buluyorsunuz. Ertesi gün canınız sıkılıyor, belki başka insanları merak ediyorsunuz ama kilometrelerce ötede kimse yok. Tehlikeler de var tabii; gece ateş yaktınız ama uzaktan bir kurt uluması duyunca tedirgin oldunuz.*
Bu hikâyede betimlenen, sınırsız ama tekil özgürlük. Rousseau’ya göre doğal durumda insan nispeten barışçıldır, ihtiyaçları az ve basittir, kimseyle pek çatışmaya girmez. “Aslında insan doğası iyidir, toplum onu bozmuştur” düşüncesi Rousseau’nun kalbinde yatar. Nitekim 1749’da katıldığı bir yarışmada ödül kazanan ilk söylevinde de bilim ve sanatların ilerleyişinin ahlakı bozduğunu savunarak “medeniyet eleştirisi” yapmıştır. Yani baştan beri derdi şu: İnsanların doğada sahip olduğu masumiyeti ve özgürlüğü, toplum içinde nasıl koruyabiliriz?
Doğal durumda “vahşi özgürlük” (Rousseau buna ilkel özgürlük de diyebiliriz) vardır: Kişi tamamen istediğini yapma hakkına sahiptir, hiçbir otorite yoktur. Ancak gelgelelim bu özgürlüğün bir de karanlık yüzü vardır. Diyelim ormanda tek değilsiniz; etrafta başka insanlar da dolanmaya başladı. Kaynaklar sınırlı olabilir – mesela meyve ağacı az, su sınırlı, av hayvanı sınırlı. Herkes her şeye hak sahibi olunca, güçlü olan istediğini alır, zayıf olanın payına belki hiçbir şey düşmez. “Doğal özgürlük” sınırsız gibi görünse de, güçlü olanın borusunun öttüğü bir belirsizlik hali yaratır. Rousseau bunu farkındaydı; o da Hobbes gibi doğal durumda tam bir barış tablosu çizmez (Hobbes kadar korkunç bir savaş hali görmese de). İnsanlar çoğalıp etkileşime girdikçe, işbirliği ve çatışma kaçınılmaz hale gelir. Özel mülkiyet ortaya çıktığında ise işler iyice sarpa sarar: İlk tarlayı çevirip “Burası benim!” diyen kişi toplumun başlangıcını ve belki de ilk haksızlığı ilan etmiştir der Rousseau, mealen.
İşte bu noktada insanlar, sürekli çatışma ve güvensizlikten bıkıp bir anlaşmaya varmıyor mu? Toplum sözleşmesinin devreye girdiği an tam burası. Rousseau’nun kurgusunda, insanlar sonunda güvenlik için bir araya gelip şöyle bir mutabakat yapıyorlar: “Tamam, sürekli kavga etmek yerine, gelin hepimiz gücümüzü ortak bir otoriteye devredelim. Hepimizi koruyacak yasalar olsun. Her birimiz bu düzen için bazı doğal haklarımızdan vazgeçelim.” Böylece devlet dediğimiz olgu kuruluyor. Bu anlaşma, herkesin herkese karşı yaptığı bir sözleşme aslında. Rousseau’nun ifadesiyle, “Her birimiz bütün hak ve yetkimizi topluma devrediyoruz, karşılığında bütünün eşit bir parçası oluyoruz.” (Bunu kendisi şöyle formüle eder: *“Her birimiz bütün varlığımızı ve gücümüzü genel iradenin buyruğuna verir ve her üyeyi bütünün bölünmez bir parçası kabul ederiz.”*).
Tabii aklınıza şu gelebilir: Doğal halde özgür olan insan niye durup dururken “Haydi kendimi bir otoritenin altına sokayım” desin? Neden gidip kendi elleriyle boynuna tasma taksın? Rousseau der ki, aslında burada bir takas söz konusudur. İnsan doğal özgürlüğünün bir kısmını (her istediğini yapma hakkını) devlete devreder, karşılığında güvenlik, düzen ve medeni haklar kazanır. Mesela artık can ve mal güvenliği yasalarca korunacaktır. Kendi başınayken biri gelip elinizdekini zorla alabilir ama hukuk düzeninde mülkiyet hakkınız korunur (en azından teoride). Doğal halde belki güçlü olan zayıfı eziyordu; şimdi herkesin yasalar önünde eşit olduğu bir sistem hedeflenir (Rousseau özellikle hukukî eşitliği vurgular, en zayıfın bile haklarının korunmasını ister). Yani “vahşi özgürlükten ahlâki yurttaşlığa doğru bir evrim” gerçekleşir diyebiliriz.
Rousseau bu yeni düzene geçişi özgürlüğün yeniden inşası olarak görür. Çünkü amaç, özgürlüğü tamamen terk etmek değil, onu yeni biçimde geri kazanmaktır. Hatta eser boyunca ısrarla vurguladığı şey şu: Doğru formüle edilmiş bir toplumsal sözleşme, insanın doğal özgürlüğünü daha farklı ama daha güvenli bir özgürlükle takas eder, neticede kişi eskisinden daha az özgür olmayacaktır.
Biraz karmaşık mı geldi? Kafamızda netleştirmek için günlük hayattan bir benzetme yapalım: Diyelim ki siz ıssız bir adada tek başınasınız; istediğiniz yere gidersiniz, kural yok, tam özgürsünüz. Sonra adaya 100 kişi daha geldi ve bir toplum kurdunuz. İşte orada kurallar belirmeye başlar: “Herkes günde şu kadar balık tutabilir, kimse birbirini öldürmesin, herkes ortak depoya yemek versin sonra paylaşılsın” gibi. Bu kurallara uymak demek, artık canınızın istediği her şeyi yapamamak demek. Balık tutmada mesela sınırlama var, belki canınız 10 balık tutmak istiyor ama kural 5 diyor. Bu bir özgürlük kısıtlaması gibi. Ama aynı zamanda artık aç kalma riskiniz azalır, biri gelip balıklarını çalarsa ceza yiyeceğini bilirsiniz vs. Yani güvenlik ve adalet kazanıyorsunuz. İşte toplum sözleşmesi tam böyle bir şey: Bazı özgürlükleri ver, karşılığında düzen ve haklar al.
Rousseau’nun deyişiyle, doğa durumunda kişinin sınırsız bir “her şey hakkı” vardır, ama bu hakkın pratikte bir değeri yoktur çünkü herkes için geçerlidir ve güçlü olan dışında kimse tam faydalanamaz. Oysa toplumsal düzende, herkes için geçerli, güvence altına alınmış belirli özgürlük alanları olacaktır. Böylece doğal özgürlük yerini medeni (sivil) özgürlüğe bırakır. Rousseau, iyi bir toplum sözleşmesinde sivil özgürlüğün doğal özgürlükten daha az değerli olmadığını, hatta kişinin aklını ve ahlakını kullanmaya başlamasıyla daha yüce bir özgürlük kazandığını iddia eder. Bu noktada “ahlaki özgürlük” kavramını ortaya atar: Kişi sadece içgüdülerinin esiri olmaktan çıkıp kendi kendine koyduğu yasaya uyarak ahlaki bir varlık haline gelir.
Burada bir mola verelim ve kendi perspektifimden yorumlayayım: Bana sorarsanız, Rousseau’nun bu “doğal halden toplum haline geçiş” analizi hem çok gerçekçi, hem de biraz naif. Gerçekçi tarafı şu: Özgürlük ve güvenlik bir denge meselesidir. Bunu günlük hayatımızda da hissediyoruz. Örneğin araç kullanırken istediğimiz hızda gitme “özgürlüğümüzü” trafik kuralları uğruna kısıtlarız, ama bu sayede can güvenliğimiz artar. Pandemi döneminde özgürce dışarı çıkma hakkımızı kısıtladık (sokağa çıkma yasakları, maske takma zorunluluğu vs.) ama karşılığında toplum sağlığını korumaya çalıştık. Bunlar bir nevi toplumsal sözleşmenin yansımaları. Yani ben kendi adıma, Rousseau’nun temel tespitine katılıyorum: Tamamen kısıtsız bir özgürlük, bir arada yaşam için sürdürülemez. Bir miktar feragat kaçınılmaz.
Naif tarafına gelince: Rousseau, insanların ortak bir çıkar için bir araya gelip “hepimiz eşitiz, hadi düzen kuralım” demesini biraz idealize ediyor sanki. Tarihte toplumlar genelde böyle sözleşmeyle değil, güç ilişkileriyle kurulmuş. Zenginlerin fakirleri kandırmasıyla, fetihlerle, savaşlarla vs. Rousseau bunun farkında aslında – Eşitsizliğin Kaynağı eserinde mülkiyet sahibi zenginlerin, yoksullara “gelin bir sözleşme yapalım, hepimizi koruyacak bir düzen olsun” diyerek onları ikna ettiğini ama aslında kendi düzenlerini dayattığını anlatır. Yani sahte bir toplum sözleşmesi kurulmuş, devlet zengini koruyan bir araç haline gelmiştir. Rousseau’ya göre bu mevcut toplumların çoğunun durumudur: Sözde hepimizin iyiliği için var olan devlet, gerçekte güçlülerin çıkarını kolluyor olabilir. (Tanıdık geldi mi? Bugün de benzer tartışmalar yok mu? “Devlet büyük şirketlere hizmet ediyor, halkın geneline değil” diyenler mesela tam da bu mevzuyu dillendiriyor.)
Rousseau işte Toplum Sözleşmesi kitabında bu hileli düzenin alternatifi olarak, gerçek ve meşru bir sözleşme modeli ortaya koymak istiyor. Öyle bir toplumsal düzen kuralım ki, ne zengin fakiri ezsin, ne birey tamamen güvensiz olsun, ne de yönetim halktan kopuk bir tiranlığa dönüşsün. Bunun anahtarının da genel irade dediği kavramda yattığını söylüyor. Şimdi en kritik kısma geldik: Genel İrade (Volonté Générale).
Genel İrade ve Egemenlik: Halkın Ortak Ruhu
Rousseau’nun belki de en orijinal katkısı Genel İrade kavramıdır. Fransızcası volonté générale, Türkçesi genel veya ortak irade diyebiliriz. Bu kavram öyle önemli ki, Rousseau’nun siyaset felsefesinin merkezi desek abartmış olmayız. Peki nedir bu genel irade?
En yalın biçimde: Genel irade, toplumun ortak çıkarını hedefleyen kolektif iradedir. Yani bir toplumdaki tüm bireylerin, bir arada yaşama amacıyla düşündüklerinde ortaya çıkan ortak akıl diyebiliriz. Rousseau’yu dinleyelim: Egemenlik dediğimiz şey halkın ortak iradesinden başka bir şey olamaz. Yasalar, bu ortak iradenin ifadesi olmalıdır.
Bir örnek üzerinden düşünelim: 100 kişilik bir topluluk olsun. Bu topluluğun ortak derdi, mesela sel baskınlarından korunmak olsun. Her bir kişi bireysel olarak belki farklı şeyler istiyor: Kimi balık peşinde, kimi av peşinde, kimi sadece kendi kulübesini sağlam yapmak derdinde. Ama genel çıkar hepsinin birlikte bir set yapmasını, su kanalı inşa etmesini gerektiriyor diyelim. İşte bireylerin tek tek iradeleri (kendi özel istekleri) bir yana, bir de herkesin ortak iyiliği için “biz ne yapmalıyız?” sorusuna verdikleri cevap var. İşte o cevap genel iradedir.
Rousseau, genel iradeyi “halkın müşterek menfaati” olarak tanımlar. Her vatandaş, toplumun bir üyesi olarak, kendi özel arzularını bir kenara koyup ortak iyiyi düşünürse, ortaya çıkacak irade budur. Tabii insanlar her zaman böyle düşünür mü? Orası muamma, ona sonra geleceğiz. Ama ideal olarak, iyi yasalar yapabilen bir toplum, kendi genel iradesini bulabilmiş bir toplumdur.
Genel irade kavramını daha iyi anlamak için Rousseau’nun yaptığı bir ayrımı belirtelim: Genel İrade vs. Tümün İradesi (Will of All). Tümün iradesi, basitçe toplumdaki bireylerin bireysel isteklerinin toplamıdır. Örneğin 100 kişinin 100’ü de kendi çıkarına düşkün olsa ve oy kullansa, ortaya çoğunluğun tercihi çıkar – ama bu genel irade olmayabilir. Genel irade ise, herkesin ortak yararına yönelik olanın ne olduğudur. Bazen bu ikisi çakışır, bazen çakışmaz. Rousseau der ki, genel irade her zaman halkın ortak iyiliğine yöneliktir, ama tümün iradesi egoist arzuların toplamı olduğu için ondan sapabilir. Bu yüzden toplumda eğitim ve erdem önemlidir: İnsanlar yurttaş kimlikleriyle düşünmeyi öğrenmelidir ki genel irade doğru tecelli etsin.
Biraz soyut oldu, somutlaştıralım: Diyelim bir şehirde 100 bin vatandaş var. Bir park alanı var ve oraya park mı yapılsın yoksa alışveriş merkezi mi, oylanacak olsun. Çoğunluk belki kısa vadede “AVM yapılar, ekonomiye katkı olur, ben de gezer alışveriş yaparım” diye düşünebilir, oylamada %60 AVM çıksın. Ama genel irade belki de o şehrin uzun vadeli ortak iyiliği için yeşil alanın korunması yönündedir (daha temiz hava, sosyal alan vs.). Eğer insanlar sırf kendi anlık çıkarları değil de ortak iyiyi düşünerek oy verseydi belki park yönünde karar çıkacaktı. İşte Rousseau’ya göre genel irade “yanılamaz” – eğer doğru ortaya konabilirse, daima ortak iyiye yönelir. Fakat pratikte çoğunluk kararı bazen ortak iyiye aykırı olabilir, o zaman aslında o çoğunluk kararı genel iradeyi yansıtmamıştır der.
Burada ilginç ve tartışmalı sulara giriyoruz: Kim karar verecek neyin gerçekten ortak iyi olduğuna? Rousseau, genel iradenin belirlenmesi için doğrudan demokrasiye inanır (bir sonraki bölümde ayrıntılı tartışacağız). Ancak genel irade kavramı öyle mistik hale gelebilir ki, birileri kalkıp “Siz bilmiyorsunuz ama ben sizin gerçek ortak çıkarınızı temsil ediyorum” diyerek kendi iradesini dayatabilir. Tarihte maalesef bu oldu da. Mesela Robespierre gibi Fransız Devrimi önderleri, Rousseau’nun genel irade söylemine yaslanıp “Halkın gerçek çıkarı devrimde ve erdemde, o halde bu çıkarı engelleyenleri zorla engellemeliyiz” diye teröre başvurdular. Rousseau bunu görse onaylar mıydı, emin değilim; büyük ihtimalle dehşete kapılırdı. Fakat fikirlerinin böyle yorumlara açık olması onun felsefesindeki bir belirsizlikten kaynaklanıyor.
Biraz daha sistematik gidelim: Rousseau’ya göre Toplum Sözleşmesinin temel özellikleri kısaca şöyle sıralanabilir:
Genel irade esastır: Egemenlik (iktidarın kaynağı) bölünmez bir biçimde halkın ortak iradesine dayanır. Hiçbir kral, meclis veya küçük grup bu egemenliği halktan çalamaz.
Doğrudan demokrasi ideali: Halk kendi kendini bizzat yönetmelidir. Temsilcilere devredilen egemenlik, aslında egemenlikten feragat anlamına gelir. Bu nedenle Rousseau, halkın karar alma süreçlerine doğrudan katılmasını savunur.
Özgürlüğün yeniden kazanımı: Bireyler, kendi koydukları yasalara itaat ederek özgür kalırlar. Yasa yapımına katılan bir insan, o yasaya uyduğunda aslında kendi iradesine uymuş olur, bu da gerçek özgürlüktür.
Doğal halden toplumsal hale geçiş: İnsan “vahşi” (sınırsız) özgürlükten çıkar, ahlaki bir yurttaş haline evrilir. Doğa durumundaki düzensizlik yerini, toplumsal düzende uygar bir yaşama bırakır.
Bu maddelerden özellikle birincisi ve üçüncüsü, genel irade ve özgürleşme meselesi, Rousseau’nun en özgün katkısı. Şimdi bunları biraz daha irdeleyelim ve kendi görüşlerimi de katayım.
Egemenlik Halkındır, Ama Nasıl?
Rousseau, egemenliğin devredilemez ve bölünemez olduğunu söyler. Yani halk, egemenliği bir kral ya da parlamentoya bırakamaz; çünkü bırakırsa özgürlüğünü yitirir. Bu noktada Rousseau’ya göre ideal olan, tüm vatandaşların katıldığı bir halk meclisidir – tıpkı eski şehir devletlerinde, örneğin onun çok sevdiği Cenevre’de olduğu gibi. “Küçük bir şehir devleti en iyisidir, herkes birbirini tanır, yüz yüze toplanır karar alır” dercesine yazar.
Gerçekten de Toplum Sözleşmesi kitabında İngiliz modelini eleştirip, “İngilizler kendini özgür sanıyor ama yanılıyor; sadece seçim zamanında özgürler” demesi bundandır. Oysa gerçek özgürlük, sürekli ve bizzat yönetime katılmakla mümkündür. Bu açıdan Rousseau bugün anladığımız manada temsili demokrasiden pek hazzetmez. Onun kafasındaki demokrasi, doğrudan demokrasidir.
Tabii Rousseau da realist bir adam – on binlerce, milyonlarca insanın yaşadığı modern devletlerde herkesin toplanıp karar alması zor, bunu bilir. Yine de ilkesel olarak taviz vermez: Egemenliğin temsil edilemeyeceğini savunur; temsil mekanizmaları varsa bunlar egemenliğin kendisi değil uygulamasıdır. Örneğin parlamento ancak genel iradeye uygun kanunlar yaparsa meşrudur, yoksa halk isterse onu alaşağı etme hakkına sahiptir.
Burada ben araya girip şunu düşünüyorum: Günümüz devletlerinde biz vatandaşlar gerçekten ne kadar söz sahibiyiz? Dürüst olmak gerekirse, çoğu zaman 4-5 yılda bir oy verip sonrasında profesyonel politikacıların kararlarıyla yaşıyoruz. Rousseau yaşasa buna bayağı bozulurdu herhalde. “Siz özgür değilsiniz, efendileriniz var” derdi muhtemelen. Biz de itiraz ederdik: “Ama başka çare yok, milyonlarca insanı nasıl yöneteceksin doğrudan demokrasiyle?” diye. Aslında bu tartışma bugün de güncelliğini koruyor. Teknoloji ilerledi, e-demokrasi filan diyenler var, referandumlar, anketler vs. ile doğrudan katılımı artırma çabaları görüyoruz. Yine de tam manasıyla bir Rousseaucu demokrasi uygulayan ülke yok gibi. En yakın örnek İsviçre belki; sık sık referandum yapan kantonlarıyla halkı karar sürecine dahil ediyorlar.
Rousseau’nun demokrasisi idealist bir model belki ama şu mesajı önemli: “Yönetimde halkın iradesi asıldır, yöneticiler vekildir.” Bu fikir bugün birçok anayasanın temel ilkesi. Örneğin ülkemizin anayasasında da “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye yazar. Bu direkt Rousseau’cu bir ilkedir diyebiliriz. Rousseau’nun yaklaşımı modern demokrasilerde halk egemenliği fikrine zemin oluşturmuştur gerçekten de. Yani her ne kadar tamamen doğrudan demokrasiye geçemesek de, halkın yönetime temel yön verici güç olduğu düşüncesi Rousseau sayesinde güçlü bir şekilde yerleşmiştir diyebiliriz.
Yasalar, Genel İradenin Sesi
Rousseau’da devletin kalbi yasalardır. Kanun koyma yetkisi yalnızca halka ait olabilir, çünkü kanun genel iradenin ifadesidir. Burada ufak bir paradoks var: Rousseau, halkın genel iradesini ortaya koyacak yasaları yapması gerektiğini söyler ama aynı zamanda halkın her konuda teknik bilgisi olmayabileceğini de kabul eder. Bu yüzden “yasa koyucu” diye bir figür ortaya atar. Bu, adeta yarı efsanevi bir bilge kişidir (Rousseau örnek olarak Lycurgus, Solon gibi antik kanun yapıcıları anar). Yasa koyucu, halk için en doğru yasaları tasarlar ama dikkat, kendi başına bunları dayatmaz; halkın onayına sunar. Yani bir kurucu, bir akıl hocası gibidir. Mesela yeni kurulan bir toplumda, herkesin iyiliğini gözeten bir anayasa hazırlayıp bunu millete sunan bir bilgeyi düşünün. Eğer halk akıllıysa bu önerileri kabul eder, kendi yasalarını yapmış olur. Eğer istemezlerse, yapacak bir şey yok – yasa koyucu ikna edemedi demektir.
Bu kısım biraz teorik ve soyut kalıyor kitapta, Rousseau’nun da fazla detaya girmediği bir yer. Ama şuraya varmak istiyor: İyi yasalar şart! Ve iyi yasalar, toplumun genel çıkarına odaklanmalı, belli bir zümrenin değil. Rousseau diyor ki, eğer bir yasa bir kişiyi, bir grubu adıyla anıp onun çıkarını gözetiyorsa bu genel irade olamaz. Genel irade yasası herkese eşit uygulanır ve ortak faydayı hedefler. Mesela “şu soylu aile vergi ödemesin” diye yasa çıktı diyelim, bu genel irade değil, özel iradedir. Ama “herkes şu oranda vergi ödeyecek, gelirine göre” dersen, ortak bir kural koymuş olursun.
Rousseau’yu okurken dikkatimi çeken şey, onun eşitlik vurgusudur. Toplum Sözleşmesi boyunca, ekonomik eşitsizliklerin de politik eşitsizliğe yol açacağından dem vurur. Aşırı zengin ve aşırı fakir olmamalı, çünkü biri satın alabilecek kadar güçlü diğeri satabilecek kadar muhtaç hale gelirse sözleşme bozulur, der. Yani makul bir ekonomik denge de lazım ki genel irade bozulmasın. Bu yönüyle Rousseau, siyasi özgürlüğün yanında bir tür sosyal dengeyi de savunur gibi. Bir anlamda, özgürlük ile eşitliği birbirinin ön koşulu gibi görür: İnsanlar eşit yurttaş olmadıkça gerçek özgürlük olamaz. Bu bakış açısı sonraki birçok devrimciyi ve düşünürü etkilemiştir (örneğin Fransız Devrimi’nin özgürlük, eşitlik, kardeşlik sloganında Rousseau’nun payı büyüktür).
Ben günümüz açısından bakınca şunu hissediyorum: Rousseau’nun bu söyledikleri hâlâ çok değerli ama hayata geçirilmesi zor idealler. Örneğin genel iradenin her zaman ortak iyiyi bulacağı inancı… Bugün toplumlarda ne bölünmeler var, ortak iyiyi bulmak o kadar kolay mı emin değilim. İnsanlar çoğu zaman kısa vadeli çıkarlarını veya ait oldukları grubun faydasını düşünüyor, genel bir perspektifle hareket etmiyor. Rousseau ise sanki halkı biraz idealleştiriyor: Yeter ki doğru koşullar olsun, herkes vatanseverce ortak iyi için düşünecek, diyor. Bu koşullardan kastı da küçük ölçekli toplumlar, iyi bir ahlaki eğitim, vatandaşlar arasında temel eşitlik filan. E tabii bunlar yoksa, genel irade yerine çoğunluğun belki de cahilce veya bencilce kararı egemen olabilir ki bu felakete sürükleyebilir.
Nitekim tarihte Rousseau’ya getirilen en büyük eleştirilerden biri, genel irade kavramının istismar edilebileceği yönünde. Liberallerin önemli ismi Isaiah Berlin, Rousseau’nun “insanları özgür olmaya zorlamak” fikrini (ona birazdan değineceğim) “pozitif özgürlük” kavramıyla ilişkilendirip, bunun totaliterliğe kapı aralayabileceğini söylemişti. Yani bir yönetici çıkıp “Ben halkın gerçek genel iradesini temsil ediyorum, o halde muhalif görüşleri susturmakta beis yok, çünkü onlar halkın gerçek çıkarına aykırı” diyebilir ve baskıcı bir rejim kurabilir. Gerçekten de 20. yüzyılda faşist veya komünist diktatörler bile halk adına, halkın iradesi diye diye kendi iradelerini dayattılar. Rousseau bunları görse herhalde çok üzülürdü; çünkü onun amacı tam aksine adil ve özgür bir toplum modeli tasarlamaktı, totaliter bir kabus değil. Fakat entelektüel dürüstlükle söylemeliyim ki, Rousseau’nun metinlerinde bu tehlikeyi çağrıştıran ifadeler var. Özellikle şu “özgürlüğe zorlamak” meselesi…
“Özgürlüğe Zorlamak”: Özgürlük ile Otorite Arasındaki Paradoks
“İnsanları özgür olmaya zorlamak.” Bu ifade ilk duyulduğunda kulağa çelişkili, hatta ürkütücü geliyor. Zorlama varsa nasıl özgürlük olur? Bu Rousseau’nun en çok eleştirilen iddialarından biri. Aslında orijinal metinde geçen tam ifade şu: “Eğer biri genel iradeye itaat etmezse, tüm vatan onu itaat etmeye zorlar; bu da onu özgür olmaya zorlamak demektir.” (Toplum Sözleşmesi, I. Kitap, 7. Bölüm). Yani, genel iradeye uymayan birini toplum zorla uydurur, böylece onu özgürlüğüne kavuşturur(!).
Rousseau’nun mantığına göre, genel iradeye uymayan, aslında kendi gerçek öz çıkarına da aykırı davranıyor demektir. Çünkü genel irade herkesin ortak yararıdır ya hani, onu ihlal eden aslında tüm toplumla beraber kendi uzun vadeli yararını da baltalıyor gibidir. Mesela herkes anlaşmış kırmızı ışıkta duracak, biri “yok ben özgürüm geçerim kardeşim” derse, toplum onu durmaya zorlar. Bu zorlama ilk bakışta özgürlüğünü kısıtlamak gibi ama aslında herkesin (dahil onun) can güvenliği için gerekli; dolayısıyla o kişinin gerçek özgürlüğünü (trafikte güvende olma özgürlüğünü) sağlamış oluyorsun. Bu örnekte kolay anlaşılıyor: Kurala uymak özgürlüğün şartı gibi. Ama her durumda böyle net olmuyor maalesef.
Rousseau’yu savunmaya çalışırsam, onun demek istediği şu: Özgürlük, keyfi davranmak değildir; özgürlük kendi kendine koyduğun kurala uymaktır. Eğer kuralı gerçekten sen ve toplum birlikte koyduysanız (genel irade ile), o kurala uymamak aslında kendi iradene ihanet etmek demektir. Dolayısıyla bir vatandaş, “ben kendi koyduğum kanunu çiğnerim” diyorsa, aslında akıl ve ahlak dışı hareket etmektedir; onu doğruya döndürmek gerekir. Tabii bu bakış açısı, bireyi kendi iyiliği için zorlamayı mazur gösteriyor. Hani anne çocuğunu “senin iyiliğin için yapıyorum” diyerek zorlar ya bazı şeylere, biraz öyle.
Ben kişisel olarak bu konuda kararsızım. Bir yanım diyor ki: Evet, toplum düzeni için gerektiğinde zorlama meşrudur. Yani vergi ödemek istemeyen biri “özgürlük” diyemez, ödetmek lazım; yoksa sistem yürümez. Veya kurallara uymayan cezalandırılır, bu normal. Devletin tüm varlığı zaten bir miktar cebir tekeline dayanır – polis, mahkeme filan bunun için var. Sonuçta bunları kabul etmeyen gitsin dağ başında yaşasın (ki o da pratik değil). Bu açıdan Rousseau sadece su götürmez bir gerçeği ifade ediyor: Toplum sözleşmesine dahil olduysan, uymak zorundasın. Uymuyorsan da zorla uydurulursun. Bu da “özgürlüğe zorlama” diye paradoxal bir şekilde açıklanıyor, çünkü toplum sözleşmesinin amacı özgürlüğü korumak olduğundan, sözleşmeyi bozana müdahale ederek aslında gene özgürlüğü korumuş oluyorsun.
Öte yandan, bu “zorla iyilik” meselesi beni rahatsız etmiyor değil. Çünkü kim karar veriyor kimin iyiliği olduğuna? Tarihte nice despot “halkım için en iyisini ben bilirim” diyerek zulmetti. “Sizi özgürleştiriyorum” diye insanları kışlaya, kolektif tarım kamplarına dolduranlar oldu (Pol Pot gibi ekstrem örnekler akla geliyor). Rousseau’nun teorik çerçevesi buna izin vermez aslında – zira orada gerçek genel irade halkın kendisinden çıkmalı, bir diktatör keyfine göre “ben temsil ediyorum” diyemez. Ama pratikte böyle kötüye kullanımlar oldu mu, evet oldu.
Burada belki de Rousseau’ya şunu sormalı: Kardeşim, genel iradeyi her seferinde isabetle nasıl bulacağız da emin olacağız birine zorla uydururken haklı olduğumuza? Bu zor bir soru. Rousseau’nun verdiği ipuçlarından biri, genel iradenin hep genel olması gerektiği – yani bir kişiye ya da gruba ayrıcalık tanımıyorsa doğru yoldayız, diğeri de fakir-zengin uçurumu olmamalı – aşırı zenginler genelin iyiliğine aykırı işler dayatabilir. Ayrıca faksiyonlar (klikler, partiler) olmamalı diyor; çünkü küçük grup çıkarları genel iradeyi çarpıtır. En ideali tüm toplumun tek vücut haline gelip ortak kararlar alması.
Günümüzde bu pek mümkün görünmüyor; partiler, gruplar demokrasinin vazgeçilmezi gibi. Rousseau, partileri genelde sevmez, “Eğer toplum içinde alt kimlikler, hizipler oluşmuşsa genel irade bulunamaz; en iyi ihtimalle bu hiziplerin de bir arada ortak iradesi olabilir ama tam saf genel irade için böyle fraksiyonlar olmamalı” der. Belki küçük homojen bir kantonda mümkündür, ama milyonluk uluslarda pek değil.
Benim bu konudaki şahsi fikrim: Özgürlük ve zorunluluk arasındaki gerilim hep var olacak, önemli olan bunun asgari zorlamayla, azami rızayla yürümesini sağlamak. Rousseau ideal bir formül verdi: *“Öyle bir toplum bulunmalı ki, herkes birleştiği halde yine kendi kendine hükmedebilsin, eskisi kadar özgür olabilsin.”*. Bu cümle gerçekten büyüleyici: Kendi kendine hükmettiğin halde birlik içinde kalmak. Yani hem ortak, hem birey, ikisi bir arada. Özgürlük aslında öz yönetim demek. Rousseau’ya hak veriyorum, eğer bizi yöneten kuralları kendimiz yapabilirsek, onlara uymak özgürlüğümüzü elimizden almaz, aksine pekiştirir. Ama günümüz dünyasında pratik olarak bunun tam karşılığı yok. Belki daha katılımcı demokrasi çabaları, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, sık referandum, sivil toplumun karar süreçlerine dahil olması gibi mekanizmalar, bir nebze “öz yönetime” yaklaştırır bizi.
Rousseau’nun “özgürlüğe zorlama” formülü belki de en iyi şu şekilde anlaşılmalı: Bir toplumsal sözleşmeye dahil olmanın bedeli, ortak kurallara uymaktır. Bu kuralları kendin yapmış olsan bile, arada canın istemeyebilir ama uymak zorundasın; aksi halde sözleşme bozulur. Uymayı reddedersen, toplum seni dışlar (belki hapse atar veya sürer). Bu durumda da aslında sözleşmenin dışına çıkmış, doğal duruma dönmüş olursun ki bunu kimse istemez. Yani ya sözleşmenin parçasısındır ya da değilsindir; ortası yok.
Bu teorik tartışmayı biraz hikâyeyle hafifletelim:
Hayali bir küçük kasabada yaşıyorsunuz diyelim. Kasabanın bir anayasa metni var, tüm vatandaşlar demiş ki “kamu meydanımız kutsaldır, temiz tutulacak, orada kimse kavga etmeyecek” falan. Siz de buna imza attınız. Bir gün canınız çok sıkkın, gittiniz meydanda bağırıp çağırıp cam çerçeve indiriyorsunuz. Komşularınız, “kusura bakma dostum, biz böyle anlaşmadık” deyip sizi zapt ediyorlar. Siz “bırakın beni özgürüm ben!” diye bağırıyorsunuz. Onlar da diyor ki: “Evet özgürsün ama bu özgürlüğü birlikte kurduğumuz düzen dahilinde kazandık. Şimdi seni alıkoyuyoruz çünkü sen aslında kendi imzaladığın anlaşmayı çiğnedin. Seni özgür yapmaya çalışıyoruz tekrar, anlaşmaya sadık bir vatandaş haline getirip aramıza döndüreceğiz.” Sizi birkaç gün nezarethanede tutuyorlar, sakinleşince “tamam anladım hatamı” diyorsunuz, tekrar topluma karışıyorsunuz.
Bu hikâyede toplumun yaptığı şey, Rousseau’nun dediği “özgürlüğe zorlamak” oluyor bir bakıma. Siz belki o anki öfke özgürlüğünüzden oldunuz ama sonunda yine düzenli bir özgürlüğe kavuştunuz topluluk içinde. Bu tabi iyimser bir senaryo; gerçekte işler böyle tatlı tatlı çözülmeyebilir, ama umarım ana fikri anlatabildim.
Bu paradoksal mesele üzerinde eminim daha saatlerce konuşabiliriz, ama konuyu dağıtmadan ilerleyelim. Şimdiye kadar Toplum Sözleşmesi’nin temel argümanlarını ele aldık: Doğal hal vs. toplum, genel irade, egemenlik, özgürlük paradoksu… Biraz da birey, devlet ve vatandaşlık ilişkisinden, günümüze yansımalarından bahsedelim. Sonra Rousseau’nun diğer eserlerine ufak bakışlar atacağız ve güncel meselelerle bağlantıları kuracağız.
Birey, Devlet ve Yurttaşlık: Kişisel Haklar ve Toplumsal Sorumluluk
Toplum Sözleşmesi’nin özünde, birey ile devlet arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlama çabası yatar. Orta Çağ’da devlet dediğin kralın malı gibiydi; tebaası onun kulu sayılırdı. Aydınlanma ile birlikte “yurttaş” kavramı filizlendi. Rousseau, bireyi devletin temeline koyarak radikal bir şey yapıyordu: Devlet birey için vardır, birey devlet için değil. Toplum Sözleşmesi, her bir bireyin rızasına dayalı bir birlik oluşturur. Yani devlet, bir sözleşmenin sonucu olduğu için, bireylerin çıkarına hizmet etmek zorundadır; aksi halde meşruiyetini kaybeder.
Rousseau burada aslında liberal bir içgörü sunuyor: Meşruiyetin kaynağı rıza ve halkın onayıdır. Bireyler kendi aralarında sözleşme yapıp devleti kurduklarına göre, devletin tüm yetkileri emaneten vardır. Bu, günümüz demokrasilerinde “sosyal kontrat” veya anayasal düzen dediğimiz şeyin temelidir. Örneğin anayasalar genelde “Biz halk olarak, ortak iyiliğimiz için şu devleti kuruyor, şu hakları da garanti altına alıyoruz” tarzında önsözlerle başlar. Bu, doğrudan doğruya toplum sözleşmesi fikrinin bir yansımasıdır.
Şimdi Rousseau açısından bakalım: Birey devlete hangi haklarını devretti, hangi haklarını korudu? Rousseau der ki, kişi doğal haldeki her şeye sahip olma hakkını (sınırsız özgürlüğünü) devretti ama karşılığında mülkiyet hakkı kazandı. Yani eskiden bir şeye sadece fiilen sahip olabilirdiniz (gücünüz yetiyorsa), şimdi hukukî olarak size ait tanınacak. Kişi, intikam alma hakkını devretti (artık adaleti kendi sağlayamaz, devlet sağlayacak) ama karşılığında hakkını arayabileceği mahkemeler kazandı. Yani her şeyin bir dengesi var. Bu sözleşmenin koşulları herkes için aynı olduğu için de adil aslında. Rousseau’nun ifadesiyle: *“Temel sözleşme, doğal eşitsizliği kaldırmaz, tersine herkes için meşru bir eşitlik getirir; insanlar sözleşme sayesinde eşitlenirler.”*. Herkes eşit yurttaş statüsündedir, kanun önünde eşittir.
Devlet ise bu sözleşmeyle toplumsal bir benlik haline gelir. Rousseau, toplum sözleşmesiyle birlikte “moral ve kolektif bir beden” oluştuğundan bahseder. Bireyler bir araya gelerek bir Genel Benlik oluşturur (Rousseau buna “vatan” veya “cumhuriyet” demeyi sever). Bu genel benliğin iradesi de genel iradedir. Devlet, bu iradenin yürütme organlarına sahip olur. Bu noktada Rousseau, hükümet (yürütme) ile egemenlik (yasama) ayrımına gider. Egemenlik halktadır ve devredilmez (yani kanun yapma yetkisi hep yurttaşlarındır). Ancak yürütme, yani günlük yönetim işi, pratik olarak bir hükümete bırakılır. Bu hükümet bir kral olabilir, bir meclis olabilir, küçük bir konsey olabilir vs. Yönetim biçimi farklı olabilir ama önemli olan, yönetimin her an halkın denetiminde ve ona hesap verir durumda olmasıdır. Eğer hükümdar (kral ya da kabine) halkın genel iradesine aykırı hareket ederse, halk sözleşmeyi bozulmuş sayıp onu devirebilir. Rousseau’ya göre halk kendi iktidarını geri alabilir, çünkü aslında hep kendisinin olması gerekir.
Birey-devlet ilişkisinde Rousseau’nun en çok önemsediği şey, yurttaşlık bilinci. Yurttaş sadece kendisi için yaşayan biri değildir; toplumun bir parçası olduğunu hisseden, kamusal meselelerle ilgilenen bir kişidir. Rousseau’nun ideal toplumunda vatandaşlar aktif olarak toplantılara katılır, oy verir, gerektiğinde ülkesini savunur, kanunlara saygı duyar çünkü o kanunları kendi onaylamıştır. Bu oldukça cumhuriyetçi bir vatandaşlık anlayışıdır: pasif değil aktif vatandaşlık. Bir yönüyle modern liberal bireyciliğe ters bir tarafı da var: Bireyden bir fedakârlık, bir adanmışlık bekliyor toplum için. “Yurttaş” olmak “birey” olmaktan farklı; daha özverili bir rol. Rousseau’nun zaman zaman fazla kolektivist bulunmasının sebebi bu vurgudur. O, bencilliği (ki buna amour propre diyordu, kendini sevme tutkusu) toplumun zehri olarak görür; yerine vatanseverlik ve erdem aşılamak ister.
Rousseau bu noktada öyle ileri gider ki, Toplum Sözleşmesi’nin son bölümünde sivil din diyebileceğimiz bir fikir ortaya atar. Der ki: Devletin bir tür sivil inanç sistemi olmalı, yurttaşlar vatana ve yasalara bağlılık konusunda neredeyse dinsel bir coşkuya sahip olmalı. Onun kafasında bu, toplumu bir arada tutacak harçtır. İnsanlar ortak bir değerler manzumesine “iman” etmezse, çıkarlarına ters düştüğünde sözleşmeyi bozmaya kalkabilirler. Bu yüzden belki de bir tür yurttaş dini yaratmak lazım (mesela ulusal bayrak, marş, anıtlar, yeminler – düşünün bunlar bugün ulus devletlerde var, bir nevi sivil din sembolleri). Fakat Rousseau açıkça da söyler: “Kim ki bu temel yurttaş inançlarını kabul etmez, devletten atılsın, kim ki bunları ihlal eder, ölüme bile cezalandırılsın.” Bu, tüyler ürpertici gelebilir kulağa, çünkü inanç dayatması gibi. Ama burada “inanç”tan kastı aslında temel siyasi ilkelere inanç: Tanrı’ya filan inan demiyor, devlete ve millete sadakat diyor (gerçi Tanrı konusunda da “iyi bir yurttaş için deist bir inanç yararlıdır” gibi bir fikri var, ama detaya girmeyelim).
Bu sivil din meselesini bugün mesela anayasal düzenin korunması olarak düşünebiliriz. Anayasal ilkeleri yok sayan biri, mesela “ben demokrasiye inanmıyorum, şiddetle rejimi yıkacağım” diyorsa, devlet onu barındırmaz, terörist muamelesi yapar. Bunda aslında çok da garipsenecek bir şey yok. Rousseau bunu biraz dramatik söylemiş: “Öldürelim gerekirse” diye. Umarım hiç öyle durumlar olmaz, ama vatan hainliği kavramı vs. bugünün de konusu.
Şimdi bir de vatandaşın sorumlulukları yönünden bakalım, çünkü soru demişti ya “vatandaşlık sorumluluğu” da günümüz meseleleri bağlamında ele alınsın diye. Rousseau’ya göre bir toplumun sağlıklı işlemesi için vatandaşların görevlerini yerine getirmesi şart. Bunların başında yasaya uyma gelir. Kendi onayladığın yasaya uymamak zaten ahlaki açıdan da yanlış dedik. Sonra oy verme, katılım geliyor. Rousseau, oy vermemenin düşünülemeyeceğini, herkesin genel iradeye katılım borcu olduğunu söylerdi. (Zaten küçük bir topluluk hayal ettiğinden katılmamak tuhaf olur, herkes forum alanına gitmeli onun aklında).
Bir diğer sorumluluk vatanı savunmadır. Hatta Rousseau der ki, savaş çıktığında paralı asker kullanılmamalı, her yurttaş vatan savunmasına bizzat katılmalı. Modern liberal bakış belki “devlet beni askere almak zorunda bırakmamalı” diyebilir, ama Rousseau bu konuda eski tarz cumhuriyetçi: “Toprak seninse, özgürlüğü senin özgürlüğünse, gerekince kendin savunacaksın.”
Günümüze bağlantı kurarsak: Bugün demokratik ülkelerde vatandaşlardan beklenen temel sorumluluklar benzer aslında – kanunlara uy, vergini öde, seçimlerde oy kullan, toplumsal meselelere duyarlı ol, kamu düzenine saygı göster vs. Bunlar olmazsa sistem yürümez. Düşünün, herkes vergi kaçırsa devlet hizmet veremez; kimse oy kullanmasa demokrasi işlemez; herkes kural çiğnese kaos çıkar. Yani toplum sözleşmesi, ancak herkes üstüne düşeni yaparsa ayakta durur. Rousseau’nun da en büyük korkularından biri toplumun çürümesidir: Lüks, gösteriş, bencillik, ataletten nefret eder. İtiraflar’da kendi hayatına bakınca da aslında zaman zaman toplumun ikiyüzlülüğünden, insanların birbirini ezmesinden, “iyi insanların bu dünyada acı çektiğinden” bahseder. (Mesela bir yerde “Bu dünya iyi olanlara göre değil” diye bir sitemi var anılarında). Ona göre toplum eğer yanlış değerler üzerine kurulursa iyi insanları değirmende öğütür. Bunu engellemek için herkesin, en azından çoğunluğun, erdemli ve duyarlı yurttaşlar olması gerekir.
Bu noktada, Rousseau’nun diğer eserlerine şöyle bir geçiş yapabiliriz, zira Emile ve İtiraflar gibi çalışmaları tam da birey-toplum ilişkisine farklı açılardan ışık tutuyor.
Rousseau’nun Diğer Eserlerinden Yansımalar: Emile ve İtiraflar
Rousseau sadece siyasi bir düşünür değil, aynı zamanda eğitim, edebiyat, otobiyografi alanlarında da çığır açmış bir isim. Toplum Sözleşmesi ile aynı yıl yayımlanan Emile ya da Eğitim Üzerine adlı eseri, çocuk yetiştirme ve eğitim felsefesi hakkında bir roman özelliği taşıyor. Peki Emile’in toplumsal sözleşme ile ne ilgisi var? Aslında oldukça fazla. Çünkü Rousseau, özgür ve erdemli bir toplumu ancak doğru yetişmiş bireylerin kurabileceğine inanıyordu. Emile romanında doğumdan yetişkinliğe bir çocuğu (Emile’i) ideal yöntemlerle eğitiyor. Bu eğitimde en önemli prensip, çocuğun doğal özgürlüğünü ve merak duygusunu korumak. Emile’e küçük yaşta hiçbir dogma, hiçbir toplumsal sahte değer yüklemiyor. Onu kırsalda doğayla iç içe büyütüyor, kendi deneyimleriyle öğrenmesine izin veriyor.
Bu, Rousseau’nun “insan doğası iyidir, bozan toplumdur” tezinin bir yansıması. Yani eğer çocuğu bozuk toplum değerlerinden uzak tutup doğal haline uygun yetiştirirsen, hem özgür düşünen hem de vicdanlı bir yetişkin elde edersin. Emile büyüyünce ona yavaş yavaş toplumun ne olduğunu da öğretir, bir ara onu şehirde gezdirip toplumdaki eşitsizlikleri gösterir mesela. En sonunda Emile, özgür iradeli ama ahlaklı bir genç olur ve Sophie adında bir kızla evlenmeye hazırlanır (bu arada Sophie karakteri üzerinden Rousseau’nun kadın eğitimi konusunda oldukça geleneksel ve bugün için cinsiyetçi diyebileceğimiz görüşleri olduğunu belirtelim; bunu da eleştireceğiz). Emile’e son bir görev verilir: Toplumun bir parçası olmak. Onca yıl doğadan uzakta kendi başına yetişti; peki ya şimdi ne olacak? Rousseau Emile’e der ki: “Artık sen iyi bir insan oldun, şimdi iyi bir yurttaş olma zamanı.” Yani geri dön ve topluma katıl, iyileştirmeye çalış. Hatta Emile’e bir hayali toplum örneği verip (belki Polonya ya da Korsika gibi o dönem için güncel meselelerden bahseder) nasıl bir vatandaş olması gerektiğini anlatır.
Bu, şunu gösteriyor: Rousseau için eğitim, özgür yurttaş yetiştirmek içindir. Emile aslında Toplum Sözleşmesi’nin insan malzemesini hazırlama projesi gibi görülebilir. Bir yanda toplumu idealize ediyor, öbür yanda bireyi idealize ediyor ve ikisini buluşturmak istiyor. Emile’in son bölümünde “Toplum Sözleşmesi” kitabından da bir parça konulduğu için (Rousseau öyle planlamıştı) kilise ve devlet yetkilileri Emile’e de kızdı. Hatta Emile içinde geçen “Savoyard Rahibin İtirafı” adlı kısım dini konularda farklı bir yaklaşım sunduğu için hem Toplum Sözleşmesi hem Emile aynı anda yasaklandı, yakıldı. Rousseau Paris’ten kaçmak zorunda kaldı, kitapları Cenevre’de de yasaklandı vs. Bu tarihi anekdot da gösterir ki Rousseau, söyledikleriyle otoriteyi fazlasıyla rahatsız etti – bu da onun ne kadar devrimci olduğunun bir ölçüsü.
Emile’e dair bir iki not daha: Rousseau burada “negatif eğitim” kavramından bahseder, yani çocuğu kendi haline bırak, deneyimleyerek öğrensin, sen çok müdahil olma diyor. Doğal merakını öldürme. Bu yaklaşım modern eğitimde epey etkili oldu, Montessori gibi yöntemlere ilham verdi diyebiliriz. Emile’in “moral gelişimi” de çok önemliydi, mesela küçük bir oyunla Emile’in merhamet duygusunu geliştirir, bir köylüye yardım etmesini sağlayıp o sevinci tattırır vs. Bütün bunlar, Rousseau’nun kafasında “özgür ve erdemli yurttaşlar nasıl yetişir?” sorusuna cevap arayışıdır. Çünkü böyle yurttaşlar olmadan genel irade filan hikâye olur.
Şimdi gelelim İtiraflar (Confessions) eserine. Bu, Rousseau’nun hayatını anlattığı otobiyografisidir ve dürüstlüğüyle meşhurdur. “İtiraflar” adını boşuna koymamış, gerçekten de mahremini, hatalarını, ayıplarını bile detaylı yazar. Mesela çocukken yaptığı bir hırsızlık ve suçu başkasının üstüne atması olayı vardır, onu bile anlatır büyük pişmanlıkla. Peki bu kişisel itirafların, Toplum Sözleşmesi gibi siyasi bir eserle bağı nedir? Bence burada da “bireysel dürüstlük ve özgürlük” teması devreye giriyor. Rousseau kendini tüm çıplaklığıyla toplum önüne sunuyor, “Beni yargılayın, işte tüm gerçekliğimle karşınızdayım” diyor. Bu, o dönemin kibarlık ve ikiyüzlülük dolu toplum normlarına bir başkaldırı aslında. İnsanlar gerçekte olmadıkları bir kimliği takınıp sosyetede dolaşırken, Rousseau “Maske takmayacağım, neysem oyum” demiştir.
Bu tavır, onun felsefesindeki doğallık ve hakikat tutkusuyla uyumludur. Toplum Sözleşmesi’nde de esasen sahte düzeni yıkıp insanların gerçekten ortak iyiliğine dayanan hakiki bir düzen kurmaya çalışmıyor mu? İtiraflar’da kendi iç dünyasında bunu yapıyor: “İşte ben buyum, hatalarımla, aykırılıklarımla, beni kabul edin.” Aslında İtiraflar’ın ilk cümlesi çok çarpıcıdır: “Ben eşi benzeri olmayan bir insanım. Doğam iyidir ama toplum beni yanlış anladı, beni suçladı” minvalinde bir şey (tam alıntıyı hatırlamıyorum, ama mealen öyle). Hatta şöyle diyor: “Dünyada eşi benzeri olmayan bir işe girişiyorum: Tüm gerçekliğimle, içimde ne varsa dışarı dökerek, iyi-kötü ne yaptıysam anlatarak kendimi dünyaya göstereceğim. Tek dileğim, Tanrı’nın huzurunda olduğu gibi, sizin karşınızda da tamamen açık olmak.” Cesur bir giriş gerçekten.
Rousseau hayatı boyunca çok eleştiri aldı, hakkında olumsuz izlenimler yayıldı (Voltaire gibi hasımları onun aleyhinde sürekli dedikodu yaydı mesela). İtiraflar bir bakıma kendini savunma ve anlama çabasıydı. “Beni yargılamadan önce okuyun, sonra karar verin” diye de not düşer. Bu, bana göre onun hakkaniyet ve açıklık arzusunu gösterir. Toplum Sözleşmesi’nde de halkın her şeyin farkında olduğu, aleni ve dürüst bir politika idealini hayal etmişti. Karanlık kapalı kapılar ardındaki işleri sevmez.
Ayrıca İtiraflar insanın iç dünyasının önemine vurgu yapar – bu da belki toplumsal bir fikirle şöyle ilintilenebilir: Özgür bir toplum, özgür ve otantik bireylerden oluşmalı. Otantik, yani kendini saklamayan, iç sesiyle dış eylemi tutarlı insanlar… Rüyalar mı görüyorum? Belki ama Rousseau böyle hayaller kuruyordu. “İnsanları oldukları gibi kabul edelim, sahte statüleri, soyluluk, gösteriş hepsini bırakalım” demiş oluyor bir anlamda.
Bu noktada bir parantez: Rousseau’nun kendi hayatı ve idealleri arasında çelişkiler de yok değil. Mesela Emile’de harika çocuk yetiştirme prensipleri yazdı ama kendi öz çocuklarını yoksulhaneye (bir nevi yetimhaneye) verdi, büyütmedi. Bu yüzden özellikle kadın filozof Mary Wollstonecraft ve diğeleri onu çok ikiyüzlü buldu. Hatta Wollstonecraft sadece bunu değil, Emile’de Sophie’ye biçtiği rol yüzünden de Rousseau’ya çatmıştı. Neden? Çünkü Rousseau açıkça diyor ki “Kadınlar kamu hayatı için değil, özel alanda eş ve anne olarak eğitilmeli; Sophie de Emile’in mükemmel eşi olmak üzere yetiştirilmeli.” Wollstonecraft ise Kadın Haklarının Savunusu eserinde “Rousseau, kadınları evcilleştirilmiş birer eşya gibi görmekle yanlış yapıyor; kadınlar da akıl ve eğitimle yurttaş olmalı” diye eleştirir.
Bugün biz de Rousseau’nun bu cinsiyetçi tarafını olumsuz buluyoruz. Gerçekten de onun özgürlük ve eşitlik fikirleri maalesef kadınları kapsamıyordu diyebiliriz. Belki dönemin genel anlayışıyla açıklanabilir ama yine de bu bir eksiklik. Bir liberal olarak ben, özgürlük tüm insanlar içindir, cinsiyet fark etmez derim. Rousseau ise kadının özgürlüğünü pek dert etmemiş gibi. Bu, onun fikirlerinin tutarlı bir eleştirisi bence ve bahsetmeye değer: Rousseau’nun toplum sözleşmesi evrensel midir? Eserinde “kadınlar bu sözleşmeye dahil mi?” net bir şey yok, ama örnekleri verirken genelde sadece erkek yurttaşlar üzerinden gider. Ne yazık ki o dönemin devrimci fikirleri bile kadınları tam kapsamıyordu (1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi de sadece “Homme” diyordu, Olympe de Gouges kadınlar için ayrı bildiri yazmak zorunda kalmıştı).
Neyse, bunu kendi yorumumuz olarak belirttik ki, Rousseau’yu göklere çıkarırken gerçekçi eleştirileri de atlamayalım: Kadınlar, ekonomik alt sınıflar gibi kesimler konusunda Rousseau’nun fikirleri tartışmaya açıktır. Zira tam katılımcı dediği demokrasi bile aslında küçük mülk sahibi erkek vatandaş demokrasisiydi. Modern değerlerle bakınca bu dar bir yurttaşlık tanımı.
Yine de, Rousseau’nun çağının ilerisine giden çok yönü var. Mesela eğitimde ilerici, siyasette halk egemenliğini savunan, edebiyatta romantizmin öncüsü (doğaya dönüş vurgusu vs.), otobiyografide samimiyet ve bireyselliği öne çıkaran… Kısacası özgür düşünmenin ve kendini ifade etmenin yollarını açan bir figür.
Ben İtirafları okurken şunu hissetmiştim: Rousseau hem çok parlak bir zihin hem de oldukça duygusal ve kırılgan bir insan. Toplumla yıldızı pek barışmamış; zaman zaman paranoyakça “herkes bana düşman” duygusuna kapılmış (belki gerçekten de dışlanmıştı entelektüel çevrelerde). Bu yüzden İtiraflar biraz da bir “Bu dünyaya isyanım var” manifestosu gibi. Orada dediği “Bu dünya iyi olanlara göre değil” cümlesi (ki Gaye Dinçel’in makalesinde geçiyor) bana çok dokunur. Rousseau kendini “iyi” olarak konumlar tabii, düşmanlarını “kötü”.
Düşünüyorum da, belki de Toplum Sözleşmesi idealinde yarattığı toplum, onun keşke yaşasaydım dediği türden bir saf toplumdu. Yani herkesin iyi olduğu, en azından iyi olmaya çalıştığı, kimsenin başka birini ezmediği, aldatmadığı bir toplum… Bayağı ütopik aslında. Bu yüzden bazı yazarlar Rousseau’yu ilk ütopik sosyalistlerden bile sayar; onun insan doğasının bozulmamış iyiliği vurgusu sonra ütopyacıları etkilemiştir.
Şimdi yavaştan bugüne gelelim tam olarak: Rousseau’nun fikirleri günümüzde ne ifade ediyor, hangi güncel meselelere ışık tutuyor?
Günümüz Dünyasında Toplum Sözleşmesi: Özgürlük, Demokrasi ve Vatandaşlık
Rousseau’dan 250 yılı aşkın bir zaman sonra, dünya bambaşka bir yer. İmparatorluklar gitti, ulus devletler ve demokratik anayasalar geldi. Birçok ülke yazılı olmasa da bir “toplum sözleşmesi” anlayışına sahip: Yönetenler halkın rızasına dayanmak zorunda, aksi takdirde meşru sayılmıyor. Bu, büyük ölçüde Rousseau gibi düşünürlerin mirasıdır. Mesela bugün herhangi bir hükümet meşruiyetini seçimle işbaşına gelmiş olmaktan alır – yani halka dayanıyor iddiasındadır. Diktatörler bile göstermelik seçim yapma gereği hisseder, çünkü çağımızda açıktan “Ben zorbalıkla yöneteceğim” diyemez kimse. Bu, toplum sözleşmesi fikrinin dolaylı zaferi sayılır.
Ancak pratikte baktığımızda, Rousseau’nun hayal ettiği türden bir doğrudan demokrasi pek yok. Temsili demokrasiler var ve onlarda da halk ile seçilmiş yöneticiler arasında bir mesafe oluşabiliyor. Günümüzde birçok insan, kendi devletine karşı güvensizlik duyabiliyor. “Seçtik ama sözümüz geçmiyor, çıkar grupları asıl karar veriyor” diye düşünenler az değil. Bu tam da Rousseau’nun uyardığı durum aslında: Eğer siyaset halkın ortak iyiliğinden sapıp belli lobilerin, zümrelerin çıkarına hizmet etmeye başlarsa, toplum sözleşmesi zedeleniyor demektir. Böyle bir durumda vatandaşların meşru direnme hakkı doğabilir demiştik (Rousseau sivil itaatsizlik terimini kullanmadı ama eserin ruhundan bu çıkar).
Modern dünyada sivil itaatsizlik kavramı önemli bir yer tutar. Thoreau, Gandhi, Martin Luther King gibi isimler, adaletsiz buldukları yasalara uymayarak veya barışçıl dirençle topluma mesaj verdiler. Onların argümanı da şuydu: “Devlet, toplum sözleşmesini bozdu, söz verilen adaleti sağlamadı; o halde bizim de o yasağı delmeye hakkımız var.” Bu düşünce Rousseau’nun genel yaklaşımıyla uyumludur aslında, çünkü o meşruiyetin ölçütünü adalet ve ortak iyilikle belirliyor. Eğer bunlar yoksa ortada gerçek bir sözleşme kalmamıştır.
Peki özgürlük ve demokrasi bağlamında bugün en çok neyi tartışıyoruz? Birkaç şey akla geliyor: Bireysel özgürlükler vs. kamusal yarar dengesi, doğrudan demokrasi imkanları, çoğunlukçuluk vs. çoğulculuk, vatandaşlık tanımı, küresel sorunlar…
Bireysel özgürlükler ve kamusal yarar: Mesela pandemi dönemini hatırlayalım, biraz bahsettim. Maske takmak, karantina, aşı olmak gibi konularda “toplumun iyiliği için bireysel özgürlük kısıtlanabilir mi” tartışması yaşadık. Bir kısım insan “benim bedenim, benim kararım, aşı olmam ya da maske takmam dayatılamaz” dedi; diğerleri “senin bu tercihin başkalarının hayatını riske atıyor, o yüzden kurallara uymalısın” dedi. Bu aslında toplum sözleşmesi düşüncesinin güncel bir sınavıydı. Sonuçta çoğu ülke kamusal yararı öncelikleyip bazı zorunluluklar getirdi (örneğin kapalı alanlarda maske zorunluydu, uymayan ceza aldı). Rousseau buna şaşırmazdı, muhtemelen desteklerdi de: “Genel irade, halk sağlığını korumayı gerektiriyorsa, bireyleri buna uymaya zorlayabiliriz” derdi muhtemelen. Kimi bunu bir çeşit “özgürlüğe zorlama” olarak bile yorumlayabilir: Aşı olarak, maske takarak hem kendini hem toplumu korumaya zorladık insanları, özgürlüklerini kısıtladık belki ama daha büyük bir özgürlük –yaşama hakkı, sağlık– için. Bu denge hep tartışma yaratacak, ancak Rousseau’nun çerçevesi bence faydalı: Eğer kurala hepimiz dahilsek ve ortak iyilik barizse, bu kısıtlama meşrudur. Ama eğer kurallar keyfi veya sadece bazılarına uygulanıyorsa, orada isyan etmekte haklısınız.
Doğrudan demokrasi imkanı: Günümüzde internet teknolojileriyle daha çok insana danışmak kolaylaştı. Bazı ülkeler belediyecilikte doğrudan oylamalar yapıyor, katılımcı bütçe uyguluyor. İsviçre gibi yerler referandumlara sık başvuruyor. Ancak bir yandan da dünya nüfusları çok büyük, her konu da halka sorulmaz. Temsili demokrasinin krizleri var: Seçilen temsilciler bazen halktan kopuk yaşıyor, skandallara karışıyor, lobi gruplarının etkisinde kalıyor vs. Bu durumda “Rousseau haklıymış galiba, vekiller bizi temsil edemiyor doğru düzgün” diyenler oluyor. Alternatif arayışlar var: Dijital platformlarla oy verme (e-demokrasi), ya da kurayla vatandaş meclisi oluşturma gibi (Atina demokrasisini andıran şekilde rastgele seçilmiş vatandaşlardan oluşan danışma kurulları filan). Bunlar ilginç deneyler, bazen küçük ölçekli uygulamalarını görüyoruz (mesela İrlanda anayasa değişikliği öncesi bir vatandaş meclisi toplayıp öneri almıştı).
Rousseau bu tarz şeyleri duysa heyecanlanırdı herhalde: “Bakın ben demiştim, halk kendi kaderine el koymalı.” Fakat tabii temsili demokrasiyi tamamen bitirmek gerçekçi durmuyor. Yine de belki ileride daha hibrit modeller olacak. Ben kendi adıma, referandum ve plebisitlerin dikkatli kullanılmasından yanayım. Çünkü halkın her an manipülasyona açık olduğunu da görüyoruz; sosyal medya çağında bilgi kirliliğiyle “genel irade” bulmak daha da zorlaşıyor belki. Rousseau, insanların iyiliğine güveniyordu ama bugünü görse sanırım “hmm Twitter’da troll hesaplar genel iradeyi bozuyor, bunlara dikkat etmek lazım” derdi 😊. Hatta belki “genel irade, eğer herkes sakin kafa ve doğru bilgiyle düşünürse ortaya çıkar; önyargılar ve yanlış bilgiler altında çıkan şey genel irade değildir” diye eklerdi.
Çoğunlukçuluk vs. çoğulculuk: Rousseau’nun demokrasisi çoğunluğun genel iradeyi bulacağına dair bir inanca dayanıyor. Ama modern liberal demokrasi, çoğunluğun sınırlarına da vurgu yapar: Azınlık hakları, bireysel hak ve özgürlükler anayasayla güvence altındadır, çoğunluk dahi onları çiğneyemez gibi prensipler var. Bu Berlin gibi düşünürlerin “aman dikkat” demesinden de kaynaklandı bir parça. Genel irade adına çoğunluk tiranlığı olmaması için, anayasalar devreye giriyor. Amerika’nın kurucu babaları mesela (Madison, Jefferson filan) Rousseau’yu okumuşlardı ama temsilî ve dengeli bir sistem kurdular; çünkü saf çoğunluk demokrasisinin tehlikesini gördüler. Federalist Papers yazılarında “mutual checks and balances”, “faction” tartışmaları var. Madison, çoğunluğun dalgalı arzularındansa, filtrelenmiş temsiliyetin istikrar getireceğini savunmuştu.
Bugün liberal demokrasiler bir denge: Halkın iradesi esastır ama anayasalarla birey hakları, azınlık hakları korunur, güçler ayrılığı ile iktidar sınırlandırılır vs. Rousseau ise tam güçler ayrılığı falan taraftarı değildi, halkın birliği vurgusu yapıyordu. Bu yönüyle eleştirildi. Fakat ben şunu görüyorum: Rousseau’nun amacı hiçbir azınlığın ezilmediği bir bütünlük yaratmaktı. Yani eğer genel irade doğru çalışırsa, kimsenin temel hakları zedelenmez zaten, diyor. Bu belki fazla iyimser. Bu nedenle çoğulculuk kavramı gelişti: Toplum bir bütün irade değil, farklı çıkar ve görüşlerin barış içinde rekabet ettiği bir alan olmalı, tek bir “halk” iradesi tehlikeli olabilir (Carl Schmitt gibi düşünürler “Halkın bir iradesi” kavramını eleştirip, faşizme gidebilir demişlerdir).
Günümüzde popülizm tartışmaları var mesela: Bazı liderler “Halk benim arkamda, ben halkın iradesiyim” diye her kurumu, azınlık grubunu falan düşman ilan edebiliyor. Bu çok Rousseau’cu gibi gözükse de aslında onun bahsettiği genel irade bu değil; çünkü orada genelin iyiliği yok, bir grubun fanatizmi var. Yine de dil benziyor: “Halk egemenliği!” diye diye liberal denge mekanizmalarını yok eden yönetimler olabiliyor. Bu bakımdan biz modern insanlar Rousseau’ya hem minnettarız, hem temkinliyiz. Minnettarız çünkü halk egemenliği fikrini verdi; temkinliyiz çünkü sınırsız halk egemenliği adı altında tiranlık gelebilir, bunu yaşayarak öğrendik. Bu nedenle “hukukun üstünlüğü” diyoruz, “anayasal devlet” diyoruz: Yani evet halk egemen ama halk da kendi kendini bağlar bazı temel ilkelerle, öyle kafasına göre her şeyi oylayamaz. Bu bakış açısı mesela Rawls’un Adalet Teorisi gibi modern sosyal sözleşme teorilerinde görülür: Rawls, adil bir toplum için önce temel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmasını, sosyal adaletin sağlanmasını koyar, bunlar sözleşmenin şartıdır der. Yani bugün biri çıkıp “genel irade istiyoruz, çoğunluk şöyle karar verdi, şu azınlığı yok edeceğiz” dese, biz “pardon ama toplumsal sözleşmenin ruhuna aykırı, meşru değil” deriz.
Rousseau’yu bu noktada birleştirici bir sembol olarak kullanabiliriz: Onun hayali, çoğunluk ve azınlık ayrımının anlamını yitirdiği bir ortak çıkar duygusu idi. Belki ütopya, ama hedef olarak güzel. En azından “hepimiz aynı gemideyiz” anlayışını unutmamak lazım. Bugün kutuplaşma sorunu yaşayan toplumlarda bu anlayış eksik. Rousseau bu konuda uyarırdı: “Faksiyonlara bölünmeyin, yoksa genel iradeyi bulamazsınız.” Şu an sosyal medyada mesela insanlar kabilelere ayrılmış durumda, birbirini dinlemiyor. Bu sağlıklı bir toplumsal sözleşme ortamı değil. Bunu düzeltmenin yolu belki eğitim belki diyalog, bilmiyorum, ama açık ki 21. yüzyılda da “toplumsal birlik” ihtiyacı var, aksi halde sözleşme ruhu çöker.
Vatandaşlık tanımı: Bir de günümüzde göçler, küreselleşme var. Bir ülkede doğup büyüyen, ama farklı etnik kökten gelen ya da sonradan gelen insanlar var. Toplum sözleşmesi bunları da kapsayacak şekilde esnek olmalı. Rousseau’nun modeli küçük ve homojen bir toplumaydı, bugün büyük ve çeşitli toplumlar var. Yine de anayasalar belli ortak değerler etrafında (özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi) milli bir kimlik tanımlamaya çalışıyor. Amerika gibi göçmen ülkeleri “anayasal yurttaşlık” diyor, yani kökeni ne olursa olsun anayasaya sadakat vatandaşlığı tanımlar. Bu da bir çeşit modern sivil din veya sözleşme diyebiliriz. Yani Amerikalı olmak, Amerikan Anayasası’nın değerlerine inanmaktır gibi. Bence bu, Rousseau’nun sivil dinine benziyor: ortak bir inanç seti oluşturmak. Tabi bizde de benzer şekilde, vatandaşlığa kabul vs. belli şartlara bağlı.
Küresel sorunlar: Bir de artık meseleler global. İklim değişikliği mesela, tek ülkenin değil insanlığın sorunu. Bazıları diyor ki yeni bir küresel toplum sözleşmesi lazım. Tüm insanlık olarak doğayla ya da birbirimizle yeni bir anlaşma yapmalıyız ki gezegeni kurtaralım. Bu bayağı büyük bir mevzu. Rousseau zamanında ulus devlet kavramı bile tam yerleşmemişti, şimdi biz dünya vatandaşlığını konuşuyoruz. Belki ütopik ama BM gibi kuruluşlar, Paris İklim Anlaşması filan bunlar bir nevi global sözleşme çabaları. Fakat Rousseau sanki böyle dev ölçekli bir sözleşmeye inanmazdı, o derdi ki “önce küçük toplumlar kendi içinde adil olsun, belki onlar arası federasyon kurulur.” Evet, bir yerde söylemişti: Çok büyük devletler hantal ve özgürlük düşmanıdır, ideal boyut orta boyut devletlerdir. Bu yüzden belki dünyanın tek devlette birleşmesi yerine, her yerde yurttaş bilincine sahip toplumlar olsa, onlar işbirliği yapsa çözüm gelir derdi.
Günümüz demokrasilerinde liberal bir bakış açısıyla diyebilirim ki, Rousseau’nun fikirleri hem bir rehber hem de dikkatlice uygulanması gereken prensipler olarak karşımızda duruyor. Özgürlük hala merkezde, demokrasi en iyi bildiğimiz yöntem, birey-devlet ilişkisi anayasal çerçevede devam ediyor. Ama bunların hiçbiri garanti değil; sürekli güncelleme istiyor. Yukarıda alıntıladığımız gibi, *“Toplum sözleşmesi tek seferlik bir metin değil, sürekli güncellenmesi gereken etik ve politik bir mutabakat önerisidir”*. Bu söz bence çok önemli. Yani toplum sözleşmesi dediğimiz olgu, sanki bir defa anayasayı yazdık bitti değil; kuşaklar değiştikçe, şartlar değiştikçe yeni baştan anlaşmamız, tazelememiz lazım. Belki yeni haklar eklemek, belki yeni yükümlülükler kabul etmek… Mesela dijital çağ geldi, şimdi “dijital haklar” diyoruz, internette gizlilik vs. bunlar da yeni sözleşme maddeleri gibi.
Son olarak, kişisel bir bağ kurayım: Ben bu kadar teori konuştuk ama neticede bir yurttaş olarak ne hissediyorum? Rousseau beni en çok “özgürlük sadece kendi kendine itaat etmekle mümkündür” fikriyle etkiliyor. Çünkü bu, beni hem özgürlüğün tadına varmaya hem de sorumluluk almaya davet ediyor. Diyor ki: Kendi hayatının da toplumunun da yazarı sen ol. Eğer kötü gidiyorsa, katıl, düzeltmeye çalış. Sürekli şikayet eden ama hiçbir katkı sunmayan tiplerden olmaktansa, belki küçük bir yerde bile olsa ortak iyilik için bir şey yapmak lazım. Bu, oy vermek de olur, mahalle dayanışması da olur, sosyal projelere katılmak da olur. Vatandaş olmak sadece vergi vermek ve kural uymak değildir; bir bilinç meselesi. Rousseau o bilinci aşılıyor: “Hepimiz ortak çıkar için düşünelim.” Bu bence bugün de çok ihtiyaç duyduğumuz bir yaklaşım.
Bireysel olarak da, topluma karşı bir sözleşme yaptığımızı unutmadan yaşamak gerek belki. Biraz dramatik olacak ama sabah evden çıkarken “Kimsenin hakkını yemeyeceğim, yolda kural ihlali yapıp kimseyi tehlikeye atmayacağım, çöpümü yere atmayacağım, işimi doğru yapacağım, başkalarının da haklarına saygı duyacağım” demek, bunlar aslında hep sözleşmenin bizden bekledikleri. Karşılığında da güvenli bir toplum, bazı özgürlük garantileri, hizmetler alıyoruz devletten vs. İki taraflı bir anlaşma bu. Tek taraf bozulursa, diğeri de bozulur.
Şimdi tam da bir diyalog hayal ediyorum:
Vatandaş: Ben vergimi veriyorum ama yönetenler yolsuzluk yapıyor, o zaman ben niye kurallara uyayım?
Rousseau’cu Bilge: Eğer yönetenler sözleşmeyi bozduysa, onları değiştirmenin yolunu aramalısın; çünkü kuralsızlık batağa götürür. Unutma, sözleşme bozuldu diye karşı-sözleşmeyi bozmak gene sana zarar verir.
Vatandaş: Peki ne yapayım, oy verdik düzelmedi?
Bilge: O zaman genel iradenin gerçekten tecelli etmesi için daha çok çaba göstermeli, belki komşularını bilinçlendirmeli, belki barışçıl protesto hakkını kullanmalı, belki sivil toplumda aktif olmalısın. Toplum sözleşmesi, durup izleyenlerin değil, katılımcıların eseridir.
Vatandaş: Kulağa yorucu geliyor…
Bilge: Özgür olmak kolay değildir dostum; emek ister. Köle olmak istiyorsan hiç uğraşmazsın, ama özgür yurttaş olmak istiyorsan mücadele etmelisin.
Böyle bir hayali diyalogla kafamdaki mesaj netleşiyor: Özgürlük emek ister. Rousseau, her bireyi hem kendi hayatının hem de toplumunun sorumlusu ilan ederek aslında bize güvenmişti. Demişti ki insanlar bunu yapabilir, bir arada özgür olabilirler. Biz 21. yüzyılda bazen karamsar olsak da, hala bu ideali yaşatmak zorundayız gibi hissediyorum.
Sonuç: Geçmişten Geleceğe Bitmeyen Sözleşme
Yazının başında “zincirlerimizden” bahsetmiştim. Rousseau bize zincirlerimizin olduğunu hatırlatmakla kalmadı, o zincirlerin nasıl kendi rızamızla takıldığını ve yine kendi rızamızla erdemli bir düzende nasıl gevşetilebileceğini gösterdi. Toplum Sözleşmesi, yayımlandığı günden bugüne toplumların bir arada yaşayışına dair en temel eserlerden biri olma özelliğini koruyor. Çünkü o, belki hiç tam yakalayamayacağımız ama peşinde koşmamız gereken bir dengeyi anlatıyor: Özgürlük ve düzenin dengesi.
Rousseau’nun fikirleri, devrimlere ilham verdi, demokratik anayasaların ruhuna işledi, eğitimden edebiyata pek çok alanı etkiledi. Bugün biz “egemenlik halka ait” diyebiliyorsak biraz onun sayesindedir. Ama bu egemenliğin nasıl kullanılacağı, özgürlüğün nasıl korunacağı, bireyin mutluluğunun nasıl sağlanacağı soruları hâlâ güncelliğini koruyor. Yani toplum sözleşmesi tartışması bitmedi, belki de hiçbir zaman bitmeyecek. Her nesil, kendi toplum sözleşmesini yeniden tanımlayacak.
Ben bu uzun sohbet boyunca, kimi zaman Rousseau’nun sesini buraya getirmeye, kimi zaman kendi düşüncelerimi katmaya çalıştım. Kimi yerde eleştirdim, kimi yerde hayranlığımı gizleyemedim. Bu da doğal sanırım; Rousseau da insanlar da böyle değil mi zaten, ne tamamen kötü ne tamamen iyi, ne tamamen haklı ne tamamen haksız. Mühim olan, karşılıklı konuşarak, anlaşarak daha iyiye yaklaşmak. Bence Rousseau’nun ruhuna en uygun şey de bu olurdu: Her şeyi sorgulayın, özgürce tartışın ve içinize sinen ortak aklı bulun.
Yazımı bitirirken, sizinle bir duygu paylaşayım: Bu konuyu yazarken ben de kendimi bir parça o meşhur Genel İrade mefhumunun parçası gibi hayal ettim. Sanki hep beraber daha adil, daha özgür bir dünya istemek için bir sözleşme imzalıyoruz da ben de kalemi tutan kişi gibiyim. Belki ütopik, belki romantik bir his ama bence güzel. Sonuçta gerçek bir sosyal sözleşme ancak yeterince insanın yüreğinde bir ütopya ateşi yanarsa hayat bulur. Rousseau o ateşi yakmıştı zamanında; şimdi onu canlı tutmak bize düşüyor.
Unutmayalım: İnsan özgür doğar – evet, ama özgürlüğünü ancak birlikte, birbirine kenetlenmiş bireyler olarak koruyabilir. Zincirlerimizi kırmanın yolu, onları hep beraber çözmektir. Bu da, içtenlikle yapılmış, adil bir toplum sözleşmesinden geçer. Gelin, kendi çağımızın toplum sözleşmesini sürekli gözden geçirelim, iyileştirelim ve gelecek nesillere devredelim. Rousseau’ya selamla, diyelim ki: *“Bizler, her birimizin canını ve malını ortak bir güçle koruyan öyle bir toplum kurmaya çalışıyoruz ki, orada herkes birlikte hareket ettiği halde yalnızca kendi kendine tâbi kalsın ve eskisi kadar özgür olabilsin.”*
Böyle bir düzen mümkün mü? Rousseau’nun hayali mümkün diyordu. İnanmak ve çabalamak da bize düşüyor.
Kaynaklar: Bu sohbet boyunca Rousseau’nun Toplum Sözleşmesi başta olmak üzere diğer eserlerinden ve çeşitli yorumculardan yararlandım. Öne çıkan bazı kaynaklar arasında Stanford Felsefe Ansiklopedisi’nin Rousseau maddesi, Türkçe bir inceleme yazısı olan Velev.news’teki Toplum Sözleşmesi özeti, Licentia Poetica’daki Rousseau eleştirileri (özellikle Isaiah Berlin’in değerlendirmesi), Edebiyat Haber’deki İtiraflar değerlendirmesi gibi referanslar bulunuyor. Ayrıca Vikisöz’den Toplum Sözleşmesi çeviri alıntıları kullandım. Bu kaynaklar, anlattığım fikirlerin daha sağlam bir zemine oturmasına yardımcı oldular. Her birine, bu düşünsel yolculuğa katkıları için teşekkür ederek noktamı koyuyorum.
Rousseau ile başlayan bu tartışma, aslında hep devam edecek bir insanlık tartışması. Biz de kendi payımıza düşeni yaptık ve katkımızı sunduk. Şimdi sıra, bu fikirleri gerçek hayatta ne kadar uygulayabileceğimizde… Umarım bir parça ilham ve düşünce tohumu ekebilmişimdir. Hep birlikte daha özgür ve adil yarınlara!
Simyacı: Kendi Uydurduğu Masala İnanarak Yaşayan İnsanın Güncesi
Bazı kitaplar, içerdiği fikirlerden çok onların nasıl sunulduğuyla değer kazanır. Paulo Coelho’nun Simyacısı da böyle bir kitap. Ne anlattığı değil, nasıl anlattığıyla insanların kalbine dokunuyor.Evet gerçekten dili, anlatımı olağanüstü.Yoksa hepimizin aklında benzer bir kurgu dönüp durur: Hayat bir yolculuktur, içindeki sese kulak ver, evren sana yardım eder, gerçek hazine sende saklıdır… Bunlar yeni fikirler değil. Hatta ilk bakışta insanda hafif bir “kişisel gelişim kitabı” tedirginliği bile yaratıyor. Ama işin aslı, bu kitap o tür raflara sığmayacak kadar ince dokunmuş bir düşünsel örüntü, bir olay örgüsü, bir akışkanlık sunuyor.
Elbette bu örüntüyü safça sahiplenmek kolay. Hatta rahatlatıcı. Çünkü kitap, insanı sorumlu kılmıyor; kaderle birlikte, gizemli bir işbirliği hayal etmesine izin veriyor. “Sen sadece gerçekten iste, evren gerisini halleder.” Güzel laf. Ama bir sorun var: Evren bu işbirliği çağrılarına genelde yanıt vermiyor. Daha doğrusu, bizim istediğimiz gibi bir yanıt vermiyor. O yüzden Simyacı, bir reçete kitabı değil; bir zihin haritası. Santiago’nun hikâyesi, daha çok, anlamın nasıl uydurulduğunu ve bu uydurulan şeyin zamanla ne kadar gerçek hissedilebildiğini gösteriyor.
Santiago bir çoban. Ama öyle klasik, kırsalda yaşayıp hayatından memnun olan bir tip değil. O, okuyan, düş gören, kafası karışık bir karakter. Aslında modern insanın prototipi. Her şeyin farkında ama hiçbir şeye inanmaya tam cesaret edemiyor. Rüyasında bir hazine görüp yola çıkıyor. Ne için? Hayatında eksik olduğunu hissettiği şey için. Bu “şey”, kitapta fiziksel bir hazine gibi anlatılıyor ama çok açık ki, mesele o değil. Mesele, insanın bir eksiklik duygusuyla doğması ve hayatı boyunca o eksikliği giderecek bir anlam arayışına girişmesi.
Rüya, burada bir bahane. Santiago’nun rüyası, senin hedeflerin, benim yarım kalmış cümlelerim gibi. İçinde bir boşluk var ve bu boşluk kendini doldurtmak istiyor. İşte Simyacı burada devreye giriyor. Bu kitap, insanın içindeki “boşlukla baş etme” refleksine yazılmış bir cevap gibi. Çünkü hepimiz o boşluğu bir şekilde anlamla kapatmak zorundayız. Yoksa deliririz. Yoksa o sessizlik, o anlam eksikliği, bizi içten içe çürütür.
Ve Santiago, o boşluğu anlamla doldurmak için yola çıkıyor. Ama dışarıya değil, aslında kendine doğru bir yolculuk bu. Ve bu yolculuk boyunca karşılaştığı her kişi, her olay, her durak; kendi zihninin farklı bir bölmesi gibi.
Simyacılık, tarihte bir dönüşüm arayışıdır. Metali altına çevirme çabası. Ama kitapta bu daha metaforik: Varlığın anlamını bulma, kendini altına dönüştürme, değersiz olanı değerli kılma. Buraya kadar tamam. Ama işin ilginci şu: Bu dönüşüm için ille de yola çıkman gerekiyor. Çünkü dönüşüm sadece içeriden olmaz. Dışarının karmaşası, çölün boşluğu, rüzgârın sessizliği, bir başkasının gözleri olmadan iç dönüşüm başlamıyor.
Ve evet, burada aşk devreye giriyor.
Santiago, çölde Fatıma’yla tanışıyor. Ve bir anda her şey anlam kazanıyor gibi oluyor. O gözler, o dudaklar, o sessizlik… Kitabı okurken burası insanda romantik bir sarsılma yaratabilir. Çünkü hepimiz, Santiago gibi, bir bakışla her şeyin değişebileceğine inanmak istiyoruz. Sanki biri çıkacak ve bütün yolculuğumuzun nedenini, yönünü, değerini bize tek bir göz hareketiyle gösterecek. Ve biz de “işte bu” diyeceğiz.
Ama gerçek hayatta bu pek böyle olmuyor. Bakışlar anlam taşımıyor, taşısa bile bu anlamlar kısa ömürlü oluyor. Biz o anlamı yüklüyoruz, sonra da yitirdiğimizde niye gittiğini anlamıyoruz. Fatıma karakteri de böyle. Aslında bir tür projeksiyon. Santiago, ona bakınca neyi görmek istiyorsa onu görüyor. Ve belki de aşk tam olarak bu: Kendine ait olmayan bir bedende, kendi anlamını görmeye çalışmak. Evet bu büyük bir kumar.
Bu açıdan bakarsak, Fatıma bir kadın değil; Santiago’nun kendisiyle ilgili hayalinin şekil bulmuş hali. O gözlerde gördüğü şey, belki de kendi eksikliğinin çözülmüş hali. Ama tam da bu yüzden, çok da kutsamamak lazım aşkı. Kitap bu konuda oldukça akıllı davranıyor. Fatıma, Santiago’yu yolda durdurmuyor. Onu bekliyor. Aşkla sarıp sarmalamıyor, “git” diyor. Yani aşk burada hem bir durak, hem bir sınav.
Aşık olmak, yolculuğu tamamlamak için bir engel değil, bir eylem çağrısı. Çünkü gerçek aşk, kişiyi çürütmez; kişiyi harekete geçirir. Ama ne olursa olsun, Santiago’nun Fatıma’ya aşık olduğu sahnede, hepimiz bir saniyeliğine kendi içimizde bir özlemle karşılaşıyoruz. Bir “acaba?” doğuyor. Ve bu “acaba?” duygusu, belki de aşkın kendisinden daha gerçek.
Romanın sonuna geldiğimizde Santiago başladığı yere dönüyor. Hazine, aslında en başından beri oradaymış. Rüyasını gördüğü ağacın dibinde. Ve burada çok klasik ama etkili bir anlatı devreye giriyor: Yolculuk dışarıya değil, içeriye yapılan bir şeydi. Ve bu dönüş, insanı en çok yıkan farkındalık. Çünkü aslında bütün o uğraş, bütün o çaba, bütün o savaş… hepsi içindeki bir şeyi teyit etmek içindi.
Yani mesele hedef değil, yolda yaşanan dönüşüm.
Ama bu dönüşüm, kendi başına mistik bir aydınlanma değil. Simyacı, sana şöyle bir cümle fısıldıyor: “Senin hayatın da bir anlatı, ama sen o anlatıyı yazan değil, sadece yaşayan bir karaktersin.” Ve bu cümle, kitabın felsefesinin en net hâli. Evren sana yardım etmiyor. Ama sen, kendi hikâyeni sürdürebilmek için evrenin yardım ettiğine inanıyorsun. Ve bu inanç, seni ayakta tutuyor.
Aşk mı? O da bu hikâyenin bir parçası. Ama sonsuz, saf, ilahi bir duygu değil. Daha çok bir ihtiyaç. Anlam inşa ederken kullanılan duygusal bir yapıtaşı. O yüzden ne gömmek gerekir ne kutsamak. Sadece yerini bilmek yeterli. Aşk, bir yolda karşılaştığın kişiyle aranda geçen anlamlı bir kesişme. Ve o kesişme sana bazı şeyleri hatırlatabilir: Beklemeyi, özlemeyi, umut etmeyi. Ama o kadar.
Fatıma’yı seven Santiago, aslında kendinin eksik yanını seviyor. Ve o eksiklikle yüzleşmeye cesaret edebildiği için yoluna devam ediyor. Bu aşk gerçek mi, hayal mi bilmiyoruz. Ama bir şeyi biliyoruz: Onu yolda tuttu.
Ve bazen, insanın bir adım daha atmak için bir hayale ihtiyacı olur. Hepsi bu.
Simyacı bir kitap değil, bir durum. Bir ruh hali. Bir sorgulama biçimi. İçinde evrenle konuşan karakterler, simgeler, rüyalar var ama aslında bu anlatıların hepsi sadece bir şeyin etrafında dönüyor: İnsan, kendi kurduğu masala inanarak yaşar.
Ve o masala ne kadar inanırsan, o kadar dayanırsın. Masal biterse, içindeki boşluk tekrar kendini hatırlatır.
Ve Santiago’nun hikâyesinde o boşluk hiç tam anlamıyla dolmaz. Belki hiçbirimizde dolmaz. Ama belki mesele de bu değildir. Belki mesele, onu doluymuş gibi hissettiren şeylerin peşinden gitmektir.
Merhaba. Bugün Tanrı hakkında konuştuğum serinin 3. yazısındasın. İlk 2 yazı için Tanrı ve Tanrı 2.0 başlıklı yazılarıma bakabilirsin.
Bugün, Tanrı hakkında konuşulamayanı konuşmaya niyetliyim. Farkındayım, bu biraz paradoksal bir cümle oldu ama zaten Kierkegaard’ın dediği gibi, felsefeden paradoksu çıkardığınızda geriye sadece sıkıcı bir akademik çöl kalıyor. Ve biz o çölü geçmek istemiyoruz. Biraz kaybolmayı, biraz da susmayı göze alarak ilerlemek istiyoruz. Ama susmadan önce, biraz konuşalım. Tanrı’yı konuşalım. Ama alışılmış biçimde değil. Bugün tartışmak istediğim soru şu: Tanrı ahlaksal bir varlık mıdır?
Evet, soruyu özellikle böyle koyuyorum çünkü hem geleneksel teistik anlayışta, hem de ateist eleştirilerde ortak bir varsayım dikkat çekiyor: Tanrı’nın ahlaksal bir varlık olduğu inancı. İki taraf da – biri varlığına iman ettiği için, diğeri varlığını inkâr ettiği için – Tanrı’yı bir tür “ahlaki fail” olarak tahayyül ediyor. Teist için Tanrı iyiliğin kaynağıdır; ateist içinse Tanrı’nın yokluğu, dünyadaki kötülüklerin açıklamasıdır. Ancak her iki tutum da aynı şeyi kabul eder: Tanrı, iyilikle ve kötülükle ilişkilidir. Ve ben de tam burada ipleri koparmak istiyorum.
Sormamız gereken, belki de hiç sorulmamış temel bir soru var: Bir varlığı ahlaksal yapan şey nedir? Ahlaklılık dediğimiz şey, iyi ve kötü arasında bir ayırt etme yetisini, bir tercihi, bir yönelimi içerir. Yani bir varlığa “ahlaklı” diyebilmemiz için onun, iyiyi seçebilme kapasitesine; kötüyü de en azından bilecek, tanıyacak bir bilince sahip olması gerekir. Ahlaki olmak; iyi ve kötüyü ayırt edebilmeyi, iyiye yönelmeyi, kötüyü dışlamayı gerektirir. Peki, Tanrı bu anlamda ahlaksal bir varlık olabilir mi?
Geleneksel teistik anlayışa göre Tanrı mutlak iyidir. Sadece iyi olanı ister, iyi olanı emreder, iyi olanı yaratır. Bu durumda şu paradoksal soruyla karşılaşıyoruz: Mutlak iyi olan bir varlık, kötüyü nasıl bilir? Çünkü iyinin bilgisi, kötünün bilgisi olmadan tamamlanamaz. İyiliği anlayabilmek için kötülüğün ne olduğunu da bilmek gerekir. Ama eğer Tanrı kötüyü biliyorsa – bilinç düzeyinde tanıyorsa – bu O’nun içinde kötülüğe dair bir imkan, bir farkındalık, bir “ufuk” olduğunu gösterir. Ve bu durumda Tanrı’nın mutlak iyiliği çatırdamaya başlar.
Dahası, Tanrı eğer özgür iradeye sahipse ve iyi olanı bilinçli olarak seçiyorsa, bu demektir ki kötü olanı da seçebilme kapasitesi vardır. Ama bu Tanrı’yı artık kusursuz olmaktan çıkarır. Eğer kötü olanı seçemezse, özgür değildir. Eğer kötü olanı seçebilirse, o zaman mutlak iyi değildir. Dolayısıyla Tanrı’yı hem mutlak iyi hem de bilinçli ve özgür bir ahlaki fail olarak tanımlamak, mantıksal bir çelişki üretir. Ve bu çelişki, ne teistler ne de ateistler tarafından yeterince dikkate alınır.
Ateistler de bu çelişkinin bir başka ucunda dururlar. Onlar, Tanrı varsa neden dünyada kötülük var diye sorarlar. Bu klasik “kötülük problemi” argümanına göre Tanrı ya iyi değildir ya da kudretli değildir. Çünkü kudretli ve iyi olan bir Tanrı, kötülüğe izin vermezdi. Ancak bu argüman da aynı ahlaki çerçevenin içinde döner durur. Çünkü Tanrı’nın iyilikle ve kötülükle ilgilendiği varsayılır. Oysa ben şunu söylüyorum: Tanrı, bu iyilik-kötülük çerçevesinin dışındadır. Tanrı ahlaksal bir varlık değildir.
Evet, burada kastettiğim şey, Tanrı’nın “ahlaksız” bir varlık olduğu değil; Tanrı’nın ahlak felsefesindeki sınıflamanın dışında kaldığıdır. Ahlaklı olan vardır. Ahlaksız olan vardır. Bir de ahlak dışı olan. Biz insanlar, ilk ikiye tabiyiz. Ama Tanrı, eğer varsa, üçüncüsüne dahildir. Ahlak dışı bir varlıktır. İyilik ve kötülük, insan bilincine ait karşıtlık kavramlarıdır. Bizim dilimizde, bizim kültürümüzde, bizim tarihimizde doğmuş ve gelişmiştir. Bir tür evrimsel fayda gözeterek türemiş normatif yapılardır. Ama Tanrı, eğer o aşkın, sonsuz, sınırsız ve bizimle kıyaslanamayacak bir varlıksa, nasıl olur da bizim dilsel etik kategorilerimize sıkışır?
İşte tam da burada teist ile ateistin ortak hatası ortaya çıkıyor. Her ikisi de Tanrı’yı bizim dünyamızın bir kategorisiymiş gibi düşünüyor. Oysa Tanrı ne “varlık” ne de “yokluk” diyalektiği içinde anlaşılabilir. Tanrı, “vardır” ya da “yoktur” denilerek tüketilebilecek bir mesele değildir. Çünkü bu varlık-yokluk ayrımı bile dilsel ve kavramsal bir zemin ister. Ve Tanrı, tam da bu zeminin dışında durur. Heidegger’in dediği gibi, belki de biz “Varlık” dediğimiz şeyi konuşamıyoruz bile. Çünkü konuştuğumuz anda onu bir nesneye indirgemiş oluyoruz. Tanrı da aynı şekilde, konuşulduğu anda bir nesneye, bir iddiaya, bir kavrama dönüşüyor. Oysa o, bütün kavramların ötesinde bir şey – veya hiçlik.
Tanrı hakkında konuşmak, bir nevi kendi dilimizin sınırlarını zorlamaktır. Ludwig Wittgenstein’ın ifadesiyle, “üzerine konuşulamayan hakkında susmalı” mıyız? Belki. Ama bazen susmak da konuşmanın en yoğun biçimi olur. Hele ki konu Tanrıysa.
Ve işin ilginç tarafı şu ki: Bu çıkarımla birlikte, Tanrı’nın ahlaksal bir varlık olmadığını söylediğimizde, hem teistik Tanrı’yı hem de ateistlerin eleştirdiği Tanrı’yı aynı anda çökertmiş oluyoruz. Çünkü her ikisi de, Tanrı’yı bir tür moral aktör olarak, bir tür ahlaki sistem kurucusu olarak görüyordu. Ama biz burada Tanrı’yı bu sistemden çıkararak, belki de daha “Tanrısal” bir konuma koyuyoruz. Tanrı, bizim iyi ya da kötü diye etiketlediğimiz şeylerle ilgilenmek zorunda değildir. Belki de ilgilenmiyordur. Belki de biz iyilik dediğimizde sadece bir işlevselliği, kötülük dediğimizde ise sadece bir bilinemezliği adlandırıyoruz.
Kısaca söylemek gerekirse, Tanrı bizim ahlak sistemimizin, dilsel sınırlarımızın, kavramsal inşalarımızın dışındadır. Bu nedenle Tanrı’yı ahlaksal bir varlık olarak tanımlamak, Tanrı’nın Tanrılığını sınırlamak olur. Ve ben buna karşıyım. Eğer Tanrı varsa, o hiçbir sistemin nesnesi olamaz. Ahlak sisteminin de. Bu yüzden Tanrı, bilinçli şekilde ahlaksal değildir. O, ahlak dışıdır.
İşte bu yüzden Tanrı hakkında konuşmak tehlikelidir. Çünkü her konuşma, Tanrı’nın mutlaklığını biraz daha törpüler. Aslında şunu demek istiyorum: insan duyduğu şeyleri sadece daha önce görmüşse tahayyül edebilir bazen gördüğü şeye benzeterek bazen de ayrıştırarak. Şimdi ben sana “aydınlık” dersem bu kavram senin kafan da hemen karanlık olmayan bir ortamı çağrıştırır. Karanlık dersem hiç ışık olmayan bir ortam hayal edersin. Yani daha önce bildiğin ve gördüğün bir şeylerle bağdaşım kurarsın. Ben “Tanrı” dediğim de senin aklına ne geliyorsa o Tanrı değildir. Çünkü şu an dünyada ki hiç kimsenin görmediği, duymadığı bir benzerlik kuramayacağı aşkın bir varlıktan söz ediyorum. Velhasıl kelam en iyisi çok konuşmamak.
İyi geceler. Biraz paradoksla, biraz da kedinle kucaklaş. Kirkegaard omzunda, Nietzsche arkada… Tanrıya ise, dilinin yettiği kadar sus. Bence tabi…
Hayatın sabahları tekrara açılan bir kapısı vardır. Dişlerini fırçalar, çayını içersin; işe gitmek için yola koyulursun. Her sabah aynı kaldırım taşlarına basarsın, aynı trafik ışıklarının önünde durursun, aynı yüzleri selamlar, aynı sokaklardan geçersin. Günler birbirinin gölgesi gibi akar gider ve bir gün, o döngünün ortasında bir an durursun. Her şey, yıllardır hiç değişmeyen bir senfoni gibi akarken bir çatlak belirir içimizde: Ben neden yaşıyorum?
Soru basit, ama yankısı derin. Gökyüzü sessizdir bu soruya; bulutlar ağır ağır geçip gider, rüzgar usulca esip dalları sallarken toprak susar. Ne tanrılar konuşur, ne yıldızlar; sadece büyük bir boşluk yankılanır evrenin içinde. O boşluk, insana tanrı yokmuşçasına susar. Evrenin kayıtsızlığı, içimizde yankılanan cevapsız bir sorudur. Ve o an, bir çatlama hissedersin, bir kırılma; sanki içindeki dünya, hiç dönmemiş gibi bir an durur. Albert Camus, o kırılmaya “absürt” der. İnsanın anlam arayışı ile evrenin kayıtsızlığı arasındaki çarpışma… İşte felsefenin gerçek doğuşu tam da burada başlar.
Sokrates, “Nasıl yaşamalıyız?” diye sormadan önce, daha temel bir soru çıkagelir: Hayat yaşamaya değer mi? Camus, bu yüzden şöyle der: “Gerçekten felsefi olan tek ciddi mesele intihardır.” Hayat saçma mıdır? Yoksa saçma olan, hayattan anlam beklememiz midir? Camus, insanın en büyük yanılgısının, evrenin bir anlam sunacağını varsaymak olduğunu söyler. Oysa evren, ne vaat eder ne de vaadini yerine getirir. Ama insan anlam istemekten vazgeçmez. Ve bu inat, bu gerginlik hayatı değerli kılar.
Camus’nün gözünde yaşamak, bir anlam bulmaktan ziyade anlamsızlıkla birlikte yürümektir. Ve burada mitoloji devreye girer; Sisifos’un trajedisi. Tanrıları kandırdığı için sonsuz bir cezaya mahkûm edilir Sisifos. Kocaman bir kayayı, sonsuzluğa dek bir dağın zirvesine yuvarlamak zorundadır. Ama her seferinde, tam zirveye ulaştığında kaya geri yuvarlanır. Sisifos, yeniden başlar. Ve her seferinde aynı emek, aynı yorgunluk, aynı tekrar… İlk bakışta bu bir işkence gibi görünür. Sonsuz bir çaba, beyhude bir uğraş. Ama Camus başka bir şey görür bu hikayede.
Sisifos, her sabah aynı saatte kalkan, aynı yollardan geçen, aynı konuşmaları yapan modern insanın bir yansımasıdır. Camus, bu döngüde bir tür kahramanlık bulur. “Sisifos mutlu olmalı,” der. Çünkü her seferinde o kayayı yeniden yuvarlamak, anlamsızlığa karşı bir başkaldırıdır. Ve taş düşse bile, yeniden başlamak, Camus’ye göre en büyük zaferdir. Sisifos, evrenin sessizliğine karşı kendi anlamını yaratır; kayanın düşeceğini bilmek, onun seni ezmesine izin vermek zorunda olduğun anlamına gelmez. Sisifos, hayatın saçmalığını kabullenir ama ona teslim olmaz. Her yeni gün, kayayı yeniden yuvarlamak için uyanır. Onun zaferi, zirveye varmak değil; kayanın düşeceğini bile bile devam etmektir.
Albert Camus, Sisifos’a bir kahraman gibi baktı çünkü o kandırmıyordu kimseyi. Hayatın saçmalığını gizlemiyordu. O saçmaya karşı susmuyor, kendi çabasını anlamın yerine koyuyordu. Gerçek kahramanlık buydu Camus’ye göre: İnançsız bir dünyada dürüst yaşamak. Kandırılmadan, kandırmadan… ama vazgeçmeden.
Yabancı’nın Meursault’su da bu dürüstlüğün temsilcisidir. “Bugün annem öldü. Belki de dün, bilmiyorum.” diye başlar hikâye. Bu cümle, bir tokat gibi çarpar insanın yüzüne. Duygusuz, soğuk, mesafeli… Ama Camus için bu, hayatın o tanıdık maskesini çıkaran bir dürüstlüktür. Meursault, acı çekiyormuş gibi yapmaz. Toplumun ona dayattığı yas tutma ritüelini yerine getirmez, sahte bir hüznün ardına saklanmaz. Çünkü Meursault, belki de hissedilecek bir şey olmadığını çoktan anlamıştır. O, toplumun maskelerine uymaz. Gözyaşlarıyla ölçülen bir sevgiye, ritüellerle sabitlenen bir acıya başkaldırır.
Camus, Meursault üzerinden bizi sarsar: Gerçekten hissetmediğin bir şeyi hissetmiş gibi yapmak mı daha insancadır, yoksa hissetmediğini kabul etmek mi? Toplum, role sadakati ödüllendirir; gerçek acıyı değil, gerçek olmayan gözyaşlarını kutsar. Meursault, bu yüzden yalnızlaşır; ama o yalnızlık, sahte bir aidiyetten daha değerlidir.
Ve işte, Camus’nün felsefesi tam da bu noktada kristalleşir: Yaşamak, saçmaya rağmen devam etmektir. Hayat anlam sunmaz, evren sessizdir. Ama insan, o sessizliğin ortasında kendi anlamını yaratır. Ve her sabah, kayanın düşeceğini bile bile yola çıkar. Sisifos, kayayı yeniden yuvarlar. Meursault, annesinin ölümünü olduğu gibi kabul eder. Ve biz, saçmaya rağmen yürürüz. Anlam aramak değil, anlamsızlıkla dans etmek… İşte Camus’nün gözünde yaşamak tam da budur: Saçmaya rağmen devam etmek, en yüce başkaldırıdır.Bunu yapabilenlere özeniyor ve kıskanıyorum.
İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı, yine de yaşamaya değer miydi? Bu soru çoğu insan için bir felsefi merak olmaktan öteye gitmezken, Leo Tolstoy için ölüm kalım meselesine dönüşmüştü. ‘Neden yaşamalıyım?’ diye soruyordu Tolstoy, tüm yazın dünyasının tanıdığı büyük Rus yazar. Bir zamanlar savaş meydanlarında, aristokrat salonlarında, geniş malikânelerinde hayatın tadını çıkaran o Tolstoy, bir sabah gözlerini açtığında yaşadığı her şeyin, sahip olduğu her varlığın derin bir hiçlikten ibaret olduğunu fark etti. Kalabalıklar, alkışlar, servetler… Hepsi bir illüzyonun parçalarıymış gibi uçup gitmişti zihninde. ‘Hayalî ve tahrip edilebilir hayatımdan hangi gerçek ve yıkılamaz öz gelecek?’ diye sorarken aslında herkesin korkup kaçtığı bir şeyle yüzleşiyordu: Anlamsızlık.
İtiraflarım adlı otobiyografisinde, anlam bulamamanın yarattığı boşluğu o kadar derinden hissetmişti ki, tek çözümün kendini asmak olduğunu itiraf etmişti. Koca Tolstoy, muazzam eserler ortaya koyan o dev adam, günün birinde kendini odasında yalnız bulup, hayatın devam etmeye değer olup olmadığını sorguluyordu. Bu ne tuhaf bir ironi değil mi? Herkesin peşinden koştuğu zenginlik, ün, başarı… Bunlara sahip olan biri, neden bir ip parçasına hayatını teslim etmek istesin ki?
Bu sorunun geçmişine dalmaya başladığımızda, karşımıza ilginç bir gerçek çıkıyor: ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu düşündüğümüz kadar eski değilmiş meğer. İnsanlık tarihinin başından beri var olduğunu sandığımız bu soru, aslında 1834 yılında Thomas Carlyle’ın Sartor Resartus adlı romanında ilk kez dile getirilmiş. Carlyle, ‘Yaşamımız Zorunluluk’la çevrilidir yine de Hayat’ın anlamı, Özgürlük’ten, İstemli Güç’ten başka bir şey değildir.’ diye yazarken, modern insanın boğuştuğu varoluşsal krizin tohumlarını atıyordu.
Carlyle’ın kahramanı, bu soruyu sormadan önce varoluşsal bunalımın olağan aşamalarından geçer. İlk olarak dini inanç kaybı yaşanır: ‘Şüphe, İnançsızlığa dönüşmüştü … ruhunun üzerinden şüphe üstüne şüphe acımasızca geçiyordu … O hâlde Tanrı yok mu?’ İşte her şeyin koptuğu yer burasıdır. Tanrı’nın olmadığı bir evren, soğuk ve sessizdir; bir buhar makinesi gibi işler ama ruhu yoktur. Carlyle’ın gözünde evren, ‘Yaşamdan, Amaçtan ve İradeden yoksundu: Beni ezmek için donuk kayıtsızlığıyla yuvarlanan âdeta devasa, bozuk, ölçülemez bir Buhar-makinesiydi.’ Varoluşun makineleşmesi… İşte tam olarak burada hayatın anlamı sorgulanmaya başlar.
Tolstoy da aynı bunalımı yaşar. Mal mülk içinde yüzerken, göz kamaştıran malikânelerinde huzur bulması gerekirken içini bir boşluk kemirir durur. Daha fazla toprak, daha fazla servet, daha büyük işler… Ama neden? Ekini büyütüp daha çok mahsul almak için mi? Peki neden? Onca uğraş, onca çaba, sonunda yok olup gidecek bir hayata adanmışsa ne anlamı var ki? Kendisi de, sevdiği herkes de ölecek; geriye sadece ‘pis koku ve solucanlar’ kalacak. Her şey unutulacak ve geriye hiçbir iz kalmayacak. İşte bu yüzden Tolstoy, anlam arayışını varoluşsal bir mesele olarak görür. Ve bu arayış, onu uçurumun kenarına kadar sürükler.
Bu sorunun, yani anlam arayışının tarihsel olarak ne kadar yeni olduğu, aslında bir başka gerçeği de gösteriyor. Sanayi Devrimi, Batı toplumlarında büyük bir değişimi tetiklerken, aynı zamanda modern insanın Tanrı’yı kaybetmesine, bilime sarılmasına ve anlamı maddede aramasına sebep olmuştur. Carlyle, Sartor Resartus’ta ‘Ateistik Yüzyıl’ olarak adlandırdığı bu dönemde bilimin ışığının her köşeye sızmasından rahatsızlık duyar. ‘Doğada ya da Sanatta aydınlatılmamış en küçük bir kuytu ya da en ufak bir delik kalmayacak.’ İşte bu bilimsel ilerleme, anlamın metafizik boyutunu, ruhani arayışları bir kenara itip, yerini mekanik bir dünya görüşüne bırakır.
Aynı şekilde Tolstoy da fizik ve doğa bilimlerine kafa yorduğu dönemlerde, varoluşsal bunalımlarının derinleştiğini günlüğünde itiraf eder. Yerçekimi, hava basıncı, doğa yasaları… Bunlar onun gözünde, her şeyi açıklıyor gibiydi ama hiçbir şeyi anlamlı kılmıyordu. ‘Bütün bilimlerde aradım,’ diye yazmıştı, ‘ancak istediğimi bulmak bir yana, benim gibi hayatın anlamını bilgide arayan herkesin hiçbir şey bulamadığına ikna oldum.’ Yani bilgi, anlamı yaratmıyor, sadece mekanizmayı gösteriyordu. Ve mekanizmanın içinde amaç yoktu.
Peki, Carlyle ve Tolstoy’un ölümünden bir asırdan fazla bir süre geçmişken, biz onların umutsuzca aradığı anlamı bulabildik mi? Sanmıyorum. Modern insan, tüm konforuna rağmen hâlâ o içsel boşluğu hissetmeye devam ediyor. Bilimsel ilerleme, teknolojik gelişmeler, zenginleşen toplumlar… Bunlar sadece meşguliyetler. Anlam mı? O hâlâ karanlık bir odada saklı duruyor.
Karanlıkta Yankılanan Soru: Anlam Nedir?
Tolstoy ve Carlyle’ın ardında bıraktığı iz, varoluşun anlamını arayan sayısız düşünürü beraberinde getirdi. 19. yüzyılın o karanlık düşünce akışında, “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, bir an için bile gölgelenmedi. Ancak o sorunun yankısı, sadece Tolstoy’un malikânelerinin boş odalarında veya Carlyle’ın sayfalarında kalmadı; Nietzsche’nin çığlıklarında, Kierkegaard’ın içsel hesaplaşmalarında, Schopenhauer’in karanlık satırlarında yankılandı. Modern insan, Tanrı’yı kaybettiğinde arkasında büyük bir boşluk bıraktı ve o boşluk hiçbir şeyle dolmadı.
Şöhret? Sahip olabileceğin her şeyin gölgesinde parıldayan, ama içi boş bir illüzyon… İnsanlar, adlarını sokaklarda bağıra bağıra haykırdığında, her yerde yüzleri göründüğünde hayatlarının anlam bulacağını sanıyorlar. Ama gerçek hiç de öyle değil. Nietzsche’nin dediği gibi: “Şöhret, zamanın testine dayanmaz; geçici bir yankıdır, kalıcı bir anlam değil.” Koca imparatorluklar yıkıldı, büyük liderler unutuldu, alkışlar kesildi. Geriye sadece sessizlik kaldı. Öyleyse şöhret, anlamın karşılığı olamaz. Sadece yankılanan bir boşluktur.
Peki ya aşk? O büyük kavuşmalar, filmlerde izlediğimiz tutkulu hikayeler… Şiirlere, romanlara konu olan o büyülü his… Kierkegaard’a soracak olursan, aşk da bir illüzyondur. İnsanı avutmak için yaratılmış, ruhun o derin boşluğunu bir an olsun dindirebilsin diye tasarlanmış geçici bir kaçış noktası. O büyük heyecan, o baş döndürücü tutku, zamanla sıradanlaşır. Kierkegaard, “Tekdüzelik ve Sıkıntı” adlı eserinde, tutkunun zamanla nasıl buharlaştığını anlatır. Başlangıçtaki o yoğun hisler, yerini sıradan diyaloglara, günlük telaşlara bırakır. Bir zamanlar anlam sandığın şey, geriye sıradan bir alışkanlık olarak kalır. Aşk, insanı sarhoş eder ama ayıldığında geriye sadece baş ağrısı bırakır.
Modern dünyanın en büyük aldanışlarından biri. İnsanlar, tutkuyla dolu gecelerde, bedenlerin bir araya gelişinde anlam arıyorlar. Her yeni ten, her yeni dokunuş onlara bir şeyleri hissettirecekmiş gibi… Ama sabah olduğunda, odanın içindeki o ağır sessizlik tekrar geri gelir. İnsan ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın, o içsel boşluk, gecenin bir vakti tekrar kapıyı çalar. O an anlarsın ki; bedenlerin geçici birleşmesi, ruhun boşluğunu doldurmaz. Anlam, tenin dokunuşunda değil, çok daha derinlerde saklıdır. Schopenhauer, bu arzunun köleliğinden kurtulamayan insanın asla özgür olamayacağını savunur. Tutkuların esiri olmuş bir ruh, hiçbir zaman gerçekten hür değildir.
Sevgi mi? İnsanlar bunu anlamın en yüce şekli olarak görme eğilimindedir. Anne babalar çocuklarını kucakladığında, aşıklar birbirine sarıldığında… Anlam mı doğar gerçekten? Yoksa bu da büyük bir aldanış mı? Şöyle bir düşün; sevdiğin herkes ölümlü ve eninde sonunda hayat sahnesinden çekilip gidecek. Ne kadar sarılırsan sarıl, ne kadar seversen sev, bu dünyadaki her şey gibi yok olup gidecek. O zaman o büyük anlam arayışı, başkalarının varlığına mı bağlı olmalı? Schopenhauer, “Sevgi, aslında varoluşun acısını hafifletmek için doğmuş bir yanılgıdır,” derken tam da buna işaret ediyordu. Evet, sevgi güzeldir, ruhu ısıtır. Ama anlam mıdır? Hayır. Çünkü o da geçicidir.
Bütün bu arayışlar, anlamın sadece bu dünyaya sıkışmış, geçici hazlardan ibaret olduğunu sananların yanılgısıdır. İster şöhretin büyüsüne kapıl, ister aşkın sarhoşluğuna düş, ister tenin geçici dokunuşlarında kendini kaybet; günün sonunda geriye kalan şey kocaman bir boşluktur. Ve o boşluğu hiçbir madde, hiçbir ten, hiçbir alkış dolduramaz. İnsan, aradığı anlamı dışarıda değil, kendi içinde bulmalıdır. Ancak o zaman gerçekten yaşamaya değer bir hayatın kapıları aralanır. Ve işte o kapının ardında, Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Schopenhauer’in ömrü boyunca aradığı o ışık süzmesi vardır: Hakiki bir farkındalık.
Anlamı Ararken Kaybolmak
Belki de en köklü sorulardan biriyle devam edelim: Hayatın anlamı haz almak olabilir mi? Madem ki aradığımız şey, yaşadığımız her saniyede biraz daha mutlu olmak, biraz daha doyuma ulaşmak, o zaman hayatın bütün bu karmaşasının altında yatan tek gerçek haz mı? İlk bakışta kulağa cazip geliyor; düşünsenize, tüm hayatınız sadece haz dolu anları biriktirmekten ibaret. Acının, hüznün, kaygının olmadığı bir yaşam… Sonsuz bir mutluluk döngüsü.
Kendi hayatımı düşündüğümde, lise yıllarım gelir aklıma. O zamanlar sanırdım ki her şeyin anlamı haz almakta. Arkadaşlarla eğlenmek, gecenin geç saatlerine kadar dışarıda kalmak, anlamsızca sokaklarda gezip kahkahalara boğulmak… Bir süre iyi gelir insana, adeta sarhoş eder. Ama gecenin bir vakti, herkes dağıldığında, o kalabalık sesler kesildiğinde, bir sessizlik inerdi üstüme. “Bu kadar mı?” diye sorardım kendime. Tüm o koşuşturma, tüm o çılgınlık, her şeyin sonunda sadece daha büyük bir boşluk bırakıyordu içimde.
Ama ne yazık ki bu kadar basit değil. Haz peşinde koşan insan, sanki hiç doymayan bir açlıkla hareket eder. İster başarı olsun, ister para, isterse tensel zevkler… Birine ulaştığında bir diğeri göz kırpar insana. Ve bu döngü hiç bitmez. Her zirve, bir sonrakinin habercisidir. Daha fazla kazanmak, daha fazla tüketmek, daha fazla hissetmek… Ama nedense hiçbir zaman tam olarak ‘Bu kadar, tamam, artık oldum.’ diyemez insan. Çünkü haz, geçicidir. Belki birkaç saniyelik bir sarhoşluk, birkaç dakikalık bir heyecan, ama sonrası? O derin boşluk, tekrar kapıyı çalar.
Eğer hayatın anlamı haz almak olsaydı, onu bulduğumuz an tatmin olmalıydık, değil mi? Oysa ne zaman zirveye çıkılsa, ardından daha büyük bir boşluk, daha derin bir arayış başlar. Belki de insanın en büyük yanılgısı budur: Hep biraz daha fazla hissetme arzusu. O yüzden daha çok çalışır, daha çok tüketir, daha çok peşinden koşarız hazların. Ama sonunda, aradığımız şeyin bir illüzyon olduğunu fark ederiz. Çünkü haz, anlam değildir; sadece anlam arayışının üzerini örten bir yorgan gibidir. Altında ne olduğunu görmek istemediğimizde, üzerine kat kat haz ekleriz ki o boşluğu hissetmeyelim. Ama ne zaman durup bir soluklansak, o örtü kalkar ve o kocaman karanlık tekrar karşımıza çıkar.
Peki ya gerçekten sadece haz peşinde koşsaydık? Daha büyük arabalar, daha lüks evler, daha parlak başarılar… Bunlar bizi tatmin eder miydi? Hayır. Çünkü insan ruhu sadece bedensel tatminle yetinemez. Bir zaman gelir, ‘Bunun ötesinde ne var?’ diye sorar. İşte o an, haz perdesi yavaşça kalkar ve arkasında büyük, sessiz bir boşluk belirir. Ve o boşluk, ne kadar haz eklersen ekle, asla dolmaz. Belki de bu yüzden lise yıllarında anlamı aramaya başlamıştım; çünkü her haz, beni sadece daha büyük bir sorgulamaya itiyordu.
Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Kierkegaard’ın aradığı şey de buydu belki. Hayatın anlamını, geçici hazların ötesinde aramak… Çünkü biliyorlardı ki insan, sadece hazla yetinemez. O, varoluşunun derinliklerinde daha büyük bir yankıyı, daha kalıcı bir iz bırakmayı arar. Ve belki de hayatın gerçek anlamı, o boşluğu doldurmanın yolunu bulmaktır. Ama nasıl? Bu, asırlardır süren büyük bir muamma. Ve belki de o muammanın çözümü, hazların ötesine geçip, gerçekten ne aradığımızı bulmakta saklıdır. Ama ne arıyoruz ve bunu bize kim söyleyecek. Evet sana şunu itiraf etmeliyim hayatın anlamı kesinlikle bir tanrı bir yaratıcı figürünün olup olmamasına bağlıdır. Eğer bir yaratıcı varsa hayatın anlamı vardır. Peki nedir? O Tanrı hayatın anlamını ne olarak koyduysa odur.
Biliyor musunuz, uzun zamandır en mutlu olduğum anlar, üzerinde emek verdiğim, her satırını ince ince dokuduğum yazılarımı bitirdiğim zamanlar oldu. Öyle bir his ki, sanki zihnimde dağınık duran düşünceler birer birer yerine oturuyor, kelimeler kağıda dökülürken her şey biraz daha anlam kazanıyor. Bugün yine o günlerden biri… Uzun zamandır üzerine düşündüğüm, araştırdığım, taslağını kafamda defalarca şekillendirdiğim bir yazıyı bitirmenin heyecanı var içimde.
Daha önce burada birlikte milliyetçilik, solculuk, komünizm üzerine konuştuk. Hepsi üzerine ayrı ayrı düşündüğüm, çoğuna katılmadığım, hatta bazen keskin bir dille eleştirdiğim ideolojilerdi. O yazılarda belki öfkemin ince bir sızı gibi satırlara sindiğini hissetmişsinizdir. Çünkü o fikirler, bireyi kolektifin arkasına atan, özgürlüğü bir kalıba sokmaya çalışan düşüncelerdi. Benim için özgürlük, bir ideolojinin lütfu değil; insanın doğuştan gelen hakkıdır.
Ama bugün farklı bir şey yapacağız. Bu kez, çoğu görüşüne katıldığım, savunduğu ilkeleri benimsediğim bir ideolojiyi ele alacağız: Liberalizm.
Liberalizm, belki de en çok inandığım siyasi ve ekonomik felsefelerden biri. Devletin, bireyin özgürlüğünü sınırlamadan yalnızca güvenliği sağladığı, insanların kendi kararlarını alabildiği, piyasanın kendi dengesiyle işlediği bir sistem… Gece Bekçisi Devlet metaforu aklıma gelir hep. Devlet, sadece sokak lambalarını yakar, suçluları kovalar ama işine karışmaz; ne yiyeceğine, ne giyeceğine, neye inanacağına ,nasıl yaşayacağına müdahale etmez.
Bu yazıda seni hayali bir şehre götüreceğim. Devletin yalnızca bir gölge gibi durduğu, bireylerin özgürce iş kurduğu, fikirlerini serbestçe dile getirdiği, piyasanın kendi akışını bulduğu bir şehir… Sabahın ilk ışıklarıyla esnaf kepenklerini açacak, dükkan sahipleri çaylarını demleyecek ve devlet, sadece uzaktan izliyor olacak.
Sonra birlikte liberalizmin tarihsel köklerine ineceğiz. John Locke’un özgürlük manifestosundan Adam Smith’in Görünmez El teorisine kadar, bu felsefenin taşlarını teker teker dizeceğiz. Piyasanın o büyüleyici işleyişini, bireyin önündeki engellerin nasıl kaldırıldığını ve devletin minimalist bir hakem olarak nasıl var olması gerektiğini konuşacağız.
Ve tabii ki eleştirilere de kulak vereceğiz. Liberalizmin eksik kaldığı, piyasanın insafsız kaldığı anları, devletin müdahale etmemesinin yarattığı eşitsizlikleri, sağlık ve eğitimdeki uçurumları sorgulayacağız. “Gerçekten herkes eşit başlıyor mu bu yarışa?” diye soracağız.
Son olarak modern dünyaya bakacağız. Pandemiyle geri dönen devlet müdahalesini, dijital çağın getirdiği dev tekelleri ve liberalizmin 21. yüzyıldaki sancılı yürüyüşünü tartışacağız. Kripto paralarla açılan yeni özgürlük kapıları, büyük şirketlerin piyasa üzerindeki tahakkümü… Hepsini masaya yatıracağız.
Şimdi, kahveni al, arkanı yasla. Sana serbest piyasanın dar sokaklarını, özgürlüğün geniş caddelerini ve devletin sadece bir gece bekçisi olduğu o dünyayı anlatacağım.
Hazırsan, başlayalım.
Gözlerini Açtığın Şehir: Laissez-Faire
Gözlerini açtığında, sabahın ilk ışıkları şehrin üzerine ince bir sis tabakası gibi yayılıyor. Sokaktan hafif bir uğultu geliyor; kendi hayatını kurmuş insanların sesi bu. Gün henüz yeni başlıyor ama hayat çoktan akmış, kendi yolunu bulmuş.
Yatağından kalkıp pencereden dışarı bakıyorsun. Sokakta kurulan küçük tezgâhlar, dükkanlar, kahve satan genç bir kadın… Hepsi kendi işinin patronu, kendi yolunun yolcusu. Kimseye bağlı değiller, kimsenin boyunduruğunda çalışmıyorlar. Yolda yürürken karşılaştığın yaşlı adam, eski bir terzi, dükkânını kendi emeğiyle ayakta tutmuş. Anlattığına göre, dükkanını açarken kimseden izin almamış; tek yapması gereken, müşterileri memnun etmekmiş.
Kahve almak için sıraya girdiğinde, sıranın hızlıca ilerlediğini fark ediyorsun. Kimse birbiriyle tartışmıyor, herkes kendi işinde. Sıradaki genç adam, kendi işine yeni atılmış, küçük bir yazılım şirketi kurmuş. Devletten destek almamış, yatırımcısını kendi bulmuş, ürününü kendisi geliştirmiş. “Burada herkesin kendi hikâyesi var,” diyor, “kimse bir başkasının sırtından geçinmiyor.”
Biraz ileride genç bir kadın, elindeki kitapları satıyor. “Kimseye minnet etmeden para kazanmak, kendi ayaklarının üstünde durmak müthiş bir duygu,” diyor. “Devlet işime karışmıyor, ne satacağıma ne fiyat koyacağıma karışan yok. İşini iyi yapan kazanıyor.”
Bu şehirde devlet sadece güvenliği sağlıyor, düzeni koruyor. Yol boyunca görebileceğin tek devlet görevlisi, sokakta devriye gezen bir polis memuru. Onun da tek görevi, insanların güven içinde yaşamasını sağlamak. Yasalar basit: Kimse kimsenin özgürlüğüne müdahale etmezse sorun yok.
Bu şehirde kimse özgürlük için kavga etmiyor çünkü özgürlük, zaten herkesin doğuştan sahip olduğu bir hak olarak kabul edilmiş. Yasalar, bireylerin haklarını korumak üzere var; kimsenin özgürlüğü, devletin keyfi kararlarına kurban gitmiyor.
Burası, hayalini kurduğun liberal dünya mı? Özgürlüğün gerçekten böyle bir tadı mı var?
Özgürlüğün Rüzgarı: Liberalizmin Doğuşu
Her şey, Orta Çağ’ın karanlık koridorlarında gezinen düşüncelerle başladı. Kilisenin baskıcı otoritesi, kralların mutlak gücü ve bireyin neredeyse bir hiç sayıldığı zamanlar… İnsan, sadece Tanrı’nın hükmünde bir figürandı. Ne doğduğu toprakları terk edebilir, ne de düşüncelerini özgürce dile getirebilirdi. Her şey, Tanrı’nın ve onun yeryüzündeki temsilcisi olan kralın emri altındaydı.
İşte tam o zamanlarda, Avrupa’nın köhne sokaklarında bir kıvılcım çakmaya başladı. İnsanlar sormaya cesaret etti: “Peki ya bireyin hakkı? Peki ya özgürlük?” İşte liberalizmin tohumları, bu soruların gölgesinde atıldı.
Aydınlanma Çağı: Zincirlerin Kırıldığı Günler
18. yüzyılın başları… Fransa, İngiltere ve Amerika’da yepyeni bir rüzgar esmeye başladı. John Locke, insanın doğuştan gelen haklarının olduğunu savunarak ilk büyük manifestoyu kaleme aldı: “Herkes yaşam, özgürlük ve mülkiyet hakkına sahiptir.” Bu sözler, sadece bir felsefi önerme değil, aynı zamanda bir devrim çağrısıydı.
Locke, devletin var olma sebebinin bireyin haklarını korumak olduğunu öne sürüyordu. Devlet, bir baba figürü değil, bir hakem olmalıydı. İnsanlar kendi kararlarını alabilmeli, kendi hayatlarını inşa edebilmeliydi. Locke’un bu düşünceleri, liberalizmin manifestosu olarak tarihe geçti.
Ardından sahneye Adam Smith çıktı. İskoçya’nın soğuk rüzgarlarının estiği Edinburgh sokaklarında, “Ulusların Zenginliği” adlı kitabını kaleme aldı. Smith’e göre, insan doğası gereği çıkarlarını gözetir ve bu çıkarlar, piyasa ekonomisini harekete geçirir. Görünmez El teorisi, piyasanın kendi kendini düzenlediğini ve devlet müdahalesinin gereksiz olduğunu savunuyordu. Ekonomik özgürlüğün, bireysel özgürlüğün temel taşı olduğu düşüncesi, liberalizmin ekonomik ayağını güçlendirdi.
Montesquieu: Kuvvetler Ayrılığı
Aydınlanma’nın bir diğer yıldızı Montesquieu, devleti dizginlemenin yolunu aradı. “Kanunların Ruhu” adlı eserinde, devletin gücünün tek bir elde toplanmaması gerektiğini savundu. Yasama, yürütme ve yargı güçleri birbirinden bağımsız olmalıydı. Böylece, devletin bireyin hayatına müdahale etmesi zorlaşacaktı. Montesquieu, özgürlüğün en büyük düşmanının merkezi güç olduğunu çok iyi biliyordu.
Bu üç büyük düşünürün attığı tohumlar, liberalizmin kök salmasını sağladı. Artık özgürlük, sadece bir felsefi kavram değil; aynı zamanda siyasi bir talep, ekonomik bir sistem ve toplumsal bir düzen arayışıydı.
Bireycilik: Devlet mi? Birey mi?
Şehirde yürüyorsun… İnsanlar dükkânlarını açıyor, birileri sabahın ilk ışıklarıyla gazetelerini çıkarıyor, kimileri sokak köşesinde müzik yapıyor. Hepsinin ortak bir tarafı var: kendi ayakları üzerinde duruyorlar. Ne bir devlet dairesine sırtlarını yaslamışlar ne de başkalarının sırtından geçiniyorlar. Ellerinde sahip oldukları tek şey var: kendi özgür iradeleri ve çalışkanlıkları.
Birey… Liberalizmin merkezinde duran, her şeyin etrafında döndüğü o kutsal varlık. Devlet mi? O sadece bir hakem, bir düzen sağlayıcı. Sahada top koşturan, mücadele eden, terleyen hep bireyler. İşte bu yüzden, liberalizmin doğasında devlete dair bir şüphe hep var olmuştur. Devlet ne kadar büyürse, bireyin özgürlüğü o kadar kısıtlanır.
Özgürlük ve Mülkiyet: Locke’un Mirası
John Locke’a göre, bireylerin devredilemez hakları vardır: yaşam, özgürlük ve mülkiyet. Bu haklar, devletin himayesinde değil; doğuştan gelir, bir kralın veya hükümetin lütfu değildir. Mülkiyet hakkı ise, bireyin emeğiyle doğar. Bir çiftçi toprağı eker, biçer ve oradan elde ettiği mahsul onun emeğinin bir karşılığıdır. Bu mülkiyet, devletin değil, bireyin hakkıdır. Yani devlete vergi vermek zorunda değildir. Pardon HARAÇ.
Locke’un felsefesinde devletin rolü oldukça minimaldir. Devletin işi; adaleti sağlamak, mülkiyeti korumak ve insanların birbirlerinin haklarına müdahale etmesini engellemektir. Daha fazlası değil. Bu yüzden liberalizmde devletin sınırları, bireyin haklarını ihlal etmeyecek şekilde çizilir.
Birey ve Toplum İlişkisi: Atomize mi, Organik mi?
Burada belki de en sık sorulan sorulardan biri şudur: “Liberalizm bireyi bu kadar kutsallaştırırken, toplumu göz ardı etmiyor mu?” Cevap net: Hayır. Liberalizm, bireyler arası doğal bir toplumsallık olduğuna inanır; ancak bu, zoraki bir kolektif yaşam değildir. Bireyler, kendi özgür iradeleriyle bir araya gelirler. İhtiyaçları olduğunda bir araya gelir, gereksiz gördüklerinde dağılırlar.
Toplum, devletin bir dayatması değil; bireylerin kendi özgür iradeleriyle kurduğu doğal bir düzendir. Bu yüzden, liberalizmde devletin topluma yön verme yetkisi son derece sınırlıdır. Eğitimden ekonomiye, sağlıktan sanata kadar her şey bireylerin tercihlerine bırakılır. Devletin eli, sadece düzenin bozulduğu yerde görünür.
Devletin Sınırları: Gece Bekçisi mi, Büyük Birader mi?
Liberalizmin meşhur bir metaforu vardır: Gece Bekçisi Devlet. Bu kavram, devletin sadece güvenliği sağladığı, mülkiyeti koruduğu ve adaleti tesis ettiği bir yapı öngörür. Devletin görevi, tıpkı bir gece bekçisi gibi güvenliği sağlamakla sınırlıdır. Ne ekmeğin fiyatına karışır, ne de hangi işin daha değerli olduğuna…
Burada devletin otoritesi sorgulanır. Vergi mi? Liberalizmde, devletin elini bireyin cebine bu kadar kolay uzatması hoş karşılanmaz. Sosyal yardımlar mı? Eğer birey kendi emeğiyle kazanabiliyorsa, devletin ona neyi, ne kadar vereceğini belirlemesi liberal özgürlüğe aykırıdır.
Büyük Birader’e, yani totaliter bir devlete dönüşen her yapı, liberalizmin doğasına aykırıdır. Çünkü devlet büyüdükçe, bireyin nefes alacağı alan daralır. Her yeni yasa, her yeni düzenleme, bireyin bir adım daha geri çekilmesine neden olur.
Milliyetçilik Karşısında Bireycilik: Kimin İçin Özgürlük?
Liberalizm, milliyetçilikten köklü bir şekilde ayrılır. Milliyetçilik, bireyin kimliğini ulus devletin çatısı altında tanımlar; liberalizm ise bireyi, millî sınırların ötesinde özgür bir varlık olarak kabul eder. Bir liberal için; bir insanın hakları, doğduğu toprakla sınırlı değildir. Milliyetçilik, bireyi ulusun bir parçası olarak görürken; liberalizm, ulusu bireylerin bir araya gelmesiyle oluşan bir yapı olarak kabul eder.
Bu yüzden, bir liberale “Vatan mı, birey mi?” diye sorduğunda, cevabı nettir: “Birey varsa, vatan vardır.” Çünkü bireylerin özgürlüğü olmadan, bir ulus sadece zincirlenmiş kitlelerin topluluğudur. Yani bir düşün bakayım.Sen yoksan devletin var olmasının ne önemi ne geçerliğiği var senin için.
Ekonomik Liberalizm: Görünmez Elin Dansı
Gözlerini yeniden o şehirde aç. Sabahın ilk ışıkları, dükkanların camlarına vuruyor. Kahve kokusu sokak aralarına sinmiş, pastanelerden taze ekmek kokusu yükseliyor. İleriye doğru yürüdüğünde büyük bir meydan var; ortasında küçük tezgâhlar, yerel üreticiler ve genç girişimciler… Kimse fiyat sormuyor, pazarlık yapmıyor. Çünkü burada piyasa kuralları işlemiş, denge kendiliğinden bulunmuş. İşte bu, Görünmez El dediğimiz şey.
—
Görünmez El: Ekonomik Dengenin Doğal Mimarisi
Adam Smith, İskoçya’nın soğuk rüzgarları arasında kaleme aldığı “Ulusların Zenginliği” eserinde, ekonomik sistemin aslında bir orkestraya benzediğini anlatır. Ancak bu orkestra, bir şefin sopasıyla değil, müzisyenlerin doğal uyumuyla çalar. Her bir birey, kendi çıkarını maksimize etmeye çalışırken, topluma istemeden de olsa katkıda bulunur.
Düşünsene, bir çiftçi tarlasını ekip biçiyor, ürünü satıyor. Bu sırada bir fırıncı, çiftçiden aldığı buğdayı ekmeğe dönüştürüyor ve insanlar sabah kahvaltısını yapabiliyor. Bu döngüde ne merkezi bir planlayıcı var ne de devletin müdahalesi… Herkes kendi işini yapıyor ve bu zincir, kimsenin fark etmediği bir dengeyi sağlıyor.
Smith’in meşhur “Görünmez El” metaforu tam da burada devreye giriyor: Devlet müdahalesi olmadan, piyasa kendi kendine denge bulur. Bu, bir liberal için ekonomik özgürlüğün kutsal kitabıdır. Devletin ekonomiye müdahalesi ne kadar azalırsa, bireyler o kadar rahat nefes alır.
—
Laissez-Faire: Bırak Yapsınlar, Bırak Geçsinler
Liberal ekonominin en temel kavramlarından biri: Laissez-Faire. Fransızca kökenli bu ifade, “Bırak yapsınlar, bırak geçsinler” anlamına gelir. Temel felsefesi, devletin ekonomiye karışmaması gerektiğidir. Vergiler minimum düzeyde olmalı, bürokratik engeller kaldırılmalı, ticaret özgür olmalıdır.
Hong Kong, Singapur ve İsviçre gibi ülkeler, bu ekonomik modelin başarılı örneklerindendir. Devlet, ticareti kısıtlamaz, girişimcilerin önünü açar ve sermaye özgürce dolaşır. Sonuç mu? Yüksek yaşam standartları, düşük işsizlik oranları ve refah seviyesinin artışı…
Hong Kong’da bir kafe açmak istediğinde tek yapman gereken; yer bulmak, sermaye ayarlamak ve işe koyulmak. Devlet sana neyi nasıl yapacağını söylemez. Eğer başarılıysan, büyürsün. Başarısızsan, yeni bir yol bulursun. Bu özgürlük, bireye hata yapma lüksü de tanır. Çünkü devlet elini cebine atmaz, seni koruma bahanesiyle zincirlemez.
—
Devlet Müdahalesinin Maliyeti: Hayali Bir Senaryo
Bir sabah kalktığında, belediye başkanının yeni bir karar aldığını duysan: “Şehirde ekmek fiyatları sabitlendi. Kimse ekmeği 5 liradan fazla satamaz.” İlk başta kulağa hoş gelir, değil mi? İnsanlar ekmeği daha ucuza alacak, fakir fukara da rahat edecek… Ancak ertesi gün fırınlar kapanmaya başlar. Çünkü un, maya, elektrik, işçilik maliyetleri 5 lirayı karşılamaz. Kimse zararına iş yapmaz.
Piyasaya yapılan her müdahale, doğrudan ya da dolaylı olarak dengenin bozulmasına yol açar. O yüzden liberalizmin mottosu nettir: “Devletin eli ne kadar kısa olursa, bireyin eli o kadar güçlüdür.”
—
Rekabetin Adaleti: En İyi Olan Kazansın
Liberalizmde piyasa, bir savaş alanı değildir; bir yarış pistidir. Herkes kendi yetenekleriyle, bilgisiyle, emeğiyle bu yarışa katılır. En iyi ürünü sunan, en iyi hizmeti sağlayan kazanır. Bu yüzden başarısız olan elenir, başarılı olan büyür. Bu sistem acımasız mı? Belki evet. Ama bir o kadar da adil… Çünkü herkes aynı kurallara tabidir. Devlet kimseye torpil yapmaz, kimseye imtiyaz tanımaz.
Ekonomik liberalizm, bireyin kendi çabasıyla bir yerlere gelmesini destekler. Devletin lütfu değil, bireyin emeği söz konusudur. Fabrikalarını büyüten iş insanları, yazılımlarıyla dünya pazarına açılan genç girişimciler… Hepsi bu özgürlüğün birer meyvesidir.
Siyasal Liberalizm: Sandığın Gücü
Saatler akşamı bulmuş, şehrin ışıkları birer birer yanmaya başlamış. Caddelerde yürüyen insanlar, işlerini tamamlamış, dükkanlarını kapatmış; kimi evine dönüyor, kimi arkadaşlarıyla buluşmaya gidiyor. Yolda bir seçim afişi dikkatini çekiyor: “Özgürlük İçin Oy Ver!” Altta küçük harflerle eklenmiş bir slogan daha var: “Bireyler Özgür Olduğunda Toplum Güçlenir.”
Liberalizmin siyasi sahnesine hoş geldin. Burada sandık, sadece bir oy verme aracı değil; bireyin devlete “Ben buradayım” deme biçimidir. Devletin varoluş sebebi, bireylerin haklarını korumak ve özgürlüklerini garanti altına almaktır. Aksi takdirde, o devlet liberalizmden sapmış demektir.
—
Temsili Demokrasi: Bireyin Sesi Sandıkta Yankılanır
Liberalizm, demokrasiyi bireyin sesini en iyi yansıtan araç olarak görür. Ancak burada kastedilen, klasik demokrasiden biraz farklıdır. Temsili demokrasi, bireylerin doğrudan her karara katılmadığı, fakat kendilerini temsil edecek kişileri seçtiği bir düzendir.
Neden mi böyle? Çünkü liberal düşünce, bireyin zamanının kıymetli olduğunu savunur. Her yasa tasarısını tek tek oylamak yerine, bireyler kendi düşüncelerine en yakın temsilcileri seçerler. Bu temsilciler, seçmenin haklarını korur, özgürlüklerini savunur ve devletin birey üzerindeki etkisini minimumda tutar.
Ancak burada bir fark var: Liberal demokrasilerde devlet kutsal bir yapı değildir. Halk, her zaman devletin üzerinde bir denetleyici güce sahiptir. Seçimler bunun bir göstergesidir. Temsilciler, halk adına hareket ederler ve hesap verirler. Eğer halk memnun değilse, seçim zamanı gelir ve yeni temsilciler seçilir.
—
Hukukun Üstünlüğü: Keyfi Yönetimden Kurtuluş
Liberalizmin bel kemiği olan bir diğer kavram: Hukukun Üstünlüğü. Birey, devlet karşısında hukuken korunur. Devletin keyfi kararlar almasını, bireylerin haklarını gasp etmesini engelleyen şey, hukuk sisteminin bağımsızlığıdır.
Montesquieu’nun ortaya koyduğu Kuvvetler Ayrılığı burada devreye girer. Yasama, yürütme ve yargı birbirinden bağımsızdır ve birbirini denetler. Yasama, kanunları yapar; yürütme, bu kanunları uygular; yargı ise bu uygulamaların adil olup olmadığını denetler.
Bu üç kuvvetin tek elde toplandığı bir yapı, liberalizmde asla kabul edilemez. Çünkü o zaman devlet, bireyin haklarını hiçe sayabilir. “Yasalar, bireyi değil devleti koruyorsa; orada özgürlük yoktur.”
—
Sivil Toplum: Devletin Alternatif Gücü
Liberalizmin en önemli dayanaklarından biri de sivil toplumdur. Devletin yetkilerini sınırlandıran, bireylerin haklarını savunan, özgürlüğün sesi olan sivil toplum kuruluşları, liberal demokrasilerin en güçlü destekçileridir.
Bir çevre kirliliği mi var? Hemen çevre dernekleri devreye girer. İfade özgürlüğü mü kısıtlanıyor? Bağımsız medya kuruluşları ve insan hakları örgütleri ses çıkarır. Sivil toplum, devletin müdahale edemediği ya da müdahale etmemesi gereken alanlarda bireyin sesi olur.
Liberalizmde devletin büyümesinden korkulur. Çünkü devlet büyüdükçe, sivil alan daralır. Medya devletin kontrolüne girerse, ifade özgürlüğü zedelenir. STK’lar baskı altına alınırsa, bireyin sesi kısılır. Bu yüzden liberal düşünce, sivil toplumun güçlü ve bağımsız olmasını savunur.
—
Gece Bekçisi Devlet: Devletin Rolü Ne Olmalı?
Bir liberal için devlet, Gece Bekçisi gibi olmalıdır: Sadece güvenliği sağlar, mülkiyeti korur ve bireylerin haklarına saldırı olduğunda devreye girer. Bunun dışında, ekonomiye karışmaz, özel yaşama müdahale etmez, bireyin hangi düşünceye sahip olacağına karar vermez.
Gece Bekçisi Devlet, bireylerin özgürce iş yapabilmesini sağlar. Kendi başına karar alır, risk alır, hata yapar ve öğrenir. Devletin işlevi, bireyin önüne engel koymak değil, var olan engelleri kaldırmaktır.
—
Hesap Verebilirlik: Devlet Bize Ait mi, Biz mi Devlete?
Liberal düşüncede devlet, halkın hizmetkârıdır, efendisi değil. Bu yüzden hesap verebilir olmalıdır. Devletin her hareketi, bireyin özgürlüğüne etkisi sorgulanır. Yasa dışı dinleme mi yapıldı? Hesap verilir. Vergiler usulsüz mü kullanıldı? Hesap verilir.
Her birey, devletin her hareketini sorgulama hakkına sahiptir. Çünkü devlet, bireyler sayesinde var olur. Liberal düşünce, devletin halka hesap verdiği, halkın devlet üzerinde söz sahibi olduğu bir sistem önerir. Bu yüzden, sandık sadece bir oy pusulası değildir; bireyin, devlet üzerinde kurduğu denetim mekanizmasının en güçlü aracıdır.
Liberal Eleştiriler: Nerede Durur?
Şehrin ışıkları birer birer sönüyor, caddeler sessizliğe bürünüyor. Gecenin o derin sessizliğinde bir şeyler karanlıkta büyüyor: Sorgulamalar, eleştiriler, vicdanın ince ince kanayan yaraları… Liberalizmin özgürlük vaatleri, sokak lambalarının titrek ışıkları altında sorgulanmaya başlıyor.
—
Serbest Piyasanın İnsafsızlığı: Herkes Eşit Mi Başlar?
İşte liberalizmin en çok eleştirildiği nokta: Eşitlik. Serbest piyasa, görünürde herkese eşit fırsatlar sunduğunu iddia eder. Ancak o yarış pisti, başlangıç çizgisine kadar herkesin eşit şekilde gelmesini sağlıyor mu?
Düşünsene, bir yanda özel okullarda eğitim almış, ailesinden sermaye devralmış biri; diğer yanda kırsal bir köyde, sınırlı imkânlarla büyüyen bir çocuk… Bu iki insan, gerçekten aynı yarışa mı başlıyor? Liberalizmin en çok eleştirildiği yer tam olarak burasıdır. Fırsat eşitliği ile sonuç eşitliği arasındaki uçurum…
Liberalizmin kurucuları, bireyin kendi yetenekleriyle yükselebileceğini savunur. Piyasa, en yetenekli olanı yukarı taşır, en çalışkanı ödüllendirir. Ancak bu argüman, başlangıç noktasının aynı olduğu varsayımına dayanır. Ve işte gerçek dünya, bu varsayımı acımasızca çürütür.
Bir fabrikada sabahın köründe mesaiye başlayan bir işçi ile CEO koltuğunda oturan bir yöneticinin çabası gerçekten aynı mıdır? Bu noktada sosyal liberalizm denilen, daha yumuşak bir yaklaşım ortaya çıkar. Devlet, piyasanın eksiklerini tamamlamalı mı? Eğitim, sağlık ve sosyal hizmetler gibi alanlarda müdahale etmeli mi? Bir liberalin aklını kurcalayan en büyük soru belki de budur.
—
Devlet Müdahalesinin Eksikliği: Her Şeyi Piyasa mı Çözer?
Liberalizmin ekonomik ayağı, devletin piyasaya müdahalesini mümkün olduğunca sınırlamayı savunur. Ancak bu müdahalesizlik, bazı durumlarda büyük krizleri beraberinde getirir. En büyük örneklerden biri, 1929 Büyük Buhranı… Wall Street’in çöktüğü, milyonlarca insanın işsiz kaldığı o dönemde, serbest piyasanın kendiliğinden dengeye gelmesi beklenmişti. Ancak gerçekler, teoriden çok daha sertti.
Ardından gelen Keynesyen ekonomi politikaları, liberalizmin saflarını biraz daha yumuşattı. Devlet, ekonomiye müdahale etmeye başladı; işsizlik yardımları, sosyal güvenlik sistemleri kuruldu. Liberalizmin radikal kanadı bunu bir sapma olarak görse de, Sosyal Liberalizm adı altında yeni bir ekol doğdu.
Bir liberalin sorması gereken soru şudur: “Devlet ekonomiye müdahale etmezse, büyük krizlerde kim bireyi koruyacak?” Eğer piyasa her şeyi kendi başına çözebiliyor olsaydı, neden 1929’da ya da 2008’de milyonlarca insan işsiz ve evsiz kaldı?
—
Eşitsizlik ve Yoksulluk: Görmezden Gelinen Gerçekler
Liberalizmin savunduğu serbest piyasa ekonomisi, en iyi olanı ödüllendirir, en kötü olanı ise dışarıda bırakır. Bu, doğal seçilim gibi işler; ancak sosyal dokunun yıpranmasına neden olabilir. Jeff Bezos gibi servetini katlayan milyarderler yaratılırken, milyonlarca insan asgari ücretle geçinmeye çalışır.
Liberalizmde, devletin serveti yeniden dağıtması fikri, özgürlüğün ihlali olarak kabul edilir. Bir liberalin gözünde, birey ne kazanıyorsa onun hakkıdır; ne eksik ne fazla. Ancak bu düşünce, sosyal adalet arayışında olanların eleştirilerine maruz kalır. “Birileri zenginleşirken, diğerleri neden aç kalıyor?” sorusu, liberalizmin en çok sorgulandığı sorulardan biridir.
—
Sağlık ve Eğitim: Serbest Piyasanın Elinde mi Olmalı?
Bir liberale, “Sağlık hizmetleri devletin mi elinde olmalı, yoksa piyasanın mı?” diye sorduğunda, genelde alacağın cevap nettir: “Piyasa çözsün.” Ancak gerçek dünyada bu her zaman ideal işlemez. Amerika Birleşik Devletleri, liberalizmin en sert uygulandığı yerlerden biridir. Sağlık hizmetleri tamamen özel sektöre bırakılmıştır. Sonuç mu? Milyonlarca insan sağlık sigortasına erişemiyor, basit bir ameliyat bile devasa borçlar yaratabiliyor.
Piyasanın eline bırakılan eğitim sistemleri, zengin ve fakir arasındaki uçurumu derinleştirir. Parası olan daha iyi okullarda eğitim alırken, yoksul kesim daha düşük kalitede eğitime mahkum olur. Liberalizmin eleştirmenleri, devletin bu alanlarda güçlü bir şekilde var olması gerektiğini savunur. Aksi takdirde, toplumsal eşitsizlikler artar ve fırsat adaleti ortadan kalkar.
—
Piyasanın Tekelleşmesi: Özgürlük mü, Tekel mi?
Liberalizmin teorik çerçevesinde, piyasa serbest bırakıldığında en iyi olanın kazanacağı ve tekelleşmenin oluşmayacağı varsayılır. Ancak gerçekler her zaman böyle değildir. Google, Amazon, Facebook gibi teknoloji devleri, neredeyse tüm pazarı ellerinde tutuyor. Küçük girişimcilerin rekabet edebileceği alanlar gitgide daralıyor.
Liberalizm, piyasanın kendi kendini düzenleyeceğini öngörürken; pratikte büyük şirketler, küçükleri yutuyor ve serbest rekabet yerini tekelleşmeye bırakıyor. Devlet müdahalesinin neredeyse hiç olmadığı bir yapıda, büyük sermaye sahipleri, küçük işletmeleri silip süpürüyor.
—
Küreselleşme: Özgürlük mü, Emek Sömürüsü mü?
Serbest ticaret anlaşmaları, gümrük vergilerinin kaldırılması, sınırların ekonomik olarak açılması… Liberalizmin küreselleşmeyle olan aşkı, bazen farklı sonuçlar doğurur. Bir liberal için küreselleşme, malların ve hizmetlerin serbestçe dolaşması demektir. Ancak eleştirmenler, bu serbestliğin küresel ölçekte emek sömürüsüne yol açtığını savunur.
Ucuz iş gücü arayışındaki büyük şirketler, üretimlerini düşük maliyetli ülkelere taşır. Hindistan’da, Bangladeş’te asgari ücretin çok altında çalışan işçiler, Batı’nın lüks markalarını üretir. Bu noktada liberalizmin adalet anlayışı yeniden sorgulanır: “Özgür piyasa gerçekten özgür mü, yoksa sadece güçlülerin özgürlüğünü mü koruyor?”
Modern Dünyada Liberalizm: Ayakta Kaldı mı?
Hızla değişen sokaklarda yürüyorsun, eskiye nazaran daha kalabalık, daha karmaşık bir şehir var önünde. Dijital ekranlar, devasa gökdelenler, sokak aralarında elektrikli scooter’lar… Dünya, liberalizmin vaat ettiği serbest piyasa ekonomisiyle büyüdü, teknolojiyle tanıştı, küreselleşmenin rüzgarını arkasına aldı. Ama her rüzgar sert estiğinde, bir şeyleri yıkar; liberalizmin temelleri de bundan nasibini aldı.
—
21. Yüzyılda Liberalizmin Mücadelesi: Devletin Geri Dönüşü
Her şey 2008 Küresel Ekonomik Krizi ile başladı. Wall Street’in çöküşü, bankaların batışı, milyonlarca insanın işsiz kalışı… Serbest piyasanın kendi kendini düzenleyeceğine olan o büyük inanç, bir gecede yerle bir oldu. Devlet, piyasanın enkazını temizlemek zorunda kaldı. Bankaları kurtarmak için trilyonlarca dolarlık teşvikler verildi, merkez bankaları devreye girdi.
Bu, liberalizmin büyük bir sınavıydı. “Devlet ne kadar küçükse, birey o kadar özgürdür,” diyen teoriler, Wall Street’in çöküşüyle sarsıldı. Devletin geri dönüşü, liberalizmin saflarında bir kırılma yarattı. Liberalizmin başarısızlığı mıydı bu, yoksa serbest piyasanın göz ardı ettiği toplumsal gerçeklerin bedeli mi?
2008’den sonra devlet müdahalesi bir süre daha sürdü. Ancak bu kez daha farklı bir şekil aldı: Pandemi. 2020’de başlayan Covid-19 krizi, devletlerin ekonomiye, sosyal hayata ve bireysel özgürlüklere doğrudan müdahalesini beraberinde getirdi. Karantinalar, seyahat yasakları, işyerlerinin kapatılması… Serbest piyasa bir kez daha durma noktasına geldi. Bu sefer, liberalizmin savunduğu bireysel özgürlükler doğrudan kısıtlandı.
Liberalizmin en büyük vaadi olan bireysel özgürlük, bir virüsle birlikte tarihinin en büyük sınavını verdi. Devlet, bireylerin hareket alanını kısıtladı; özgürlükler geçici olarak askıya alındı. Bu, liberal düşüncenin köklerine doğrudan bir meydan okumaydı.
—
Dijital Ekonomi: Özgürlüğün Yeni Sahası mı, Yeni Bir Tekel mi?
Dijital devrim… 21. yüzyılın en büyük liberal vaadi. Bilgiye herkesin erişebildiği, ticaretin sınır tanımadığı, devletlerin kontrol edemediği bir dijital dünya… Liberalizmin Görünmez El teorisi, bu kez sanal dünyada kendini göstermeye başladı. Amazon, Google, Facebook gibi devler doğdu; sınır tanımadan büyüdüler.
Ancak bu devler, liberalizmin arzuladığı serbest piyasanın bir parçası mı, yoksa yeni birer tekel mi? Google, dijital aramaların %90’ını kontrol ediyor. Facebook, milyarlarca insanın sosyal yaşamını elinde tutuyor. Amazon, global ticaretin merkezine yerleşmiş durumda. Liberalizmin öngördüğü serbest rekabet burada işliyor mu? Yoksa piyasa, dijital devlerin tahakkümüne mi girdi?
Liberalizmin doğasında var olan “en iyi olan kazansın” mottosu, dijital dünyada biraz şekil değiştirdi. Çünkü burada kazanan, en çok veriyi toplayan ve en geniş ağı kuran oldu. Küçük girişimler, bu devlerle yarışmak bir yana, hayatta kalmakta zorlanıyor.
Liberalizmin en büyük zaferlerinden biri olarak kabul edilen Küreselleşme, dünyayı birbirine daha yakın hale getirdi. Ticaret sınırları kalktı, sermaye özgürce dolaşmaya başladı. Gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerin pazarlarına açıldı.
Ancak bu serbest ticaretin getirdiği refah, eşit dağıtılmadı. Ucuz iş gücü arayışı, fabrikaların Asya’ya kaymasına sebep oldu. Bangladeş’te, Hindistan’da asgari ücretin bile altında çalışan işçiler, Batı’nın lüks markalarını üretti. Küreselleşme, bazı bölgeleri kalkındırırken, bazılarını sömürdü.
Liberalizm, teoride herkesin eşit fırsatlara sahip olduğunu iddia ederken, pratikte sermaye sahibi olanlar her zaman bir adım önde oldu. Küreselleşme ile birlikte bu fark daha da arttı. Sermaye sınırları aşarken, emek aynı hızla aşamadı. İşçi sınıfı, kendi ülkesinde iş bulmakta zorlanırken, zenginler dünya genelinde yatırımlarını büyüttü.
—
Kripto Paralar: Devletin Tahakkümünden Kaçış mı, Yeni Bir Kaos mu?
Son yılların en büyük liberal hamlesi, kripto paralar oldu. Bitcoin, Ethereum, Ripple… Hepsi devlet kontrolünden bağımsız, merkeziyetsiz bir para birimi sunma vaadiyle ortaya çıktı. Devletin elini cebimizden çekmesi gerektiğini savunan liberaller, kripto paraları büyük bir özgürlük hareketi olarak gördü.
Ancak bu özgürlüğün de bir bedeli vardı: Denetimsizlik. Kripto para piyasalarında yaşanan ani çöküşler, milyonlarca insanın birikimlerini yok etti. Düzenleme eksikliği, dolandırıcılık ve manipülasyonun önünü açtı. Serbest piyasa gerçekten bu kadar serbest olmalı mı? sorusu yeniden gündeme geldi.
Devlet müdahalesi olmadığı zaman kaos mu doğuyor, yoksa gerçek anlamda özgürlük mü kazanılıyor? Kripto paralar, liberalizmin vaat ettiği ekonomik özgürlüğü sunarken, düzenlemelerin olmadığı bir piyasanın risklerini de gözler önüne serdi.
—
Liberalizmin Günümüzdeki Durumu: Özgürlükten Uzaklaşan Bir Dünya mı?
21. yüzyılın ikinci çeyreğine adım atarken, liberalizmin karşısında büyük bir sınav var: Devletin geri dönüşü. Pandemi, ekonomik krizler ve dijital tekeller, liberalizmin sınırlarını zorlamaya başladı. Devletin piyasaya müdahalesi, özgürlüklerin kısıtlanması ve dijital devlerin piyasayı domine etmesi, liberalizmin geleceğini sorgulatır hale geldi.
Peki, liberalizm hâlâ özgürlüğün anahtarı mı, yoksa bir nostalji mi? Dijital dünyanın getirdiği yeni meydan okumalar, serbest piyasanın içindeki büyük eşitsizlikler ve devletin artan kontrolü… Liberalizm, tüm bu kaosun içinde nasıl ayakta kalacak?
Sonuç: Özgürlüğün Bedeli
Gözlerini yeniden o şehrin sokaklarında açıyorsun. Sabahın ilk ışıkları, binaların pencerelerinden sızıyor. Sokaklar yine hareketli; kimisi dükkânını açıyor, kimisi kahve almak için sırada. Bir yanda çocuklar okula gidiyor, diğer yanda yaşlı bir amca, eski bir gazetenin sayfalarını çeviriyor. Şehirde her şey kendi yolunda akıyor. Görünmez El, neredeyse görünür hale gelmiş; her şey bir düzen içerisinde, bir kaosun içinde saklı düzen…
Liberalizm, belki de insanlık tarihinin en cesur iddiasıdır: Birey, kendi hayatının efendisidir. Ne devletin demir yumruğu, ne de kolektif aklın dayatması… Bir insan, kendi emeğiyle kazanır, kendi kararlarıyla yükselir ya da düşer. Devlet, sadece bir hakemdir; sahaya inmez, topa vurmaz. Bu yüzden liberalizm, bireyi sahaya sürer; kendi başına mücadele etmesini ister.
—
Özgürlüğün Bedeli: Seçme Hakkı, Yanılma Lüksü
Liberalizm sana bir şey vaat eder: Özgürlük. Ancak bu özgürlüğün bir bedeli vardır. Yanılmak… Devletin seni korumadığı bir ekonomik sistemde, hata yapma lüksün vardır ama aynı zamanda bu hatanın sonuçlarına katlanmak da sana aittir. Bir dükkân mı açmak istedin? Yanlış yatırım mı yaptın? Batarsın. Başarılı mı oldun? Büyürsün.
Sosyal devletlerin sunduğu güvenlik ağı, liberalizmde yok denecek kadar azdır. Devlet, seni korumaz; sadece özgürlüğünü garanti altına alır. Bu, bir bakıma serttir, acımasızdır. Ancak aynı zamanda gerçekçidir. Liberalizmin mottosu nettir: “Özgür olmak istiyorsan, bedelini ödemeye hazır olacaksın.”
—
Devlet mi? Birey mi?
Tarihte devletler büyüdükçe, birey küçülür. Mutlak monarşilerde kralın sözü kanundur; diktatörlüklerde liderin iradesi halkın kaderidir. Liberalizm, bu kısır döngüyü kırmak için ortaya çıktı. Devletin elini cebimizden çekmesini, duvarlarımızın arkasında ne düşündüğümüze karışmamasını, ticaretimize müdahale etmemesini istedi.
Ama modern dünyada işler değişti. Dijital devler, devletlerin bile baş edemediği bir güç haline geldi. Google, Facebook, Amazon… Bu şirketler, liberalizmin savunduğu serbest piyasanın simgesi mi, yoksa yeni çağın Büyük Biraderleri mi? Devletin otoritesinden kaçan birey, şimdi algoritmaların ve dijital platformların ağına mı düştü?
Liberalizm, devletin müdahalesini sınırladı ama sermaye tekelleri doğurdu. Birey, devletin değilse bile, büyük şirketlerin tahakkümü altına girdi. Bu yüzden modern liberal düşünce, bu yeni meydan okumalarla yüzleşmek zorunda.
—
Liberalizmin Geleceği: Ayakta Kalacak mı?
21. yüzyılın başında liberalizm, altın çağını yaşarken; 2008 Krizi, pandemiler, dijital tekeller ve devletin geri dönüşüyle sarsıldı. Artık özgürlüğün anlamı değişiyor. Liberalizmin en büyük iddiası olan “bireysel özgürlük”, modern dünyada farklı tehditlerle karşı karşıya.
Eskiden devletin baskısından kaçmak isteyen birey, şimdi siber gözetimden, algoritmalardan ve dijital kontrol mekanizmalarından kaçmaya çalışıyor. Liberalizm, yalnızca devletle değil; artık teknoloji devleriyle, bilgi tekelleriyle de savaşmak zorunda.
Ancak bir gerçek var ki, liberalizm hâlâ insan doğasına en yakın siyasi sistem olarak karşımızda duruyor. Bireyin kendi kararlarını alması, özgürce ticaret yapabilmesi, düşüncelerini ifade edebilmesi… Bunlar, modern dünyada ne kadar zorlansa da, vazgeçilmez insani haklar olarak kalmaya devam ediyor.
—
Özgürlüğün Bedeli: Bir Seçim Meselesi
Liberalizm sana bir seçim sunar: Kendi hayatının efendisi olma fırsatı… Ancak bu fırsat, hataların da sahibi olmayı gerektirir. Devletin seni korumadığı bir dünyada, ayağını denk almak zorundasın. Yanlış yaptığında, sorumlusu sensin. Doğru yaptığında, meyvesini yiyen de…
Bu yüzden, liberalizm bir özgürlük manifestosudur; ama aynı zamanda bir sorumluluk bildirgesidir. Birey özgürse, devlet küçük kalır. Devlet büyüdükçe, birey o kadar küçülür. Seçim senin: Büyük bir devletin koruması altında mı olmak istersin, yoksa kendi ayaklarının üzerinde mi durmak?
Merhaba. Yazıya geçmeden önce kısa bir muhabbet edelim istedim. Hani birinin evine girince önce bir çay içer, hal hatır sorarsın ya… Heh işte, o hesap.
Yaklaşık bir aydır bu site bana benim için hatırı sayılır denebilecek kadar para kazandırmaya başladı. Evet, yanlış duymadın. Sen buraya gelip yazılarımı okudukça, gözün ekrana her takıldığında, belki de ekran ışığının yansımasıyla alnında bir kıpırtı oluştuğunda… Ben oradan bir iki kuruş devşiriyorum. Şimdi burada sana klasik “ama para benim umurumda değil” gibi romantik laflar edecek değilim. Umurumda. Hem de baya.
O yüzden senden minicik bir şey rica edeceğim: Bu yazıyı sonuna kadar oku. Evet, evet, sonuna kadar. İçinden “amma uzunmuş bu” diye geçirebilirsin. Haklısın da. Ama ne yapayım, ben kısa cümlelerle anlaşabilen biri değilim. Cümle uzadıkça içim de açılıyor.
Bak dürüst olayım; bu bencilce bir istek. Çünkü sen ne kadar uzun kalırsan, ben o kadar fazla kazanıyorum. Yani bu metni okurken sadece düşünsel olarak değil, ekonomik olarak da bana katkıda bulunmuş oluyorsun. Win-win gibi düşün. Hem belki sen de bir şeyler öğrenirsin ya da hiç değilse birkaç yerde sinirlenip güler, gülüp düşündüğün bir cümleyi ekran görüntüsü alıp birine yollarsın. Belki de “ya bu çocuk ne saçmalamış” dersin. O da olur. Ama kal. Kal ki, biz de yazmaya devam edebilelim.
Neyse mevzuya geçelim
Cehalet, İnanç ve Sorgulama Arasında: Agnostik Bir Sohbet
Merhaba sevgili okur. 😊 Öncelikle bu yazıya hoş geldin. Seninle şöyle samimi bir sohbet havasında dertleşmek istiyorum. Ben agnostik takılan biriyim; yani açıkçası din konusunda net bir inancım yok, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu hakkında kesin bir sonuca varabilmiş değilim. Bu belki bazen bir boşluk hissi veriyor, bazen de müthiş bir özgürlük. Ancak şundan emin ol: Farklı inanç sistemlerine, dinlere ve kutsal kitaplara elimden geldiğince insaflı ve objektif yaklaşmaya çalışıyorum. Çünkü bilmemenin ne demek olduğunu bilen biri olarak, her konuda kesin hükümlere varmadan önce bolca okumak, anlamak ve düşünmek gerektiğine inanıyorum.
Bu yazıda seninle cehalet kavramından tut, okumadan fikir sahibi olma hastalığına; oradan dini dogmalara ve kutsal metinlere yüzeysel bakmanın getirdiği sorunlara; oradan da sosyal medyadaki sahte bilgelik gösterilerine, tarihsel olayların çarpıtılmasına, siyasal manipülasyonlara ve tatlı tatlı yayılan komplo teorilerine uzanan epey geniş bir yelpazede sohbet edeceğiz. Kimi yerde ciddi konulara dalacağız, kimi yerde işi biraz mizaha vuracağız. Ama söz, akademik bir makale okuyormuşsun gibi hissetmeyeceksin. Daha çok uzun zamandır görüşmediğin bir arkadaşınla çay (evet çay kahve değil) içerken laflıyormuşuz gibi, sıcak ve samimi bir üslupla yazmaya gayret edeceğim. Arada bir kendimize güleceğiz, arada bir birlikte düşüneceğiz. Hazırsan başlayalım. 🙂 🔜GO
Cehalet ve Okumadan Ahkâm Kesme Hastalığı
İnsanlık tarihi boyunca cehaletin tatlı bir cesaret, hatta cüret verdiğine dair birçok gözlem yapılmıştır. Hani derler ya “Cehalet ne hoş, her şeyi biliyorsun!” diye, işte tam da o hesap. Gerçekten de, bir konuda bilgisi az olan kişiler garip bir şekilde en yüksek özgüvene sahip olanlar olabiliyor. Bilim insanı Charles Darwin bundan yüz yıl kadar önce benzer bir tespitte bulunmuş: “Cahillik, daha sıklıkla bilgiyi değil güveni doğurur; ısrarla şu veya bu problemin bilimle çözülemeyeceğini iddia edenler, çok bilenler değil, az bilenlerdir.”(bu alıntıyı türkçeye çevirirken zorlandım hatalı olabilir) Yani Türkçesi, insan az bildikçe kendine daha çok güveniyor, bildiğini sandığı şeyin aslında yanlış olabileceğini aklına bile getirmiyor. Halk arasında “cahil cesareti” dediğimiz tam da bu olsa gerek.
Şimdi dürüst olalım, hepimizin hayatında böyle insanlar vardır. Belki ailede bir büyük, belki işyerinde bir arkadaş, belki sosyal medyada takip ettiğin biri, belki de biz… Her konuda söyleyecek kesin bir fikri vardır. Uzay mekiği nasıl çalışmalıdan tut ekonomi neden kötüye gidiyor konusuna kadar her mevzuda uzman kesilir. Üstelik o konuyla ilgili tek bir kitap bile okumamış olabilir ama özgüveni tamdır. Mesela ben üniversitedeyken bir arkadaş vardı, adını vermeyeyim şimdi, çocuk bırak bilimsel makale okumayı, doğru dürüst gazete bile okumazdı.(Evet dostum sen kendini biliyorsun, üzgünüm ama gerçekler böyle) Ama gel gör ki, dünya siyaseti tartışır, en önde o konuşur; din tartışır, en hararetli yorumlar ondan; sanat desen, adam Michelangelo’ya mı çatsın Van Gogh’a mı, maşallah hepsinde söyleyecek lafı var. Başta hayran oluyorsun “vay be ne kültürlü adam” diye, sonra zamanla fark ediyorsun ki aslında derinlemesine bildiği pek bir şey yok, üstünkörü duyduklarını satıyor. Tam bir “bilgiç” cehaleti hali.
Peki bu sadece bizim birkaç tanıdığa özgü bir durum mu? Maalesef hayır. Günümüz toplumunda bu hastalık epey yaygın. İnsanlar okumadan fikir beyan etmeyi adeta bir alışkanlık haline getirdi. Bir konuda derinlemesine araştırma yapmaya, farklı kaynakları okumaya üşeniyoruz. Bunun yerine kulağımıza gelen ilk bilgiyi veya sosyal medyada gördüğümüz bir kaç cümlelik özetleri alıp kendi fikrimizmiş gibi yayıyoruz. Hatta itiraf edeyim, bazen ben de yapmışımdır. Hepimizin aklına uyan, hoşuna giden bir iddia gördüğünde içi gidiyor paylaşmak için, değil mi?
Aslında bu durum bilimsel olarak da incelenmiş. 2024 yılında yapılan kapsamlı bir araştırma, sosyal medyada paylaşılan haber linklerinin %75’inin içeriği hiç tıklanmadan sadece başlık üzerinden paylaşıldığını ortaya koymuş. Dile kolay, dört haberden üçü hiç okunmadan yayılıyor! İnsanlar çoğu zaman sadece başlığı okuyor ya da birkaç cümlelik özetine bakıyor ve “tamam ben anladım olayı” diyerek paylaş tuşuna abanıyor. Sonuç? Yığınla yanlış bilgi, dedikodu, çarpıtma bir sel gibi akıp gidiyor timeline’larda… Böylece hem bilgi kirliliği artıyor hem de cehalet özgüveni bulaşıcı bir hastalık misali yayıldıkça yayılıyor.
Bu okumadan ahkâm kesme huyunun en tehlikeli yanı, tartışma ortamlarında hemen kendini gösteriyor. Bir bakıyorsun, herkes her konuda uzman, herkes birer “koltuk akademisyeni” (armchair scholar) kesilmiş. Sosyal medyada görüyoruz, örneğin sağlıkla ilgili bir mesele mi var, yorumlarda tıp eğitimi olmayan ama kesin tedavi tavsiyeleri veren bir sürü insan. Eğitim konusu mu, eğitim bilimcileri bir kenara itip “bence şöyle olmalı” diyenler dolu. Din mevzusu mu açıldı, Kur’an’ı hiç açmamış veya İncil’i hayatında görmemiş kişiler bile en sert tartışmalara girebiliyor. Sanki bilgisizlik, insana bir bilgelik maskesi takıyor. Dunning-Kruger etkisi denen psikolojik bir kavram var, duymuş olabilirsin: Bilgisi az olan bireylerin, bilgisini abartma ve kendini ehil görme yanılgısı. İşte tam da ondan mustaribiz. Şimdi bu noktada popüler bir örnek vermek istiyorum
TV8’de yaklaşık 10 yıl önce yayınlanan o meşhur program… Hani şu edebiyattan, kültürden bahsediliyormuş gibi yapılan, ama aslında ekran karşısındakine kalp krizi geçirtme potansiyeli olan sohbetler var ya, işte onlardan biri. Programda Sunucu Funda Özkalyoncuoğlu, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanından bahsediyor… Daha doğrusu, bahsetmeye çalışıyor. Ama kitapla ilgili birkaç temel bilgi eksik. Hayır, eksik değil, büsbütün yok. Yani öyle bir yokluk ki, üstüne felsefe yapılır. Ve o meşhur cümle geliyor:
“Kürk Mantolu Madonna deyince tabii Madonna deyince akla geliyor. Yani o Maria Puder karakterini Madonna’nın gençliği gibi canlandırmak lazım. Beren Saat de çok uygun olur bence.”
Bu cümleyle birlikte sosyal medyada kollektif bir beyin spazmı yaşanıyor. Çünkü, sevgili Funda Hanım, oradaki “Madonna”nın pop yıldızı Madonna olmadığını, hatta kitabın bu anlamda hiçbir alakası olmadığını fark etmemiş. Yani düşündüğün zaman… bir romanın ismini duyunca, karakterin 90’lardan kalma kliplerde kedi gibi kıvranan, elastik vücutlu Madonna ablamız olduğunu sanmak… bu cidden kolay bir yanlış değil. Ama işte, bazen “okumadım” demek çok daha asil bir çıkışken, “okumuş gibi yapmak” ağır hasarlar verebiliyor. Bu da onlardan biri.
Asıl komik olan, karşısındaki konukların da olayı o an fark edip ama utandıklarından ses etmemeleri. Herkes cümleleri boğazında düğümleyerek “evet evet olabilir” diye geçiriyor ama belli ki içlerinden biri bağırmak istiyor: “Abla, o Madonna değil! O tablo Madonna’sı! Klasik sanat! Rönesans! Maria Puder’in ne alakası var pop yıldızla?”
Ama diyemiyor. Ve olan oluyor.
O anı hatırladıkça gözümün önüne şu sahne geliyor: Birisi elinde Kürk Mantolu Madonna, ciddi ciddi arkadaşıyla kitap üzerine tartışıyor: — “Ya ama Madonna çok derin bir karakterdi, özellikle Like a Virgin dönemindeki iç çatışmalarını çok net yansıtmış…” — “Maria Puder’in o konser sahnesi beni çok etkilemişti…”
Yani işin absürtlüğü o kadar büyük ki, gerçeklikle bağını koparıyor insan. Ve sonra da işte… ne zaman aklına gelse, otobüste, sokakta, yemek yerken fark etmez, gözünü bile kırpmadan duvara bakıp gülmeye başlıyorsun. Biri sorsa da diyemiyorsun: “Kürk Mantolu Madonna geldi aklıma da…” Çünkü biri daha duysa, o da senin gibi bir hafta boyunca arada bir “Maria Puder sahnede Like a Prayer söylüyor” diye kendi kendine gülecek. Bu sahne, hafızamızda bir travma gibi değil, bir kültürel kara mizah klasiği gibi yerini aldı artık.
Sana da sonuna kadar hak veriyorum: Bazen kahkahalarımız, birilerinin bilgisizlikle savaşmaya çalıştığı ama kaybettiği o anlara saygı duruşu gibi oluyor. Edebiyat adına susup, gülme refleksiyle konuşuyoruz. Ve belki de bu ülkenin asıl derdi bu: Madonna’yı bile karıştıran bir eğitim sistemine sahipsin, ama hâlâ her konuda kesin konuşanlar televizyon ekranında
Bu noktada belki kendimize şunu sormalıyız: Neden okumuyoruz? Neden zahmet edip derinlemesine öğrenmek yerine, kolay olanı seçiyoruz? Sanırım birkaç nedeni var:
Kolaycıyız: Modern çağ hız çağı; hepimiz fast-food bilgiye alıştık.(Fast food’un tek iyi olduğu yer yiyecek sektörüdür)Uzun bir kitap okuyup konuyu özümsemek yerine, 5 dakikalık YouTube videosuyla uzman olmayı bekliyoruz.
Özgüvenli cehalet: Az önce bahsettiğimiz gibi, bilmediğinin farkında olmamak kişiye suni bir özgüven veriyor. Bir konuyu ne kadar az biliyorsan, o kadar basit zannediyorsun. “Ben de iki yorum okudum, meseleyi çözdüm” diyorsun.
Sorgulama zahmeti: Bir bilgiyi gerçekten öğrenmek, onu sorgulamayı ve belki de kendi inançlarımızı sarsmayı gerektirebilir. Birçok insan rahatsız edici sorularla uğraşmak istemiyor. Mevcut kanaatine uyan basit açıklamayı alınca, “tamam işte buldum cevabı” diyor, kapatıyor konuyu.
Ben agnostik biri olarak, belki de agnsotizm felsefesinin en sevdiğim özelliklerden biri seni soru sormaya hiç bir zaman kapatmaması. Çünkü emin olmadığım için sürekli okumam, araştırmam, farklı görüşleri dinlemem gerekiyor. Bu bir bakıma seni cehaletten koruyan bir kalkan. Eğer bir konuda kesin inancım olsaydı ve onu sorgulamazsam, belki ben de yanlış bildiğim şeyleri yayacaktım. O yüzden burada kendi adıma bir şans görüyorum: Bilmiyor olmak, aslında öğrenmeye açık olmaktır. “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyen Sokrates’e selam çakalım.(Sokrates’çim seni seviyorum öyle içimden geldi söylemek istedim)Bu cümle belki klişe oldu ama özünde muazzam bir ders içeriyor: Kendi cehaletinin farkında olmak, bilgeliğin başlangıcıdır.
Ama gel gör ki, çoğu insan bu farkındalıktan uzak. Okumuyoruz. Türkiye’de mesela kitap okuma oranlarının düşük olduğundan hep şikâyet edilir. İstatistiklere boğmak istemem seni ama durum çok iç açıcı değil. Sadece din konusunda değil, genel kültürde de böyle. Mesela sosyal medyada rastlıyorum, birisi çıkmış tarihle ilgili kesin hükümler veriyor, “Osmanlı hiç şu hatayı yapmadı” diyor veya “Filanca savaş aslında şöyle oldu” diye atıp tutuyor, merak ediyorum acaba bir tane akademik tarih kitabı okumuş mu? Büyük ihtimalle hayır; ya popüler bir diziden, ya Facebook’taki tarih sayfasından duyduğu yarım yamalak bilgiyi mutlak doğru sanıyor.
Velhasıl, cehalet ve okumadan fikir sahibi olma alışkanlığı çağımızın vebası gibi. Üstelik bu vebanın taşıyıcısı sadece alt eğitim düzeyindekiler değil; diploması profesörü olup da fikri sorulduğunda kulaktan dolma konuşanlar da var. Unvanlar aldatmasın, önemli olan kişinin zihnini sürekli besleyip beslemediği.
Biraz iç kararttıysam kusura bakma, şimdi mevzuyu dinsel boyuta taşıyarak devam edelim, orada da oldukça ilginç şeyler var.
Dinî Dogmalar ve Kutsal Metinlere Yüzeysel Yaklaşım
Din konusuna gelince… Evet, belki mayınlı bir tarla gibi, yanlış bir adımda patlayabilirim. Ama sakin ol, birlikte dikkatle yürüyeceğiz bu tarlada.(Elimde mayın dedektörü var, sakin ol)🙂 Agnostik biri olarak dine ne tamamen göklere çıkaran bir inanan gözlüğüyle bakıyorum, ne de yerin dibine sokan militan bir ateist gibi. Ben dışarıdan gözlem yapan bir meraklı gibiyim diyelim. Tarafsızlık iddiasında bulunmak zor belki ama elimden geldiğince objektif kalmaya çalışıyorum.
Öncelikle dogma nedir, onu bir netleştirelim: Dogma, sorgulanmadan, eleştirilmeden, olduğu gibi kabul edilmesi istenen inanç veya düşünce demek. Dini dogmalar dediğimizde de, genellikle bir dinde sorgulanması hoş görülmeyen, mutlak doğru kabul edilen öğretilerden bahsediyoruz. Mesela bir dine göre “filanca şey günahtır” denir ve bu tabu haline gelir; neden günahtır diye sormak bile ayıplanabilir. Veya bir inanç kuralı öylece kabul edilir, altında yatan değerler tartışılmaz.
Dogmaların iyi yanı, inananlar için bir kılavuz oluşturması olabilir: İnsanlar hayat karmaşasında net çizgiler görmek ister, “şunu yaparsam doğru, bunu yaparsam yanlış” demek bir kesinlik hissi verir, belirsizliği giderir. Ancak kötü yanı ise, sorgulamayı öldürmesidir. Dogmatik bir zihin, herhangi bir konuda “acaba öyle mi?” demez, diyemez; çünkü dogmaya aykırı düşmekten korkar ya da dogmayı öylesine içselleştirmiştir ki aksini düşünmek aklına bile gelmez.
Tarihten örnek verirsek: Orta Çağ’da Avrupa’da Engizisyon mahkemeleri vardı, kilisenin dogmalarına aykırı düşen düşünceler ağır cezalandırılıyordu. En ünlü örnek Galileo Galilei’nin başına gelenler. Galileo, teleskopla gözlem yapıp dünya dönüyor, güneşin etrafında dönüyoruz dediğinde kilisenin o dönemki dogmasına ters düşmüştü (kilise dünyayı evrenin merkezi sanıyordu). Sonuç? Galileo yargılandı, teorisinden vazgeçmesi istendi, hatta efsaneye göre adamcağız mahkeme salonundan çıkarken kendi kendine “Eppur si muove (Ama yine de dönüyor)” diye fısıldanmış. Bu anekdot belki abartıdır ama yaşananlar gerçek: Dogma adına bilimsel gerçek görmezden gelindi.
Benzer durumlar İslam tarihinde de yok mu? Elbette var. Örneğin, astronomi veya matematik alanındaki bilimsel gelişmeler bazı tutucu çevrelerce bid’at (yenilik) diye küçümsenmiş, matbaa Osmanlı’ya geldikten sonra yıllarca yaygın kullanıma sokulmamış çünkü “elle yazma geleneği kutsaldır, matbaa haramdır” diyen hocalar olmuş. (Gerçi matbaanın gecikmesinin tek nedeni dinî direnç değil, başka sosyal sebepleri de var ama o da etkendi der tarihçiler). Sonuçta ne oldu? Dogmaya saplanıp bilime uzak duran toplumlar geri kaldı, acı tecrübeler yaşadı.
Şimdi burada incelik şu: Kutsal metinler ve dogma aynı şey değildir aslında, ama çoğu insan ikisini karıştırır. Kutsal bir metin (İncil, Tevrat, Kur’an, vs.) kendi içinde elbette inanç esasları barındırır. Fakat bu metinlerin yorumlanması sürecinde insanlar dogmalar oluşturur. Yani insan eliyle oluşturulmuş katı kurallar, geleneksel yorumlar zamanla sanki ilahi emir gibi görülmeye başlanır. Örneğin Kur’an’da veya İncil’de belki esnek bırakılmış bir konu, bir din âlimi tarafından belirli bir yorumla açıklanır ve takipçileri bu yorumu adeta değişmez gerçek kabul eder. Böylece dogma doğar.
Bir de kutsal metinlere yüzeysel yaklaşım meselesi var. Bu yalnız inanan kesimde değil, inançsız kesimde de görülüyor. Kutsal kitabı yüzeysel okumak ne demek? Yani bağlamına, tarihsel arka planına, mecazına, diline dikkat etmeden, birkaç cümleyle yargıya varmak demek. Mesela bir ateist, İncil’den vahşi bir cümleyi çekip “Bak bu din kötü, kendi kutsal kitaplarında şöyle yazıyor” diyebiliyor. Veya bir Müslüman, Kur’an’daki bir ayeti tam anlayamadan kafasına göre yorumlayıp yaşamına uygulamaya kalkıyor, belki de yanlış çıkarım yapıyor.
Aslında her iki taraf da benzer hataya düşebiliyor: Okumadan, anlamadan hüküm verme. Bir Hristiyan yazar bununla ilgili güzel bir tespitte bulunmuş: Kutsal Kitap’ın (İncil’in) düşmanları, sırf çelişki bulmak veya eleştirmek amacıyla metni yüzeysel ve hatalı bir biçimde okuyup çelişkiler var sonucuna varırlar diyor. Yani ön yargılı bir zihin zaten kusur bulmak istediği için derine inmeden, bütünlüğe bakmadan, bağlamı önemsemeden “aha buldum çelişkiyi” diye seviniyor. Bu durum başka dinlerin kutsal metinleri için de geçerli. Örneğin İslam’ın karşıtları da Kur’an’dan bazı ayetleri bağlamından koparıp “işte bu kötü bir kitap” demeye çalışır. Halbuki belki o ayetin nüzul sebebini, tarihsel bağlamını, Arapça aslındaki anlam inceliklerini es geçiyordur.
Öbür taraftan, dindar taraf da bazen yüzeysel okumuyor mu? Okuyor tabii. Koca kitabı alıyor, ama sadece işine gelen kısımları ezberliyor. Özellikle de bütünsel mesajı kavramadan, sadece sloganlaşmış ayetlerle amel etmeye kalkınca saçma durumlar doğabiliyor. Bir örnek: Diyelim ki dindar bir Müslüman, Kur’an’ı Türkçe mealinden okumaya başladı ama pek bir şey anlamadı (ki Arapçasını bilmeden sadece mealle anlamak zordur). Sonra bir hocadan duydu ki “falanca ayette şöyle şöyle diyor, o yüzden bu davranış haramdır.” Hiç sorgulamıyor, “Acaba gerçekten öyle mi, başka yorumlar var mı?” demiyor. Belki de o hocanın kendi kültürel yorumunu ilahi emir diye hayatına sokuyor. Bu da dogmatik bir bağnazlık yaratıyor.
Bunun sonucunda ne oluyor? Bir kişi din adına aşırı katı, hoşgörüsüz veya bilgisiz bir tavır sergilediğinde, dışarıdan bakanlar “Din böyleymiş demek ki” diye düşünüp o dine soğuk bakabiliyor. Yani aslında yüzeysel dindarlık hem kişi için zararlı (çünkü sığ kalıyor, manevi derinlikten mahrum) hem de o dinin imajı için zararlı (çünkü kötü örnek teşkil ediyor).
Biraz somutlaştıralım: Kaç kişi gerçekten kendi inandığı kutsal kitabı baştan sona okumuştur? Mesela sokakta rastgele 10 Müslüman çevirsek, “Kur’an’ı tefsiriyle birlikte baştan sona okudun mu?” desek, belki birkaçı “evet” der, çoğu “parça parça okudum” veya “mealini biraz okudum” diyecek. Hristiyanlar için de benzerini düşün; çoğu İncil’in tamamını değil, bazı bölümlerini bilir kiliseden duyduğu kadar. Ama gel gör ki bu insanlar dinleri uğruna kavga etmeye hazırlar! Garip değil mi? Bir futbol takımını hararetle savunursun çünkü tüm maçlarını izlemişsindir belki; ama kutsal kitabını tam okumadan o din için canını vermeye hazır olmak biraz tuhaf bir durum değil mi? Tabii inanç sadece okumayla ilgili değil, gelenek, aile, çevre faktörü var, duygusal bağ var, orası ayrı. Yine de bilmeden inanmak riskli bir yol.
Bir de tam tersi var: Bilmeden inanmamak. Mesela ateist bir arkadaş düşünelim, dinlere veryansın ediyor sürekli: “Bunlar hep masal, bu devirde hala din mi kaldı” falan diye çıkışıyor. Peki sorsan İslam’ın ana öğretisi nedir, Hristiyanlık neye dayanır, emin olun çoğu bilmiyor. Belki internette dolaşan birkaç eleştirel sloganı ezberlemiş (“din afyondur” gibi) ama örneğin hiç Tevrat’tan üç sayfa okumamış, Kur’an’ı hayatında eline almamış. Bu da bir tür cahil cesareti aslında, değil mi?
Benim yaklaşımım şu: Bir şeye inan ya da inanma, ama önce anla. Anlamadan ne körü körüne kabul et, ne de inkar et. Agnostik bakışın güzelliği burada: Ben “bilmiyorum” diyerek başlıyorum, sonra bilmeye çalışıyorum. Diyelim ki Kur’an gerçekten ilahi kelam mı değil mi tartışması var kafamda. Ne yaparım? Oturur biraz okurum, tefsirini karıştırırım, Müslümanların argümanlarını, sonra eleştirileri okurum… En azından bir fikir sahibi olurum. Ama birisi hiçbirini yapmadan “Hepsi uydurma” derse, o kişinin ateizmi de aslında dogmatik bir inanca dönüşmüş oluyor, farkında değil.
Burada küçük bir parantez: Bazı insanlar bilimsellik adına da dogmatizm yapıyor. Bilime inanmak güzel ama bilimi doğru anlamak şartıyla. Günümüzde popüler kültürde “kuantum”, “enerji”, “frekans” gibi laflar moda oldu. New Age denilen akımlar, spiritüalizmin modern versiyonları sanki bilimselmiş gibi sunuluyor. Mesela biri çıkıyor “Kuantum fiziği de aslında düşüncenin gücünü açıklıyor” diyerek bambaşka bir inanç satmaya çalışıyor. Bu da ayrı bir dogma tuzağı. Bir yazar diyordu ki, bugün bazıları sırf içinde bilimsel terimler geçiyor diye uydurma fikirlere inanıyor, “yeni bir bilimsel inanç sistemi” yaratılıyor. Mesela “pozitif düşün, evrene mesaj yolla, kuantum bunu gerçekleştirir” tarzı söylemler… Bilimsel terimleri alıp içini mistisizmle dolduruyorlar. İnsanlar da fizik formülü görünce gerçek sanıyor. Bu da aslında sorgulamadan kabul edilen modern bir dogma örneği. Yani dogma illa kadim dinden gelmez, seküler dünyanın da dogmaları var.
Özetle, ister dinî ister dünyevi olsun, dogmatik düşünce insanı körleştiriyor. Kutsal metinlere yüzeysel yaklaşıp dogmalara sıkı sıkıya sarılmak, hem kişinin ufkunu daraltıyor hem toplumda gereksiz kutuplaşmalara yol açıyor. Halbuki dinlerin özünde genelde iyi ahlak, sevgi, merhamet, adalet gibi evrensel temalar var; bunları almak yerine şekilsel tartışmalara girip birbirini yemek işin trajedisi.
Bak mesela, Kur’an der ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bu ayet (Zümer Suresi 39:9) aslında “bilgi sahibi olmak” ile “olmamak” arasındaki farka dikkat çeker. İncil’de, Hoşea kitabında Tanrı şöyle der: “Yok oldu halkım bilgisizlikten”. Yani cehalet yüzünden halkım mahvoldu diyor. Demek ki dini metinlerin kendisi bile cehaleti eleştiriyor, bilgiyi övüyor. Peygamber Muhammed’e atfedilen ünlü bir söz var: “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” Yani bilgi uğruna uzak diyarlara gitmeyi, çaba göstermeyi öğütlüyor. Bu söz belki hadis literatüründe çok sahih değildir ama asırlardır Müslüman toplumlarda bilinir, tekrarlanır çünkü içerdiği mesaj değerli bulunmuştur. Peki madem dinlerin özü bile “oku, anla, öğren” diyor, o zaman dindar olsun ateist olsun herkesin bundan alacağı ders yok mu? Bence var: Cehalet kutsal bir şey değil, tam tersine kutsal olan bilgidir, öğrenme çabasıdır.
Bir agnostik olarak ben dini konulara geniş yer veriyorum, çünkü dürüst olmak gerekirse en büyük cehalet savaşlarından biri orada yaşanıyor. Bir tarafta körü körüne inanan ve farklı fikirleri düşman belleyenler, öbür tarafta anlamadan din düşmanlığı yapanlar… İki taraf da birbirini besliyor. Biri diğerinin cehaletini gördükçe kendi pozisyonunu daha da sertleştiriyor ve ortada sağlıklı bir diyalog kalmıyor. Keşke herkes biraz karşı tarafın kitabını okusa, empati kurmaya çalışsa. Belki o zaman dogmalar yumuşar, ortak insani değerlerde buluşuruz. Çok mu ütopik oldu? Belki, ama hayal etmekten zarar gelmez.
Sosyal Medya Bilgeliği ve Sahte Entelektüellik
Gelelim çağımızın arenasına: Sosyal medya! Burası öyle bir yer ki, herkese bir mikrofon uzatılmış ve herkes bir anda kendi kürsüsünden konuşmaya başlamış gibi. Bir bakıma demokratik bir ortam; eskiden sadece gazeteciler, yazarlar sesini duyururken şimdi herhangi bir vatandaş tweet atarak gündem yaratabiliyor. Harika bir güç. Ama aynı zamanda bir problem: Entelektüel olmayanlar bile entelektüel taklidi yapabiliyor. Herkes çok bilmiş görünüyor, herkes birer filozof, birer bilim insanı kesiliyor. Peki gerçekten öyleler mi? Maalesef çoğu değil.
Sosyal medyanın bu sözde bilgelik halini besleyen birkaç mekanizma var. Öncelikle, bu platformlar dikkat ekonomisi üzerine kurulu. Yani amaç, olabildiğince fazla etkileşim almak: beğeni, paylaşım, yorum… Dolayısıyla insanlar da ilgi çekici görünmek istiyor. Ne yapıyorlar? Bazen gerçekten doğru düzgün bilgi paylaşanlar var tabii, hakkını yemeyelim, ama çokça kişi de görünüşte bilgili gözükmenin yollarını arıyor. Mesela akademik terimler kullanıyorlar (sıklıkla yanlış veya bağlam dışı şekilde). Twitter’da görmüşsündür, biri bir tartışmada pat diye “kognitif disonans yaşıyorsun” diye yazar, aslında belki kendisi de tam bilmiyor kavramı ama duymuş bir yerde, entel görünmek için sallıyor. Ya da popüler psikoloji terimleri: “Narsist, empati, gaslighting, travma, toksik” falan havada uçuşuyor. Bunlar tabii gerçek kavramlar, ama herkes kullanınca suyunu çıkarıyoruz. Bir noktadan sonra, mevzu kavramın doğruluğu değil kimin daha janjanlı konuştuğu yarışına dönüyor. Bir Medium makalesinde okumuştum, tam da bunu anlatıyordu: Sosyal medya, yarım yamalak teorilerin ve kendini uzman ilan edenlerin en gürültülü eko odasına dönüştü; platformlar aslında bizi entelektüel kestirme yollara itiyor diyordu. Yani normalde entelektüel olmak disiplin ister, araştırma, çalışma, yılların birikimi gerekir. Şimdi ise Instagram’da bir infografik okumak veya Twitter’da 280 karakterlik bir flood okumak kendini uzman sanmaya yetiyor, taç giydiriyor.
Bir de optik meselesi var: Sosyal medyada bilgi paylaşımları çoğu zaman gerçek bir entelektüel tartışma için değil, görünüm içindir. Dışarıya “Bak ben ne kadar kültürlüyüm” mesajı vermek isteyenler, arada süslü laflar, alıntılar paylaşıyor. Bunu eminim sen de fark etmişsindir. Özellikle LinkedIn gibi platformlarda mesela, herkes bir başarı hikayesi, bir liderlik dersi falan paylaşır, çoğu da klişedir. Twitter’da bazı hesaplar var, bot mu insan mı belirsiz, sürekli Einstein, Mevlana, Nietzsche karışımı sözler atıyor ortaya. Performatif entelektüellik dediğimiz şey bu belki: Bilgili olmaktan çok bilgili görünmek önemli hale geliyor.
Madem konu açıldı, biraz eğlenelim: Sosyal medyada sahte entelektüel görünmek isteyenler için bir rehber hazırlasak nasıl olur? Şöyle “Sosyal Medyada Entelektüel Görünmek İçin 5 Altın Kural” diye maddeler yazalım mı? Onedio (Bu site dünya insanlığını cahil bırakmak için yemin etmiş dahi bir insan tarafından kurulmuş buna eminim) tarzı bir liste yapalım biraz kafamız dağılsın:
1. Profil Fotoğrafını Entelektüel Yap: Profil resminde elinde kitap tutan, kütüphane önünde poz veren bir fotoğrafın yoksa vay haline. Ya da alternatif olarak çok “derin” bir manzara karşısında düşünen adam/kadın pozu da olabilir. Uçurum kenarında filozof edasıyla bakan bir silüet mesela – millete “vay düşüncelere bak” dedirtmeli.
2. Kitap + Kahve Paylaşımları: Instagram hesabında veya Twitter’da arada bir sanatlı bir filtreyle kahve fincanının yanına koyulmuş kitap fotoğrafı paylaşmalısın. Altına da belki kitaptan havalı bir alıntı… Kahve şart tabii, entel adam kahvesiz yapamaz, malum. Millet görsün sen her daim bir elinde kahve bir elinde kitap, entelektüelliğin doruklarında yaşıyorsun.
3. Havalı Alıntılar ve Yabancı Dilde Cümleler: Ara sıra Nietzsche’den, Kafka’dan, Mevlana’dan afilli sözler patlat. Bazen Latince özdeyişler de çok etkili oluyor: mesela “Quidquid latine dictum sit, altum videtur” (Latince söylenen her şey derin görünür). Anlamasan da koy gitsin, nasılsa kimse de anlamayacak ama “Vay arkadaş” diyecekler.
4. Popüler Bilim ve Felsefe Jargonu Kullan: Her tartışmada bir iki akademik kelime sokuştur. Diyelim ki bir konu tartışılıyor, sen “Bu konuda ciddi bir epistemolojik sorun var” diye bir yorum yap. Veya “bu yaklaşım tipik bir postmodern relativizm örneği” de, cümleyi anlayan az olur ama söyleyen havalı olur. Karşındakini de şaşırtırsın, sana bulaşmadan önce iki kere düşünürler belki “bu adam bir şeyler biliyor galiba” diye.
5. Her Konuda Kesin Yorum, Asla Şüphe Yok: Gerçek enteller bile “benim bilgim bu kadar” der bazen, ama sahte entel asla tereddüt etmez. Her soruya bir cevabı, her soruna bir teorisi vardır. Sosyal medyada da ne görse üstüne yorum yapar. Pandemi mi çıkmış, virolog gibi konuşur; yeni bir film mi, sinema eleştirmeni kesilir; kuantum teorisi mi, anında Schrödinger’in kedisini masaya yatırır. Bu tutum aslında ilk bölümde bahsettiğimiz cahil cesaretinin bir yansıması ama dışarıdan bakana “vay be her şeyi biliyor” efekti verir.
Tabii bunları yazarken biraz iğneleme yaptım, yoksa bu kurallara uyan herkes cahildir demek istemiyorum. (Çünkü bu kuralların bazılarına bende uyuyorum)Ama sosyal medya gerçekten de böyle numaralarla dolu. Sahte entelektüellik diyip geçmeyelim, bayağı yaygın bir durum.
Bu sahte bilgelik gösterisinin zararlarından biri, gerçek uzmanların sesini kısmak oluyor. Bazen öyle bir gürültü ortamı oluşuyor ki, sessizce işini yapan bilgili insanlar arada kaynıyor. Mesela Twitter’da iktisat profesörü bir şey yazıyor, altına bir sürü “ekonomist” geçinen kişi hocayı bilgisizlikle suçlayıp kendi teorilerini yazıyor. Okuyan da şaşırıyor, “kim doğru söylüyor acaba” diye. Çünkü uzmanla cahili ayırt etmek zorlaşmış. Sosyal medyada en yüksek ses kiminse, çoğu zaman kitle onu dinliyor. Algoritmalar da buna çanak tutuyor; sansasyonel çıkış yapan, kavgaya giren, kışkırtıcı konuşan öne çıkıyor. Doğruluk veya derinlik arka planda. Bir düşün: Facebook, Twitter gibi mecralar bir içeriğin doğru olup olmadığına bakmıyor, etkileşim alıyor mu almıyor mu ona bakıyor. Öyle olunca da, en uç fikirler, en absürt iddialar bile popüler olabiliyor, yeter ki paylaşım rekoru kırsın.
Zaman zaman ben bile düşüyorum bu tuzağa. Mesela bir bakıyorum, biri uzun bir flood yapmış diyelim ki tarih hakkında. Adam öyle bir özgüvenle yazıyor ki, sanki tüm arşivleri taramış, tüm kaynakları hazmetmiş sanırsın. İki dakika kendimden şüphe ediyorum, “acaba benim bildiğim yanlış mı?” diyorum. Sonra biraz araştırınca bakıyorum ki eleman tarihi romanlardan duyduğunu tarih diye satmış! Ama takipçisi çok, güvenen çok. İşte bu yüzden dijital okuryazarlık önemli diyorlar, yani internetteki bilgiyi süzgeçten geçirme becerisi.
Sosyal medyanın bir de eko odası (echo chamber) tarafı var. İnsanlar genellikle kendi düşüncelerine yakın kişileri takip ediyor, onlarla etkileşiyor. Böylece herkes kendi fikirlerini sürekli teyit eden bir geri bildirim döngüsüne giriyor. Mesela düz dünyacıları düşün: Bir grup insan “Dünya düzdür” diyor ve kendi aralarında forumlarda, gruplarda bunu pekiştiriyorlar. Dışarıdan biri “Yahu saçmalamayın, bakın bilimsel kanıtlar var” dediğinde, hemen onu susturuyorlar ya da gruptan atıyorlar. Kendi küçük dünyalarında, çılgın fikirleri normallik kazanıyor. Sosyal medya bunu her konuda yapıyor. Diyelim ki aşırı uçta politik görüşlerin var, sadece o görüşü destekleyen sayfaları takip edersen, zamanla sanırsın ki tüm dünya senin görüşünde, karşı taraf şeytanın ta kendisi. Bu da yine cehaleti güçlendiren bir unsur. Çünkü farklı bakış açılarını duymuyorsun, kendi sesinin yankısını duyup “haklıyım” diye düşünüyorsun.
Bir de WhatsApp bilgeliği var ki evlere şenlik. Özellikle büyüklerimizden gelen mesajlar… “Aman şu meyveyi şununla asla yemeyin, kanser yapıyor” diye bir bilgi gelir, altında da “Dr. X uyardı, herkes birbirine göndersin” gibi notlar. 15 kişiye gönderince dilek kabul olur tarzı zincir mesajları hatırlarsın, onlar evrim geçirdi, şimdi sözde sağlık veya din bilgisi veren metinler dolaşıyor. Çoğu tamamen uydurma. Ama yazanın adı “Prof. Doktor Bilmemne” diye başlayınca veya “NASA açıkladı” falan deyince akan sular duruyor. Dayım mesela, sırf bu zincir mesajlara inanarak uzun süre sarımsak yuttu kalkan gibi koruyormuş diye (hangi hastalıktan koruyorsa artık). O mesajları kim yazıyor, ne amaçla yayıyor belirsiz; ama bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın dijital versiyonu da bu oluyor.
Peki, ne yapacağız? Sosyal medyayı kapatalım mı? Elbette hayır, onu demiyorum. Sadece, oradaki bilgi akışının niteliğinin farkında olalım istiyorum. Sorgulayalım. Birisi çok iddialı bir şey yazdıysa hemen inanmayalım. Arada sırada belki şu soruyu kendimize soralım: “Bu kişi gerçekten ne kadar biliyor olabilir? Yoksa sadece kendini mi öyle gösteriyor?” Emin ol, bu soru bile bizi birçok yanlış yönlendirilmekten kurtarır.
Bir de entelektüel tevazu diye bir kavram var (intellectual humility derler İngilizcede). Yani “Yanılıyor olabilirim, bilmiyor olabilirim” deme erdemi. Bu erdem sosyal medyada nadir bulunan bir mücevher gibi. Kaç kişi “bilmiyorum” diyor? Çok az. Herkes biliyor, herkes haklı. Ama aslında, gerçek bilgiye ulaşmanın yolu bazen “bilmiyorum, öğrenmeliyim” diyebilmekten geçiyor. Kendine entelektüel diyen insan biraz mütevazı olmayı bilmeli, değil mi? Kemal Sayar’ın bir yazısının başlığı aklıma geldi: “Entelektüel tevazu sizin için neden iyidir?” diyordu, maddeler halinde anlatıyordu. Egosunu biraz terbiye eden insanlar daha fazla şey öğrenebilirler çünkü hatasını kabullenip düzeltmeye açıktırlar. Sosyal medyada en çok ihtiyaç duyduğumuz şey belki bu tevazu.
Tarihsel Çarpıtmalar ve Siyasal Manipülasyon
İnsanların okumadan ahkâm kesmesi, dogmalara sıkı sıkı sarılması sadece bireysel bir zaaf değil; bu zaaflar tarih boyunca siyasetçiler ve çıkar grupları tarafından acımasızca kullanılmış. Cehalet, güçlülerin elinde bir silahtır derler. Bilgi kitlelere hakim olursa, yönlendirmek zorlaşır; ama kitleler cahil kalırsa, onları istenilen kalıba sokmak çok kolaydır.
Tarihsel olayların çarpıtılması meselesi bunun en bariz örneklerinden. Her iktidar, her ideoloji kendi tarih yorumunu yaratır. Bir olay olur, mesela bir savaş, bir devrim, bir anlaşma… Aradan zaman geçer, bakarsın aynı olay farklı tarih kitaplarında bambaşka anlatılıyor. Neden? Çünkü her yazarın veya her rejimin bir ajandası var. Ünlü bir söz vardır: “Tarihi kazananlar yazar.” Kaybeden tarafın hikayesi çoğu zaman unutulur veya önemsizleştirilir. Ama bazen de tam tersi, kaybeden taraf kendini aklamak için yepyeni bir tarih kurgusu üretir ki halkını tekrar motive etsin.
Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrası, Nazi yanlısı bazı kişiler Holokost’un (Yahudi soykırımının) abartıldığını, aslında Nazi Almanyası’nın o kadar da kötü olmadığını iddia eden yazılar yayımladı. Tarihsel bir gerçeği inkar ederek kendilerine yeni bir hikaye yazmaya çalıştılar. Holokost inkarcıları diye bir grup türedi. Ama gerçekler er ya da geç ortaya çıkar; bugün bu görüşler marjinalize oldu, çünkü kanıtlar reddedilemez boyutta. Ancak o dönem bir belirsizlik, bir kafa karışıklığı yaratmayı başardılar bir kesimde.
Bizim ülkemizde de tarih her zaman tartışmalı bir alan. Yakın tarihimizi ele alalım: Osmanlı’nın çöküşü, Cumhuriyet’in kuruluşu, çeşitli darbeler vs. Bu konularda birbirinden çok farklı anlatılar mevcut. Bir kesim der ki “Osmanlı harikaydı, Cumhuriyet bazı hatalar yaptı”, başka bir kesim “Osmanlı geri kalmıştı, Cumhuriyet bizi kurtardı” der. Arada daha nüanslı düşünenler de var tabi ama genelde kamplaşmalar böyle. Hangisi doğru? Doğru tek bir cümleyle özetlenemez belki; tarih karmaşıktır. Ama insanlar karmaşık şeyleri sevmez, basit hikayeler ister. O yüzden siyasetçiler halkın duymak istediği basit tarihi anlatılar sunarlar. Mesela bir politikacı çıkıp “Biz ecdadımızın torunlarıyız, onlar dünyaya hakimdi, yine hakimi olacağız” diye hamaset yapar. Bu duygusal olarak coşku verir belki ama tarihin gerçeklerini ıskalar. Ecdad dünyaya hakim miydi gerçekten? Bir dönem güçlüydü ama her imparatorluk gibi onlar da hatalar yaptılar, yenildiler vs. Bunu söylemez. Öte yandan başka bir politik figür de “Geçmişimiz hep hatalarla doluydu, biz yeni baştan yaratıyoruz her şeyi” diyebilir. O da geçmişi toptan kötüleyerek kendi projesini parlatmaya çalışır.
Tarihsel çarpıtma, insanların hafızasını manipüle etme sanatıdır aslında. “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” demiş atalar, yani insan unutur. Unutulan şeylerin yerine yeni “hatıralar” koymak kolaydır. Günümüzde bu daha da kolaylaştı belki, çünkü sosyal medya ve internet sayesinde yanlış bilgi çok hızlı yayılıyor. Mesela sürekli bir yalan tekrar edilirse insanlar bir süre sonra gerçek zannedebiliyor. Bir örnek: Yıllardır bazı çevreler “Atatürk’ün bilmem ne sözü” diye uydurma cümleler dolaştırır, sonradan Tarih Kurumu “böyle bir söz yoktur kaynaklarda” der ama atı alan Üsküdar’ı geçmiştir, milyonlar o uydurma sözü gerçek sanmıştır bile.
Siyasal manipülasyon sadece tarih üzerinden yapılmaz tabii. Güncel olaylar da çarpıtılır. Bir protesto mu oldu, iktidar yanlısı medya onu vandallık olarak gösterir, muhalif medya halkın sesi olarak. Bir ekonomik kriz mi var, bir taraf “dış güçlerin oyunu” diye açıklar, öbür taraf “beceriksizlik” der. Burada gerçek payları ayrı konu, ama sonuçta algı yönetiliyor. Kitleler de genelde okudukları ilk açıklamaya inanıyor çünkü araştıran, sorgulayan az. Mesela “dış güçler” söylemi bir dönemin klişesiydi; ekonomide ne ters gitse dış mihraklar yapıyor dendi. Bir süre sonra gerçekten birçok insan buna inandı. Bu tip komplovari söylemler siyasetçinin işine gelir çünkü sorumluluğu üzerinden atar, faili belirsiz bir düşman yaratır. Kitle de kendini kurban gibi görür, “Biz masumuz, kötüler yüzünden böyle” diyerek teselli bulur.
Tarihte bunun örnekleri çok. Hitler mesela, iktidara gelmeden önce Alman halkına sürekli şunu dedi: “Biz I. Dünya Savaşı’nı aslında cephede kaybetmedik, içerideki hainler (özellikle Yahudiler ve bazı siyasiler) yüzünden kaybettik, sırtımızdan bıçaklandık.” Buna “arkadan bıçaklama efsanesi” derler. Halkın gururu kırılmış yenilgiden sonra bu efsane onlara cazip geldi, “hainler yüzünden oldu” demek kendi hatalarını kabullenmekten kolaydı. Hitler bu miti kullandı, Yahudileri ve muhalifleri şeytanlaştırdı, kitleleri arkasına aldı. Sonrası malum, felaket… Yani bir komplo teorisi ve tarih çarpıtması, milyonları ölüme sürükleyen bir rejimin harcını kararken kilit rol oynadı.
Bizde de çeşitli komplolar zaman zaman siyaset malzemesi oldu. Mesela yıllardır bitmeyen bir “üst akıl” muhabbeti var. Tam olarak kim olduğu belirsiz ama bir “üst akıl” memleketin kötülüğünü istiyor hep. Bu da bir tür belirsiz komplo motifi. İnsanlar somut bir şey olmayınca zihinlerinde canavarlaştırır ve her şeye onu suçlar hale gelir. Bu aslında psikolojik olarak rahatlatıcı: Kötü bir olay mı oldu, “üst akıl yaptı, dış güçler” de geç, sorumluluk almaya gerek yok.
Bir diğer manipülasyon taktiği: Sahte düşmanlar yaratmak. Mesela iktidarda kalmak isteyen bir yönetim, toplumda kendine bir düşman yaratıp “Bunlar varsa ben de varım, beni destekleyin yoksa onlar gelir” diyebilir. Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler bunu çok yaptı. Her iki tarafta da halk sürekli “öteki taraf gelecek bizi yok edecek” korkusuyla yaşadı, hükümetlerine sığındı. Korku, cehaletle birleşince insanlar sorgulamadan liderlerinin peşinden gider. Çünkü korku, mantıklı düşünmeyi kısıtlar; “aman şimdi birliği bozmayalım” diye her denileni kabule hazır hale gelir toplum.
Tarihsel çarpıtmaların panzehiri ise tarih okuryazarlığı ve çok seslilik. Farklı kaynaklardan okumak, mümkünse bir olayın birden çok tarafının anlatısını dinlemek gerek. Mesela Osmanlı tarihi öğrenmek istiyorsan, bir Türk tarihçi bir de yabancı tarihçi oku, ikisinin arasında daha dengeli bir anlayış oluşur. Ama kaç kişi bunu yapıyor? Pek az. Eğitim sistemimiz bile bazen resmi tarih söylemi dışında okumaya teşvik etmez. O yüzden iş gene bireyin merakına kalıyor. Merak eden açıp okuyacak, araştıracak.
Komplo Teorileri: Gerçekler ve Masallar
Ah, geldik en eğlenceli kısma: Komplo teorileri! ️♂️ Komplo teorileri bir yandan zarar verici saçmalıklar, bir yandan da itiraf edelim insan doğası için cezbedici hikayeler. Hepimiz biraz gizem seviyoruz, biraz “aslında bize anlatılandan fazlası var” diye düşünmek hoşumuza gidiyor. Ama bazen ipin ucu kaçıyor, komplo teorileri koca kitleleri esir alıyor.
Nedir komplo teorisi? Basitçe, önemli olayların arkasında gizli ve kötü niyetli güçlerin olduğunu iddia eden açıklamalar. Mesela ne bileyim, “dünya çapında bir elit grup var, her şeyi onlar yönetiyor” klasik bir komplo teorisidir. Veya “X olayı aslında hükümet kendi yaptı, suçu başkasına attı” gibi. Kimi zaman bizzat gerçek komplo planları ortaya çıkar (Watergate skandalı mesela, ABD’de Nixon hükümeti siyasi rakiplerini gizlice dinlemişti, yakalandı). Yani dünyada hiç komplo yok değil, var tabii. Ama komplo teorisyenleri her şeyin altında bir komplo arar hale geliyor, her şeyi açıklayabilen tek bir büyük kötü yaratıyor kafasında.
Bunun cazibesi şu: Dünya karmakarışık, kaotik bir yer. Kötü şeyler oluyor, doğal afet, kaza, kriz… İnsan zihin ise “bir anlam, bir düzen” arıyor. “Tüm bunların bir sebebi olmalı” diyoruz. Mesela pandemi çıkıyor, virüs dünyayı kasıp kavuruyor. Bunun belki bilimsel açıklaması var: Hayvan pazarlarından sıçrayan bir virüs, küreselleşme ile hızla yayılıyor. Ama bu hikaye tatmin etmiyor bazılarını, diyorlar ki “Bu virüsü labaratuvarda üretip bilerek yaydılar!” Kim yaydı? Tabii ki o meşhur “küresel elitler”, Bill Gates’ten tut Rockefeller’a kadar bir isim listesi. Üstüne bir de “çünkü aşılarla bize çip takacaklar” detayı ekledin mi, tadından yenmez bir komplo teorisi oluyor.
Absürt diyorsun belki, ama bu tür teorilere inanan azımsanmayacak kitleler var. Mesela bir araştırmaya göre ABD halkının yaklaşık %10’u düz dünya, Ay’a inişin sahte olduğu veya COVID aşılarına mikroçip konulduğu gibi teorilere inanıyormuş. Dile kolay, her on kişiden biri bu derece uçuk iddialara inanıyor. Hadi Amerika neyse de, bizim memlekette durum çok mu farklı? Geçmişte yapılan anketlerde Türk halkının önemli bir kısmı uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine, falanca tarikatların dünyayı yönettiğine falan inanıyordu.
En popüler komplo teorilerinden bazıları şunlar:
Düz Dünya Teorisi: Bu teoriye göre NASA ve tüm dünya hükümetleri bizi kandırıyor, Dünya aslında düz bir tepsi gibi ve etrafı buz duvarıyla çevrili. Fotoğraflar, uydular, uzaydan gelen veriler falan hepsi düzeneğin parçasıymış. (Gerçekten buna inanan topluluklar var dünyada!)
Ay’a İniş Yalanı: 1969’da Apollo 11’in Ay’a inişi canlı yayınlanmıştı ama komplo teorisyenleri diyor ki “Hepsi Hollywood stüdyosunda çekildi, aslında Ay’a gidilmedi.” Bu iddiayı “ışıklar niye öyle, bayrak niye dalgalanıyor” gibi sözde kanıtlarla desteklemeye çalışırlar.
Aşılarla Mikroçip Takma: COVID-19 aşıları çıkınca bir grup insan “Bill Gates hepimizi çip’leyip kontrol edecek” diye ortalığı ayağa kaldırdı. Çip takma işi bir efsane ama inanlar ciddi, hatta aşı olmaktan kaçanlar oldu bu yüzden.
Chemtrails (Kimyasal Püskürtme): Gökyüzünde uçakların bıraktığı izler var ya, normalde su buharı-kristal vs. olduğu bilimsel olarak açıklanan. Komplocular diyor ki “Yok yok, hükümet bize gizlice kimyasal atıyor bu izlerle, zihin kontrolü yapıyorlar belki de.” Uçak geçince “bak yine ilaçladılar bizi” diyenler çıkıyor.
İlluminati ve Gizli Dünya Düzeni: Bu belki en popüleri. Dünyayı yöneten gizli bir örgüt var, ünlüler, politikacılar, zenginler hep bunun kuklası. Semboller, gizli toplantılar falanla dünyayı yönetiyorlar. Depremlerden savaşlara her şey onların planıymış.
Reptilian (Sürüngen İnsanlar): Bu en fantastiklerinden: Bazı komplo teorisyenlerine göre dünya liderlerinin bazıları aslında insan görünümlü sürüngen uzaylı ırkından! Arada bir gözleri kertenkele gözüne dönüşürken yakalanmış videolar filan var diyorlar (YouTube’da montaj dolu). Elbette hiçbir gerçek yanı yok ama inanan var.
Listeyi uzatabiliriz, “Naziler Antarktika’da gizli üs kurdu” mu dersin, “Elvis Presley ölmedi uzaylılar kaçırdı” mı dersin, “QR kod şeytanın icadı” mı dersin, neler neler… Komplo teorileri yaratıcılıkta sınır tanımıyor.
Peki insanlar neden bunlara inanıyor? Sadece cehalet demek yetmez, psikolojik ve sosyolojik boyutları var:
Belirsizliğe Tahammülsüzlük: İnsan zihni belirsizliği sevmez demiştik. Komplo teorileri karmaşık olaylara basit ve net açıklamalar sunuyor (ama yanlış da olsa). Mesela pandemi karmaşık bir fenomendi, bunlar “virüsü bunlar yaydı, amaçları bu” diyerek bir hikayeye bağlıyor. Belirsizlik gidiyor, yerine yanlış da olsa bir “güvenilir” açıklama geliyor.
Kontrol İhtiyacı: Dünya çok kaotik dedik. Kendisini güçsüz hisseden birey, dünyayı kontrol eden bir “kötü ama güçlü” figür hayal edince, bir anlamda “dünyada tesadüf yok her şey planlı” diyerek teselli buluyor. Çünkü en azından bir plan var, tamamen rastgele değil hiçbir şey.
Özel ve Bilgiç Hissetme: Çoğu komplo teorisyeni kendini “sürüden ayrılmış, gerçeği gören özel kişi” olarak görür. “Herkes uyuyor, bir ben uyandım” havası var. Bu da ego okşayıcı. Bir komploya inanarak, kendini aydınlanmış azınlıkta hissediyor, bu da tatmin sağlıyor.
Grup Aidiyeti: Komplo teorilerine inananlar topluluklar kuruyor, forumlarda, sosyal medyada gruplaşıyorlar. Orada bir dayanışma oluşuyor, birbirlerini onaylayıp bir arada duruyorlar. Bu da insani bir ihtiyaç, ait olma duygusu veriyor.
Basit Düşünme Eğilimi: Komplo teorileri genelde bilimsel açıklamalardan daha basit anlatılır (her ne kadar arka planında çok karmaşık bir ağ varmış gibi görünse de, seni o detaylarla boğmaz, “şu grup yaptı” der geçer). Mesela iklim değişikliği konusu zor; sera gazı, karbon emisyonu, modellemeler filan karmaşık. Ama komplo versiyonu: “İklim değişikliği yalan, Çin uydurdu ki ABD’yi zayıflatsın.” Hop, tek cümlede açıklandı (!). Bu sadelik insanlara çekici gelebiliyor.
Yine ABD’de QAnon diye bir komplo akımı çıktı, “Amerikan devletini satanist bir pedofil elit yönetiyor, Trump bunlarla gizli savaş veriyor” gibi acayip bir hikaye. Buna inanan binlerce insan 2021’de Kongre binasını bastı, Amerikan demokrasisi sallandı. Düşün, bildiğin internet dedikodusu ciddiye alınıp darbe girişimine dönüştü.
Komplo teorilerine inanmak bazen bireysel trajedilere de yol açar. İnsan paranoyaklaşabilir, herkesten şüphe duyar, hatta psikolojik rahatsızlıklara sürüklenebilir. Etrafta “dünya yalan, inanma hiçbir şeye” diye gezen, her an kıyamet senaryolarına hazırlanan insanlar var. Bunların bir kısmı belki zaten psikolojik olarak yatkın, komplo teorileri de onları tetikliyor.
Benim bu konuda yaklaşımım şöyle: Her şeyi resmi açıklamalara körü körüne inanmak da iyi değil (eleştirel düşünmek lazım), ama her şeyi komplo sanmak da uç bir akıl tutulması. Dengeli şüphecilik iyidir. Yani bir iddia duyunca, “bunun kanıtı var mı?” diye sormak, ilkeli şüphe etmek ama kanıt görünce de inkar etmemek gerek. Komplocular kanıt görse de “yok bu da düzmece” diyor çünkü zihinlerini aşırı şüphe kaplamış. Oysa bilimsel yaklaşım ne der? Hipotez kur, kanıt ara, kanıt yeterliyse kabul et, yeni kanıt çıkarsa fikrini güncelle. Bu esnekliği korursak komplo bataklığına saplanmayız.
Bir de komplo teorisi ile gerçek komplo arasını ayırmak şart. Gerçek hayatta elbette gizli planlar, dolaplar dönüyor. Ticarette de siyasette de bu var. Ama her gizlilik komplo teorisi üretmeyi haklı çıkarmaz. Mesela geçmişte ABD’de CIA’nın MK-Ultra diye bir projesi çıktı ortaya, zihin kontrolü deneyleri yapmışlar yıllarca gizlice. Bu bir komploydu ve gerçek. Fakat bu gerçekler ortaya genelde belgesel kanıtlarla, itiraflarla vs. çıkar. Komplo teorisyenleri ise kanıt olmadan bağırır. Sonra arada biri doğru çıksa bile, sürekli yalan söyleyen çobanın hikayesi gibi kimseyi ikna edemez hale gelirler. Bu yüzden aslında en büyük zararı gerçek olabilecek skandalların da ciddiye alınmamasına yol açmak. “Komplo” deyip geçiliyor.
Aslında yine dönüp dolaşıp eğitim ve okuma kültürüne geliyoruz. İnsanlar yeterince bilimsel okuryazar olsa, medyada okuduğunu sorgulasa, biraz mantık yürütse bu kadar komplo teorisi prim yapmaz. Ama maalesef her yerde bir boşluk var. Hatta komplo teorileri o kadar yaygınlaştı ki, bunları çürütmeye çalışan gerçekleri açıklama çabaları da artık komplo gibi görülüyor. “Onlar da komplonun parçası, bizi kandırmak için öyle diyorlar” denip çıkılıyor. Tartışmak imkansızlaşıyor. Böyle durumlarda benim stratejim, çok derine girmeden birkaç sağlam kanıt gösterip gerisini bırakmak. Çünkü karşındaki zihin kapalıysa, ne dersen boş. Kendi uyanması lazım.
Komplo teorileri bazen mizaha da konu oluyor tabii. Özellikle internet meme kültürü bunu epey kullanır. “Folyo şapkalarınızı takın, uzaylılar beynimizi okuyacak” gibi espriler dönüyor. Aslında dalga geçtiğimiz şeye bir bakıma bağışıklık kazanıyoruz böylece. Mizah iyidir, bir fikirle alay edebiliyorsan, onun saçmalığını da ifşa ediyorsun demektir. Gerçi bu, inanana vız gelebilir ama en azından ortada bir zıt ses olur.
Ben komplo teorilerine inanmayı da bir tür inanç olarak görüyorum. Nasıl ki dindar biri delile bakmadan inancına sadık kalır, bazı komplo taraftarları da ne delil görürse görsün fikrini terketmez. Bu anlamda komplo inancı da bir dogmaya dönüşebiliyor. O yüzden yine iş dönüyor dolaşıyor eleştirel düşünce ve öğrenme kültürüne.
Ne Yapmalı? – Sohbetin Sonu ve Birkaç Temenni
Vay be, ne uzun konuştuk değil mi? Eğer buraya kadar benimle kaldıysan gerçekten takdir ediyorum; demek ki sen de düşünmeyi, sorgulamayı seven birisin. Umarım okudukların zaman zaman seni düşündürtmüş, belki zaman zaman da gülümsetmiştir.
Şimdi bu sohbeti bağlarken aklımda birkaç nokta var altını çizmek istediğim:
Birincisi, cehalet utanılacak bir şey değil, yeter ki farkında ol ve onu gidermeye çalış. Hepimiz aslında bir şeyleri bilmiyoruz. Ben mesela iktisatta süper değilimdir, oturup ekonomi teorileri tartışamam. Ama eğer bir gün bu hayat memat meselesi olursa öğrenmeye çalışırım. Aynı şekilde, biri gelir dinle ilgili bir soru sorar, cevabım yoksa “bilmiyorum” demekten gocunmam, sonra açar okurum. Bilmiyorum demek ayıp değil. Ayıp olan, bilmiyorsan öğrenmemek ve yanlış biliyormuş gibi yapmaya devam etmek.
İkincisi, dogmaların esiri olmamak lazım. Bu illa dini dogma değil, herhangi bir fikir olabilir. Kafanda yıllardır tuttuğun bir inanç, bir görüş yanlış çıkabilir. Dünya değişiyor, bilgiler güncelleniyor. Esnek olabilmek, fikrini gözden geçirebilmek bir zayıflık değil, erdemdir. Unutma, bir zamanlar dünyanın düz olduğuna dair dogma hakimdi, şimdi gülüyoruz. Bugün belki bizim kesin sandığımız şeylere torunlarımız gülecek. O yüzden her konuda biraz şüphe payı bırakmak iyi bir şey.
Üçüncüsü, okumak, okumak, okumak! Tabi sadece kitap değil, araştırmak diyelim genel. Yani tek bir kaynağa takılma, farklı kaynakları kıyasla, derinlemesine öğrenmeye çalış. Bir konuda fikir sahibi olmadan önce kendine bir süre tanı, hemen yargıya varma. İnternet çağında bilgiye erişim çok kolay aslında, tek tıkla kütüphaneler önünde ama aynı zamanda bilgi kirliliği de bol dedik. O yüzden seçici de olacaksın. Ama şu kesin: Biraz emek verip okuyan insan, okumayan 10 kişiyi cebinden çıkarır.
Dördüncüsü, empati kur ve farklı bakış açılarını dinle. Mesela dindar biri misin, git bir ateistin argümanlarını gerçekten dinle (kavga etmeden). Ateist misin, dindarların dünyasını anlamaya çalış, belki haklı oldukları noktalar göreceksin. Sağcı, solcu, Türk, Kürt, Amerikalı, Çinli fark etmez; önyargıları kırmanın en iyi yolu karşı tarafın insanlığını görmektir. Cehaletin panzehiri biraz da sohbet aslında. Önyargıyla değil, anlamak için yapılan sohbetler. Bu yazıda ben seninle tek taraflı sohbet ettim belki ama hayalimde sen de kendi içinden cevaplar verdin, “acaba öyle mi, bence şöyle” diye düşündün. İşte bu diyalog hali güzeldir.
Beşincisi, gülmeyi bil. Mizah sadece güldürmez, düşünmeyi de kolaylaştırır. Kendinle, inançlarınla bile arada bir dalga geçebilmelisin. (Bu arada bir tavsiye: Mizahı kaldıramayan, hemen alınan insanlarla kesinlikle takılma. Nedenini bilmiyorum ama bu özellikte ki insanların diğer özellikleri de kötü, çekilmez oluyor)Kendi kutsal saydığın şeylere de mizah penceresinden bakabildiğinde, onları daha sağlıklı değerlendirebilirsin. Bana göre her şeyin mizahı yapılabilir , ama sen yine de duvarlara dikkat et yoksa balyozu kafana yiyebilirsin. Ama duvarları yıkmak için bazen esprinin balyozu işe yarar. Bu yazıda araya mizah katmamın sebebi de buydu: Konular ciddi ama sürekli ciddi konuşmak sıkıcı ve itici olabilirdi. Hayatın kendisi gibi, biraz ciddi biraz şakalı gittik.
Son olarak, sonsuz bir merak duy. Agnostik olmanın en güzel yanı bu belki: Merak bitmiyor. “Acaba?” sorusu hep var. Belki bir gün Tanrı ile ilgili kendi kesin cevabımı bulurum, belki de bulamam. Ama o zamana kadar merak etmeye, aramaya devam edeceğim. Sadece din değil, her konuda. Bilmediğim bir şey duyunca heyecanlanıyorum açıkçası, yeni bir kapı aralanıyor gibi. Merak duygunu yitirme. Çocukken dünyayı öğrenmeye aç birer sünger gibiyiz, büyüdükçe o sönüyor çoğunlukla. Sönmesin. Tekrar çocuk gibi hayret edebilelim, sorular soralım, “neden, nasıl” demekten vazgeçmeyelim.
Sevgili okur, sanırım sonuna geldik bu uzun yolculuğun. Belki bazı görüşlerimde bana katılmadığın yerler olmuştur, belki “şunu eksik söyledin” dediklerin… Haklı olabilirsin, ben de her şeyi bilmiyorum sonuçta. Bu bir akademik makale değildi, kafamdakileri döktüğüm dostça bir sohbetti. Umarım sende birkaç ışık yakabilmiş, farklı bir perspektif sunabilmişimdir.
İzninle yazıyı, en başta andığımız o Sevgili Sokrates’in tavrına bir gönderme ile bitireyim: Gerçek bilgelik, cehaletinin farkında olmaktır. O halde gel, birlikte bilgeliğe yürüyelim; cehaletimizin farkında olarak, ama onu azaltmak için durmadan okuyup, düşünerek. Unutma, “Yok oldu halkım bilgisizlikten” demişti kutsal kitap. Halklar da, bireyler de bilgilenerek var olur, yükselir.
Okuduğun için teşekkür ederim. Bir sonraki sohbetimizde görüşmek üzere, bilgiyle ve sevgiyle kal! ❣️❤️
Kaynaklar
Darwin, Charles. The Descent of Man (1871) – Cehalet ve özgüven üzerine özdeyiş (Türkçe çeviri).
Nature Human Behaviour (2024). Sosyal medyada haberlerin %75’inin okunmadan paylaşıldığını ortaya koyan araştırma.
Staggers, Aisha K. “The Age of the Armchair Scholar: How Social Media Fuels Pseudo-Intellectualism.” Medium (20 Ekim 2024) – Sosyal medyada yüzeysel entelektüellik ve bilgi kirliliği üzerine.
Masihiyyen, Masud. “Yahuda İskariyot: Yeremya’daki İki Peygamberlik” – Kutsal Kitap’ı yüzeysel okumanın yanlış sonuçlarına dair tespit.
Hamilton, Lawrence. “Conspiracy vs. Science: A Survey of U.S. Public Beliefs.” Carsey School of Public Policy (25 Nisan 2022) – Amerikan toplumunda komplo teorilerine inanma oranları hakkında araştırma.
Kutsal Kitap (Tevrat/Eski Ahit) – Hoşea 4:6 ayeti, bilgisizliğin halkları yok ettiği üzerine bir deyiş.
Bu yazıda hayatı nasıl yaşadığımı değil, hayatı nasıl gördüğümü anlatıyorum. Çünkü görmekle uygulamak aynı şey değil. Hayatı böyle görüyorum, ama her zaman böyle yaşayabildiğimi söyleyemem. Uygulamak, çoğu zaman daha fazla irade isteyen, daha zor bir iş.
Yazının içinde; insanın yalnızlığı, empati kurma çabası, doğuştan gelen bencillik, bencilliğin dünyadaki yıkıcı etkileri, savaşlar ve masum acılar, Tanrı inancı üzerine görüşlerim, bilinmezlik içinde yaşama fikri ve nihayetinde kendi küçük hayat felsefemi nasıl kurmaya çalıştığım gibi konulara değindim.
Hepsi sadece hayatı nasıl gördüğüme dair. Bildiğim gibi yaşayamamak da bu yolculuğun bir parçası.
Benim Hayat Görüşüm
Bazen hayat durup dururken insana kendi varlığını sorgulatıyor. Bir sabah uyanıyorsun, güneş pencereye vurmuş, perdelerin arasından sızan ışıkta odanın tozları dans ediyor ve sen o an durup, “Ben kimim? Ne yapıyorum? Ne istiyorum bu hayattan?” diye soruyorsun kendine. Ben de böyle zamanlar çok oldu. Sanki içimde yıllardır sessizce büyüyen bir soru, bir anda baş köşeye oturuyor. Cevabını ertelediğim şeyler, bir sabah kahvaltı masasının sessizliğinde, ya da kalabalık bir caddenin ortasında yüzüme çarpıveriyor. Ve fark ediyorum ki, hayat dediğimiz şey, birikmiş küçük anlardan oluşuyor: Beklenmedik bir telefon görüşmesi, içinden gelmeyerek çıktığın bir yürüyüş, tesadüfen açtığın bir kitap, ansızın göz göze geldiğin biri… Her biri, ruhunun bir köşesini ufak ufak şekillendiriyor.
Kendime sorduğum en temel soru hep aynı yere varıyor: Bu hayatta nasıl bir insan olmak istiyorum? İşte bugün, hiçbir şey öğretmeye ya da doğrulamak için ispat yapmaya çalışmadan, sadece içimden geldiği gibi anlatacağım bunu sana. Çünkü ne yaşadıysam, nasıl hissettiysem, kimseye hesap vermeden içimden döküldüğü haliyle burada olacak
İlk öğrendiğim şey şu oldu: İnsan her şeyden önce yalnız bir varlık. Bunu ilk ne zaman hissettim bilmiyorum. Belki çocukken, ailemin kalabalığı arasında sessizce bir köşeye çekildiğimde… Belki üniversite yıllarında, kalabalık bir kafede herkesin güldüğü anlarda içimi kaplayan garip boşlukla… Ama bildiğim bir şey var: Ne kadar kalabalıkların içinde olursan ol, kendi kafanın içinde hep yalnızsın. Kimse tam olarak senin gibi hissedemiyor. Kimse tam olarak senin gibi bakamıyor dünyaya.
Bu yalnızlığı kabullenmek, bana göre insan olmanın ilk ve en ağır sınavı. Başta ürkütüyor. Çünkü hep birilerine yaslanmak istiyor insan; bir dostun omzuna, bir sevgilinin sesine, bir ailenin varlığına… Ama ne yaparsan yap, derinlerde bir yerde hep kendine kalıyorsun. Ve sanırım bu kötü bir şey değil. Çünkü yalnızlığı kabullendiğin anda, o boşluk korkutucu olmaktan çıkıp bir tür özgürlüğe dönüşüyor. Artık başkalarının seni anlamasını beklemiyorsun. Artık kimsenin omzunda varoluşunu taşımaya çalışmıyorsun. O zaman daha hafifliyorsun. Daha gerçek oluyorsun.
Hayatımda yaşadığım her kırılma, her büyüme anı, yalnızlığıma yaklaştığım anlarda oldu. Bir kayıp yaşadığımda, bir hayal kırıklığına uğradığımda, bir dostluğu yitirdiğimde… İşte o anlar, hayatın bana sessizce şunu fısıldadığı anlardı: “Bu dünyada, en son sen varsın. Kendi içinde tutunabilecek misin?” Ve her seferinde içimden bir yan, yıkılsa da, ufak ufak ayağa kalkmayı bildi. Çünkü öğrendim ki, başkalarından beklediğin her şefkat, her anlayış, her teselli; sonunda, yine senin içinde filizlenmek zorunda.
Yalnızlık, zamanla bir korkudan çok bir ustalık haline geldi benim için. Kendi düşüncelerimi sevmeyi öğrendim. Kendi sessizliğimi dinlemeyi öğrendim. Kendi kendime dost olmayı öğrendim. Elbette bazen hâlâ ürküyorum. Hâlâ bazen geceleri, bir mesaj sesi bekler gibi bomboş tavana bakıyorum. Hâlâ bir şarkının ortasında, aniden burnumun direği sızlıyor. Ama artık biliyorum ki bu da geçecek. Çünkü hayat, duyguların gelip geçtiği, hiçbirinin sonsuz kalmadığı bir nehir gibi.
İşte bu yüzden, hayat görüşümün temeline şunu koyuyorum: İnsan, her şeyden önce, kendisiyle baş başa kalmayı öğrenmek zorunda. Kendini sevmek değil belki, ama kendine dayanabilmek. Kendi zihninin içinde kavga etmeden, kendi yüreğinin içinde azıcık huzur bulabilmek. Başka türlü büyüyemiyorsun. Başka türlü insan olamıyorsun.
Sonra fark ettim ki, insan yalnızken gerçek anlamda diğer insanları da sevebiliyor. Çünkü sevgiyi bir ihtiyaçtan değil, bir armağandan veriyorsun o zaman. Birine tutunmak için değil, tutunduğun hayatı paylaşmak için yaklaşıyorsun. Ve bu sevgiler daha temiz, daha sahici oluyor.
Hayatı böyle gördüğüm için bazen fazla “sert” olduğumu söylüyorlar. Belki de öyleyim. Çünkü gözümde, gerçek sevgiyi ve dostluğu, ancak yalnızlıkla sınanmış insanlar taşıyabiliyor. Kendini hiç kaybetmemiş, hiç yalnız kalmamış, hiç içine kapanmamış birinin sevgisine pek güvenemiyorum. Çünkü o sevgi, bir eksikliği tamamlama çabası gibi geliyor bana. Oysa gerçek sevgi, zaten tam olan iki yalnız ruhun birbirine dokunmasıdır.
Hayatla ilişkim de bu yüzden çok düz bir çizgide ilerlemiyor. Bazen sonsuz bir minnettarlıkla doluyorum her şeye: gökyüzüne, toprağa, bir sokak kedisinin uysal bakışına, iyi bir insanın bir tebessümüne… Bazen de koca bir öfkeye kapılıyorum: dünyanın adaletsizliğine, insanların birbirine yaptığı kötülüklere, anlamsız savaşlara… Ama her iki duygunun da gelip geçici olduğunu biliyorum. Hiçbir öfke sonsuz değil. Hiçbir minnettarlık da sabaha dek sürmüyor.
O yüzden kendi kendime tutamasam da çoğu zaman şöyle bir söz verdim bir zamanlar: Ne olursa olsun, bu hayatı sonuna kadar hissedeceğim. İyisiyle kötüsüyle, yalnızlığıyla kalabalığıyla, huzuruyla acısıyla. Çünkü hissedebildiğim sürece yaşıyorum. Çünkü hissetmek, var olmak demek.
Ve işte tam da bu yüzden, yalnızlıktan korkmuyorum artık. Çünkü yalnızlık, beni kendime döndürdü. Kendimde kaybolduğum zamanlarda bile, kendimi yeniden bulabileceğimi öğretti bana.
Ve belki de hayatın anlamı, başka hiçbir yerde değil, sadece burada saklı: Kendi içinde kaybolup, yine de bir şekilde, bir yerlerde, kendine rastlamakta…
Ve zaman geçtikçe fark ettim ki, yalnızlık dediğimiz şey, öyle tek bir kalıba sığacak kadar basit bir şey değil. Sanki koca bir orman gibi… İçinde binbir çeşit yalnızlık türü var. Bazısı ince ince sızıyor, bazısı yumruk gibi gelip göğsüne oturuyor. Bazısı tatlı bir serinlik gibi, bazısı buz gibi bir donukluk gibi.
İlk tanıştığım yalnızlık, o en basit olanıydı: Fiziksel yalnızlık. Etrafında kimse olmayınca, insan kendini doğal olarak yalnız hissediyor zaten. Çocukken akşam ezanı okununca herkesin evine girdiği mahallede, sokakta tek başına kalan çocuk gibi. Ya da yeni taşındığın bir şehirde, akşam karanlığında yabancı sokaklara baka baka yürüyüş yaparken. O tür bir yalnızlıkta, insan ister istemez bir iç ses arıyor: “Biri olsa da iki laf etsek…” Biri olsun da, sadece varlığıyla bu ağır sessizliği bozsun istiyorsun.
Sonra daha tehlikeli bir yalnızlıkla tanıştım: Sosyal yalnızlık. Etrafında insanlar varken bile kendini yabancı gibi hissettiğin o durum. Kalabalığın ortasında, seslerin arasında, kahkahaların arasında, yapayalnız hissetmek… Bir gün bir doğum günü partisine gitmiştim. Herkes gülüyordu, dans ediyordu, şakalaşıyordu. Ama ben, kalabalığın içinde adeta cama basmış bir kuş gibi çırpınıyordum. Oraya ait değildim. Onların muhabbetlerine, o coşkulu kahkahalara, o neşeli sohbetlere dokunamıyordum. Sadece dışarıdan bakıyordum. O gece eve döndüğümde anladım ki; insanın etrafında bin kişi olsa da, ruhu eğer yalnızsa, o kalabalık bir hiçtir.
En can acıtanıysa, duygusal yalnızlık oldu benim için. Yanında sevdiğin insanlar var… Dostların, ailen, belki sevgilin… Ama bir şey oluyor; ve kimse seni anlamıyor gibi geliyor. Dünyanın en önemli acısını yaşamışsın, ama anlatacak kimse bulamıyorsun. Ya da buluyorsun ama onların bakışlarında gördüğün şey seni teselli etmiyor. Diyorsun ki içinden: “Anlamıyorlar. Anlamaları da imkansız.” O zaman, kalabalıkların içinde bile en derin yalnızlığı yaşıyor insan. Yalnızlık sadece bir fiziksel yokluk değil; bir anlaşılamama hali.
Ve tüm bunların ötesinde, daha gizli, daha derin bir yalnızlık varmış meğerse: Varoluşsal yalnızlık. Bilincin yalnızlığı.
İşte o, insanı asıl titreten yalnızlık. Çünkü bu yalnızlık, öyle bir boşluk ki, ne annen doldurabiliyor, ne dostun, ne sevgilin. Kimse. Çünkü sonunda, hepimiz kendi kafamızın içinde, kendi düşüncelerimizle, kendi hislerimizle baş başa kalan varlıklarız.
Senin kalbinin en derininden geçen bir duyguyu, Senin gözlerinle gördüğün bir manzarayı, Senin ağzında eriyen bir çikolatanın tadını, Senin kulağında yankılanan bir melodiyi, Senin içinizde kopan bir fırtınayı — hiç kimse, ama hiç kimse, tam olarak bilemez. Buna felsefede “qualia” diyorlar. Yani her birimizin kendi öznel deneyimi. Kırmızı bir çiçeğe baktığında senin hissettiğin şey, Benim hissettiğim şeyden farklıdır. Aynı şarkıyı dinleriz, ama içimizdeki yankısı bambaşkadır.
Ve bu, içten içe ürkütücü bir gerçek: Ne kadar anlatırsan anlat, ne kadar paylaşırsan paylaş, Aslında kendi varlığının gerçek ağırlığını, kimse tam olarak taşıyamaz.
Bunu ilk hissettiğim anı hiç unutmam. Bir gece, lise yıllarında, pencereden yıldızlara bakıyordum. Ve aniden düşündüm: “Şu anda kafamın içinde olup bitenleri, tam anlamıyla, dünyadaki hiç kimse bilmiyor. Bilemeyecek.” Ne annem, ne babam, ne en yakın arkadaşım, ne de başka birisi… Benim aklımın içindeki ben, sadece bana ait.
Ve işte o anda, tarifsiz bir yalnızlık çökmüştü içime. Hem korkutucu, hem tuhaf bir şekilde rahatlatıcı bir yalnızlık.
Çünkü bir yandan biliyordum ki, bu yalnızlık benim özgürlüğüm demekti. Kimse benim düşüncelerime tam anlamıyla hükmedemezdi. Kimse benim içimdeki bana ulaşamazdı. Ve bu, bana garip bir güç duygusu da veriyordu: Evet, yalnızdım. Ama bu yalnızlık, benimdi.
Sonra yıllar geçti, daha çok kitap okudum, daha çok insan tanıdım. Ve gördüm ki, yalnızlık sadece benim sırtımda taşıdığım bir yük değilmiş. Herkes bir ucundan bu yalnızlığa tutunmuş yaşıyor aslında. Kimi bunu bastırıyor, kimi unutuyor, kimi inkar ediyor. Ama hepimiz kendi içimizde birer küçük adayız.
Birbirimize ne kadar sarılsak da, ne kadar sevişsek de, ne kadar beraber ağlasak da, sonunda, herkes kendi kıyısında, kendi sessizliğinde duruyor.
Ve sanırım hayat, işte bu yalnızlığı kabullenmekle başlıyor. Onu bastırmadan, ondan kaçmadan, onu dramatize etmeden. Sadece var olduğunu bilerek. Sadece zaman zaman ona el sallayarak. “Evet, sen buradasın. Ve ben de buradayım.” diyerek.
Belki de gerçek dostluklar, gerçek aşklar, gerçek bağlılıklar… İşte o iki yalnız ruhun, bu yalnızlığı el ele, göz göze, sessizce kabul ettiği anlarda başlıyordur.
Ve belki de hayat, tam da bu yüzden bu kadar değerli. Çünkü bütün bu yalnızlığın içinde, birbirimize ulaşabildiğimiz o nadir anlar… Bütün bir ömrü anlamlı kılmaya yetiyor.
Ve işte, tam da o en derin yalnızlık duygusunun koynunda kıvranırken, insan başka bir mucizeyle karşılaşıyor: Empati.
Çünkü insan sadece kendi kafasının içinde kilitli bir mahkûm değil. Aynı zamanda, o kafasının küçük pencerelerinden dışarıyı gözetleyen, başka bilinçlere ulaşmaya çalışan, başka kalplerin ritmini duymak isteyen bir canlı. Kendine mahkûm olmakla, başkalarına ulaşmak arasında gidip gelen, garip bir varlık.
Yalnızlık içimde kemikleşirken, bir yandan da fark ettim ki, başka insanların hikâyeleriyle, başka insanların acılarıyla, başka insanların sevinçleriyle bir bağ kurabiliyorum. Bir romanın içinde bir karakterle gözyaşı dökebiliyorum. Bir şarkının notalarında, hiç tanımadığım birinin kalp atışını hissedebiliyorum. Bir yabancının acı dolu bakışlarında, kendi sessiz çığlığımı görebiliyorum.
Ve o zaman anlıyorsun: İnsanı yalnızlığın mutlak karanlığından kurtaran tek şey, empati yeteneği. Başkasının acısına kulak verebilmek, başkasının sevinciyle içten bir tebessüm edebilmek, kendi acını unutmasan da, başkasının acısında kendine bir kardeş bulabilmek.
Bazen bir kitap açıyorum ve yazılan cümlelerde kendi ruhumu buluyorum. Bazen hiç tanımadığım bir şair, yüzlerce yıl önce yazdığı bir dizede bana sesleniyor gibi geliyor. Sanki bir zamanlar bir yerlerde aynı acıya dokunmuşuz, aynı boşluğa bakmışız. Sanki o an, zaman, mekân, dil engelleri eriyor ve ruhlar çıplak kalıyor.
Empati, işte böyle bir köprü. Bilinçlerimizin arasındaki dipsiz uçuruma atılan titrek bir ip gibi. İnce, narin, her an kopabilir. Ama yine de orada.
Kendi yalnızlığımla yüzleştiğimde, içimde hep bir soru doğuyor: Peki ya diğerleri? Onlar da mı böyle hissediyorlar? Onlar da mı gecenin bir vakti yıldızlara bakarken ürperiyorlar? Onlar da mı bir şarkının ortasında, ansızın boğazlarında bir düğüm hissediyorlar?
Ve o zaman anlıyorum ki evet, her birimiz kendi yalnızlığımızda debelensek de, bazen o yalnızlıklar çakışıyor. Bazen biriyle göz göze geldiğin bir anda, ikiniz de hiçbir şey söylemeden aynı boşluğu, aynı hüznü, aynı hayat kırıklığını paylaşıyorsunuz.
İşte o anlar, bütün bir hayatın ağırlığını hafifletiyor. İşte o anlar için yaşamaya değer oluyor dünya.
Bir gün, kalabalık bir otobüste yanımda oturan yaşlı bir adam ağlıyordu. Sessizce, kimseye belli etmeden, gözyaşlarını avuçlarına sığdırarak. Ne olmuştu bilmiyorum. Hangi kaybı, hangi acıyı taşıyordu bilmiyorum. Ama o an, içimde onunla birlikte bir şey kırıldı. O an, onun sessiz ağlayışı, benim sessiz yalnızlığımla birleşti. İkimiz de konuşmadık. İkimiz de birbirimizi tanımıyorduk. Ama ruhlarımız, kısacık bir an için aynı köprüde buluştu.
İşte böyle küçük anlar, bana insan olmanın ne demek olduğunu hatırlatıyor. Bütün o gösterişli sözler, süslü hayat hikâyeleri, kahkahalar, başarı hikâyeleri… hepsi boş aslında. Önemli olan, o çıplak anlarda, o sahici temaslarda kim olduğun. Başkasının acısına sırtını mı dönüyorsun, yoksa onunla bir dakika olsun aynı nefesi mi paylaşıyorsun? Bu anlarda karakterli olmak önemli. Açık söylemek gerekirse bu anlardan başarısız olduğum çok anım olduğu için kendimi kötü hissediyorum.
Hayat, bu küçük empati anlarından ibaret. Yoksa her şey çok daha acımasız olurdu. Yoksa her yalnızlık çok daha katlanılmaz olurdu.
İnsan bazen sanıyor ki, bu dünyada en büyük şey aşktır, başarıdır, zaferdir. Halbuki, en büyük şey, bir başkasının yalnızlığına, acısına, gülüşüne, hüznüne dürüstçe dokunabilmektir. Kendi yalnızlığını unutmadan, ama onun üzerinden bir el uzatabilmektir.
İşte sanat da bu yüzden var. İnsanlar şarkılar yapıyorlar, romanlar yazıyorlar, filmler çekiyorlar… Çünkü kendi bilinç hapishanelerinin duvarlarına küçük küçük delikler açmak istiyorlar. O deliklerden başka bilinçlere ulaşmak istiyorlar. “Ben de buradayım” demek istiyorlar. “Senin hissettiğin gibi hissediyorum” demek istiyorlar.
Ve bazen bir kitap sayfasında, bazen bir piyano notasının titrek tınısında, bazen bir film sahnesinde… İşte o delikten bir ışık sızıyor. İşte o zaman insan biraz daha az yalnız hissediyor.
Ben de hayatım boyunca bu ışıkları aradım. Bazen bir şairin dizelerinde buldum kendimi. Bazen bir tablonun renginde. Bazen bir dostun sessiz bakışında.
Ve şunu öğrendim: İnsan, yalnızlığını paylaşabildiği ölçüde insan oluyor. Ne kadar çok duvar örersek, ne kadar çok kabuğumuza çekilirsek, o kadar eksiliyoruz. Ama ne zaman ki cesaret edip kendi yalnızlığımızı başka bir yalnızlıkla buluşturuyoruz… İşte o zaman eksilmiyoruz. İşte o zaman çoğalıyoruz.
Ve belki de hayat dediğimiz şey, başka bir şey değil: İki yalnız ruhun, birbirinin karanlığında bir damla ışık bulmaya çalışması…
İnsanın yalnızlığını, acılarını, empatisini anlatırken şunu da inkâr edemiyorum kendi içimde: Her ne kadar birbirimize ulaşmak istesek de, her ne kadar başkalarının hislerini anlamaya çalışsak da, eninde sonunda içgüdüsel bir gerçek var: İnsan önce kendini düşünüyor.
Bu kötü bir şey mi? Belki. Belki de değil.
Çünkü doğduğumuz andan itibaren içimize kazınmış bir şey bu. Ağlıyoruz çünkü açız. Ağlıyoruz çünkü acı çekiyoruz. İstiyoruz çünkü var olmak için istemek zorundayız.
Bencillik, kulağa çok ağır bir kelime gibi geliyor. Sanki sadece kötü insanlara yakışan bir özellikmiş gibi. Ama gerçekte, bencillik dediğimiz şey, bir bakıma yaşamaya devam etme çabası. Hayatta kalmak için, biraz da kendi çıkarını öncelemen gerekiyor.
Bunu fark etmek, ilk başta beni rahatsız etti. Kendimi iyi bir insan olarak görmek istiyordum. Başkaları için yaşayan, fedakâr, şefkatli biri. Ama zamanla dürüst olmak gerektiğini öğrendim: Hepimizin içinde, görünmeyen bir terazide kendi çıkarını tartan bir taraf var. Ve bazen, ne kadar vicdanlı olursan ol, o teraziye gizlice göz ucuyla bakıyorsun.
Ben de baktım. Hem de defalarca.
Birine yardım ederken bile, içten içe “Ben olsam bana yardım ederler miydi?” diye düşündüğüm oldu. Bir tartışmada, haklı olduğumu savunurken, aslında sadece gururumu korumaya çalıştığım oldu. Sevdiğim birini bile, bazen kendi eksiklerimi tamamlama arzusu için sevdiğimi fark ettiğim oldu.
İnsanın doğası bu: Kendine yakın olanı korumak, kendi acısını dindirmek, kendi mutluluğunu kollamak.
Ve bazen bu doğa, empatiyle çarpışıyor. Bir yanda “başkası da önemli” diyen kalbin, bir yanda “önce ben” diyen içgüdün.
Bu ikisi arasında gidip geldim yıllarca. Bazen içimdeki bencilliğe kızdım. Bazen onun bana kattığı direnci takdir ettim.
Çünkü insan, sadece kendini feda ederek yaşayamaz. Sürekli başkaları için yaşamak, sonunda insanı tüketir. Ve kendini hiç düşünmeden başkalarına adayanlar, bir gün bir bakmışlar ki, kendi içleri bomboş kalmış.
İşte burada ince bir denge var. Ne tamamen bencil olmak doğru, ne de tamamen kendinden vazgeçmek.
Ben bu dengeyi bulmayı öğrenmeye çalıştım. Hâlâ da öğreniyorum.
Bazen hâlâ, sırf kendim için en iyisini isterken buluyorum kendimi. Ve sonra durup, “Peki ya başkaları?” diye soruyorum.
Ama bazen de, başkaları için çok fazla verdiğimde, kendi sınırlarımı aşındırdığımı, kendi iç huzurumu kaybettiğimi fark ediyorum.
İşte tam bu noktada şunu öğrendim: İyilik yapmak, fedakâr olmak güzeldir. Ama insan önce kendi içini sağlam tutmalı. Kendi içi boşsa, kimseye gerçek bir şey veremezsin.
Bir zamanlar çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. Onun için yapamayacağım şey yoktu. Ne isterse koşulsuz yapardım. Onun mutluluğunu kendi mutluluğumun önüne koyardım.
Sonra bir gün, tam anlamıyla yorgun düştüğümü fark ettim. Kendi isteklerim, kendi ihtiyaçlarım, kendi mutluluğum o kadar geriye atılmıştı ki, bir sabah uyanıp kendime şunu sordum: “Ben neredeyim?”
Ve o gün anladım ki, başkalarına verirken, kendimi kaybetmişim.
İşte o gün, egoizme yeni bir gözle bakmaya başladım. Bencillik, sadece kötü bir özellik değil. Bazen, kendini korumak için, hayatta kalmak için, kendine sadık kalmak için gerekli bir şey.
Tabii ki bu bencilliği zehirli bir kibire dönüştürmemek lazım. Başkasının hakkını çiğneyerek, başkasının acısına kör kalarak kendini büyütmeye çalışmak değil mesele.
Ama kendini hiçe sayarak da insan olamazsın. Kendi yalnızlığını, kendi acılarını, kendi varlığını ciddiye almadan başkalarının acılarına doğru dürüst dokunamazsın.
Kendi içimde bu dengeyi bulduğum zamanlar oldu. Bazen başarısız oldum, bazen tam isabet ettim.
Ama her defasında şunu öğrendim: İnsan hem bencil, hem şefkatli bir varlık. İçinde hem “ben” var, hem “biz”.
Ve hayat, bu ikisinin çatışmasından doğan tuhaf bir denge.
İnsanın en güzel hali, ne tamamen kendini unutmuş bir kurban, ne de tamamen kendini kutsamış bir kibir abidesi.
İnsanın en güzel hali, kendi acısını da, başkasının acısını da, aynı kalpte taşıyabilen hali.
İşte ben de böyle bir insan olmaya çalışıyorum. Kendi yalnızlığımı tanıyarak, kendi bencilliğimi kabullenerek, kendi kusurlarımla barışarak, başka insanlara ulaşmaya çalışıyorum.
Çünkü biliyorum: İnsan sadece kendine dönerek, sadece kendine sarılarak büyüyemez. Ama kendine sırtını dönerek de gerçek bir sevgi inşa edemez.
İşte bu yüzden, kendi içimdeki bencilliği de, başkalarına uzattığım eli de, ayrılmaz parçalarım olarak kabul ediyorum.
Ve hayatı da, insanı da böyle seviyorum: Eksik, çatlak, tutarsız… ama yine de güzel.
Bencilliğin küçük versiyonlarıyla kendi hayatımda boğuşurken, bir yandan da dünyanın büyük hikâyesine bakınca insan başka bir gerçekle daha yüzleşiyor: Bu küçük dürtü, yani “önce ben” dürtüsü, büyüyüp bir canavara dönüştüğünde, koca hayatları ezip geçiyor.
Savaşlar böyle çıkıyor. Sınırlar böyle çiziliyor. İnsanlar birbirine böyle silah doğrultuyor. Kimse “Ben kötü bir şey yapıyorum” diyerek başlatmıyor bu felaketleri. Herkes kendince haklı. Herkes kendi çıkarını kutsuyor. Ve olan, arada kalan masumlara oluyor.
Çok da uzak değiliz bu hikâyelere. Her gün televizyonda, haberde gördüğümüz manzaralar bunun kanlı yüzü zaten. Yıkılmış şehirler, enkazdan çıkarılan çocuklar, çadır kamplarında hayata tutunmaya çalışan insanlar…
Bunları izlerken bazen bir mesafe koymaya çalışıyorum araya. Çünkü insan her gördüğü acıyı doğrudan içeri alırsa, bir süre sonra ya yalan bir kahramanlığa kapılıyor, ya da ruhu tükeniyor.
Ama araya mesafe koysan da, bazı hikâyeler geçiyor o mesafenin içinden. İnsanın içine, kemiklerine kadar işliyor.
Suriye’de iç savaşın ortasında kalmış bir kadının hikâyesi vardı mesela. Bir belgeselde görmüştüm. Kendi sesiyle anlatıyordu: Nasıl evlerini bombaladıklarını, nasıl kocasını ve çocuklarını kaybettiğini, nasıl saatlerce enkaz altında kurtarılmayı beklediğini.
Ve anlatırken sesi o kadar sakindi ki. Öyle bir sakinlik ki, insanı daha da ürpertiyordu. Sanki o kadar çok acı çekmişti ki, artık anlatırken hissetmeye bile mecali kalmamıştı.
O an düşündüm: İnsan ne kadar bencilleşirse, başka insanların hayatı o kadar önemsizleşiyor. Birisi iktidarı için karar veriyor, başka birisi çocuklarını mezara gömüyor. Birisi sınır çiziyor, başka birisi evini, kökünü, geçmişini kaybediyor.
Ve bu hikâyeleri dinlerken şunu da fark ettim: İnsan isterse bin tane yardım kampanyasına katılsın, isterse tonla bağış yapsın, isterse her gün iyi dilekler dilesin… Sonunda değiştirebildiğin şey çok sınırlı.
Belki birine dokunabiliyorsun. Belki bir anlığına bir yaranın üstünü örtüyorsun. Ama asıl sorun çok daha derin, çok daha büyük. Ve o sorun öyle kolay kolay çözülmüyor.
Bu yüzden hiç kimseyi kahraman ilan etmiyorum. Küçük bir yardım, küçük bir iyilik, küçük bir çaba… Hepsi iyi niyetli. Ama dünyanın gerçek yüzü karşısında etkisi çok zayıf.
Bunu görmek, insanın içinde hem bir çaresizlik duygusu yaratıyor, hem de bir tür soğukkanlılık. Çünkü biliyorsun: Bütün bu felaketler, insanın doğasına kazınmış bir şeyin sonucu. Ve insan doğası bir gecede değişmiyor.
İçten içe bazen şöyle düşünüyorum: Eğer bugün bir savaş bitsin diye bir düğmeye basılacak olsa, yine birileri, kendi çıkarı için o düğmeye basmayı reddederdi. Çünkü güç, çıkar, iktidar, insanın damarlarında çok derinlere işlemiş bir zehir gibi dolaşıyor.
Bu yüzden çok büyük kahramanlık hikâyelerine inanmıyorum. İnsan doğası dediğin şey, birkaç güzel cümleyle terbiye olacak bir şey değil. İnsan iyiliği de kötülüğü de içinde taşıyor. Ve çoğu zaman hangisinin ağır bastığı, kimsenin tam olarak kontrol edemediği şartlara bağlı.
Kendi adıma, bazen küçük şeyler yapmaya çalışıyorum. Ama bunu yaparken de kendime bir masal anlatmıyorum. Dünyayı kurtarmıyorum. Kurtaramayacağım. Sadece kendi vicdanımı rahatlatıyorum.
Sadece bazen birilerinin acısına sessizce bakıyorum. Ve kendi kendime diyorum ki: “Şu anda en azından bu acıya kayıtsız kalmadın.”
Bu bile bazen bir şeydir. Bazen değildir.
Bunu bilerek yaşıyorum.
Ve belki de hayatı bu yüzden biraz daha gerçekçi, biraz daha ağır bir yerden sevmeye çalışıyorum. Ne büyük kahramanlık hayalleriyle kendimi avutuyorum, ne de her şeyin anlamsızlığına kapılıp içime kapanıyorum.
Ortada bir yerde duruyorum. Bir adım umut, bir adım mesafe. Bir adım inanç, bir adım şüphe.
Ve içten içe biliyorum: Hayat, bazen sadece seyirci kaldığın şeylerle de seni yoğuruyor. Bazen sadece bir başka insanın acısına sessizce bakmak bile, sana kendinle ilgili çok şey anlatıyor.
İşte o yüzden, ne kahramanım, ne kurban. Sadece, bunca bencilliğin ve felaketin içinde, küçük bir bilinç kırıntısıyla, daha az zarar vererek yürümeye çalışan biriyim.
Belki hepsi bu.
Ve belki bu bile, düşündüğümden daha büyük bir şeydir.
İnsanın bencilliğini, dünyanın acımasız yüzünü, masum insanların yerle bir olmuş hayatlarını gördükçe, ister istemez daha derin bir sorunun kapısına dayanıyorsun: Tanrı var mı?
Öyle, laf olsun diye sorduğun bir soru değil bu. Bir kafenin köşesinde kahveni karıştırırken gelişi güzel aklına gelmiyor. Bu soru, daha çok gecenin en sessiz saatlerinde, kendi yalnızlığının, kendi acizliğinin tam ortasında fısıldanıyor kulağına. Ve kaçacak yerin kalmadığında, gözlerinin içine bakıyor.
Ben de kaçamadım.
O savaş mağduru kadının hikâyesini dinlediğim o gece, televizyonu kapatıp karanlık odada öylece otururken, içimde bir şey fısıldadı: “Eğer bir Tanrı varsa, bu nasıl oluyor?”
Eğer bir ilahi güç varsa, nasıl olur da o kadının çocukları enkaz altında nefessiz kalır? Nasıl olur da milyonlarca insan, sadece birilerinin daha fazla güç istemesi yüzünden yerinden yurdundan olur? Nasıl olur da göz göre göre açlıktan ölen çocuklar, susuzluktan kırılan köyler, umutsuzlukla kendini uçurumlardan atan insanlar olur?
Ve eğer bir Tanrı yoksa… O zaman bu dünya, bu hayat, bu acılar sadece kör bir kaosun ürünü mü? Sadece bir şanssızlık mı her şey? Sadece rastgele dağılmış atomların, anlamsız bir bileşkesi mi?
İşte bu ikilemin ortasında büyüdüm ben. Bir yanım, bir çocuğun saflığıyla Tanrı’ya inanmak istedi. Çünkü bir yerlerde adalet olduğuna, her şeyin bir gün anlam bulacağına inanmak istedim.
Çocukken bana öğretilen duaları ezberledim. Küçükken başımı yastığa koyduğumda, ellerimi minik bir dua için birleştirdim. Bir sınavdan önce, bir dileğim olduğunda, hastalandığımda… hep bir yere doğru fısıldadım. “Allah’ım, bana yardım et.”
O zamanlar her şey daha basitti. İnanç, sorgusuzdu. İnanç, konforluydu. İnanç, koruyucuydu.
Ama büyüdükçe, hayat gözlerimi açtı. Ve gördüm ki, dünya bana anlatılan kadar adil değildi. İyilerin her zaman kazanmadığını, kötülerin her zaman cezasını çekmediğini, masumların her zaman korunmadığını gördüm.
Ve içimde bir şey çatlamaya başladı.
Bana anlatılan Tanrı ile, gördüğüm dünya arasındaki uçurum büyüdükçe, sorularım da büyüdü.
Okuduğum kitaplar, karşılaştığım insanlar, yaşadığım tecrübeler… hepsi içimde bir şeyleri sorgulattı. Bir arkadaşım vardı mesela üniversitede, dindar bir Müslüman dı. Başka bir arkadaşım, Hristiyan inancındaydı. Bir başkası ise ateistti. Hepsi kendi doğrularına, kendi Tanrılarına, kendi kaderlerine yürekten inanıyordu.
Ve ben düşündüm: Hepsi birden nasıl doğru olabilir? Hepsi birden nasıl aynı anda var olabilir?
Bir çocuğun doğduğu coğrafya, yetiştiği kültür, ailesinin inancı, onun sonsuz kaderini belirleyecekse, bu nasıl adil bir oyun olabilir?
İşte o zaman anladım ki, inanç dediğimiz şeyin büyük bir kısmı, içine doğduğun hikâyeye bağlı. Ve bu hikâyeler, bazen birbirinden tamamen farklı.
Bir adım daha attım: Bilimle tanıştım. Evrenin 13.8 milyar yıllık geçmişi, evrimin yavaş ve acımasız süreçleri, fizik yasalarının katı ve umursamaz düzeni… Bunların içinde büyülü bir Tanrı figürüne yer bulmak kolay değildi.
Bunu gördükçe kafam karıştı. İnançla büyüyen o eski sıcaklık, yerini bir serinliğe bıraktı. Artık bilmiyordum. Artık hiçbir şeyden emin değildim.
Ve zamanla kendimi, inançsızlığın da, inancın da kıyısında buldum.
Tanrı var mı?
Bilmiyorum.
Tanrı yok mu?
Onu da bilmiyorum.
Ve belki de hiçbir zaman bilemeyeceğim. Ama her zaman bir tanrının olmasını olmamasına tercih ederim, olmasına inanmak isterim.
Ama şunu biliyorum: İnsan doğası, anlam arıyor. Acının, kaybın, ölümün karşısında dayanabilmek için bir şeylere tutunmak istiyor.
Bir çocuğun açlıktan öldüğü bir dünyada yaşıyoruz. Ve buna rağmen, hâlâ umut edebiliyoruz. Hâlâ seviyoruz. Hâlâ yeni hayatlar doğuruyoruz.
Bunu yapabilmemiz için ya büyük bir saflığa, ya da büyük bir umuda ihtiyacımız var.
Ben bu ikisinin arasında gidip geliyorum. Kimi gün inançlı gibi hissediyorum. Kimi gün tamamen boşlukta.
Bir dua etmiyorum belki artık. Ama bazen bir yıldız kayarken, bazen rüzgarın arasında adını koyamadığım bir huzur hissederken, içimden bir fısıltı yükseliyor: “Belki bir anlam vardır.” “Belki biri bizi görüyordur.”
Bu düşünceye sıkı sıkıya sarılmıyorum. Ama reddetmiyorum da.
Çünkü insan bazen bilmemenin de bir yaşam biçimi olduğunu öğreniyor. Cevap bulamamanın da bir cevabı olduğunu…
Artık şuna inanıyorum: İnanç ya da inançsızlık, kesin bilgiler değil, varoluşun farklı halleri.
Ve ben, bu iki halin arasında salınarak yaşıyorum. Bazen umutla, bazen boşlukla. Bazen bir duaya yakın, bazen bir suskunluğa.
İşte hayat görüşümün bir parçası da bu: Bilmediğim yerde, zorla cevap uydurmadan, bilmediğimi kabul edebilmek.
Ve belki de bu dürüstlük, kör bir inançtan daha kıymetli.
Belki Tanrı yok. Belki var. Belki bir anlam var. Belki hiçbir şey yok.
Ama ben, yine de, acıyı gördüğümde içim sızlıyorsa, bir çocuğun gülüşünü görünce kalbim hafifliyorsa, bir dostla içten bir kahkaha paylaştığımda dünyanın yükü hafifliyorsa…
İşte bu hislerin gerçekliğine inanıyorum.
Bütün bu düşüncelerin, bütün bu iniş çıkışların sonunda, hayata nasıl baktığımı sorarsan, sana büyük cevaplar veremem.
Hayat bana göre, öyle hazır reçetelerle yaşanacak bir şey değil. Öyle üç beş kural öğrenip geçilecek bir sınav da değil. Hayat, daha çok… bir tür deneme. Yanılma. Bocalama. Ve bazen küçücük anlarda parlayan bir anlamı yakalama çabası.
Benim için hayat, kesin doğrularla dolu değil. Küçük sezgilerle, küçük rastlantılarla ilerliyor. Bazen bir bakışta, bazen bir şarkıda, bazen bir gece yürüyüşünde, hiç beklemediğin bir anda karşına çıkan o küçük, ince anlamlarda gizli.
Biliyorum ki, bu dünya adil değil. Biliyorum ki, ne kadar iyi olursan ol, kötü şeyler başına gelebilir. Biliyorum ki, sevdiğin insanlar ölecek, umutların kırılacak, ve bazen hayat hiçbir sebep göstermeden canını yakacak.
Ama bütün bunlara rağmen, bir çocuk kahkaha attığında, bir dost sessizce sırtına dokunduğunda, bir sabah gözlerini açıp pencereden sızan ışığa baktığında… o içini ısıtan küçük sevinçler hâlâ var.
Ve sanırım bütün mesele, bu küçük anları, büyük acıların gölgesinde kaybetmemek.
Ben artık hayatı böyle yaşıyorum: Bir elimde yalnızlık, bir elimde umut. Bir cebimde şüpheler, bir cebimde küçük inanç kırıntıları.
Bazen güçlü hissediyorum kendimi. Bazen çok zayıf. Bazen her şeyin bir anlamı olduğuna inanıyorum. Bazen her şeyin bir rastlantılar yığını olduğuna.
Ama her durumda, şunu kendime hatırlatıyorum: Benim işim, bu hayatı sonuna kadar hissetmek. İyi ya da kötü. Hüzünlü ya da coşkulu. Parlak ya da puslu.
Çünkü hissettiğin sürece, yaşıyorsun.
O yüzden sevmekten vazgeçmiyorum. Kırılıyorum ama seviyorum. Kaybediyorum ama yine de seviyorum. Çünkü sevgi, anlamın en sade, en katıksız hali bana göre. Bir dostu, bir anıyı, bir şarkıyı, bir günü… ve bazen bütün hayatı.
Birçok şey öğrendim bugüne kadar. Ama en kıymetlisinin bu olduğunu düşünüyorum: Sevmeden yaşanmaz. Sevmeden insan tamamlanmaz.
Ve öğrenmek. Merak etmek. Sorgulamak. Düşünmek. Yanılmak ve tekrar öğrenmek.
Bütün bunlar, insanı diri tutuyor. Kendi küçük evrenini genişletiyor. İçinde yeni odalar açıyor. Yeni pencereler. Yeni kapılar.
Ben artık hayatı bir okul gibi görüyorum. Dersi hiç bitmeyen bir okul. Bazen sert bir öğretmeni olan. Bazen sıcacık bir teneffüsü. Bazen öğretmen seni dövüyor, bazen seviyor, bazen sınıfta bırakıyor, bazen seni 2. sınıftan 5.sınıfa bir anda atlatıyor, bazen üniversiteden alıp ilkokula bırakıyor.
Kimi zaman bir kayıp öğretiyor sana bir şeyleri, kimi zaman bir kavuşma. Kimi zaman bir yalnızlık, kimi zaman bir tesadüf.
Ve işte ben bu okulda, sınıf birincisi olmak için değil, gerçekten öğrenmek için varım.
Siyah-beyaz ekran. Rüzgârda dalgalanan bir bayrak. Fon müziği sert: bir marş. Kamera, yukarıdan aşağıya doğru ağır ağır kayar, ve o bayrağın altında sıra sıra dizilmiş insanları gösterir. Hepsi aynı yöne bakıyor. Hepsi aynı ritimde yürüyor. Hepsi aynı şeyi söylüyor. Duygusal bir an bu. Kalbin bile hızlanıyor, garip bir gurur gelip boğazına oturuyor. Sonra kamera arka plana kayıyor ve bir duvar yazısı beliriyor: “Arbeit macht frei”. Film: Schindler’in Listesi.
İşte milliyetçiliğin estetikleştirilmiş yüzü budur. Duygularla süslenmiş, ritüellerle kutsanmış, sistemle kodlanmış bir kolektif gurur yanılsaması. Yeterince yakından bakarsan, o bayrağın altında gözlerini sımsıkı kapatmış bir kalabalık görürsün. Çünkü milliyetçilik, çoğu zaman görmek değil, inanmak ister. Hissederek yürür, sorgulamadan coşar.
Ama bir dur. Bu kadar duygusal bir konuda, bu kadar kolay kabullenilen bir kimlikte, bu kadar çok insanın aynı fikirde olmasında gerçekten tuhaf bir şey yok mu? Gerçek bu kadar ortak mıdır gerçekten?
Şunu sormak gerekir: Bir insan neden, doğduğu yerle övünür?
Bu soru basit gibi görünür. Ama derinleştiğinde, insan zihninin karanlık koridorlarına dokunur. Çünkü doğduğun yer senin tercihin değildir. Bir seçim değildir. Bir başarı da değildir. Ama milliyetçilik, seni tam da bununla ödüllendirir. Sana seçmediğin bir şeyin üzerinden üstünlük hissi verir. Ve bu, insan zihni için bulunmaz bir nimettir. Zahmetsiz kimlik. Hazır gurur. Otomatik anlam.
Yani düşünmeye gerek kalmaz. Kim olduğunu zaten söylerler sana. Tarih kitapları anlatır. Marşlar tekrar eder. Bayraklar sallanır. Ve sen, başını kaldırdığında, gökyüzünü değil o bayrağı görürsün.
Ama asıl sorun şurada başlar: Bir insan neden sahip olmadığı zaferlerle gururlanır? Bir insan neden parçası olmadığı savaşlarla coşar? Çünkü milliyetçilik, bireyin başarısızlığını kolektif hayalle kapatır. Kendi üretmediğin bir başarıya ortak olmak, kendi hayatında başaramadıklarını telafi etmenin kısa yoludur. Sanki Roma senin tarafından inşa edilmiş gibi konuşursun. Sanki Kurtuluş Savaşı’nda sen de siperdeymişsin gibi anlatırsın. Sanki birilerinin keşfettiği tüm bilimler, senin DNA’na işlenmiş gibi davranırsın.
Ama gerçekte, yalnızca pasif bir mirasçısındır. Sadece sana devredilen bir hikâyenin okuyucususun. Ama anlatırken sanki yazarıymışsın gibi davranırsın.
Bu da bizi başka bir soruya götürür: Kimlik dediğimiz şey nedir? Ve ne kadar “bizim”dir?
Kimlik, sadece ait olduğun grubun adıysa, bir zebranın çizgilerinden farkın kalmaz. Ama eğer kimlik; düşüncelerin, ahlaki tercihler, mücadelelerin, vazgeçtiklerin ve savunduklarınsa, o zaman senin seçiminin ürünü olur. Milliyetçilik bu yüzden tehlikelidir: Çünkü seni sana ait olmayan bir kimliğe hapseder. Senin yerine konuşur. Senin adına sever. Senin yerine nefret eder. Senin yerini çalar.
Bunu fark ettiğinde, aslında ne kadar yalnız bırakıldığını anlarsın. Çünkü “biz” dediğin o kalabalığın, seni sen olduğun için değil, onların parçası olduğun sürece kabul ettiğini görürsün. Bir gün o kalıptan saparsan, bir gün o kolektif deliliğe itiraz edersen, seni hemen “bizden değil” diye damgalarlar. Çünkü “biz” dediğin şey, çoğu zaman seni sevmez; sadece senden ne beklediğini sever.
Bunu en iyi anlatan sahnelerden biri, The Wave (Dalga) filmindedir. Bir lise öğretmeni, öğrencilerine faşizmin nasıl doğduğunu anlamaları için bir deney yapar. Sadece birkaç gün içinde öğrenciler, kendi içlerinden olmayanlara baskı yapmaya başlar. Sınıf bir kolektif kimliğe dönüşür. Marşları olur. Selamları olur. Üniformaları olur. Ve bu kolektif yapı, kısa sürede düşünmeyi değil, itaat etmeyi ödüllendirir.
Milliyetçilik budur: hızlı inşa edilen, yavaş çözülüp uzun süre acı bırakan bir yanılsama.
Bir örnek daha düşün: İki insan, yan yana yaşıyor. Birinin kimliği “biz” diye başlıyor, diğerininki “ben” diye. İlki, ait olduğu milletle övünüyor. Diğeri, kendi tercihleriyle. İlki, “bizim milletin insanı şöyle merttir” diyor. Diğeri, “ben kimseye zarar vermeden yaşamak istiyorum” diyor. Biri bir ulusun yüceliğini savunuyor, diğeri sadece kimseyi ötekileştirmemeyi. Hangisi daha ahlaklıdır?
Milliyetçilik, ahlakın yerine gurur koyar. Vicdanın yerine aidiyeti. Gerçeğin yerine anlatıyı. Sorgulamanın yerine sloganı. Ve en kötüsü, insanın birey olma mücadelesini, grubun parçası olma konforuna feda eder.
Ve belki de en dikkat edilmesi gereken şey şudur: Milliyetçilik barış istemez. Çünkü barış, düşmanı yok eder. Düşman yoksa milliyetçilik kendine bir varlık nedeni bulamaz. Bu yüzden hep bir tehdit yaratır. İçeride hain, dışarıda düşman… Yoksa o marşlar neden hep “şehitlik”le biter?
Burada bir gerçek daha var: Bilim diyor ki, insanlar genetik olarak %99.9 oranında birbirinin aynısıdır. Kendi milletinden bir bireyle arandaki fark, başka bir milletin bireyiyle olandan daha fazla olabilir. Yani “biz” dediğin şey, biyolojik bir gerçeklik değil, sosyolojik bir kurmacadır. Ama çok iyi yazılmış bir kurmaca.
Ve iyi yazılmış her hikâye gibi, inanmak, sorgulamaktan daha kolaydır.
O yüzden artık soru şu: Sen gerçekten kendin misin? Yoksa sadece sana ezberletilmiş bir kimliğin aktörü müsün?
Doğduğun yeri sevebilirsin. Dilini sevebilirsin. Yemeklerini, şarkılarını, sokaklarını… Ama bu sevgi, başka yerleri küçümsemeye başladığında, artık sevgi değildir. Bu, sadece korkunun başka bir yüzüdür. “Ben kim olduğumu bilmiyorum, o yüzden senden üstün olduğuma inanmak istiyorum” demenin sosyopolitik versiyonudur.
……..
Kamera tekrar yukarı kayar. Bayrak yine dalgalanıyor. Ama bu kez gözlerin açıktır. Ve artık o gökyüzünde başka bir şey görürsün: Sana ait olmayan bir kimliğin seni yönettiği gerçeği.