Stanford Hapishane Deneyi: İnsan Doğasının Karanlık Bir Deneyimi
Hapishane deyince aklınıza ne geliyor? Soğuk duvarlar, demir parmaklıklar ve ceza kavramının bir insan üzerindeki baskısı, değil mi? Peki ya şu soruyu hiç kendinize sordunuz mu: “Bir hapishane ortamında olsaydım, ben nasıl bir mahkum ya da gardiyan olurdum?” İşte bu sorunun cevabını aramak, 1971 yılında bir grupla bilim insanını öyle bir deney yapmaya itti ki sonuçları hâlâ tartışılıyor.
Stanford Hapishane Deneyi… Kulağa bir bilimsel araştırmadan çok bir film adı gibi geliyor, değil mi? Ama bu deneyin, gerçek bir filmden çok daha ürpertici olduğunu söylemeliyim. Çünkü bu, insan doğasının karanlık tarafını gözler önüne seren bir deneydi. Hepimiz kendimizi “iyi bir insan” olarak görmeye meyilliyiz. Ama ya elimize güç geçerse? Ya bir otorite figürüne dönüşürsek?
Bu soruların peşinden giden psikolog Philip Zimbardo, 1971 yılında Stanford Üniversitesi’nde sıradan insanlarla sıradışı bir deney gerçekleştirdi. Bu deneyde, bir grup gönüllü öğrenci gardiyan ve mahkum rollerine büründü. Oyun gibi başlayan bu deney, sadece altı gün içinde insanoğlunun neler yapabileceğini gözler önüne serdi. Kimi gardiyanlar birer tirana dönüşürken, kimi mahkumlar çaresizlik içinde kimliklerini kaybetti.
Peki, neden? İnsanı bu kadar değiştiren şey neydi? İşte bu yazıda, Stanford Hapishane Deneyi’nin detaylarına inecek, bu soruların cevaplarını arayacağız. Ama şimdiden söyleyeyim, bu deney sadece bilimsel değil, aynı zamanda rahatsız edici bir yolculuk. Okurken, kendi insanlığınızı da sorgulayabilirsiniz. Ama korkmayın, bu sorgulama hepimize iyi gelir!
—
Deneyin Arka Planı
Hadi şimdi sizi biraz geçmişe götüreyim, tam olarak 1971 yılına. Yer: ABD, California. Vietnam Savaşı protestolarının, sivil hak hareketlerinin, toplumsal eşitsizlik tartışmalarının tavan yaptığı bir dönem. İnsanlar, sistemin baskıcı yapısını sorguluyor ve bireylerin otoriteye karşı ne kadar itaatkâr olduğunu anlamaya yönelik araştırmalar art arda geliyor. İşte böyle bir ortamda, Stanford Üniversitesi’nde bir grup bilim insanı, insanın toplumsal rollerle nasıl değiştiğini anlamak için ilginç bir deney yapmaya karar veriyor.
Bu deneyin başındaki isim, psikolog Philip Zimbardo. Zimbardo, o dönem otoritenin ve sosyal rollerin insan davranışları üzerindeki etkisini incelemek istiyor. Onun amacı sadece teorik bir bilgiye ulaşmak değil, insanların gücü kötüye kullanmaya ne kadar yatkın olduğunu da gözler önüne sermek. Şimdi, durup düşünelim: Gücü olan biri olmak mı zor, yoksa o güce boyun eğen kişi mi? İşte Zimbardo’nun araştırdığı tam da bu.
Deney için her şey oldukça basit başlıyor. Stanford Üniversitesi’nden 24 sağlıklı erkek öğrenci seçiliyor. Seçim sürecinde katılımcıların zihinsel ve fiziksel olarak iyi durumda olmalarına özellikle dikkat ediliyor. Çünkü amaç, bireylerin kendi sorunlarının değil, rollerin onların davranışlarını nasıl etkilediğini gözlemlemek.
Peki, bu 24 kişi ne yapacak? Aslında pek bir şey yapmayacaklar: Bazıları gardiyan, bazıları ise mahkum olacak. Deneyin başlangıcında, katılımcılar tamamen rastgele bir şekilde iki gruba ayrılıyor. Burada işin ilginç kısmı şu: Rolleri oynamaya başlamadan önce herkes sıradan bir insan, hiçbirinin ne gardiyan ne de mahkum olma gibi bir geçmişi yok. Ama roller dağıtıldıktan sonra işler hızla değişiyor.
Deney, Stanford Üniversitesi psikoloji binasının bodrum katında, tamamen bir hapishane ortamı gibi düzenlenmiş bir alanda gerçekleşiyor. Gardiyanlara özel kıyafetler, coplar ve aynalı güneş gözlükleri veriliyor. Mahkumlarınsa kendi kıyafetleri ellerinden alınıyor, yerine numaralarla işaretlenmiş mahkum üniformaları giydiriliyor. Zimbardo bu küçük detaylarla bile, insanları rollere adapte etmeyi amaçlıyor. Çünkü kıyafet, bir kimlik meselesi. Gardiyan kıyafetiyle otorite hissini, mahkum üniformasıyla ise çaresizliği ve itaatkârlığı içselleştiriyorsunuz.
Deneyin başlangıcında Zimbardo, gardiyanlara bir uyarıda bulunuyor: Fiziksel şiddet yasak, ama mahkumlar üzerinde psikolojik baskı kurmak tamamen serbest. Evet, burada işin rengi değişmeye başlıyor. Gardiyanlara verilen bu özgürlük, onlar üzerinde ilginç bir etki bırakıyor. Sanki sahte bir hapishane değil de gerçek bir otorite sistemi kuruyorlar.
Bu noktada şunu sormak lazım: İnsanlar ellerine güç geçince ne yapar? O gücü sınırları dahilinde mi kullanır, yoksa sınırları zorlamaya mı başlar? İşte bu sorunun cevabını, deney ilerledikçe göreceğiz.
—
Deneyin Kurgusu ve Başlangıcı
Deney başladıktan sonra, ortalık ilk başta oldukça sakin görünüyor. Gardiyanlar otorite figürleri gibi davranıyor, mahkumlar ise o rolü benimsemeye çalışıyor. Ama bu sakinliğin altında bir şeylerin yavaş yavaş kaynadığını hissediyorsunuz. İnsanların, kendilerine verilen rolleri içselleştirmesi hiç bu kadar hızlı olmamıştı.
Mahkum rolündeki katılımcılardan başlamak istiyorum. Onlar, deneyin başında gerçek bir tutuklama prosedürüyle karşılaştılar. Şöyle düşünün: Hiçbir şeyden habersiz bir şekilde evinizde oturuyorsunuz ve birden kapınız çalınıyor. Gelenler, gerçek polisler! Ellerinde kelepçelerle sizi tutukluyorlar, ellerinizi arkadan bağlıyorlar ve polis arabasına koyuyorlar. Mahalledekilerin şaşkın bakışları altında, adeta gerçek bir suçluymuş gibi karakola götürüyorsunuz. Orada, parmak izleriniz alınıyor, fotoğraflarınız çekiliyor ve daha sonra “hapishane”ye sevk ediliyorsunuz. İşte o an, tüm bu sürecin aslında bir deney olduğunu hatırlamak neredeyse imkânsız hale geliyor.
Hapishaneye getirildiğinizde üzerinizde ne varsa alınıyor, yerine numaralarla işaretlenmiş bir mahkum kıyafeti veriliyor. Adınızla hitap edilmiyor, sadece numaranızla çağrılıyorsunuz. Kimliğinizi yavaş yavaş kaybettiğiniz bir sürecin içine sürükleniyorsunuz. Mesela, 8612 numaralı mahkum… O artık gerçek ismini neredeyse tamamen unutacak kadar bu sürece kapıldı. Ve tüm bunlar, deneyin sadece ilk günü!
Gardiyanlara gelirsek, işler onlar için de bir o kadar hızlı değişiyor. Başlangıçta çoğu, rolünü benimseyip birkaç kuralla hareket etmeye çalışıyor. Ama ellerine verilen otorite, bir süre sonra onları değiştirmeye başlıyor. Gardiyanlara verilen güneş gözlükleri, mahkumlarla göz teması kurmalarını engelliyor. Bu küçük detay bile, gardiyanların empati kurmasını zorlaştırıyor. Çünkü bir insanın gözlerine bakmadan, ona herhangi bir şey söylemek çok daha kolaydır, değil mi?
Gardiyanlar arasında özellikle biri vardı: Takma adı “sert gardiyan.” Daha ilk günlerden itibaren, mahkumlar üzerinde sert bir disiplin kurmaya başladı. Mahkumlara bağırıyor, onları “ceza” adı altında sıkıştırıyor ve gücünü hissettirmek için her fırsatı değerlendiriyordu. Burada düşündürücü olan şu: Bu kişi, daha önce hiçbir şekilde böyle bir karakter sergilememiş, tamamen sıradan bir üniversite öğrencisiydi. Ama gardiyan rolüne büründüğünde, sanki içindeki farklı bir tarafı ortaya çıkardı.
İlk birkaç gün içinde gardiyanlar, mahkumları daha çok cezalandırmaya başladı. Mesela bir mahkum, gardiyanın söylediği bir şeyi sorguladı mı? Cevap hemen bir ceza olurdu. Cezalar ilk başta masum gibiydi: Şınav çekmek ya da birkaç dakika boyunca sessiz kalmak. Ama bu masum cezalar, zamanla çok daha sert ve rahatsız edici hale geldi. Gardiyanlar, mahkumların uyumasını engellemek için geceleri sürekli ışıkları açıp kapatmaya başladılar. Bazı mahkumlar yemeklerini yerken zorla “garip” davranışlar yapmaya zorlandılar.
Mahkumlar ise bu baskıya tepki göstermeye çalıştılar
İlk isyan, deneyin ikinci gününde patlak verdi. Mahkumlar, gardiyanların otoritesine karşı gelmek için yataklarını kapıların önüne yığdılar ve hücrelerine girişleri engellemeye çalıştılar. Ama bu isyan, gardiyanlar tarafından hemen bastırıldı. İsyancı mahkumlar ayrı hücrelere konuldu, yemek hakları ellerinden alındı ve diğer mahkumların gözü önünde cezalandırıldılar.
Burada durup düşündüğümde, şunu sormadan edemiyorum: Bir role ne kadar hızlı adapte olabiliriz? Ve bu adaptasyon, bizi ne kadar değiştirebilir? Gardiyanlar, gücün tadını almaya başlamıştı. Mahkumlar ise çaresizlik içinde bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Ama her iki taraf da artık eski kendileri değildi. Roller onları tamamen şekillendirmişti.
İşin tuhaf yanı, Zimbardo ve ekibi de bu durumu izlerken olaylara müdahale etmiyordu. Sanki olaylar bir deney değil, gerçekmiş gibi davranılıyordu. Zimbardo, sadece bir araştırmacı değil, “hapishane müdürü” rolünü de oynuyordu. Bu durum, deneyi bilimsel bir çalışmadan çok, bir sosyal deney sahnesine dönüştürüyordu.
—
Deneyin Seyri: İyilik ve Kötülüğün İnceliği
Deney ilerledikçe rollerin etkisi daha da belirgin hale geldi. Gardiyanlar, kendi otoritelerini abartmaya, mahkumlar ise daha fazla psikolojik baskıya maruz kalmaya başladı. Bir oyun gibi başlayan deney, artık bir kâbusa dönüşüyordu.
Gardiyanlar, başlangıçta sınırlı cezalarla mahkumları “disipline etmeye” çalışıyordu. Ancak deneyin üçüncü gününden itibaren, bu cezalar daha da sertleşti. Mahkumlar, ceza olarak saatlerce beton zemin üzerinde ayakta durmak zorunda bırakıldı. Bazıları, gardiyanların keyfi uygulamaları nedeniyle yemek yemekten men edildi. Gardiyanlar, mahkumlara hakaret etmeye, onlara isimleri yerine sadece numaralarıyla hitap etmeye ve onları birbirlerine düşürmeye başladı. Hatta gardiyanlar arasında, mahkumlara nasıl daha fazla baskı yapabileceklerini tartışan bir hiyerarşi bile oluştu.
Bir mahkumu diğerlerine karşı kullanma fikri de burada ortaya çıktı. Gardiyanlar, mahkumlar arasında bir “kötü çocuk” imajı yaratmak için bazılarına ayrıcalıklar tanımaya başladı. Örneğin, isyan sırasında sessiz kalan mahkumlara daha iyi yemekler verildi ya da onların hücrelerinde ışıklar sürekli açık tutulmadı. Bu, mahkumlar arasında gerilim yaratmaya yetti. Artık herkes gardiyanların gazabından değil, kendi hücre arkadaşlarından da korkmaya başlamıştı.
8612 Numaralı Mahkum: Psikolojik Çöküş
Mahkumlardan biri olan 8612 numaralı öğrenci, bu süreçte en erken pes edenlerden biriydi. İlk başta deneyin sadece bir simülasyon olduğunu hatırlamaya çalıştı, ama gardiyanların baskısı altında bu gerçeği unuttu. Gardiyanların tehditleri ve manipülasyonları karşısında panik atak geçirdi ve deneyden ayrılmak istediğini söyledi. Ancak Zimbardo, ona bu talebin “zayıflık” göstergesi olduğunu söyledi ve bir süre daha dayanmasını istedi.
8612 numara, baskılara daha fazla dayanamayıp psikolojik çöküş yaşadı. Çığlıklar atmaya, hücre arkadaşlarını tehdit etmeye başladı. Bunun ardından Zimbardo ve ekibi, mahkumu deneyden çıkarmak zorunda kaldı. Ancak bu olay bile diğer mahkumları derinden etkiledi. Onlar, 8612 numarayı bir “korkak” olarak görmüş, onun durumunun kendi başlarına gelebileceğinden korkmaya başlamışlardı.
Gardiyanların Güç Sarhoşluğu
Gardiyanlar arasındaki dönüşüm ise gerçekten korkutucuydu. Deneyin başında tamamen sıradan ve arkadaş canlısı olan bu öğrenciler, zamanla sadist birer otorite figürüne dönüşmeye başladılar. Ellerindeki copları ve diğer gardiyanlarla olan dayanışmalarını kullanarak, mahkumlara sürekli psikolojik şiddet uyguladılar. Mesela, gardiyanlardan biri mahkumları “ceza odası” dedikleri boş bir dolaba kapatmaya başladı. Birkaç dakikalık cezalar, zamanla saatler süren izolasyona dönüştü.
Hatta gardiyanlar, mahkumların temel ihtiyaçlarını bile manipüle etmeye başladılar. Bazı mahkumların tuvalete gitmesine izin verilmediği için, kendi hücrelerinde plastik kaplara ihtiyaç gidermek zorunda kaldılar. Gardiyanların, mahkumların bu zor durumlarını diğer mahkumlara göstermek için onları alay konusu ettiği anlar, deneyin en karanlık sahnelerinden biriydi.
Mahkumlar Üzerindeki Etkiler
Mahkumlar, bu baskılar karşısında ya tamamen itaatkâr bir hale geldiler ya da isyan etmeyi bırakıp tamamen içlerine kapandılar. Birçoğu kimliklerini kaybettiklerini hissetmeye başladı. Bazıları, kendilerini gerçekten mahkum zannetmeye başlamıştı. Hatta bir mahkum, bir süre sonra kendi numarasını gerçek kimliği gibi benimsemeye başladı ve deneyin dışında gerçek bir hayatı olduğunu unuttu.
Bir diğer dikkat çekici nokta ise, mahkumların deneyin kurallarına ne kadar bağlı hale geldikleriydi. Deneyin bir oyun olduğunu unutmaları, bu rollerin insan psikolojisini ne kadar güçlü etkilediğini gösteriyordu. Mahkumlar, gardiyanların keyfi kurallarına sorgulamadan uymaya başlamıştı. İsyan etmek yerine, gardiyanların verdiği en ufak bir “ödül” için bile minnettarlık duymaya başlamışlardı.
—
Deneyin Erken Sonlanması: İnsanlık ve Müdahale
Stanford Hapishane Deneyi, başlangıçta iki hafta sürmesi planlanan bir çalışmaydı. Ancak sadece altı gün içinde, yaşanan olaylar öyle bir noktaya geldi ki deney erken sonlandırılmak zorunda kaldı. Deneyin başlangıcında her şey bir simülasyon gibi görünüyordu, ama sonlara doğru, deneyin bir oyun değil de bir distopya kâbusuna dönüştüğünü görmek zor olmadı.
Christina Maslach’ın Müdahalesi
Bu noktada, deneyi durduran kişi Zimbardo’nun kendisi değil, dışarıdan gelen bir gözlemdi. Christina Maslach, deney sırasında yaşananları görmek için hapishaneye geldiğinde, şok edici bir manzarayla karşılaştı. Mahkumlar bitkin ve aşağılanmış bir haldeydi. Gardiyanlar ise sanki gerçek bir otorite figürüymüş gibi hareket ediyor, mahkumlara sürekli emirler yağdırıyordu.
Maslach, mahkumlardan birinin ceza dolabına kilitlenmiş olduğunu gördüğünde, dayanamayarak Zimbardo’ya “Bu yaptığınız insanlık dışı, nasıl bu kadar ileri gidebildiniz?” diye çıkıştı. Maslach’ın bu tepkisi, Zimbardo’yu bir an için durup düşündürdü. O ana kadar Zimbardo, deneyin tamamen bilimsel bir çerçevede ilerlediğine inanıyordu. Ama Maslach’ın gözlemleri ve eleştirileri, ona deneyin çoktan kontrolden çıktığını gösterdi.
Deneyin Sonlanması
Zimbardo, Maslach’ın tepkisinin ardından, deneyin altıncı gününde projeyi sonlandırmaya karar verdi. Mahkumlar, deneyin bittiğini öğrendiklerinde büyük bir rahatlama yaşadılar. Gardiyanlar ise, rollerine ne kadar adapte olduklarının farkına vararak şaşkınlık içindeydi. Altı gün boyunca herkes bir “rol” oynamıştı, ama bu roller, onların gerçek benliklerini tamamen bastırmış ve değiştirmişti.
Deneyden çıkan mahkumlar ve gardiyanlar, yaşadıklarıyla ilgili farklı tepkiler verdiler. Bazı mahkumlar, deney sırasında yaşadıkları psikolojik baskının etkisinden uzun süre çıkamadı. Gardiyanlardan bazılarıysa, davranışlarının ne kadar ileri gittiğini fark ettiklerinde kendilerini suçlu hissetti. Ama ne olursa olsun, deneyde yaşananlar herkesin hayatında derin izler bıraktı.
—
Bulgular ve Çıkarımlar
Stanford Hapishane Deneyi, sadece insan doğasının karmaşıklığını değil, aynı zamanda sosyal rollerin ve gücün bireyler üzerindeki etkisini anlamamız açısından da çarpıcı sonuçlar ortaya koydu. Deney, sıradan insanların nasıl değişebileceğini ve otoritenin insan davranışlarını ne kadar kolay manipüle edebileceğini gözler önüne serdi.
Deneyden Çıkan Önemli Bulgular
1. Rollerin Gücü:
İnsanlar kendilerine verilen rolleri beklenenden çok daha hızlı bir şekilde benimseyebilir. Gardiyan rolüne bürünen sıradan öğrenciler, kısa sürede birer otorite figürüne dönüşürken; mahkum rolünü üstlenenler, çaresizlik ve kimlik kaybı yaşamaya başladı. Burada akla şu soru geliyor: Biz insanlar, gerçekten olduğumuz kişi miyiz, yoksa bize dayatılan rollerin birer ürünü müyüz?
2. Otoritenin Kötüye Kullanımı:
Güç, sınırlandırılmadığında kötüye kullanılmaya açık bir olgu. Deneydeki gardiyanlar, fiziksel şiddet kullanmaları yasaklanmış olmasına rağmen, psikolojik şiddet uygulayarak otoritelerini hissettirdiler. Bu da gösteriyor ki gücü eline geçiren herkes, belli bir noktada bu gücün etkisiyle değişim geçirebiliyor. (Gücün kötüye kullanıldığı en bariz alan siyasettir)
3. Kimlik Kaybı:
Mahkumların isim yerine numaralarla çağrılması ve kıyafetleriyle bireyselliklerinin ellerinden alınması, onların hızla kimliklerini kaybetmesine neden oldu. Mahkumlardan biri, deney sırasında kendi adını unutacak kadar bu duruma kapıldı. Bu, sosyal baskının ve itaat kültürünün bireyselliği ne kadar yok edebileceğini açıkça ortaya koyuyor.
4. Baskı Altında Pasifleşme:
Mahkumlar, sürekli bir baskı altına alındıklarında, başlangıçtaki isyanlarını bırakıp tamamen pasifleştiler. Bu durum, baskıcı sistemlerin bireyleri nasıl itaate zorlayabileceğini anlamamız açısından önemli bir ders niteliğinde.
Psikolojiye ve Sosyolojiye Etkileri
Stanford Hapishane Deneyi, psikoloji ve sosyoloji alanında çok sayıda çalışmaya ilham verdi. Özellikle şu iki konu üzerine yapılan araştırmaların temellerini oluşturdu:
Otorite ve İtaat: İnsanların otoriteye karşı nasıl tepki verdiğini anlamak için yapılan deneyler, bu çalışmadan büyük ölçüde etkilendi.
Grup Dinamikleri: İnsanların bir gruba dahil olduğunda bireysel kimliklerinden nasıl vazgeçtiklerini inceleyen çalışmalar, bu deneyin bulgularından faydalandı.
Ancak deneyin tartışmalı sonuçları, bilimsel çalışmalarda etik kuralların yeniden tanımlanmasına da yol açtı. İnsanlara zarar verme riski taşıyan hiçbir deneyin, bilimsel bilgi adına mazur görülemeyeceği görüşü bu dönemden sonra daha fazla ön plana çıktı.
—
Etik Tartışmalar ve Sonuç
Stanford Hapishane Deneyi, psikoloji tarihinin en çarpıcı çalışmaları arasında yer alıyor olsa da, etik açıdan birçok problemi beraberinde getirdi. Bu deneyin sonuçları kadar, uygulanma şekli de yoğun eleştirilere maruz kaldı. İnsanların rollerle nasıl değiştiğini anlamak adına yapılan bu çalışma, sınırları aştığında katılımcılara ciddi zararlar verdi.
Deneyin Etik Açıdan Sorunları
1. Katılımcıların Psikolojik Sağlığı:
Deney sırasında bazı mahkumlar ciddi psikolojik travmalar yaşadı. Özellikle 8612 numaralı mahkumun panik atak geçirmesi ve deneyden ayrılmak istemesi buna örnek. Ancak Zimbardo bu durumu yeterince ciddiye almadı ve deneyin bir parçası gibi görerek devam etti. Psikolojik sınırların bu şekilde ihlal edilmesi, bugün kesinlikle kabul edilmeyecektir.
2. Rollerin Hızlı Benimsenmesi:
Katılımcılar deneyin başında, rollerini bir oyun olarak görseler de, kısa sürede bu rollerin etkisi altında kaldılar. Mahkumların kimliklerini kaybetmesi ve gardiyanların sadist davranışlara yönelmesi, deneyin denetimsiz bir şekilde ilerlediğini gösteriyor. Zimbardo’nun, “hapishane müdürü” rolüyle tarafsızlığını kaybetmesi, katılımcıların maruz kaldığı zararları artırdı.
3. Zimbardo’nun Rolü ve Müdahalesizliği:
Deneyi yürüten kişi olarak Zimbardo’nun görevi, katılımcıların güvenliğini sağlamak ve olaylara bilimsel bir mesafeyle yaklaşmaktı. Ancak, o kendini deneyin bir parçası gibi gördü ve yaşananlara gerektiği gibi müdahale etmedi. Bu durum, deneyin etik açıdan sorgulanmasına neden olan en büyük faktörlerden biri.
Psikolojide Yeni Etik Kurallar
Stanford Hapishane Deneyi, psikolojik araştırmalarda etik kuralların yeniden şekillenmesinde büyük bir dönüm noktası oldu. Bu deneyden sonra, insanlara zarar verme riski taşıyan çalışmaların önüne geçmek için sıkı düzenlemeler getirildi. Katılımcıların haklarını ve güvenliğini korumayı amaçlayan bu kurallar, modern bilimsel çalışmalarda standart bir uygulama haline geldi.
Örneğin:
Katılımcılar, istedikleri zaman deneyden çekilme hakkına sahiptir.
Araştırmacılar, katılımcıların psikolojik ve fiziksel sağlığını korumakla yükümlüdür.
Deneyin amacı, yöntemi ve potansiyel riskleri katılımcılara açık bir şekilde iletilmelidir.
Sonuç: İnsan Doğasını Anlamanın Bedeli
Stanford Hapishane Deneyi, insan doğasının karanlık tarafına bir ayna tutuyor. Güç ve otorite, sıradan insanları bile tamamen değiştirebiliyor. Ama bu deney bize aynı zamanda bir ders veriyor: İnsanın ne kadar kırılgan ve manipüle edilebilir olduğunu anlamak, onun sınırlarına saygı göstermeyi gerektirir.
Bu deneyden çıkarılacak en büyük derslerden biri, bireysel ahlakın ve vicdanın ne kadar önemli olduğudur. Roller ve sosyal dinamikler bizi şekillendirebilir, ama gerçekten kim olduğumuzu unutmamak, bu etkilerden sıyrılmanın tek yolu. Bu yüzden, hepimizin içinde hem gardiyan hem mahkum olabilecek bir potansiyel olduğunu kabul etmeliyiz. Önemli olan, bu potansiyeli nasıl kullandığımızdır.
Son olarak, size bir soru sormak istiyorum: Elinize sını
Yazar: 13 mehmet
Hayvan Çiftliği
Hayvan Çiftliği: İdeallerin Çürüyüşü ve Sömürülme“
Bazı kitaplar var, okurken “Tamam işte, bu her şeyi anlatıyor” dersiniz. Orwell’in Hayvan Çiftliği tam olarak böyle bir eser. Sizi küçük bir çiftlikte başlayan bir devrim hikayesine davet ediyor ama işin sonunda fark ediyorsunuz ki aslında bu hikaye, hem bireyin hem toplumların trajedisini anlatıyor. Devrimlerin nasıl başladığını, neden başarısız olduğunu ve en önemlisi, gücün insanı (ya da domuzu) nasıl değiştirdiğini gözler önüne seriyor. Ama mesele sadece liderlerin değişmesi değil; asıl mesele, sistemin ruhu aynı kaldığı sürece kimse için hiçbir şeyin değişmeyeceği gerçeği. Biraz detaylı bakalım, çünkü bu hikaye bizim hikayemiz.
—
İşler bir çiftlikte başlıyor. Jones adında bir çiftlik sahibi var ve hayvanları ölümüne sömürüyor. Tarlada sabahtan akşama kadar çalışan, sütünden, yumurtasından, gücünden faydalanılan hayvanlar, sadece hayatta kalmalarına yetecek kadar besleniyorlar. Tam bir sömürü düzeni. Sonunda hayvanlardan biri, bilge ama yaşlı bir domuz olan Koca Reis, çıkıp “Yeter artık!” diyor. “İnsanları kovacağız, kendi düzenimizi kuracağız, herkes eşit olacak!” Hayvanlar başta bu fikri biraz yadırgıyor ama sonra devrim patlak veriyor ve çiftlik sahiplerini kovuyorlar. Her şey yeni bir umutla başlıyor: “Bütün hayvanlar eşittir!” Bu slogan o kadar etkileyici ki bir an için siz de bu ütopyanın mümkün olabileceğine inanıyorsunuz. Ama durun, bu bir Orwell hikayesi; işler elbette tersine dönecek.
Başlangıçta her şey yolunda gibi. Herkes eşit, herkes kendi payına düşeni yapıyor. Ancak sistemin liderliğini en zeki hayvanlar olan domuzlar üstleniyor. Başta Snowball ve Napoleon adlı iki domuz ön planda. Snowball idealist, hayvanların işini kolaylaştıracak projeler peşinde. Napoleon ise sessiz ama tehlikeli. Bu iki lider arasındaki çatışma, devrimlerin en büyük problemini gözler önüne seriyor: İktidar hırsı. Napoleon, Snowball’u çiftlikten sürgün ediyor ve onun rüzgar türbini gibi projelerini sabote ediyor. Artık tek lider Napoleon ve işler giderek değişiyor. Yavaş yavaş domuzlar ayrıcalıklar elde etmeye başlıyor. İnsanların yataklarında uyuyor, şarap içiyor ve hayvanların ürettiği her şeyi kendilerine ayırıyorlar. Ve o ünlü sözde değişiklik geliyor: “Bütün hayvanlar eşittir, ama bazı hayvanlar diğerlerinden daha eşittir.” Orwell’in dahice bir gözlemle ortaya koyduğu bu cümle, bir devrimin nasıl yozlaşabileceğini tek başına özetliyor.
Bu sahneler, birebir insanlık tarihini yansıtıyor. Düşünsenize, 1917’de Rusya’da devrim yapılıyor; “Herkes için eşitlik!” sloganıyla yola çıkılıyor ama birkaç yıl içinde Lenin’in yerini Stalin alıyor ve Sovyetler Birliği, Çarlık dönemini aratmayan bir baskı rejimine dönüşüyor. Devrimlerin ruhunda böyle bir ironi var: Gücü devralanlar, eski düzeni yok etmek bir yana, onun kopyasına dönüşüyor. Tıpkı Orwell’in domuzları gibi, insanlar da “eski efendilere” benzeyen yeni efendiler yaratıyor.
Ama hikaye sadece liderlerle ilgili değil; sıradan bireylerin sisteme olan katkısını da gözler önüne seriyor. Kitabın belki de en trajik karakteri Boxer. Bu devasa güçlü at, her zaman şunu söylüyor: “Daha sıkı çalışacağım!” ve “Napoleon her zaman haklıdır!” Boxer bir emek simgesi. Hiç sorgulamadan, sadece çalışarak sorunları çözebileceğine inanıyor. Ama işler zorlaştığında, çiftlikteki düzenin çöküşe geçtiği noktada bile Boxer bir an olsun liderine olan güvenini kaybetmiyor. Ne yazık ki bu sadakati onun sonunu getiriyor. Çalışamayacak hale geldiğinde, Napoleon onu bir kasaba satıyor ve hayvanlara “Boxer’ı hastaneye gönderdik” yalanını söylüyor. İşte burada Orwell, emeğin ve fedakarlığın nasıl sömürüldüğünü tüm çıplaklığıyla anlatıyor.
Boxer’ın hikayesi, sadece bir atın değil, sisteme körü körüne hizmet eden insanların da hikayesi. Bu noktada, daha önce blogumda Ayn Rand’ın Atlas Silkindi kitabında incelediğim bireycilik felsefesi devreye giriyor. Rand, bireyin önce kendisine değer vermesi gerektiğini savunur. Ona göre, kişi kendi hayatını ve refahını birinci sıraya koymadığı sürece başkalarına faydalı olamaz. Boxer, bu ilkenin tam tersini temsil eder. Sürekli başkaları için çalışan ve kendini unutan bir birey, sonunda yalnızca sistem tarafından tüketilir. Oysa Rand’ın kahramanları, önce kendi değerlerini savunarak topluma katkı sağlar. Boxer’ın trajedisi, Rand’ın felsefesiyle yan yana koyulduğunda, fedakarlığın sorgusuz bir teslimiyete dönüşmesinin nasıl bir yıkım getirdiği çok daha net bir şekilde görülüyor.
—
Orwell’in en dahiyane noktalarından biri de propaganda aracılığıyla gerçekliğin nasıl çarpıtılabileceğini göstermesi. Kitaptaki Squealer adlı domuz, tam bir propaganda makinesi. Her olayın ardından çiftlik hayvanlarına yeni bir “açıklama” yapıyor ve olan biteni öyle bir süslüyor ki herkes inanmaya devam ediyor. Napoleon sütleri ve elmaları kendine ayırdığında, Squealer hemen devreye giriyor: “Bunu sizin iyiliğiniz için yapıyor. Eğer domuzlar sağlıklı olmazsa çiftlik batar!” İşte burada Orwell, algı yönetiminin gücünü çarpıcı bir şekilde sergiliyor. Günümüz dünyasında da medya, benzer bir manipülasyon aracına dönüşmüş durumda. Liderler, medya üzerinden kitleleri yönlendirebiliyor. Gerçekler yerine algılar yönetiliyor ve insanlar bu algılara inanmayı tercih ediyor.
Kitabın sonuna geldiğimizde ise Orwell, bizi en vurucu gerçekle yüzleştiriyor. Domuzlar ve insanlar aynı sofrada oturuyor. Diğer hayvanlar, onları pencereden izliyor ve aralarındaki farkı ayırt edemiyor. Artık domuzlar, tıpkı insanlara benziyor; çiftlik, eski düzenin bir kopyasına dönüşmüş durumda. Bu sahne, devrimlerin başarısızlık döngüsünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Sistem değişmedikçe, liderlerin kim olduğunun bir önemi kalmıyor.
Hayvan Çiftliği, sadece bir taşlama değil, aynı zamanda insan doğasına dair derin bir sorgulama. Orwell, bize bir devrimden daha fazlasını anlatıyor. Bireylerin, liderlerin ve sistemin nasıl değişime direnç gösterdiğini; fedakarlığın nasıl suistimal edildiğini ve gerçeğin nasıl manipüle edildiğini anlatıyor. Kitap bittiğinde aklınızda şu soru kalıyor: Gerçek değişim mümkün mü? Belki de Orwell’in söylediği gibi, bu değişim ancak bireyler bilinçlendiğinde ve kendi haklarını savunduğunda mümkün olabilir. Ama Boxer’lar sustukça ve Napoleon’lar güçlendikçe bu döngü tekrar tekrar yaşanmaya devam edecek.
İntihar
İntihar: Gerçek Özgürlük mü, Yoksa Bir Yanılgı mı?
(Bu yazı sadece bir düşünce deneyi olarak yazılmıştır. Burada dile getirilenler kesin yargılar değil, sadece insan zihninde dolaşan çelişkili soruların bir yansımasıdır. Bu metnin amacı, intiharı teşvik etmek veya yargılamak değil, sadece üzerine düşünmektir.)
İnsan neden yaşar? Daha doğrusu, neden yaşamak zorunda hisseder? Bunu gerçekten istiyor muyuz, yoksa sadece doğduğumuz için mi devam ediyoruz? Bir gün bu oyunu bırakıp gitmek istemek, gerçekten bencilce mi? Yoksa en nihayetinde herkesin elinde bulunması gereken en büyük özgürlük mü?
Bunu sorunca hemen ahlaki, dini, felsefi ve toplumsal cevaplar sıralanmaya başlar. Kimileri yaşamanın bir sorumluluk olduğunu, kimileri ise intiharın bir kaçış olduğunu söyler. Ama bunların hiçbiri, o düşüncenin içinde sıkışıp kalan birinin zihnine gerçekten ulaşabilir mi?
Düşünüyorum ama kesin bir cevabım yok.
Yaşamak Bir Zorunluluk Değilse, Ölmek Bir Seçim Olabilir mi?
Camus, “Gerçekten felsefi olan tek sorun intihardır,” der. Ona göre hayat absürttür, hiçbir şeyin gerçek bir anlamı yoktur. Ama buna rağmen yaşamalıyız, çünkü direnmek gerekir. Peki ya direnmenin bir anlamı yoksa? Hayat dediğimiz şey, gerçekten “uğruna direnmeye değer” bir şey mi? Yoksa, içgüdüsel olarak sürdürdüğümüz, ama içten içe neden yaptığımızı bile bilmediğimiz bir alışkanlık mı?
Nietzsche, “Yaşamak için bir nedeni olan, her türlü nasıla katlanabilir,” diyor. Eğer bir insan yaşamak için bir neden bulursa, hayata tutunabilir. Ama bazen o neden kaybolur. O zaman ne yapmalı? Yoksa insan, nedeni kaybettiğinde bile yaşamaya devam etmek zorunda mı?
Burada kesin bir cevabım yok.
İnsan Gerçekten Kendi Bedeni Üzerinde Hak Sahibi mi?
Bu soruya verilen klasik cevaplar var. Kant’a göre insan kendini öldüremez çünkü insanlık ona verilmiş bir emanettir. Toplum, bireyin sadece kendine ait olmadığını söyler. Ailen var, dostların var, insanlar sana bağlıdır, onlar için yaşamalısın.
Ama ya bir insan, kimseye borçlu hissetmiyorsa? Ya gerçekten yalnızsa? Ya da her şeyden bağımsız olarak, kendi varlığını bir yük olarak görüyorsa? İnsan gerçekten sadece kendine mi ait, yoksa başkalarına da sorumlu mu?
Bazen “İnsan kendi bedeninin sahibidir,” diye düşünmek istiyorum. Ama sonra, birinin gidişinin her zaman başka birini etkilediğini fark ediyorum. Ölüm, sadece öleni değil, geride kalanları da değiştirir. Birinin ölümü, bazen hiç tanımadığı insanları bile etkileyebilir.
Ama sonra tekrar sorguluyorum. Ya gerçekten hiç kimseye bağlı değilse? Ya gerçekten tamamen kendi içinde kaybolmuşsa? O zaman yaşamak bir zorunluluk olmamalı, değil mi?
Bunu bilmiyorum.
Ölüm Korkusu mu, Yaşam Korkusu mu?
İntihar eden biri, gerçekten ölmek mi istiyor, yoksa sadece mevcut hayatına devam edemediği için başka bir çıkış yolu mu arıyor?
Cioran, “İntihar ihtimali olmasaydı, çoktan ölürdüm,” diyor. İnsanın her zaman gitme seçeneğinin olduğunu bilerek yaşaması, bazen yaşamaya devam etmesini sağlayabilir. Ama bu, gerçek bir çözüm mü?
Bazen ölmek isteyen biri aslında ölümü değil, farklı bir hayatı arıyor olabilir. Ama o hayatı bulamadığında, tek çıkışın ölüm olduğunu düşünüyor. Peki ya öyle değilse?
Schopenhauer, “Hayat acı doludur, bunu kabullenin,” diyor. Ama neden kabullenmek zorundayız? Neden her şeyin kötü olabileceğini bilerek devam etmeliyiz?
Epikür, “Ölüm geldiğinde biz artık yokuz,” der.(Bu söz üzerine yazdığım bir yazım var dileyenler bakabilir) Yani ölümden korkmanın mantıksız olduğunu söyler. Ama ya asıl korku ölüm değil de, yaşamanın içinde sıkışıp kalmaksa? Ya ölmek bir çözüm değilse? Ya ölmek de sadece bir bilinmezlikse?
Burada da karar veremiyorum.
İntihar Özgürlüğü mü, Yanılgı mı?
Bazı filozoflar intiharı zayıflık olarak görür. Bazıları ise bir özgürlük olarak. Ama belki de ikisi de yanlıştır.
Belki de intihar ne özgürlüktür, ne de zayıflık. Belki de o, sadece bir son. Ve biz bu sona anlam yüklemeye çalışıyoruz. Ama belki de anlam yok.
Öyleyse insan neden yaşıyor? Çünkü hayatına anlam yüklemeye devam ediyor. Ama eğer bir gün bu anlam kaybolursa? O zaman ne yapmalı? Yeni bir anlam mı bulmalı, yoksa bırakıp gitmeli mi?
Bu soruların kesin cevapları yok.
Bu yazıyı yazarken, bir sonuca ulaşmak istemiyorum. Çünkü bu mesele, bir sonuca ulaşmak için değil, sorgulamak için var. Bu yazı, bir “öğüt” değil. Bir “çözüm” değil. Sadece bir düşünce deneyi.
Belki yaşamak gerçekten bireyin en büyük özgürlüğüdür. Belki de ölmek.
Belki intihar etmek bencilcedir. Belki de değildir.
Belki yaşamak, bir alışkanlıktır. Belki de gerçekten direnmeye değerdir.
Ve belki de, insan bu soruların cevabını asla bilemeyecektir.
Kim bilir?
Suç ve Ceza

Önsöz
Bu yazıyı ilk kez iki yıl önce yazmıştım. O zamanlar Suç ve Ceza hakkında derinlemesine düşünüp yazmış olsam da, yıllar geçtikçe insanın bakış açısı değişiyor. Hayatın içinde yeni deneyimler kazandıkça, geçmişte yazdıklarımız da eksik ve tamamlanmamış gelmeye başlıyor.
Bir süre önce, çalıştığım bakım evinde, teyzelerden birinin elinde bu kitabı gördüm. O an, iki yıl önce yazdığım yazıyı hatırladım. Raskolnikov’un vicdanıyla savaşı, üstün insan fikri, cezanın gerçek anlamı üzerine düşündüklerim zihnimde tekrar canlandı. Ama fark ettim ki, o zaman yazdıklarım eksikti. Kitaba yeniden dönmek ve bu yazıyı tamamlamak istedim.
Baştan söyleyeyim eğer bu kitabı okumadıysanız bu yazı size hitap etmiyor demektir.
I. GİRİŞ: SUÇUN DOĞASI VE PSİKOLOJİSİ
Suç… İnsanlık tarihi kadar eski bir kavram. Toplumlar kuruldukça yasalar oluşturuldu, yasalar oluşturuldukça suçlar da tanımlandı. Ama suç dediğimiz şey yalnızca hukuki bir mesele mi? Yoksa daha derinde, insan psikolojisinin, ahlakın ve felsefenin içinde saklı bir kavram mı?
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanı, işte tam olarak bu soruların merkezinde duruyor. Romanı yalnızca bir suç hikâyesi olarak okumak büyük bir hata olur; çünkü Dostoyevski burada yalnızca bir cinayetin hikayesini anlatmıyor, aynı zamanda insan ruhunun en derin çalkantılarını, suçun psikolojik ve ahlaki yansımalarını, vicdanın mahkemesini ve toplumun adalet sistemini sorguluyor.
Bir insan neden suç işler? Bir suçun cezası yalnızca mahkemeler ve yasalar tarafından mı belirlenir, yoksa asıl ceza insanın kendi içinde mi yaşanır? İşte bu yazının ilk bölümünde, suçun doğasını, psikolojik etkilerini, ahlaki ve toplumsal boyutlarını detaylı bir şekilde inceleyeceğiz.
1. SUÇ NEDİR? TARİHSEL VE FELSEFİ BİR YAKLAŞIM
Öncelikle, suç dediğimiz şeyin tanımını yapmak gerekir. Hukuki anlamda suç, yasalarla belirlenmiş kuralların ihlal edilmesi demektir. Ama işin içine ahlak ve bireysel vicdan girdiğinde, suçun sınırları değişebilir.
Antik Yunan filozoflarından biri olan Sokrates, suçun bilgisizlikten doğduğunu söyler. Ona göre, insan bir şeyi gerçekten bilirse, yani iyi ve kötü arasındaki farkı derinlemesine kavrarsa, kötü olanı yapmaz. O hâlde, suç işleyen bir kişi ya gerçeği bilmiyordur ya da kendi cehaletinin farkında değildir.
Öte yandan Platon, Devlet adlı eserinde, suçun ve adaletsizliğin kaçınılmaz olduğunu söyler. Çünkü toplumun yapısı, insanları suça iter. Fakir doğan biri, hayatta kalmak için suç işlemeye mecbur kalabilir. Burada suç, bireysel bir eylemden çok toplumsal bir sorun hâline gelir.
Peki ya Nietzsche? Onun bakış açısı çok daha radikaldir. Nietzsche’ye göre, toplumun büyük çoğunluğu köle ahlakına sahiptir ve yasalar da bu köle ruhlu insanlar tarafından oluşturulmuştur. Gerçekten güçlü olan bireyler, yasaları aşar, kendi doğrularını yaratır. Ona göre, bazı insanlar suç işler çünkü bunu yapabilecek güce sahiptirler.
Raskolnikov, işte bu düşünceleri zihninde taşır. O, sıradan insanların yaşadığı gibi yaşamaktan nefret eder. “Ben üstün bir insan mıyım?” sorusunu kendi kendine sorar. Eğer üstünse, yasalar onun için geçerli olmamalıdır. Ama sorun şudur ki, suç işlediği andan itibaren, içsel olarak bunun böyle olmadığını hisseder.
2. SUÇUN PSİKOLOJİK BOYUTU: SUÇLU ZİHNİNDEKİ KAOS
Bir insan suç işlediğinde, onun zihninde ne olur? Suç, yalnızca dışsal bir olay değildir; aynı zamanda psikolojik bir süreçtir.
Sigmund Freud, suçun üç temel zihinsel bileşeni olduğunu söyler:
1. İd (İçgüdüler): İnsan doğasının en ilkel, en dürtüsel (kontrolsüz istekler barındıran) yönü. Açlık, şiddet, arzu gibi temel dürtüler burada bulunur.
2. Ego (Benlik): Gerçeklikle bağlantılı olan, mantık çerçevesinde karar veren bilinç.
3. Süperego (Üst Benlik): Toplumun ve ahlakın içselleştirilmiş hâli; vicdanın sesi.
Raskolnikov’un içinde sürekli bir çatışma vardır. Bir yanda id’i ona “Öldür, çünkü bu seni üstün kılacak” der. Ego, planlar yaparak, cinayetin nasıl gerçekleşeceğini hesaplar. Ama süperego—yani vicdan—ona sürekli olarak bunun yanlış olduğunu fısıldar. İşte bu yüzden, cinayet anına kadar olan süreçte bir rasyonelleştirme (bahane bulma) süreci yaşar. Kendi zihninde, cinayet işlemesini meşru hâle getirmeye çalışır. Ama bu yalnızca bir kandırmacadır.
Cinayeti işledikten sonra ise suçun psikolojik etkileri devreye girer:
Paranoya: Raskolnikov, herkesin ona baktığını, onun suçlu olduğunu bildiğini düşünmeye başlar.
Sanrılar: Gerçekte olmayan şeylere inanmaya başlar.
İçsel bölünme: Kendi içinde bir “katil” ve bir “suçsuz” olarak ikiye ayrılır.
Bütün bu belirtiler, Freud’un suçluluk psikolojisiyle birebir örtüşmektedir. Suç, insanın zihninde derin yaralar açan bir olaydır. Bu yüzden, suç işleyen bir kişi, fiziksel olarak kaçabilse bile kendi zihninden asla kaçamaz.
3. SUÇUN AHLAKİ BOYUTU: KİM SUÇLU, KİM MASUM?
Şimdi asıl soruya gelelim: Bir insanı suçlu yapan şey nedir? Bir fiili suç haline getiren şey, onun ahlaki boyutu mudur, yoksa yasalar mı?
Immanuel Kant, ahlakın insanın içinden gelmesi gerektiğini savunur. Ona göre, insanın doğruyu seçmesinin temelinde kategorik imperatif (kesin buyruk) dediğimiz bir ilke yatar:
“Öyle davran ki, yaptığın şey herkes için genel bir kural haline gelebilsin.”
Bu ilkeye göre, eğer herkes Raskolnikov gibi davransaydı, yani “Topluma zarar verdiğini düşündüğümüz insanları öldürmek meşrudur” deseydi, dünya korkunç bir yere dönüşürdü.
Ama Nietzsche’ye dönersek, onun ahlak anlayışı Kant’tan tamamen farklıdır. Nietzsche’ye göre, güçlü bireyler kendi ahlaklarını yaratmalıdır. Raskolnikov işte bu yüzden Nietzsche’nin düşüncelerinden etkilenmiştir. Ama Nietzsche’nin gözünde bile, Raskolnikov gerçek bir “üstün insan” değildir. Çünkü üstün insan, suç işledikten sonra vicdan azabı çekmez. Oysa Raskolnikov içsel olarak yıkıma uğrar.
Bu, suçun ahlaki yönünün en büyük paradoksudur: Eğer suç işleyen bir kişi vicdan azabı çekiyorsa, o zaman onun suç işlemeye hakkı var mıydı? (Nietzsche’ye göre hayır)
SONUÇ: SUÇ, İNSAN DOĞASININ KAÇINILMAZ BİR PARÇASI MIDIR?
Dostoyevski, Suç ve Ceza ile bize çok önemli bir soru soruyor: İnsan doğası gereği suç işlemeye mi yatkındır, yoksa ahlak ve vicdan bizi suçtan uzak tutan tek şey midir?
II. RASKOLNİKOV’UN FELSEFİ DENEMESİ: ÜSTÜN İNSAN TEORİSİ
Raskolnikov’un hikâyesi, sıradan bir cinayet öyküsü değildir. Bu hikâyeyi asıl derin ve felsefi kılan şey, Raskolnikov’un suçu işlemeden önce geliştirdiği üstün insan teorisidir. O, yalnızca ihtiyar tefeci kadını öldürmeyi planlamaz; aynı zamanda bu cinayeti ahlaki ve felsefi bir gerekçeye oturtmaya çalışır. Onun zihninde, bu cinayet yalnızca basit bir öldürme eylemi değil, büyük bir düşünsel deneyin bir parçasıdır.
Ama bu düşünce deneyi, yalnızca Raskolnikov’a özgü değildir. Tarihte Napolyon’dan Nietzsche’ye, Machiavelli’den Hitler’e kadar birçok güçlü figür, benzer bir üstün insan iddiasını ortaya atmıştır. O hâlde soralım: Üstün insan teorisi ne anlama gelir ve Raskolnikov bu teoriyi neden savunmuştur? Ve daha önemlisi, bu teori neden çökmüştür?
1. ÜSTÜN İNSAN KAVRAMI: TARİHSEL VE FELSEFİ KÖKENLER
Raskolnikov, üstün insan fikrini kendi icat etmemiştir. Onun düşünceleri, aslında tarihte pek çok filozof ve lider tarafından dile getirilmiş eski bir fikrin devamıdır.
A. Nietzsche ve Übermensch (Üstün İnsan)
Raskolnikov’un düşüncesi, büyük ölçüde Friedrich Nietzsche’nin Übermensch (üstün insan) fikrine benzer. Nietzsche’nin temel argümanı şudur:
“Tanrı öldü, ve artık yeni değerleri biz yaratmalıyız.”
Nietzsche’ye göre, toplumun büyük çoğunluğu köle ahlakına sahiptir. Yani çoğu insan, zayıf, itaatkâr ve başkalarının belirlediği kurallara göre yaşar. Ama gerçekten güçlü olan bireyler—Übermenschler—bu kuralları aşar, kendi yasalarını koyar ve kendi doğrularına göre yaşarlar.
Raskolnikov işte bu fikri benimsemiş gibi görünür. O, sıradan insanların yaşadığı gibi yaşamaktan nefret eder. Ona göre, bazı insanlar yasaların üstünde olmalıdır. Tıpkı Napolyon’un savaş meydanlarında binlerce insanı öldürüp yine de bir kahraman olarak anılması gibi, Raskolnikov da bir insanın öldürülmesinin büyük bir ahlaki mesele olmaması gerektiğini düşünür. Eğer biri gerçekten büyük bir insansa, onun için cinayet bile meşru olabilir mi?
Ancak Nietzsche’nin üstün insanı ile Raskolnikov arasında çok büyük bir fark vardır. Nietzsche’nin üstün insanı, vicdan azabı çekmez. O, suç işlediğinde bundan pişmanlık duymaz, çünkü kendisini suçlu hissetmeyecek kadar güçlüdür. Oysa Raskolnikov, cinayeti işledikten sonra psikolojik olarak yıkıma uğrar.
Bu noktada, Nietzsche’nin felsefesi ile Raskolnikov’un kişisel krizi arasındaki çelişkiyi görmeye başlarız: Eğer Raskolnikov üstün bir insansa, neden suçluluk duyuyor? Eğer suçluluk duyuyorsa, neden kendisini üstün sanıyor?
B. Napolyon Kompleksi: Güç ve Suçun Meşrulaştırılması
Raskolnikov, cinayeti işlediğinde kendisini Napolyon’a benzetir. Napolyon, savaş meydanlarında on binlerce insanın ölümüne sebep olmuştur. Ama yine de tarihte büyük bir lider, bir fatih olarak anılmıştır. O hâlde Napolyon’un yaptığı şiddet, neden suç sayılmıyor?
Bu, tarih boyunca güçlü olanın haklı olduğu fikridir. Machiavelli, Prens adlı eserinde benzer bir görüşü savunur:
“Bir hükümdar, gücünü koruyabilmek için gerektiğinde acımasız olmalıdır.”
Ama işin ilginç yanı şudur: Raskolnikov gerçek bir Napolyon değildir. Napolyon, cinayetleri ideolojik veya stratejik bir amaç uğruna işlemiş bir askeri liderdir. Raskolnikov ise yalnızca bireysel bir eylem gerçekleştirmiştir.
Buradaki farkı vurgulamak çok önemlidir: Tarih, kazananları affeder. Ama bireyler, suçlarından kaçamaz. Napolyon, tarih sahnesinde “kahraman” olarak kalabilir, çünkü o gücünü kanıtlamıştır. Ama Raskolnikov’un tek yaptığı, bir ihtiyar kadını baltayla öldürmek olmuştur. O, bir lider ya da kahraman değildir—yalnızca zihninde üstün bir insan olduğunu sanan genç bir adamdır.
Bu noktada Machiavelli’nin gerçekçiliği ile Dostoyevski’nin ahlaki sorgulaması çatışır:
Machiavelli der ki: “Eğer başarılıysan, ne yaparsan yap tarih seni haklı çıkarır.”
Dostoyevski ise der ki: “Gerçek adalet, insanın kendi vicdanındadır. Sen kazansan bile kendi içindeki mahkemeden kaçamazsın.”
2. RASKOLNİKOV’UN TEORİSİNİN ÇÖKÜŞÜ
Peki, Raskolnikov neden başarısız oldu? Eğer üstün bir insan olsaydı, neden içsel olarak çöktü? İşte bu noktada, suç psikolojisinin derin etkisini görmek mümkün.
A. Vicdanın İhaneti
Raskolnikov, başlarda kendini suçlu hissetmeyeceğini düşünüyordu. Ama cinayeti işledikten sonra, vicdanı onun en büyük düşmanı haline geldi. Herkesin ona baktığını sanmaya başladı, basit bir polis sorgusu bile onu korkuya sürükledi. Gerçek bir üstün(!) insan, bu tür pişmanlıklar yaşamazdı.
B. Gücün Yanılsaması
Raskolnikov, cinayeti işlemeden önce gücün kendisine ait olduğunu düşünüyordu. Ama cinayeti işledikten sonra, artık kendi zihninin bile kontrolünü kaybettiğini fark etti. Güç, yalnızca fiziksel bir şey değildir; asıl mesele, gücünü sürdürebilmektir. O, zihinsel olarak gücünü koruyamadı.
C. Toplumun Rolü
Nietzsche’nin aksine Dostoyevski, bireyin topluma karşı tek başına savaşamayacağını savunur. Hiçbir insan, çevresinden tamamen bağımsız değildir. Raskolnikov’un en büyük yanılgılarından biri de budur. O, kendi ahlakını yaratabileceğini düşünmüştü ama toplumun değerlerinden kaçamayacağını fark etti.
3. GÜNÜMÜZDE ÜSTÜN İNSAN TEORİSİ: HALA GEÇERLİ Mİ?
Bugün hala bazı insanlar kendilerini yasaların üstünde görebiliyor mu? Elbette. Politik liderlerden, iş dünyasındaki büyük isimlere kadar pek çok insan, kendilerinin özel olduğunu ve sıradan insanların uymak zorunda olduğu ahlak kurallarının onlar için geçerli olmadığını düşünüyor.
Ama Raskolnikov’un bu görüşe göre kendi üstün insan modeliyle tutarlı olması için öldürdükten sonra vicdan azabı çekmemesi gerekirdi.
Ve işte Dostoyevski’nin mesajı tam burada saklı: Suç, yalnızca fiziksel bir eylem değil, insanın iç dünyasında verdiği en büyük savaştır. Eğer suç yalnızca mahkemelerde cezası verilen bir eylem olsaydı Raskolnikov suçu kanıtlana kadar herhangi bir sorun yaşamayacaktı. Kendi hayatına olağan akışında devam edecekti.
III. SUÇUN İÇSEL CEZASI: VİCDAN VE PSİKOLOJİK ÇÖKÜŞ
Bir insan suç işlediğinde, ceza hemen mi başlar? Kanunlar açısından cevap hayır olabilir; yakalanana kadar bir suçlu özgürdür. Ama psikolojik ve ahlaki açıdan bu soruya verilecek cevap çok daha karmaşıktır. Dostoyevski’nin Suç ve Ceza adlı eserinde ele aldığı temel noktalardan biri, suçun asıl cezasının dış dünyada değil, insanın kendi içinde başladığıdır.
Raskolnikov’un yaşadığı psikolojik çöküş, cinayetin hemen ardından başlar. Tefeci kadını öldürmeden önce, kendini üstün biri olarak görüyordu. Fakat baltayı kaldırıp indirir indirmez, zihninde farklı bir savaş başlamıştı. Raskolnikov’un savaşı, polisle ya da toplumsal düzenle değil, kendi zihniyleydi.
Bu bölümde, suç sonrası vicdan azabı, paranoya ve psikolojik yıkım sürecini detaylı bir şekilde inceleyeceğiz. Ayrıca, Freud’un suçluluk psikolojisi, Sartre’ın varoluşçu suç tanımı ve Dostoyevski’nin “vicdan mahkemesi” kavramını ele alacağız.
1. VİCDAN: İNSANIN KENDİ İÇİNDEKİ YARGICI
A. Vicdan Nedir?
Vicdan, en basit anlamıyla insanın içsel muhasebesidir. Ahlaki doğrularla yanlışlar arasındaki çizgiyi belirleyen bir mekanizmadır. Peki, vicdan doğuştan mı gelir, yoksa toplum tarafından mı şekillendirilir?
Kant’a göre, vicdan doğuştan gelir. İnsan, kategorik imperatif (kesin buyruk) sayesinde doğrudan doğruya ahlaki olarak neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilir. Bir insan, yanlış bir şey yaptığında, vicdanı onun peşini bırakmaz.
Freud’a göre ise vicdan, toplum tarafından şekillendirilir. İnsan doğduğunda yalnızca ilkel dürtülerle hareket eder (id). Ancak büyüdükçe, toplumun kurallarını öğrenir ve bir süperego (üst benlik) geliştirir. İşte vicdan, bu süperegonun bir sonucudur.
Raskolnikov’un vicdan azabı çekmesi, onun toplumun kurallarına tamamen yabancılaşamadığını gösterir. Eğer gerçekten üstün bir insan olsaydı,(!) toplumun ahlak kurallarından tamamen kopmuş olması gerekirdi. Ama o, toplumun değer yargılarından kaçamadı.
B. Vicdan Azabının Aşamaları: Raskolnikov’un Çöküşü
Raskolnikov’un cinayet sonrası psikolojisi, suç işleyen bir insanın yaşadığı vicdan azabı evrelerini açıkça gösterir.
1. Rasyonelleştirme (Gerekçelendirme)
Cinayet öncesinde, Raskolnikov kendisini haklı çıkarmaya çalışır.
“Bu kadın bir asalaktı, topluma zarar veriyordu.”
“Onun ölmesiyle dünya daha iyi bir yer olacak.”
Bu aşamada, kişi işlediği suçu bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışır. Ama bu mantık, gerçekte kendi iç çatışmasını bastırma çabasıdır.
2. İlk Şok ve Bedensel Tepkiler
Cinayetten sonra, Raskolnikov kendini fiziksel olarak kötü hissetmeye başlar.
Ateşi çıkar, titremeye başlar, günlerce yataktan çıkamaz.
Polisle ya da insanlarla konuştuğunda aşırı sinirli ve gergindir.
Bu, suçluluk duygusunun vücuda yansımasıdır. Modern psikolojiye göre, suç işleyen kişilerin çoğu, olayın hemen ardından mide bulantısı, baş dönmesi, uykusuzluk ve kabuslar gibi belirtilerin sıklıkla ortaya çıktığını okuduğum bir kaç kaynak hatırlıyorum.
3. Paranoya ve Suçun Psikolojik Ağırlığı
Raskolnikov, herkesin onu suçlu bildiğini düşünmeye başlar.
Konuşmalarda kendi adını duyduğunda tedirgin olur.
Sürekli birinin onu izlediğini sanır.
Bu aşama, psikolojide travma sonrası stres bozukluğu (PTSD) olarak tanımlanabilir. Suç işleyen kişi, olayın tekrar yaşanacağını ya da yakalanacağını düşünerek paranoyak bir hâle gelir.
4. Gerçeklikten Kaçış ve Kendini İkna Çabaları
Raskolnikov, zaman zaman “Belki de her şey bir rüyaydı” diye düşünür.
Bir suçlunun yaşayabileceği en büyük yanılgılardan biri, gerçeği inkâr etmektir.
Ama gerçek, her zaman zihnin en derin köşelerinde bile varlığını korur. Ve bu gerçek, zamanla patlamaya hazır bir bomba gibi büyür.
2. SUÇ VE VAROLUŞÇULUK: SUÇLU OLMAK VAR OLMAYA ENGEL Mİ?
Fransız varoluşçu filozof Jean-Paul Sartre, suçun varoluşsal boyutunu çok net bir şekilde açıklamıştır.
Sartre’a göre, insanın özgürlüğü, kendi seçimlerinden gelir.
Ama insan, seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmek zorundadır.
Raskolnikov, özgür bir birey olarak bir seçim yapmıştır: Cinayet işlemek. Ancak seçiminin getirdiği sorumlulukla yüzleşememiştir. Sartre’ın deyimiyle, Raskolnikov “kötü niyetli” bir adamdır, çünkü kendi eylemlerinin bedelini kabul etmek istemez.
Burada Kafka’nın Dava adlı eserine de bir gönderme yapmak mümkündür. Kafka’nın karakteri Josef K., suçu bilinmeyen bir adamdır ve toplum tarafından mahkum edilir. Raskolnikov’un durumu ise tersidir: O, suçu işleyen ama toplum tarafından henüz bilinmeyen bir adamdır. Fakat her iki karakter de aynı noktada buluşur: Suç, yalnızca mahkemelerde değil, insanın içinde de yargılanır.
3. DOSTOYEVSKİ’NİN MESAJI: GERÇEK CEZA ZİHİNDEDİR
Dostoyevski, Suç ve Ceza boyunca şunu vurgular:
“Bir insan bir suç işlediğinde, asıl ceza mahkemelerde değil, insanın kendi zihninde başlar.”
Raskolnikov, hukuken ceza almasa bile zaten zihninde mahvolmuştur. Cinayet, onun için bir zafer değil, bir yıkım olmuştur.
Dostoyevski burada, klasik ahlaki sistemlerden farklı bir bakış açısı sunar. Suç işleyen bir insanı yalnızca yasalar değil, vicdanı ve psikolojisi de cezalandırır.
SONUÇ: SUÇ, İNSANIN KENDİSİYLE OLAN EN BÜYÜK MÜCADELESİDİR
Raskolnikov’un yaşadığı çöküş, sadece onun kişisel hikâyesi değildir. Bu, her insanın içinde yaşadığı ahlaki savaşın bir temsilidir.
İnsan bir suçu işlerken aslında sadece dış dünyayı değil, kendi iç dünyasını da yok eder.
Vicdan, her zaman insanın karşısına çıkacaktır.
Kaçış, yalnızca geçici bir çözümdür; asıl hesaplaşma insanın kendi içindedir.
Suç bireysel bir eylem midir, yoksa toplumun yarattığı bir sonuç mu?
IV. TOPLUMSAL SUÇ VE PETERSBURG’UN KARANLIĞI
Bir insan suç işlerken, bu eylem sadece onun bireysel seçimlerinden mi kaynaklanır, yoksa yaşadığı toplum ve koşullar da bu suçu tetikler mi? Suç ve Ceza’da Dostoyevski, bu sorunun cevabını bulmaya çalışırken, Raskolnikov’un içsel çöküşünün yanında, çevresel faktörlerin onun suç işlemesindeki rolünü de ele alır. Petersburg, yalnızca bir şehir değil, Raskolnikov’un ruh hâlini yansıtan bir sembol hâline gelir.
Bu bölümde, suçun toplumsal nedenlerini analiz edecek, Marksist bakış açısıyla yoksulluğun suç üzerindeki etkisini ele alacak ve Dostoyevski’nin Petersburg’u nasıl bir toplumsal hapishane olarak tasvir ettiğini inceleyeceğiz.
1. SUÇ VE TOPLUM: SUÇ BİREYSEL Mİ, TOPLUMSAL MI?
A. Karl Marx ve Suçun Ekonomik Temelleri
Karl Marx, suçun temel nedeninin bireysel ahlaksızlık değil, toplumsal eşitsizlik olduğunu söyler. Ona göre:
“Suç, fakirlerin zenginlere karşı savaşının bir biçimidir.”
Bu görüşe göre, yoksulluk insanları suça iter, çünkü hayatta kalmak için başka çareleri yoktur. Raskolnikov’un içinde bulunduğu durum da benzer bir noktaya işaret eder:
Fakir ve aç biri olarak, toplumun en alt tabakasına itilmiştir.
Tefeci kadın gibi insanlar, fakirlerden para kazanarak zenginleşirken, fakirler daha da sefilleşmektedir.
Bu yüzden Raskolnikov, suçu ahlaki bir eylem olarak görmeye başlar: Eğer adaletsiz bir düzen varsa, bu düzeni yıkmak meşru olabilir mi?
B. Emile Durkheim ve Anomi Teorisi
Fransız sosyolog Émile Durkheim, suçun toplumsal düzenin çöküşüyle doğduğunu söyler. Ona göre, toplumda normlar ve değerler belirsizleştiğinde, insanlar doğru ile yanlış arasındaki çizgiyi kaybeder ve suç oranları artar. Bu duruma anomi (kuralsızlık) denir.
Petersburg, tam da böyle bir toplumdur:
Şehir, ahlaki olarak çürümüş, yozlaşmış ve sefalet içindedir.
Toplumsal eşitsizlik had safhadadır; zenginler keyif içinde yaşarken, fakirler açlık çekmektedir.
İnsanlar suç işlemeye daha yatkındır çünkü sistem zaten bozulmuştur.
Raskolnikov da bu kuralsızlık içinde kendine yeni bir ahlak yaratmaya çalışmıştır. Fakat toplumun normları hâlâ onun zihninde güçlüdür ve bu yüzden vicdanı onu mahvetmeye başlar.
2. PETERSBURG: MEKAN OLARAK TOPLUMUN YANSIMASI
Dostoyevski’nin Petersburg’u, yalnızca bir şehir değil, Raskolnikov’un zihninin fiziksel bir dışavurumu gibidir. Şehirdeki sefalet, karmaşa ve çürüme, aslında Raskolnikov’un iç dünyasının bir yansımasıdır.
A. Mekânın Psikolojik Etkisi: Karanlık, Dar ve Boğucu Alanlar
Raskolnikov’un yaşadığı yer, küçük, karanlık ve havasız bir odadır. Bu oda, aslında onun hapsedilmiş ruhunun bir simgesidir. Suç işlemeye doğru sürüklenirken, bu odada kendi düşünceleriyle boğuşur.
Oda ne kadar dar ve kasvetliyse, Raskolnikov’un zihni de o kadar kapalı ve umutsuzdur.
Şehir ne kadar pis ve gürültülüyse, Raskolnikov’un iç dünyası da o kadar karmaşıktır.
Petersburg’un dar sokakları, karmaşık insan kalabalığı, pis ve boğucu havası, Raskolnikov’un suç işlemek için psikolojik olarak hazırlandığı bir labirente dönüşür.
B. Şehirdeki İnsanların İşlevi: Toplumun Kırılmış Aynası
Dostoyevski, Petersburg’u yalnızca bir mekân olarak anlatmaz, aynı zamanda buradaki insanların ahlaki çöküşünü de gözler önüne serer:
Tefeci kadın: Zenginleşmek için fakirlerin çaresizliğinden faydalanan bir figür.
Marmeladov: İçki bağımlılığı yüzünden ailesini mahveden ama yine de kendini mazur gören bir adam.
Sonya: Hayatta kalmak için bedenini satmak zorunda kalan (fahişe) ama ahlaki olarak saf kalmaya çalışan bir kadın.
Bu karakterlerin hepsi, Petersburg’un yozlaşmış ve çürümüş yapısının birer parçasıdır. Raskolnikov, yalnızca bireysel bir kriz yaşamamaktadır; yaşadığı şehir de onunla birlikte çürümektedir.
3. DOSTOYEVSKİ’NİN TOPLUMSAL MESAJI: SUÇ KİŞİSEL Mİ, YOKSA TOPLUMSAL BİR SORUN MU?
Dostoyevski’nin mesajı oldukça nettir: Suç, yalnızca bireysel bir mesele değildir.
Bir insan suç işlediğinde, bu yalnızca onun kişisel ahlaki seçimleriyle ilgili değildir.
Toplum, bazı insanları suça sürükleyebilir.
Suçun temel nedeni, bireyin karakterinden çok, yaşadığı koşullar olabilir.
Ancak Dostoyevski, burada Marksist bir devrim çağrısı yapmaz. Onun çözümü, bireyin içsel arınması ve kendi vicdanı ile yüzleşmesidir. Toplumsal eşitsizliklerin var olduğunu kabul eder, ancak bireyin suçu seçmesinin kendi sorumluluğunda olduğunu savunur.
Bu yüzden, romanın sonunda Raskolnikov’un kaçacak hiçbir yeri kalmaz: Ne toplum onu kabul eder, ne de o toplumdan tamamen kopabilir.
SONUÇ: TOPLUMUN İÇİNDE BİR MAHKÛM OLMAK
Petersburg, bir şehir olmanın ötesinde, bir hapishaneye dönüşmüştür.
Raskolnikov, suç işlemeye zorlanan bir insan mıydı, yoksa kendi özgür iradesiyle mi hareket etti?
Toplum, insanları suça mı iter, yoksa bireyin ahlaki sorumluluğu her şeyden daha mı önemlidir?
Dostoyevski bu sorulara net bir cevap vermez. Ama bize gösterdiği şey şudur:
Bir insan, bir şehri terk edebilir, hapisten kaçabilir, hatta mahkemeden beraat edebilir. Ama kendi vicdanının hapishanesinden asla kaçamaz.
Ve en büyük soru: Bir suçlu, en sonunda neden itiraf etmek zorunda kalır?
V. PORFİRİ PETROVİÇ VE MODERN KRİMİNOLOJİ
Raskolnikov cinayeti işlediğinde, onun asıl rakibi ne polis teşkilatı ne de toplumdu. Onun en büyük düşmanı kendi vicdanıydı. Ama Dostoyevski, Raskolnikov’un suçunun yalnızca psikolojik boyutunu değil, aynı zamanda kriminolojik (suç bilimiyle ilgili) ve dedektiflik sanatına dair yönlerini de ustalıkla ele alır.
Bu bölümde, romanın en ilginç karakterlerinden biri olan Porfiri Petroviç’i detaylı bir şekilde inceleyeceğiz. Porfiri, bir dedektif olarak nasıl çalışıyor? Sherlock Holmes gibi geleneksel dedektiflerden farkı ne? Onun sorgulama yöntemleri bugünün kriminolojisiyle nasıl örtüşüyor?
Ayrıca, neden bir suçlu sonunda itiraf etmek zorunda kalır? sorusunu hem psikolojik hem de felsefi açıdan ele alacağız.
1. PORFİRİ PETROVİÇ: KLASİK BİR DEDEKTİF Mİ?
Porfiri Petroviç’i anlamak için önce onu ünlü dedektif karakterleriyle karşılaştırmamız gerekir.
A. Sherlock Holmes vs. Porfiri Petroviç
Sherlock Holmes, suçları çözmek için bilimsel yöntemler ve fiziksel deliller kullanır ve benim hikayelerini okurken suçları çözme yöntemlerine hayranlık duyduğum biri.
Porfiri Petroviç ise tamamen psikolojik analiz ve suçlunun zihnine girme sanatı ile çalışır.
Sherlock Holmes, en küçük ipuçlarını inceler, olay yerinde kanıtlar arar, suçluların giysilerindeki en ufak lekeyi bile yorumlayarak onların geçmişini çözebilir.
Ancak Porfiri Petroviç, delillere değil, suçlunun psikolojisine odaklanır. O, klasik dedektif romanlarının aksine, hiçbir zaman doğrudan bir kanıt peşinde koşmaz. Onun amacı, suçlunun kendi kendini ele vermesini sağlamaktır.
Porfiri’nin en büyük silahı: Suçluların kendi iç çelişkilerini ortaya çıkarmak.
2. PORFİRİ’NİN SORGULAMA YÖNTEMLERİ: PSİKOLOJİK OYUNLAR
A. Suçlunun Zihnine Sızma
Porfiri Petroviç, Raskolnikov’la doğrudan bir çatışmaya girmez. O, polisiye romanlarda alışık olduğumuz türde bir dedektif değildir.
Raskolnikov’a ilk karşılaştıklarında, onu suçlamaz, aksine rahatlatıcı ve dostça konuşur.
Sanki onu suçlamıyormuş gibi davranarak, onun psikolojik savunmasını yavaş yavaş aşındırır.
Ona sorular sorarken, soru sormak yerine düşünmeye zorlayan cümleler kurar.
Örneğin, Raskolnikov’a şunu söyler:
“Biliyorsunuz, bazı insanlar bir suçu işler ama sonra o kadar gergin ve huzursuz olurlar ki, eninde sonunda kendilerini ele verirler.”
Bu tür cümleler, doğrudan bir suçlama içermese de, suçlunun zihninde kendi kendini suçlamasına neden olur. Raskolnikov gibi zaten suçluluk duygusuyla savaşan bir karakter için bu tür sözler, en büyük işkenceye dönüşür.
B. Suskunluk ve Göz Teması
Modern polis sorgulamalarında suskunluğun ve göz teması kurmanın suçlular üzerindeki etkisi çok büyüktür.
Porfiri, Raskolnikov’u sorgularken:
Sürekli göz teması kurar ve tepki ölçer.
Zaman zaman sessizlik içinde ona bakarak gerilimi arttırır.
Sorgu sırasında gülümseyerek konuşarak onun sinirlerini bozar.
Bu, günümüz sorgulama tekniklerinde “psikolojik baskı” olarak bilinir. Suçlular, çoğu zaman uzun süre sessizlik içinde kalmaya dayanamazlar ve sonunda konuşurlar.
3. MODERN KRİMİNOLOJİ VE PORFİRİ’NİN TEKNİKLERİ
Bugün polis teşkilatlarında kullanılan bazı sorgulama yöntemleri, Porfiri Petroviç’in teknikleriyle benzerlik gösterir.
A. Reid Tekniği: Günümüzün En Yaygın Polis Sorgu Yöntemi
Modern polis sorgulamalarında kullanılan Reid Tekniği, suçlunun kendi kendini ele vermesini sağlamak üzerine kuruludur. Bu teknikte:
1. Şüpheli rahatlatılır ve suçlu gibi hissettirilmez.
2. Olay hakkında konuşması sağlanır. (Ne kadar çok konuşursa, o kadar çok hata yapar.Gerçek hayatta da bu böyledir )
3. Küçük suçlamalar yapılır ama kesin deliller sunulmaz. (Böylece suçlunun tepkileri ölçülür.)
Bu tekniklerin hepsi, Porfiri Petroviç’in Raskolnikov’a karşı uyguladığı yöntemlerle aynıdır.
4. SUÇLU NEDEN İTİRAF ETMEK ZORUNDA KALIR?
Dostoyevski, Suç ve Ceza’nın sonunda okuyucunun aklına şu soruyu sokar:
Bir suçlu neden yakalanmadan önce itiraf eder?
Eğer Raskolnikov gerçekten bir “üstün insan”(!) olsaydı, suçunu hiçbir zaman kabul etmezdi. Ama o, en sonunda itiraf etmek zorunda kalır.
Bunun nedenleri:
A. Vicdanın Baskısı
Raskolnikov, toplumdan kaçabilir ama vicdanından kaçamadı.
Geceleri uyuyamaz, normal insanlarla konuşamaz, kendini rahat hissedemez.
B. Yalnızlık ve Dışlanma Hissi
Suç işleyen insanlar, toplumdan izole olur ve bir noktada insanlarla bağ kurmaya ihtiyaç duyarlar.
Sonya gibi karakterler onun kurtuluşu olur ama bu kurtuluş için suçunu itiraf etmesi gereklidir.
C. Psikolojik Baskı
Porfiri Petroviç gibi bir dedektif, suçluyu yalnızca kanıtlarla değil, onun psikolojisini kullanarak çökertebilir.
Suçlu, baskıya dayanamaz ve en sonunda konuşmak zorunda kalır.
5. SONUÇ: DOSTOYEVSKİ’NİN DEDEKTİF YORUMU
Dostoyevski, Suç ve Ceza’da klasik dedektif hikâyelerinden farklı bir yol izler.
Bu hikâye, suçun çözülmesinden çok, suçlunun iç dünyasını anlamaya yöneliktir.
Porfiri Petroviç, fiziksel deliller yerine, psikolojik analizle suçluyu çözen bir dedektif figürüdür.
Raskolnikov, yakalandığı için değil, yakalanmadan önce itiraf etmek zorunda olduğu için çöker.
Bu açıdan, Suç ve Ceza, klasik bir polisiye roman olmaktan çok bir suçlunun iç dünyasına yapılan psikolojik bir yolculuktur.
Suç işleyen herkes affedilmeyi hak eder mi? Yoksa bazı suçlar gerçekten bağışlanamaz mı?
VI. SONYA: KURTULUŞUN SEMBOLÜ MÜ, YOKSA BAĞIŞLANMA TUZAĞI MI?
Raskolnikov, cinayeti işledikten sonra toplumdan ve kendisinden uzaklaşmaya başlar. Ancak roman boyunca, ona vicdanını, pişmanlığını ve belki de kurtuluşunu hatırlatan tek kişi vardır: Sonya Marmeladov. Dostoyevski, Sonya karakteri üzerinden Raskolnikov’un suçunun ahlaki ve dini boyutlarını ele alır.
Ama burada kritik bir soru vardır:
Sonya gerçekten Raskolnikov’un kurtuluşunu sağlayan bir karakter midir?
Yoksa Sonya’nın sunduğu affedilme, Raskolnikov’un kendi zihinsel hapishanesinden kurtulmasını sağlayamayacak bir yanılsama mıdır?
Bu bölümde, Sonya’nın rolünü detaylı bir şekilde inceleyeceğiz. Dostoyevski’nin ahlak anlayışı, Hristiyan bağışlanma fikri ve Nietzsche’nin “köle ahlakı” eleştirisi bağlamında Sonya’nın Raskolnikov üzerindeki etkisini analiz edeceğiz.
1. SONYA KİMDİR? AHLAK VE FEDAKARLIK SEMBOLÜ MÜ?
Sonya, babası alkolik olduğu için ailesini geçindirmek zorunda kalan genç bir kadındır. Hayatta kalmak için fahişelik yapmak zorunda kalmıştır, ancak bunu kendi arzusu için değil, ailesini yaşatmak için yapar.
Dostoyevski’nin ahlak anlayışına göre, Sonya gibi bir karakter fiziksel olarak günah işleyebilir ama ruhen saf kalabilir. Burada önemli olan şudur: Sonya, zorla ahlaki çöküşe sürüklenmiş ama yine de iyi kalmayı başarabilmiş bir kadındır.
A. Sonya ve Hristiyanlık
Sonya’nın en büyük özelliği, Hristiyan inancına olan bağlılığıdır. Roman boyunca, Raskolnikov’a defalarca İncil’den söz eder. Özellikle ona Lazarus’un diriliş hikayesini okuması, onun Raskolnikov’un da “yeniden doğabileceğine” inanmasını simgeler.
İncil’deki Lazarus hikayesi şöyledir:
Lazarus öldüğünde, İsa onun mezarına gelir ve onu diriltir. Bu, yalnızca fiziksel bir diriliş değil, aynı zamanda ruhsal bir yeniden doğuştur.
Sonya, Raskolnikov’un da benzer bir diriliş yaşayabileceğine inanır. O, Raskolnikov’un suçunu itiraf etmesini, tövbe etmesini ve cezasını kabul etmesini ister.
2. NİETZSCHE’NİN KÖLE AHLAKI ELEŞTİRİSİ: SONYA, BİR KURTARICI MI, YOKSA BİR ZİNCİR Mİ?
Friedrich Nietzsche, Hristiyan ahlakına dair en büyük eleştirilerden birini yapmıştır. Ona göre, Hristiyanlık insanların zayıflığını ve korkularını besleyen bir ideolojidir.
Nietzsche, ahlaki sistemi köle ahlakı ve efendi ahlakı olarak ikiye ayırır:
Efendi Ahlakı: Güçlü bireyler kendi değerlerini yaratır, vicdan azabı çekmez, güçlerini kullanarak dünyayı şekillendirirler.
Köle Ahlakı: Zayıf bireyler kendilerini güçsüz hissettiklerinden, merhameti, fedakarlığı ve itaati yücelterek güçlüleri kontrol etmeye çalışır.
Eğer Nietzsche’nin bakış açısını kullanırsak, Sonya, köle ahlakının bir temsilcisi olabilir mi?
Sonya, hayatı boyunca acı çekmiştir ama yine de teslim olmuştur.Evet yanlış yazmadım Nietzsche’ye göre teslim olmuştur.
O, Raskolnikov’a pişman olmasını ve suçunun bedelini ödemesini öğütler.
Ama Nietzsche’ye göre güçlü bir insan, pişman olmaz; kendi doğrularını yaratır.
Eğer Raskolnikov, Nietzsche’nin gerçek bir “üstün insanı” olsaydı, Sonya’nın önerilerini kabul etmez, suçunu da gururla taşırdı. Ama romanın sonunda, Raskolnikov kendi gücünü reddeder ve Sonya’nın sunduğu bağışlanma yolunu seçer.
Peki, bu onun kurtuluşu mudur, yoksa yenilgisi mi?
3. RASKOLNİKOV’UN SONYA’YA TEPKİLERİ: MANTIK VE DUYGU ARASINDAKİ SAVAŞ
Raskolnikov’un Sonya ile olan diyalogları, onun iç dünyasındaki çelişkileri çok iyi yansıtır. Bir yandan Sonya’nın haklı olduğunu hisseder, ama diğer yandan onun önerisini küçümser.
Örneğin:
Sonya, ona pişman olması gerektiğini söylerken, Raskolnikov başta bunu reddeder.
Ancak zamanla, suçunun altında ezilmeye başlar ve Sonya’nın yolunu kabul etmek zorunda kalır.
Buradaki savaş, mantık ile duygular arasındaki savaştır:
Mantıken, Raskolnikov üstün bir insan olduğunu düşünmek ister.
Ama duygusal olarak, suçunun ağırlığını taşıyamaz.
Sonya’nın etkisi, ona pişman olmayı öğretmesinden değil, onu tamamen insani bir noktaya geri çekmesinden gelir.
4. SONYA GERÇEKTEN ONUN KURTULUŞUNU SAĞLADI MI?
Romanın sonunda, Raskolnikov suçunu itiraf eder ve cezasını çekmek için Sibirya’ya gider. Sonya da onunla birlikte gider ve onun yanında olur. Peki, bu gerçek bir kurtuluş mudur?
Burada iki farklı yorum vardır:
A. Kurtuluş Görüşü (Hristiyan Perspektif)
Raskolnikov, suçunun bedelini ödeyerek ve tövbe ederek ruhsal bir arınma yaşar.
Suç, onu insanlığından uzaklaştırmıştı, ama Sonya’nın rehberliğiyle tekrar bir insan haline gelir.
Bu, Hristiyanlıkta “günah ve affedilme” temasıyla uyumludur.
B. Yenilgi Görüşü (Nietzscheci Perspektif)
Raskolnikov, başta üstün bir insan olduğunu düşünür, ama sonunda sıradan bir insan olduğunu kabul etmek zorunda kalır.
Sonya’nın affedilme teklifi, aslında onun teslimiyetini ve kendi özgürlüğünü kaybetmesini simgeler.
Bu, Nietzsche’nin “insanlar bağışlanmayı değil, kendi kaderlerini şekillendirmeyi seçmelidir” görüşüyle çelişir.
SONUÇ: SONYA, BİR KURTARICI MI YOKSA BİR KADER Mİ?
Dostoyevski, Sonya karakterini bir kurtarıcı figürü olarak çizmiştir. Ama onun kurtarışı, herkes için kabul edilebilir mi?
Eğer insan Hristiyan ahlakına inanıyorsa, Sonya bir melek gibi görülmelidir. O, merhameti, affı ve pişmanlığı simgeler.
Ama eğer insan Nietzsche gibi düşünüyorsa, Sonya, Raskolnikov’un zihinsel özgürlüğünü elinden almış bir figürdür.
Bu yüzden, romanın sonunda Raskolnikov’un gerçekten kurtulup kurtulmadığı kişisel yorumlara bağlıdır.
Bazı suçlar için en büyük ceza, özgürlük içinde yaşamak olabilir.
VII. CEZA: GERÇEK CEZA NEDİR?
Raskolnikov’un hikâyesinde en kritik noktalardan biri, onun cezasının ne olduğu ve bu cezanın onu nasıl etkilediğidir. Suç ve Ceza yalnızca bir cinayet romanı değildir; aynı zamanda bir cezanın, bir insanın ruhunda nasıl yankılandığını ve onun karakterini nasıl değiştirdiğini anlatan bir psikolojik incelemedir.
Ama burada asıl sorular şunlardır:
Gerçek ceza nedir? Bir insanı gerçekten cezalandıran şey hapishane mi, yoksa kendi vicdanı mı?
Raskolnikov’un aldığı ceza, onun ruhsal ve zihinsel durumunu nasıl değiştirdi?
Dostoyevski, cezanın ahlaki ve psikolojik boyutlarını nasıl ele alıyor?
Mahkemeler mi adaleti sağlar, yoksa gerçek adalet insanın içinde mi yaşanır?
Bu bölümde, ceza kavramını hem hukuki hem de psikolojik açıdan ele alacağız. Michel Foucault’nun modern ceza sistemleri hakkındaki görüşleriyle, Dostoyevski’nin ceza anlayışını karşılaştıracağız.
1. HUKUKİ CEZA: MAHKEMELER GERÇEK ADALETİ SAĞLAYABİLİR Mİ?
Raskolnikov en sonunda suçunu itiraf eder ve mahkemeye çıkar. Mahkeme, onun durumunu değerlendirerek nispeten hafif bir ceza verir.
Sekiz yıl kürek mahkumiyeti cezasına çarptırılır.
Cezasını Sibirya’da çekmek zorundadır.
Mahkeme, onun cinayeti ideolojik bir amaç uğruna işlediğini göz önünde bulundurur.
Ama burada kritik bir soru vardır: Raskolnikov’un aldığı ceza, onun gerçekten cezalandırıldığı anlamına mı gelir?
Michel Foucault, modern ceza sistemlerini eleştirirken şunu söyler:
“Ceza sistemi, suçluları yalnızca fiziksel olarak sınırlandırmaz, onların ruhlarını da kontrol etmeye çalışır.”
Dostoyevski’nin ceza anlayışı, Foucault’nun bu analizine çok benzer. Raskolnikov’un aldığı ceza, fiziksel olarak onu bir yere hapseder, ancak asıl mahkumiyet onun zihninde yaşanır.
Hapishane, onun için yeni bir dünya oluşturur. Ama bu dünya, onun zihnindeki hapishaneden daha ağır mıdır?
Cezasını çekerken ne değişir? Suçunun bedelini ödemek, onun zihnindeki pişmanlığı dindirebilir mi?
2. VİCDANIN MAHKEMESİ: ASIL CEZA İNSANIN İÇİNDE Mİ YAŞANIR?
Dostoyevski’ye göre, bir suçun cezası yalnızca mahkemeler tarafından verilmez. Gerçek ceza, suçlunun kendi içinde yaşadığı hesaplaşmadır.(Evet biliyorum bunu biraz fazla tekrar ettim)
Bu bağlamda, Raskolnikov’un cezası iki aşamalıdır:
1. Hukuki Ceza: Sekiz yıl kürek mahkumu olarak Sibirya’da çalışmak.
2. Psikolojik Ceza: Suçluluk duygusuyla yaşamak.
A. Freud’un Psikanalizine Göre Ceza ve Vicdan
Freud’un süperego (üst benlik) kavramına göre, insanın vicdanı en büyük mahkemedir.
Raskolnikov, cinayeti işlediğinde toplumdan bir süre kaçabilmiştir, ama kendi zihninden kaçamamıştır.
Suç işleyen çoğu insan, yakalanmasa bile kendi kendini cezalandırır.
Bu yüzden, modern hukuk sistemleri suçluları sadece fiziksel olarak cezalandırmakla kalmaz, onları psikolojik olarak da çökertmeye çalışır.
Raskolnikov’un hikâyesinde, asıl ceza onun kendi ruhunda yaşadığı kargaşadır. Onun için Sibirya sürgünü, aslında zihnindeki fırtınadan kaçışın bir yolu olabilir.
3. CEZANIN TOPLUMSAL İŞLEVİ: SUÇLUYLA NE YAPILMALI?
Dostoyevski, cezanın yalnızca bireyi ilgilendiren bir mesele olmadığını savunur. Toplum, bir suç işlediğinde nasıl tepki vermelidir?
Bu soruya cevap vermek için modern hukuk felsefesini inceleyebiliriz.
A. Kant’ın Adalet Görüşü
Immanuel Kant’a göre, adaletin sağlanması için cezanın orantılı olması gerekir.
Yani bir suç işleyen kişi, işlediği suçun karşılığında adil bir ceza almalıdır.
Eğer ceza çok ağırsa, bu adalet değil zulüm olur.
Eğer ceza çok hafifse, toplumdaki adalet duygusu sarsılır.
B. Foucault’nun Ceza Eleştirisi: Panoptikon Sistemi
Michel Foucault’ya göre, modern hapishane sistemleri yalnızca insanları fiziksel olarak hapsetmez, aynı zamanda onların ruhlarını da kontrol etmeye çalışır.
Modern hapishanelerde, suçlular devamlı gözetleniyormuş gibi hissettirilecek şekilde tasarlanır.
Böylece, mahkumlar yalnızca fiziki olarak değil, psikolojik olarak da baskı altında tutulur.
Dostoyevski’nin Raskolnikov’un cezasına bakış açısı da benzer bir noktaya işaret eder:
Raskolnikov fiziksel olarak hapsedildiğinde, aslında zihinsel olarak özgürleşmeye başlar.
Ancak, özgür olduğu dönemlerde aslında sürekli kendini hapiste gibi hissetmiştir.
4. GERÇEK CEZA: ÖZGÜRLÜK MÜ, HAPİS Mİ?
Dostoyevski’nin en büyük paradokslarından biri şudur: Belki de özgürlük içinde yaşamak, hapis cezasından daha büyük bir cezadır.
Raskolnikov için gerçek ceza:
Cinayetten sonra özgür dolaşırken, sürekli kendisini suçlu hissetmesiydi.
Yakalandığında ve hapse gönderildiğinde, en azından suçunu kabul ettiği için daha huzurluydu.
Raskolnikov, mahkemeden aldığı cezadan çok daha ağırını, vicdanı ve toplum tarafından dışlanmış olması nedeniyle yaşamıştır.
5. SONUÇ: CEZA GERÇEKTEN SUÇU ORTADAN KALDIRIR MI?
Bir suçun gerçek bedeli nedir?
Toplum suçluları gerçekten affedebilir mi?
Mahkemelerin verdiği cezalar suçluların iç hesaplaşmasını sona erdirir mi?
Bu soruların kesin bir cevabı yoktur. Ama romanın sonunda gördüğümüz şey şudur:
Cezalandırılan tek şey, insanın bedeni değildir. Asıl ceza, insanın ruhunda yaşanır.
Dostoyevski’ye göre, bir insan suçu işlediği anda cezası başlamıştır.
VIII. SUÇ VE CEZANIN BUGÜNÜMÜZDEKİ ANLAMI
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanı, 19. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen, bugünün dünyasında da güncelliğini koruyor. Çünkü insanın suça ve cezaya bakışı, aradan geçen yüzyıllara rağmen çok fazla değişmedi. Suçluluk, vicdan, adalet ve ceza gibi kavramlar hâlâ insan psikolojisini derinden etkiliyor.
Bu bölümde, modern hukuk sistemlerinde cezanın nasıl bir işlev gördüğünü, vicdanın hala bir ceza olup olmadığını ve Dostoyevski’nin fikirlerinin günümüz suç bilimiyle nasıl örtüştüğünü inceleyeceğiz.
1. MODERN HUKUK SİSTEMİNDE CEZA: GERÇEK ADALETİ SAĞLIYOR MU?
Dostoyevski, Suç ve Ceza ile adalet sisteminin gerçekten suçun bedelini ödeyip ödemediğini sorgular. Bugün de modern hukuk, suç ve ceza arasındaki dengeyi kurmaya çalışıyor.
A. Cezanın Amaçları: İntikam mı, Islah mı?
Bugün ceza sistemlerinin dört temel amacı vardır:
1. Cezalandırma (Retribution): Suçlu, işlediği suçun bedelini ödemelidir.
2. Caydırıcılık (Deterrence): Suç işleyen kişinin tekrar suç işlememesi için ona örnek olacak bir ceza verilmelidir.
3. Islah (Rehabilitation): Suçlu, topluma yeniden kazandırılmalıdır.
4. Toplumun Korunması (Incapacitation): Suçlu toplum için tehlikeliyse, toplumdan izole edilmelidir.
Raskolnikov’un aldığı Sibirya sürgünü, hem cezalandırma hem de ıslah amacı taşıyan bir ceza olarak görülebilir. Ama Dostoyevski burada önemli bir soru sorar: Gerçek ıslah, dışsal cezalarla mı olur, yoksa insanın içindeki dönüşümle mi?
Bugünün ceza sisteminde de bu soru hâlâ tartışmalıdır:
Hapishaneler suçluları gerçekten ıslah ediyor mu, yoksa sadece toplumdan izole mi ediyor?
İdam cezası gibi cezalar, gerçekten caydırıcı mı, yoksa sadece intikam aracı mı?
Adalet sistemi, suçluları gerçekten adaletli bir şekilde yargılıyor mu, yoksa sınıfsal ve ekonomik faktörler süreci etkiliyor mu?
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’daki en büyük eleştirilerinden biri de budur: Yoksulluk ve sosyal adaletsizlik, insanları suça sürükleyen bir unsur olabiliyor.
2. VİCDAN AZABI HALA BİR CEZA OLARAK İŞLİYOR MU?
A. Günümüz Suçlularının Psikolojisi
Modern psikolojiye göre, suç işleyen insanların büyük bir kısmı vicdan azabı çeker. Ancak bu durum, suçlunun karakterine ve kişilik yapısına bağlı olarak değişebilir.
1. Psikopatlar ve Sosyopatlar:
Vicdan azabı hissetmeyen bireylerdir.
Empati kurma yetileri zayıftır.
Suçlarını rasyonelleştirir ve kendilerini haklı görürler.
2. Nevrotik Suçlular:
Vicdan azabı çeken bireylerdir.
Genellikle pişmanlık duyar ve içsel bir çöküş yaşarlar.
Bazıları, pişmanlık hissiyle kendilerini ihbar eder.
Raskolnikov, ikinci gruba girer. O, vicdanı tarafından mahvolmuş bir suçludur. Bu nedenle, suçluların hepsi Raskolnikov gibi mi hisseder sorusu, psikolojik açıdan önemlidir.
3. SUÇUN SOSYAL VE POLİTİK BOYUTU: DOSTOYEVSKİ’NİN ELEŞTİRİSİ
Dostoyevski, suçun yalnızca bireysel bir mesele olmadığını, aynı zamanda toplumsal bir sonuç olduğunu da anlatır.
Bugün hala şu sorular sorulmaktadır:
Suç, yalnızca bireyin kişisel seçimlerinden mi kaynaklanır, yoksa toplumsal faktörler mi suç yaratır?
Adalet sistemi herkese eşit davranıyor mu?
A. Suçun Sınıfsal ve Ekonomik Boyutu
Bugün modern kriminolojiye göre, suçun en büyük nedenlerinden biri ekonomik eşitsizliktir.
Fakir bölgelerde suç oranları daha yüksektir.
Suçun büyük bir kısmı, hayatta kalma mücadelesiyle ilgilidir.
Yargı sistemi, genellikle ekonomik gücü olanlara daha merhametli davranırken, fakirleri daha ağır cezalandırır.
Dostoyevski, Suç ve Ceza’da bunu net bir şekilde gösterir:
Raskolnikov’un cinayeti işlemesinin ana sebebi fakirliktir.
Toplumda güçlü olanlar, daha büyük suçlar işler ama ceza almaz.
Fakirler en küçük suçlarda bile ağır cezalar alır.
Bugün de benzer durumlar vardır:
Beyaz yakalı suçlar (finansal dolandırıcılıklar) çoğu zaman hafif cezalar alırken, hırsızlık gibi suçlar daha ağır cezalar alabiliyor.
Zenginlerin hukuk sistemi içinde ayrıcalıklı olduğu birçok vaka görülüyor.
4. DOSTOYEVSKİ’NİN MESAJI: SUÇ VE CEZA SÜREKLİ BİR DÖNGÜ MÜDÜR?
Dostoyevski, Suç ve Ceza ile şunu göstermeye çalışır:
Suç, bireyin psikolojik, ekonomik ve sosyal koşullarının bir sonucudur.
Cezalandırma, çoğu zaman suçluyu değiştirmekten çok, toplumun kendi vicdanını rahatlatması içindir.
Gerçek ceza, fiziksel hapishanelerden çok, insanın kendi iç dünyasında yaşanır.
Romanın sonunda Raskolnikov’un hapse girmesi, onun için bir son değil, yeni bir başlangıç olur.
SONUÇ: SUÇ VE CEZA BİZE NE ANLATIYOR?
Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, yazıldığı günden bu yana suç ve cezanın bireysel, toplumsal ve psikolojik boyutlarını tartışan en önemli eserlerden biri olmaya devam ediyor.
Bugün bile:
Adalet sisteminin ne kadar adil olduğu tartışılıyor.
Vicdanın bir ceza olup olmadığı sorgulanıyor.
Ekonomik eşitsizliklerin suç üzerindeki etkileri araştırılıyor.
Bu yazıyı yazarken faydalandığım kaynaklar:
Dostoyevski, Fyodor. Suç ve Ceza. Çeşitli çeviriler ve yayınevleri
Frank, Joseph. Dostoevsky: The Mantle of the Prophet, 1871–1881. (Dostoyevski’nin yaşamı ve eserleri üzerine kapsamlı bir biyografi.
Freud, Sigmund. Totem and Taboo (Suçluluk duygusu ve vicdan üzerine psikanalitik bir bakış).
Nietzsche, Friedrich. Böyle Buyurdu Zerdüşt ve İyinin ve Kötünün Ötesinde (Üstün insan kavramı ve ahlak felsefesi).
Kant, Immanuel. Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi (Kategorik imperatif ve ahlak anlayışı).
Sartre, Jean-Paul. Varlık ve Hiçlik (İnsan özgürlüğü, seçimleri ve sorumluluk üzerine).
Durkheim, Émile. Suçun Sosyolojisi (The Division of Labor in Society; anomi teorisi üzerine).
Becker, Howard S. Outsiders: Studies in the Sociology of Deviance (Suçluların toplum tarafından nasıl tanımlandığı üzerine).
Cleckley, Hervey. The Mask of Sanity (Psikopati ve vicdan azabı üzerine).
Hare, Robert D. Without Conscience: The Disturbing World of the Psychopaths Among Us (Suç psikolojisi ve empati eksikliği üzerine bir çalışma).
Zimbardo, Philip. The Lucifer Effect (Güç ve otoritenin insan psikolojisi üzerindeki etkileri, suça yönelim).
Yüklerinizi Sorgulayın: Atlas’ın Mesajı
Bu yazımın giriş kısmında Atlas Silkindi hakkında kişisel yorumlarımın ağırlıkta olduğu, Ayn Rand’ın objektivizm felsefesini kendimce anlamaya çalıştım.Yazının final kısmında ise romanda ki bazı önemli karakterleri derleyip kendimce hikayeyi bölümlere ayırıp ve bölümlerde verilmek istenilen mesajları bulmaya çalıştım.
İyi okumalar…
GİRİŞ
Atlas Silkindi: Omuzlarındaki Hayatı Silkelemenin Vakti Gelmedi mi?
Düşünsene, koskoca bir dünyayı sırtında taşıyan Atlas (mitolojide dünyayı sırtlayan dev) gibi omuzların çökmüş. Hayatındaki her sorumluluk, her problem, her “yapmam gerekiyor” dediğin şey sırtına binmiş. Sen bu yükle ayakta kalmaya çalışırken, etrafındaki herkes yükünü sana devretmeye devam ediyor. Atlas Silkindi işte tam bu noktada patlıyor: “O yükleri bir at bakalım, ne olacak?” diyor.
Ayn Rand’ın bu romanı, hem kişisel hem toplumsal düzeyde bir isyan çağrısı. Diyor ki: “Kendi hayatını yaşa, başkalarının senin üzerine bindirdiği dünyayı sırtlanmayı bırak!” Ama bunu öyle kibirli, ukala bir şekilde değil, son derece mantıklı bir zeminde anlatıyor. Oturup ciddi ciddi düşündürüyor. Kapitalizm, bireycilik, özgürlük, fedakârlık, yaratıcı insanın önemi… Her kavramı masaya yatırıyor ve bir güzel analiz ediyor. Peki, biz de bu konuşmaya dahil olmaya hazır mıyız? Gel, bu hikayeyi ince ince konuşalım. Çünkü bu kitap yalnızca bir roman değil; hayatına dair taşları yerinden oynatacak bir rehber.
Objektivizm: Ayn Rand’ın Altın Kuralı
Şimdi, Rand’ın felsefesine bakalım: objektivizm. Şatafatlı bir isim gibi duruyor, ama özü çok basit bir şey söylüyor: “Aklını kullan, gerçeklere odaklan ve hayatının tek amacı kendi mutluluğunu inşa etmek olsun.” İşte bu kadar.
Kulağa biraz bencilce gelebilir. “Kendi mutluluğumu inşa edeceğim, başkalarını boş vereceğim” demek gibi algılanabilir. Ama mesele tam olarak bu değil. Rand’ın dediği şey şu: Eğer sen kendi mutluluğunu ve değerlerini savunmazsan, başkalarının seni yönetmesine, manipüle etmesine açık hale gelirsin. Ve bir bakmışsın, hayatını başkalarının yazdığı bir senaryoda figüran gibi geçiriyorsun.
Mesela iş hayatında düşün: Sürekli “Aman müdür ne der?”, “Acaba patron memnun mu?” diye düşünerek çalışırsan, bir süre sonra sadece başkalarını memnun etmek için yaşayan biri olursun. Kendini, hedeflerini, ne yapmak istediğini unutursun. İşte Rand burada yumruğu masaya koyuyor ve diyor ki: “Hayır, hayat senin. Direksiyon başkalarının elindeyse, gaza basmaya da fren yapmaya da onlar karar verir. Direksiyonu geri al.”
Atlas: Omuzlarındaki Yük Gerçekten Senin mi?
Hikayenin merkezinde mitolojik bir figür var: Atlas. Mitolojide dünyayı omuzlarında taşıyan, dev gibi bir karakter. Ama Rand, Atlas’ı bambaşka bir yere oturtuyor. Ona göre, dünyayı taşıyanlar, toplumun gerçekten üretken, yaratıcı ve çalışkan bireyleri. Bu insanlar bir gün “Yeter artık, bu yük bana ait değil” deyip omuzlarındaki dünyayı silkerse, ne olur? İşte roman tam olarak bunu anlatıyor.
Şimdi bu metaforu kendi hayatına uyarlayalım. Senin de omuzlarında taşıdığın yükler var, değil mi? İş hayatındaki sorumluluklar, ailevi beklentiler, toplumsal roller… Bir düşün: Bu yüklerin kaçı gerçekten sana ait? Kaçı başkalarının senin üzerine yıktığı şeyler?
Hadi bir örnek verelim. Diyelim ki iş yerindesin. Ekibindeki herkes işleri savsaklıyor, ama sen sorumluluk sahibisin, işleri toparlamak sana kalıyor. Bir gün “Ben bırakıyorum, kendi işime bakacağım” desen, o düzen ne hale gelir? Büyük ihtimalle kaos. Çünkü insanlar, birilerinin onları sırtlamasına alışmış. İşte bu hikaye, aslında her gün yaşadığımız hayatın bir yansıması. Hepimiz bir şekilde “Atlas”ız. Ama Rand burada önemli bir soru soruyor: “Omuzlarındaki yük gerçekten senin mi? Yoksa başkalarının sana yüklediği sorumluluklar mı?”
Fedakârlık: İyilik mi, Kendi Kendine Zulüm mü?
Fedakârlık… Ne yüce bir kavram değil mi? Sürekli etrafımızda fedakârlığın kutsallığı anlatılır. “Kendini başkaları için feda et, bu seni daha iyi bir insan yapar” derler. Ama Rand burada radikal bir duruş sergiliyor: “Fedakârlık erdem değildir!” diyor.
Bu biraz çarpıcı gelebilir. Ama düşün: Kendini başkaları için sürekli feda ettiğin o anları bir hatırla. Sonunda ne oldu? Karşılığında mutluluk mu buldun, yoksa tükenmişlik mi? Mesela bir arkadaşın senden sürekli bir şeyler istiyor, sen de “hayır” diyemiyorsun. Peki ya sonunda? O arkadaş mutlu oluyor belki, ama senin enerjin tükeniyor.
Rand’ın fedakârlığa karşı çıkışı burada başlıyor. Diyor ki: “Kendi mutluluğunu, kendi değerlerini başkaları için feda edersen, ne kendine ne de başkalarına faydan olur.” Bunun yerine, önce kendi mutluluğunu inşa et. Çünkü bu, seni güçlendir.ir. Güçlü olduğunda çevrene daha çok fayda sağlarsın.
Bunu uçaktaki oksijen maskesi kuralına benzetelim: Önce kendi maskeni takarsın, sonra başkasına yardım edersin. Hayat da aynen böyle bir şey.
Kapitalizm: Yaratıcılığın ve Özgürlüğün Alanı
Şimdi sıra en tartışmalı meseleye geldi: kapitalizm. Çoğu kişi kapitalizmi sömürüyle, açgözlülükle ilişkilendirir. Ama Rand’ın savunduğu kapitalizm böyle değil. Ona göre, kapitalizm özgürlüğün ve yaratıcılığın en saf halidir.
Kitaptaki Dagny Taggart ve Hank Rearden karakterlerini düşünelim. Dagny bir demiryolu şirketini yönetiyor, Hank ise çelik endüstrisinde çığır açan bir iş adamı. İkisi de işlerine tutkuyla bağlı, yaratıcı insanlar. Ama sürekli devlet müdahaleleriyle, anlamsız düzenlemelerle boğuşuyorlar. İşlerini yapmaları engelleniyor. Ama ikisi de pes etmiyor, çünkü bilirler ki yaratıcılıklarını özgürce ortaya koyabilecekleri bir alan yaratırlarsa, sadece kendilerine değil, topluma da fayda sağlarlar.
Bugün Steve Jobs, Elon Musk, Jeff Bezos gibi isimlere bakın. Bu insanlar, fikirlerini hayata geçirmek için risk aldı. Ve sonunda dünyayı değiştiren işler başardılar. İşte Rand’ın kapitalizm savunusu tam da burada devreye giriyor: “Yaratıcılığını kullanabileceğin özgür bir alan olmadan, ilerleme olmaz.”
Devlet: Nerede Durmalı?
Rand’ın en büyük eleştirilerinden biri de devletin rolü. Ona göre devletin görevi çok basit: bireylerin özgürlüklerini korumak. Ama Atlas Silkindi’deki devlet bunun tam tersini yapıyor. İnsanları kontrol etmeye, yaratıcılığı bastırmaya, bireylerin özgürce hareket etmesini engellemeye çalışıyor.
Bugün de buna benzer şeyler yaşıyoruz, değil mi? Vergiler, bürokratik engeller, anlamsız yasaklar… Hayatın önüne sürekli taş koyan bir sistem. Rand burada diyor ki: “Devlet bireyin düşmanı olmamalı. Tam tersine, özgürlüğünü korumalı.”
Hayatını Yeniden Düşün: Sen Kimsin Bu Hikâyede?
Ve şimdi o meşhur soruyu soruyorum: “Sen kimsin? John Galt mı, yoksa omuzlarına yük bindirenlerden biri mi?”
Sabah işe giderken trafiğin içinde bunaldığın o anları hatırla. Kendine bir sor: “Bu çaba kimin için? Kendi hayallerim için mi yoksa başkalarının bana biçtiği rolü oynamak için mi?”
Rand’ın kitabı işte tam burada tokat gibi çarpıyor insana. Hayatındaki yükleri sorgulamana neden oluyor. “Bu yük bana mı ait?” diye düşünüyorsun. Ve fark ediyorsun ki, aslında omuzlarındaki yüklerin birçoğu sana ait değil. Başkalarının dayattığı şeyler.
Hayatını Kendi Kurallarına Göre Yaşamak
Omuzlarındaki yüklerin çoğunun sana ait olmadığını fark ettiğinde işte o “Aha!” anı geliyor. Bu, bir dönüm noktası. Çünkü hayatının bundan sonrası, ya bu yükleri taşımaya devam ettiğin ya da hepsini silkeleyip kendi yolunu çizmeye başladığın bir süreç olacak.
Ayn Rand’ın felsefesi, tam da burada devreye giriyor. Diyor ki: “Hayatını kendi kurallarına göre yaşa. Başkalarının senin için yazdığı hikâyede figüran olma.” Şimdi durup bir düşün: Sabah kalktığında yaptığın ilk şeyden tut, gece yatağa giderken kafanda dönen düşüncelere kadar, gün içinde yaptığın çoğu şey senin tercihin mi? Yoksa çevrenin senden beklediği şeyler mi?
Mesela şu çok tanıdık bir örnek: İşten nefret eden ama sadece çevresine ya da ailesine karşı “Güçlü görünüyorum” demek için o işi sürdüren insanlar. Senin çevrende de vardır mutlaka. Belki de o kişi sensin, kim bilir? Peki, bu ne kadar sürdürülebilir? Sırf başkaları için, kendi hayatını feda ederek bir yere varabilir misin? Rand diyor ki: “Hayır! Bu hayat senin. Sen kendi mutluluğunu inşa etmekle yükümlüsün. Eğer bunu yapmazsan, sadece başkalarının kurbanı olursun.”
Kim Bu John Galt?
Şimdi şu meşhur soruya gelelim (Tabi konuya ilgili olanlar için) : “John Galt kim?” Kitabın içindeki karakterler bu soruyu duyduklarında ürperiyor, çünkü bu sadece bir soru değil; bir başkaldırı sembolü. John Galt, bir meydan okuma.
Galt, kitabın merkezindeki figürlerden biri. Ama sıradan bir kahraman değil. O, “Ben bu düzene boyun eğmiyorum” diyen, başkalarının yüklerini sırtlanmayı reddeden bir adam. Üstelik sadece kendi hayatını kurtarmakla kalmıyor; başka üretken insanları da harekete geçiriyor. Diyor ki: “Bu sistem sizi sömürüyor. Neden bu oyunda kalıyorsunuz? Gidelim ve kendi dünyamızı kuralım.”
Bu fikir, sadece roman içinde değil, gerçek hayatta da yankı uyandırıyor. Çünkü hepimiz bir noktada “Galt” olma potansiyeline sahibiz. Ama kaçımız bu cesareti gösterebiliyor? Kaçımız, kendi yolumuzu çizmek için risk alıyoruz?
Fedakârlığın Sonu: Tükenmişlik
Burada bir parantez açmak istiyorum. Çünkü fedakârlık meselesi, çoğu insanın hayatında yanlış anlaşılan bir kavram. Sürekli başkaları için bir şeyler yapmak zorundaymış gibi hissetmek, sonunda insanı tükenmişliğe götürür. Ama kimse bu tükenmişliği görmez. Çünkü toplum, fedakârlığı kutsal bir şey gibi gösterir.
Rand’ın dediği gibi: “Kendi hayatını, kendi değerlerini başkaları için feda etmek seni daha iyi bir insan yapmaz. Seni sadece daha yorgun, daha mutsuz ve daha kontrol edilebilir biri yapar.”
FİNAL
Atlas Silkindi: Bölüm Bölüm Dünyayı Omuzlarından Atma Rehberi
1. Bölüm: Hiçbir Şey Yapmayanların Dünyası
Şöyle başlıyor hikaye: Üretmeyen, çabalamayan, ama her şeyden faydalanmaya çalışan bir güruh var. Bir de bu güruhun sırtına binip “Yürü ulan, hadi bizi taşı” dediği yaratıcı ve üretken insanlar. Burası bir nevi hayatın aynası: iş yerindeki o beleşçi mesai arkadaşın, ailende hep işleri sana yıkan bir kuzen ya da hayatındaki enerjiyi emen dost görünümlü vampirler gibi.
Kim var bu bölümde?
Dagny Taggart: Sistemi ayakta tutmaya çalışan bir kraliçe. Kadın diyor ki, “Şu demiryolunu kurtarayım, yoksa hepimiz çökeriz.” Ama kardeşi James gibi işe yaramaz bir asalak var yanında. Adam işten çok laf üretiyor.
Hank Rearden: Çelik kralı. Adam yeni bir metal icat etmiş, ama millet ona öcü gibi bakıyor. “Çok para kazanıyorsun, bu haksızlık” diye sürekli ayağını kaydırmaya çalışıyorlar.
John Galt’ın İsmi: İlk başta herkes “John Galt kim ya?” diye geyik yapıyor. Ama bu sorunun arkasında ciddi bir isyan yatıyor, ileride göreceğiz.
Bana göre bölüm diyor ki: Üretmeyen insanlar, üretici insanların sırtından geçinmeyi bir hak sanıyor. Ama bu düzenin uzun süre böyle gitmeyeceği aşikar. Çünkü bir noktada Atlas yorulur, kardeşim. Ve yorulan Atlas, o yükü sırtından atar.
2. Bölüm: İşin Ağır Abileri Sahneyi Terk Ediyor
Bu bölüm, “Lan bu iş böyle yürümez” diyen üretken insanların birer birer sahneden çekilmesini anlatıyor. Düşünsene, iş yerindeki en çalışkan elemanlar işi bırakıyor, sistem nasıl çöker? İşte bu hikayenin tam ortasında.
Kim sahnede?
Francisco d’Anconia: Görünüşte zengin bir playboy gibi takılıyor, ama adamın kafası Einstein gibi çalışıyor. Meğer herkesin dibine dinamit koyup sistemi patlatmaya çalışıyormuş. Mesajı net: “Bu düzen yıkılmalı.”
Hank Rearden: Hükümete kafa tutmaya başlıyor, ama bir yandan ailesi tarafından sırtından bıçaklanıyor. Adamın sabrı taşmış durumda.
John Galt: “Bu sistemi sırtlayan herkes, bırakıp benimle gelsin” diyor. Üretken insanlar birer birer kayboluyor. Hadi bakalım, şimdi ne olacak?
Bana göre bu bölümde Rand diyor ki: Eğer bir sistem, çalışan insanı sürekli cezalandırıp beleşçiyi ödüllendiriyorsa, o sistemin yıkılması kaçınılmazdır. Üretici insanlar sahneden çekilince, parazitler aç kalır. Burada da aynı durum var: Atlas artık “Ben yokum” diyor.
3. Bölüm: Atlas Omuzlarını Silkeliyor
Ve geldik hikayenin en bomba yerine. John Galt kim? sorusunun cevabını öğreniyoruz. Meğer adam, bütün üretken insanları sahneden çekip kendi küçük ütopyasını kurmuş. “Atlantis” (efsaneye göre) dedikleri bir yer var; oraya gidip kendi düzenlerini yaratmışlar. Geri kalan dünya mı? Onlar düşünsün!
Kim bu John Galt?
John Galt, sistemin baş düşmanı. Ama öyle sıradan bir isyancı değil. Adam diyor ki: “Bu düzen sana çalışmamı istiyor, ama emeğimin karşılığını vermiyor. Peki o zaman, çalışmam.” Şimdi bunu günümüze uyarlayalım: Seni sürekli sömüren bir iş yerinde çalışmaya devam eder misin? İşte Galt, bu soruya “Hayır” demenin cesaretini gösteriyor.
Dagny’nin Kararsızlığı:
Dagny de işin sonunda Galt’ın dünyasına çekiliyor, ama bir süre direnmeyi seçiyor. “Bu sistemi kurtarabilirim” diye düşünüyor. Ama sonunda görüyor ki, kurtaracak bir şey kalmamış. Çökmüş bir binayı ayakta tutmaya çalışmanın anlamı yok.
Hükümetin Çırpınışı:
Son olarak, hükümet Galt’ı yakalayıp ona işkence etmeye çalışıyor. Ama adam öyle bir karakter ki, boyun eğmiyor. Sistemi kurtarmak için ondan bir çözüm bekliyorlar, ama Galt çoktan pes etmiş. “Ben yokum arkadaş!” diyor.
Son bölümün mesajı net: Çökmüş bir sistemi ayakta tutmak için savaşmanın anlamı yok. Bazen en iyisi, geri çekilip yeni bir şey inşa etmektir. Ve bu, herkesin cesaret edebileceği bir şey değil.
Toparlarsak: Atlas’ın Mesajı
Bak, bu kitabın olayı şu: Hayatında sırtına yüklediğin her şeyi bir sorgula. Sana ait olmayan yükleri taşıyorsan, neden taşıdığını bir düşün. Çünkü bu düzen, güçlü olanı sömürmek, zayıf olanı beslemek üzerine kurulu. Ama o güçlü insanlar bir gün “Yeter lan!” derse, işte o zaman sistem çöker.
Rand, burada çok net bir mesaj veriyor: “Kendi hayatını yaşa, başkalarının sana yüklediği rollerle boğulma.” Ama bunu yapmak cesaret ister. Çünkü yüklerini bırakınca, seni eleştirenler olacak. İnsanlar sana “Bencil!” diyecek. Ama unutma, bu hayat senin. Eğer kendi hikayeni yazmazsan, başkalarının hikayesinde figüran olursun.
Eleştiri ve katkı için mail: mehmeteminbaran43@gmail.com
Banker Bilo

Banker Bilo: Mazlumken Zalim Olmak ve Gücün Testi
Bazı filmler vardır ki, izledikçe anlamları daha da derinleşir. *Banker Bilo* işte tam da böyle bir film. İlk bakışta, sadece saf bir köylünün dolandırılma hikâyesi gibi görünen bu film, aslında çok daha fazlasını anlatıyor. Bir köylünün masumiyetiyle başladığı hikaye, zamanla gücün ne kadar zalimleştirici bir etkisi olabileceğini gösteriyor. Filmin teması basit: Güç, masumiyetin sonu olabilir.
Mazlumken Masum Olmak: Güçsüzken Erdemli Olmak Mümkün Mü?
Filmin en temel derslerinden biri, “Mazlum olmak, seni masum yapmaz” gerçeğidir. Güçsüzken kimseyi ezmemek, bir erdem değildir. Çünkü henüz elinde gücün yoktur. İmkânların kısıtlıdır. Kimseye haksızlık yapmıyorsan, bu bir erdemden çok, bir zorunluluktur. Bir insan “Ben kimseyi ezmem” diyorsa, aslında o kişiyi test eden bir durum yoktur. İmkânı olmadığı için kimseyi ezemez. Fakat bir gün o güç eline geçtiğinde ne yapacağı çok daha önemli olacaktır.
Bilo’nun hayatı, tam da bu nokta üzerinden şekillenir. Zamanında güçsüz, saf ve temiz kalmaya çalışan Bilo, kendisini ezenin yerine geçtiğinde, aynı acımasızlıkla başkalarını ezmeye başlar. O, bir zamanlar kurban olan köylüydü, ama şimdi kurban ettiği adam olur. Öyle bir noktaya geldiki Maho’nun karısını bile ayarttı. Bu dönüşüm, güç ve iktidarın insanın ahlaki yapısını nasıl değiştirdiğini gözler önüne serer.
Bilo’nun Masumiyetinin Sonu: Gücün Çekiciliği**
Bilo’nun masumiyetinin sonu, aslında bir güç dönüşümünü anlatır. Bilo, saf bir köylü olarak İstanbul’a gelir, bir yandan hayalini kurduğu Almanya’ya gitmek ister, diğer yandan da iyi niyetli, dolandırılmaya kolay bir adaydır . Ancak zamanla, hayal ettiği dünyada yerini bulamadığını fark eder. Şehirde kalır, çalışır, yükselir ve nihayetinde bir zamanlar kendisini dolandıran Maho’nun yerine geçer. Bir zamanlar mağdur olan Bilo, kendisini mağdur edenin taktiklerini kullanmaya başlar. Bu, en büyük ironiyle yüzleşmemize yol açar: Bir zamanlar mazlumken üzülüyorduk, ama şimdi gücü elinde tutan Bilo’ya ne yapmalıyız? Ona hayran mı kalmalıyız, yoksa ondan mı korkmalıyız?
Gerçek Hayatta Güç ve Zulüm
Bilo’nun öyküsü sadece bir filmle sınırlı değildir. Bu döngüyü bizler de gerçek hayatımızda sıkça görürüz. Çalışma hayatındaki basit ilişkilerde bile, güç ne kadar zalimleşebileceğini gösterir. İşyerinde, alt kademede çalışan birçok insan birbirlerinin dedikodularını yapar, kuyusunu kazmaya çalışır, birbirlerinin kötülüğünü ister. Hatta bazen bu insanlar, üst rütbelerde olanlara göre daha acımasız olurlar. Birbirinin işini sabote etmek, yükselmek için her türlü fırsatı değerlendirmek, kendi çıkarları için her şeyi mubah görmek yaygın bir davranış biçimidir. Ancak asıl mesele, bu kişilerin güç elde ettiklerinde neler yapacaklarıdır.
Eğer bu kişiler bir gün, devlet işlerinde ya da başka yüksek rütbeli bir pozisyonda göreve başlarlarsa, güçlerinin arttığına inanarak, aynı zalim yöntemleri kendi çıkarları için kullanmaları kuvvetle muhtemeldir. Bir insan, daha önce başkalarının kuyusunu kazmak için her türlü çabayı gösterdiğinde, o kişi artık yükseldiğinde başkalarına daha farklı davranmayı nasıl bekleyebiliriz? Kendisinin bu pozisyona gelmesinde en önemli rolü oynayan hırsları, şimdi başkalarını da ezen bir güç kaynağına dönüşebilir. Bu, iş yerindeki küçük rekabetten, devletin en yüksek makamlarına kadar her yerde geçerli bir durumdur. Güç eline geçtiğinde, bu kişiler, ezilenin yerinde kalmaz, o gücü kullandığı bir pozisyona gelir.
Bunu görmek, bazen en küçük birimde dahi mümkün olabilir. Bir şirkette, ufak bir departmanda ya da hatta bir okulda bile, insanlar birbirlerinin kuyusunu kazarken, rakiplerine her türlü kötülüğü yaparken, bir gün ellerine geçen o küçük güçle büyük değişiklikler yaratmak isteyebilirler. Bu tür insanlar yüksek rütbeli pozisyonlara geldiğinde, sadece bir işyerinde değil, toplumda da adaletin yok olmasına sebep olabilirler. Bu, büyük bir çelişkidir. Çünkü güçsüzken erdemli olmak kolaydır; ama o gücü elinde tutarken, işte sınav asıl o zaman başlar.
Sonuç:Gücün Gerçek Yüzü ve İnsan Doğasının Testi**
Sonuç olarak, *Banker Bilo* filmi ve çalışma hayatındaki dinamikler, bizlere şunu hatırlatıyor: Güçsüzken erdemli olmak zor değildir, çünkü sınav henüz başlamamıştır.
Güç elde ettiğinizde, aslında o sınav başlar. Bilo’nun yaşadığı dönüşüm, her insanın, her zaman ve her pozisyonda karşılaşabileceği bir gerçekliktir. Çalışma hayatındaki küçük rekabetler, bir insanın gücü elinde tuttuğunda neler yapabileceğini gösteren küçük ama önemli örneklerdir. Güç, insanı ne kadar değiştirir? Çalışma hayatındaki hırslar, bazen sadece bireysel değil, toplumsal değişimlere de yol açabilir.
Çünkü hepimiz, aynı sınavdan geçiyoruz: Gücün elimize geçip geçmediği ve o gücü nasıl kullandığımız. Çoğumuz bu sınavı geçemeyiz. Kimse elinde küçük imkanlar var iken, “Ben asla haksızlık yapmam” diyemez (Dese bile bunun gerçekleşme olasılığı çok düşük ).Ama bir gün bu gücü elde ettiğinizde, gerçekte kim olduğunuz orta çıkar.
İntihar
İntihar: Gerçek Özgürlük mü, Yoksa Bir Yanılgı mı?

(Bu yazı sadece bir düşünce deneyi olarak yazılmıştır. Burada dile getirilenler kesin yargılar değil, sadece insan zihninde dolaşan çelişkili soruların bir yansımasıdır. Bu metnin amacı, intiharı teşvik etmek veya yargılamak değil, sadece üzerine düşünmektir.)
İnsan neden yaşar? Daha doğrusu, neden yaşamak zorunda hisseder? Bunu gerçekten istiyor muyuz, yoksa sadece doğduğumuz için mi devam ediyoruz? Bir gün bu oyunu bırakıp gitmek istemek, gerçekten bencilce mi? Yoksa en nihayetinde herkesin elinde bulunması gereken en büyük özgürlük mü?
Bunu sorunca hemen ahlaki, dini, felsefi ve toplumsal cevaplar sıralanmaya başlar. Kimileri yaşamanın bir sorumluluk olduğunu, kimileri ise intiharın bir kaçış olduğunu söyler. Ama bunların hiçbiri, o düşüncenin içinde sıkışıp kalan birinin zihnine gerçekten ulaşabilir mi?
Düşünüyorum ama kesin bir cevabım yok.
Yaşamak Bir Zorunluluk Değilse, Ölmek Bir Seçim Olabilir mi?
Camus, “Gerçekten felsefi olan tek sorun intihardır,” der. Ona göre hayat absürttür, hiçbir şeyin gerçek bir anlamı yoktur. Ama buna rağmen yaşamalıyız, çünkü direnmek gerekir. Peki ya direnmenin bir anlamı yoksa? Hayat dediğimiz şey, gerçekten “uğruna direnmeye değer” bir şey mi? Yoksa, içgüdüsel olarak sürdürdüğümüz, ama içten içe neden yaptığımızı bile bilmediğimiz bir alışkanlık mı?
Nietzsche, “Yaşamak için bir nedeni olan, her türlü nasıla katlanabilir,” diyor. Eğer bir insan yaşamak için bir neden bulursa, hayata tutunabilir. Ama bazen o neden kaybolur. O zaman ne yapmalı? Yoksa insan, nedeni kaybettiğinde bile yaşamaya devam etmek zorunda mı?
Burada kesin bir cevabım yok.
İnsan Gerçekten Kendi Bedeni Üzerinde Hak Sahibi mi?
Bu soruya verilen klasik cevaplar var. Kant’a göre insan kendini öldüremez çünkü insanlık ona verilmiş bir emanettir. Toplum, bireyin sadece kendine ait olmadığını söyler. Ailen var, dostların var, insanlar sana bağlıdır, onlar için yaşamalısın.
Ama ya bir insan, kimseye borçlu hissetmiyorsa? Ya gerçekten yalnızsa? Ya da her şeyden bağımsız olarak, kendi varlığını bir yük olarak görüyorsa? İnsan gerçekten sadece kendine mi ait, yoksa başkalarına da sorumlu mu?
Bazen “İnsan kendi bedeninin sahibidir,” diye düşünmek istiyorum. Ama sonra, birinin gidişinin her zaman başka birini etkilediğini fark ediyorum. Ölüm, sadece öleni değil, geride kalanları da değiştirir. Birinin ölümü, bazen hiç tanımadığı insanları bile etkileyebilir.
Ama sonra tekrar sorguluyorum. Ya gerçekten hiç kimseye bağlı değilse? Ya gerçekten tamamen kendi içinde kaybolmuşsa? O zaman yaşamak bir zorunluluk olmamalı, değil mi?
Bunu bilmiyorum.
Ölüm Korkusu mu, Yaşam Korkusu mu?
İntihar eden biri, gerçekten ölmek mi istiyor, yoksa sadece mevcut hayatına devam edemediği için başka bir çıkış yolu mu arıyor?
Cioran, “İntihar ihtimali olmasaydı, çoktan ölürdüm,” diyor. İnsanın her zaman gitme seçeneğinin olduğunu bilerek yaşaması, bazen yaşamaya devam etmesini sağlayabilir. Ama bu, gerçek bir çözüm mü?
Bazen ölmek isteyen biri aslında ölümü değil, farklı bir hayatı arıyor olabilir. Ama o hayatı bulamadığında, tek çıkışın ölüm olduğunu düşünüyor. Peki ya öyle değilse?
Schopenhauer, “Hayat acı doludur, bunu kabullenin,” diyor. Ama neden kabullenmek zorundayız? Neden her şeyin kötü olabileceğini bilerek devam etmeliyiz?
Epikür, “Ölüm geldiğinde biz artık yokuz,” der.(Bu söz üzerine yazdığım bir yazım var dileyenler bakabilir) Yani ölümden korkmanın mantıksız olduğunu söyler. Ama ya asıl korku ölüm değil de, yaşamanın içinde sıkışıp kalmaksa? Ya ölmek bir çözüm değilse? Ya ölmek de sadece bir bilinmezlikse?
Burada da karar veremiyorum.
İntihar Özgürlüğü mü, Yanılgı mı?
Bazı filozoflar intiharı zayıflık olarak görür. Bazıları ise bir özgürlük olarak. Ama belki de ikisi de yanlıştır.
Belki de intihar ne özgürlüktür, ne de zayıflık. Belki de o, sadece bir son. Ve biz bu sona anlam yüklemeye çalışıyoruz. Ama belki de anlam yok.
Öyleyse insan neden yaşıyor? Çünkü hayatına anlam yüklemeye devam ediyor. Ama eğer bir gün bu anlam kaybolursa? O zaman ne yapmalı? Yeni bir anlam mı bulmalı, yoksa bırakıp gitmeli mi?
Bu soruların kesin cevapları yok.
Bu yazıyı yazarken, bir sonuca ulaşmak istemiyorum. Çünkü bu mesele, bir sonuca ulaşmak için değil, sorgulamak için var. Bu yazı, bir “öğüt” değil. Bir “çözüm” değil. Sadece bir düşünce deneyi.
Belki yaşamak gerçekten bireyin en büyük özgürlüğüdür. Belki de ölmek.
Belki intihar etmek bencilcedir. Belki de değildir.
Belki yaşamak, bir alışkanlıktır. Belki de gerçekten direnmeye değerdir.
Ve belki de, insan bu soruların cevabını asla bilemeyecektir.
Kim bilir?
Anlatmak İstediklerim Var
Merhaba sevgili dostlar

Bu yazıyı, Hesse’nin bu zarif eserine (AĞAÇLAR)duyduğum sevgiyi paylaşmak için yazıyorum ama aynı zamanda bir dertleşme {söylemek istediğim birkaç şeyi de burada dile getirecem umarım muhatapları da bu yazıyı okuyanlar arasındadır ve üzerlerine alınır, dediklerimi anlarlar} olsun istiyorum. Çünkü Ağaçlar sadece bir kitap değil, aynı zamanda bir sığınak. Benim gibi zaman zaman kaybolan, yolunu şaşıran, içindeki boşluğa anlam vermeye çalışan herkes için sessizce bekleyen bir sığınak.
Ağaçlara Dair… Ama Aslında Değil
Ağaçları sever misiniz? Böyle bir soruya kim “Hayır” diyebilir ki? Ama sevmekle anlamak arasında büyük bir fark var. Bir ağacın altına oturup gölgesinde soluklanmayı sevmek başka, onun bir varlık olarak ne ifade ettiğini hissetmek bambaşka bir şey. Hesse, ağaçları birer metafor gibi kullanmıyor bu kitabında; onların gerçekten birer bilge varlık olduğuna inanıyor. Onları yücelten, kutsal bir imge haline getiren bir anlatımı yok ama içlerinde bir ruh, bir hakikat olduğunu hissettiriyor.
Bir ağacın kök salması, göğe doğru uzanması, rüzgârda sallanması, fırtınada direnmesi ve bazen de çürüyüp sessizce toprağa karışması… Hepsi bir insanın hayatına ne kadar benziyor, değil mi? Ama biz insanlar bu kadar sessiz olamıyoruz. Kendi içimizde çürüsek bile bağırarak, çırpınarak anlatmak istiyoruz. Oysa ağaçlar, her şeyi bilerek susuyor.
Ben bazen kendimi bir ağacın yerinde hayal ederim. Köklerim olsa, bir yere ait olsam, rüzgârın beni savuramayacağı kadar derinlere uzansam. Konuşmak zorunda kalmasam, sadece var olsam ve bilsem. Dallarım uzansa göğe, ama kimse onlara asılmasa, eğip bükmese, kendi istediği şekle sokmaya çalışmasa. Yapraklarım dökülse, ama dökülüşüm yanlış anlaşılmasa.
Çünkü bazen insanın en büyük sıkıntısı, kendini anlatmaya çalışmak. Ya da anlatamamak. Rüzgârı hafif bir fısıltıyla karşılayan bir ağaç gibi olmak isterdim; kimsenin kelimelerimi koparıp savuramayacağı, dallarımın arasına girip kendi yankısını bana aitmiş gibi göstermeyeceği bir ağaç. Çünkü en çok yoran şey, sadece durup kök salmaya çalışırken, birilerinin seni şekillendirmeye, senin söylemediğin, yapmadığın eylemleri sen söylemişsin,sen yapmışsın gibi başkalarına aksetirerek seni sen olmaktan çıkarmaya çalışmasıdır.
Oysa bir ağaç, sadece var olarak anlamlıdır. Kimseye açıklama yapmaz. Eğilip bükülmez. Olduğu gibi durur ve zamanı bekler. Keşke biz de bazen bir ağaç gibi olabilsek.
Hesse’nin Fısıltıları
Hesse, Ağaçlarda şöyle bir cümle kuruyor:
“Ağaçlar, kutsal kitaplarda yer almadan da kutsaldır.”
Ne güzel bir ifade! Bir şeyin kutsallığını ona bir insan eliyle verilmiş bir sıfatın belirlemesine gerek yok. Ağaçlar, insanlar onlar hakkında güzel sözler etsin diye var olmadı. Köklerinden yapraklarına kadar her şeyleriyle zaten kutsallar. Bir ağacı izlerken hissettiğimiz huzur, bize bir şeyleri anlatmaya çalıştıklarının kanıtı belki de.
Bazen düşünüyorum, Hesse bu kitabı yazarken ne hissediyordu? Kendi hayatında, kendi iç dünyasında nasıl bir fırtına vardı ki ağaçlara bu kadar sığındı? Çünkü insan kolay kolay ağaçları böyle bir dille anlatmaz. Ancak çok yorgunsa, çok yalnızsa ve çok şeyi görüp de konuşmaya mecali kalmamışsa…
Bir Ağacın Gölgesinde Durup Dinlenmek
Bu kitap bana, bazen hayatta sadece durmanın da önemli olduğunu hatırlattı. Sürekli ilerlemek, sürekli bir yere varmak, sürekli bir şey olmak zorundaymışız gibi hissediyoruz. Ama ağaçlar öyle mi? Onlar sadece var. Ve varlıklarıyla dünyaya anlam katıyorlar.
Biz de bazen sadece var olabiliriz. Bir ağacın gölgesinde durup nefes alabiliriz. Hemen bir şeyler üretmek, göstermek, anlatmak zorunda değiliz. Sadece nefes alabiliriz. Ve bu yeterli olabilir.
Bilmiyorum, belki de bu yazıyı yazmamın sebebi kendime bunu hatırlatmak. Hep bir yerlere yetişmeye çalışırken, aslında hiçbir yere ait olmadığımı hissetmekten yorulduğum için belki de. O yüzden, bu yazıyı okuyan kim varsa, eğer bu satırları yazarken hissettiğim o derin sessizliği paylaşmak istiyorsa, küçük bir önerim var:
Bir ağacın yanına gidin. Gerçekten. Ve sadece durun. Hiçbir şey yapmadan.
Hesse’nin de dediği gibi, be
lki o zaman gerçekten dinleyebiliriz.
Sen ve Diğerleri
Sen ve Diğerleri
İnsanın varoluşu, çoğu zaman sessiz bir karşı çıkışla başlar. Bazen çocukken, bazen bir gün öğle saatinde durup düşünürken… Ne zaman olduğunu bilmezsin ama o anı tanırsın. Kalabalığın ortasında dururken, içinden yankılanan o ilk cümle:
“Ben burada olmamalıyım.”
Ve sonra anlarsın, senin yolun başkalarınınkine benzemez.
Zaten benzese, o kadar çok düşünmezdin.
İnsan bir şey üretmediği sürece hayatta değildir.
Sadece yaşar.
Ama yaşam, sürdürmekle değil, anlamla derinleşir.
Ve anlam, hazla değil, içten gelen bir ölçüyle kurulur.
Fakat bu farkı çoğu insan bilmez.
Bilmek istemez.
Çünkü zahmetlidir.
Sarsıcıdır.
İnsanı kendine bırakır.
O yüzden biz inslanlar daha güvenli bir çizgide kalırız:
Yer, içer, ürer, uyuruz
Ve buna “yaşamak” deriz.
Kendi kendime çok zaman şu soruyu sormuşumdur: yedim, içtim , uyudum, seviştim e bu kadar mı? Yani gerçekten hayat bu kadar mı? Eğer bu kadarsa bu döngüyü telrarlamanın ne anlamı var ki? Ölmek böyle bir hayattan daha anlamlı değil mi?
Aristoteles buna “sığır hayatı” der.
Kur’an’da da bir ayette şöyle geçer:
“Onlar hayvanlar gibi yerler, içerler… ama anlamazlar.”
(Bakara, A’raf, Furkan surelerinde benzer ifadeler var.)
Bu ayetlerin diline kulak verirsen, mesele ahlaki değil, ontolojiktir.
Yani bu bir günah çağrısı değil, bir uyarıdır:
“Ey insan, kendini azaltma.”
Çünkü insan sadece midesiyle var olmaz.
Sadece bedeniyle de.
İnsanı insan yapan şey, o doygunluklardan sonra bile içinden gelen o cümledir:
“Eğer bu hayat buysa, artık bitebilir.”
İşte o an…
Bir şey uyanır.
Ve o uyanan şey, seni diğerlerinden ayırır.
Artık sen, “sen” olmuşsundur.
Ve diğerleri hâlâ “onlar”dır.
Onlar hâlâ yer, içer, sevişir, uyur, alışveriş yapar.
Sen ise, bir sabah uyanıp şu cümleye varırsın:
“Bu hayat beni doyurdu ama beslemedi.”
Ve o andan sonra, sığır hayatı sana yetmez.
Sığır hayatı, sessizdir.
Ama bu sessizlik huzurdan değil, duyarsızlıktandır.
Senin suskunluğun ise farkındalıktandır.
Sen artık fark edensin.
Sadece kendini değil, her şeyi.
Bu yüzden üretmek istersin.
Yazarsın.
Boyarsın.
İşlersin.
Eğersin.
Veya seni yalnız kaldığında bile mutlu hissettiren başka bir iş, uğraş..
Ya da sadece düzenlersin.
Ama bir şey ortaya koyarsın.
Çünkü içeride bir boşluk vardır, doğrudan gözle görülemeyen ama varlığı bütün ruhuna ağırlık yapan bir boşluk.
Ve üretmek, o boşluğu bir nebze sabitler.
Ben bir dönem uzun bir yazı yazmıştım.
Lenin üzerine.
Ama mesele ideoloji değildi.
Mesele, bir metnin içinde kaybolup kendine ulaşmaktı.
Cümleler, satırlar, boşluklar arasında kendi düşüncemi kurarken, dışarıdan duyduğum her sesi susturuyordum.
Ve bir gün yazı bitti.
Ama yazının bitmesi önemli değildi.
O gün içimden geçen o sessiz cümleydi önemli olan:
“Bu oldu.”
Bir şeyin “olması”…
Sadece bitmesi değildir.
İçine sinmesidir.
Tamamlanmasıdır.
Ve bu his, diğerlerinin anlamadığı türden bir şeydir.
Çünkü diğerleri dışarıya bakar.
Sen ise içine.
Ve içine baktığında, sessizliği seçersin.
Bu, depresif bir karanlık değil.
Bu, düşüncenin kendi ışığıdır.
O ışık, sana şu ayrımı gösterir:
Hayvani haz, gelir ve gider.
İnsani tatmin, kalır.
Hayvani haz geçtikten sonra seni çırılçıplak bırakır.
İnsani tatmin ise seni inşa eder.
Biri senden bir şey alır, diğeri sana bir şey katar.
Ve sen artık kiminle birlikte olacağını, neyi seveceğini, neye zaman ayıracağını bu kritere göre seçersin.
Çünkü “anlam” olmayan hiçbir yerde durmak istemezsin.
Ama burada yalnızsın.
Çünkü çoğunluk için anlam değil, haz belirleyicidir.
Bu yüzden sen üretirken, onlar tüketirler.
Sen düşünürken, onlar eğleniyordur.
Sen susarken, onlar bağırıyordur. ( Bu arada bunlar olması gereken şeyler ama dengesi önemli… Çoğu kişide bu denge terazisinde insani hazlardan tarafa olan kefe boş )
Ve işte o zaman gerçek ayrım başlar:
Sen ve diğerleri.
Bu, bir kibir değil.
Bu, bir tespittir.
Sen düşünüyorsun.
Onlar yaşıyor.
Sen bir şeyin “nedenini” soruyorsun.
Onlar sadece “ne zaman” olduğunu.
Sen içini tartıyorsun.
Onlar dışını gösteriyor.
Ve sen artık geri dönemezsin.
Çünkü geri dönen, eskisi gibi olamaz.
Bilen biri, bilmeyen gibi yaşayamaz.
İşte bu yüzden, sığır hayatı artık sana gülünç gelir.
Ve Kur’an’daki o cümle çınlar zihninde:
“Onlar yer, içer, ama düşünmezler. Onlar kalabalıktır ama kördürler.”
Sen artık o kalabalıktan çıkmışsındır.
İçine dönmüşsündür.
Ve üretmek, konuşmamak ama var olmak biçiminde akar senin hayatında.
Neden ve Nasıl İyilik+
İyiliğin Gerçek Bedeli: Dünyadaki Yansıması
-“Bir lider için, halkına iyi gibi görünmesi yeterlidir; gerçekten iyi olması gerekmez”-
Selam.
Bu yazıda iyilik kavramını tartışacağız ama baştan bir açıklama yapmak istiyorum. Bu metin yalnızca iyiliğin bu dünyadaki boyutlarıyla ilgilenecek. Ahiret, öteki dünya ya da ölümden sonra bir ödül-ceza sistemine dayanan inançlarla ilgili bir argüman sunmayacağım. Eğer bir ahiret inancınız varsa, zaten iyiliğin nihai ödülünü bekliyorsunuzdur ve bu durumda iyi olmak sizin için sonsuz bir kazanç anlamına gelir. Bu nedenle, bu yazıda ahlaki eylemleri salt dünyevi boyutuyla ele alacağım.
Bunun üzerine de bir ricam var: Eğer bu yazıdaki görüşler size fazlasıyla materyalist ya da pragmatik gelirse, lütfen bu yazının yalnızca dünyevi bir perspektifle yazıldığını unutmayın. Bu, iyiliğin manevi ya da ilahi boyutlarının reddedildiği anlamına gelmez; yalnızca bu yazının odak noktası değildir. Amacım, iyiliği daha somut ve pratik bir bağlamda tartışmak.
Hazırsanız başlayalım: İyi olmak gerçekten faydalı mı? İnsan neden, zararına bile olsa, iyi bir insan olmaya çalışsın?
Şimdi bugün iyilik kavramını masaya yatırıyoruz. Ancak “iyilik karşılık beklenmeden yapılır” diyen romantik anlayışı bir kenara bırakıyoruz. Gerçek şu ki, iyilik her zaman bir kazanç ya da kazanç beklentisiyle yapılır. Bu kazanç, somut bir şey olmak zorunda değildir; özsaygımızı korumak, vicdanımızı rahatlatmak ya da toplumsal huzur sağlamak gibi soyut faydalar da kazançtır.
Ancak asıl soru şu: İyi olmak gerçekten faydalı mı? İnsan neden, zararına bile olsa, iyi bir insan olmaya çalışsın?
Evrensel Ahlak Var mı?
Felsefenin büyük sorularından biri: Evrensel ahlak kuralları var mıdır? Immanuel Kant, ahlaki eylemlerimizin yalnızca “görev bilinciyle” yapılması gerektiğini savunur. Ona göre, bir eylem fayda sağladığı için değil, ahlaki açıdan doğru olduğu için yapılmalıdır. Ancak bu düşünce, insan doğasının bencil yönleriyle çatışır.
Diğer taraftan, Friedrich Nietzsche, ahlakın güçlüler ve zayıflar arasındaki bir mücadele sonucu ortaya çıktığını öne sürer. Ona göre, evrensel ahlak diye bir şey yoktur; ahlak, toplumların ihtiyaçlarına göre şekillenir. Bu nedenle, “kölelik kötü” diyoruz bugün. Ama bir zamanlar kölelik son derece normaldi. Eğer 1800’lerin ABD’sinde olsaydınız ve köleliğe karşı durduğunuz için dışlansaydınız, buna direnmeniz içsel ahlakınıza dayanırdı.
Ama burada kritik bir soru var: Neden herkesin aksine köleliğe karşı durup, hayatınızı zorlaştırmayı seçiyorsunuz?
İyi Olmanın Gerçek Kazancı
İyilik yapmanın pragmatik iki temel getirisi vardır:
1. Güven İnşası: İnsanlar, güvenilir buldukları kişilere yakınlaşır ve onları koruma eğilimindedir. İyi biri olduğunuzda, çevrenizdeki insanlar size güven duyar, size iyilik yapar ve sizi destekler.
2. Sosyal Statü: Toplumda iyi biri olarak tanınmak, size itibar kazandırır. Bu da, uzun vadede yeni fırsatlar yaratır ve yaşamınızı kolaylaştırır.
Bu anlayış, Adam Smith’in ekonomi teorilerindeki “görünmez el” kavramıyla ilişkilidir. Smith’e göre, bireyler kendi çıkarlarını gözetirken bile topluma dolaylı olarak fayda sağlarlar. Yani iyilik yapmak, yalnızca birey için değil, toplumsal denge için de önemlidir.
Ancak burada önemli bir ayrım var: İyi biri olarak tanınmak ile gerçekten iyi biri olmak aynı şey değildir. Bir kişi, sadece iyi biri gibi görünerek de bu faydaları elde edebilir. İşte tam bu noktada manipülasyon devreye girer.
John Nash ve Oyun Teorisi (Manipülasyon)
İyilik kavramını anlamak için A Beatiful Mind filminden aklımda kalan iyi görünerek kendi çıkarını maksimize etmeyi (manipülasyon)iyi anlattığını düşündüğüm bir sahneyi anlatmak istiyorum.
Bir grup erkek bir barda oturuyor.

Derken içeri bir grup kadın giriyor.

Kadınlardan biri altın saçlı, göz alıcı, çekici güzellikte bir yıldız

. Diğer kadınlar ise ortalama,vasat bir çekiciliğe sahip. Sarışın o kadar etkileyici ki, tüm erkeklerin gözü onda. Ama Nash devreye giriyor ve arkadaşlarına diyor ki:
“Eğer hepimiz bu sarışına asılırsak, hiçbirimiz onu elde edemeyeceğiz. Çünkü bir kadın, herkesin ilgisini aynı anda çektiğinde aşırı seçici olur. Sarışını elde edemediğimizde, dönüp diğer kızlara yöneleceğiz. Ama o kızlar da ikinci tercih olduklarını anlayacakları için bize yüz vermeyecekler ve geceyi yalnız geçirmek zorunda kalarak geçireceğiz.
Nash’in önerisi basit ama stratejik:
“Sarışını tamamen görmezden gelelim. Hepimiz diğer kızlara yönelirsek, herkes bir eşleşme şansı yakalar. Toplam fayda bu şekilde artar. Sarışın eve yalnız döner, ama grup olarak en iyi sonucu alır hepimiz geceyi istediğimizi almış olarak geçiririz.
Bu yaklaşım, Nash’in oyun teorisinin temelini oluşturur: Bireyler yalnızca kendi çıkarlarını değil, grubun toplam faydasını da düşünerek hareket ederse, daha iyi bir dengeye ulaşılır. Ama işin karanlık bir yanı var.
Gizli Strateji: Nash’in Planını Ters Yüz Etmek
Peki ya Nash, arkadaşlarını bu plana ikna ettikten sonra, köşede sessizce durup herkesin diğer kızlara yönelmesini bekleseydi? Ve tam o sırada, hiçbir rakibi kalmamış olan sarışına tek başına yazılsaydı? İşte bu, oyun teorisinin manipülatif tarafıdır. Nash bu durumda hem arkadaşlarını devre dışı bırakmış olur, hem de en gözde kadını elde eder.
Bu stratejinin başarısı, Nash’in güvenilir biri olarak algılanmasına bağlıdır. Eğer insanlar Nash’in kötü niyetli olabileceğini düşünselerdi, bu plan asla işe yaramazdı. İşte burada iyilik maskesi takmanın gücü ortaya çıkar: Güven kazandıktan sonra manipülasyon çok daha kolaydır.
Evliliklerde ve İlişkilerde Manipülasyon Örneği
John Nash’in stratejisini günlük hayatta en çok nerede görüyoruz biliyor musunuz? Evliliklerde ve uzun süreli ilişkilerde. Bir eş, yıllarca sadık ve güvenilir biri gibi davranarak partnerinin güvenini kazanabilir. Ama bu güven kazanıldıktan sonra, işler değişir.
Örneğin bir kadın ya da erkek, eşine “Sana asla ihanet etmem, sen benim her şeyimsin” diyerek yıllarca güven verir. Ama bu güven oluşturulduktan sonra, eşini aldatmaya başlar. Neden mi? Çünkü bu noktada iki temel avantaj elde etmiştir:
1. Güvenlik: Eşi, onun asla aldatmayacağına inandığı için, bu durumu fark etme ihtimali düşüktür.
2. Risk Azaltma: Aldatmanın yaratacağı risk, güvenilir bir eş profili sayesinde en aza inmiştir.
Bu durumu, Michel Foucault’nun “güç ve bilgi” ilişkisiyle açıklamak mümkündür. Foucault’ya göre, bireyler, sahip oldukları gücü manipüle ederek kendi çıkarlarına uygun bir düzen kurarlar. Burada da eşin kazandığı güven, manipülasyon için bir araç haline gelir.
Toplumda İyilik Maskesi
Bu davranış modeli sadece bireylerde değil, toplumsal yapılarda da görülür. Siyasetçiler, iş insanları, öğretmenler, ebeveynler, hatta sıradan bireyler bile bu stratejiyi uygular. Herkes, iyilik maskesi takarak güven kazanır ve zamanı geldiğinde çıkarını maksimize eder.
Örneğin:
Bir iş adamı, çalışanlarına güven aşılayarak dürüst bir lider imajı çizer. Ama bu güven sayesinde, işçilere maaşlarını azaltma ya da fazla mesai yaptırma konusunda daha az dirençle karşılaşır.
Bir başka örnek vermek gerekirse siyaset, tarihten bugüne toplumların kaderini belirleyen en önemli mekanizmalardan biri olmuştur. Politikacılar, toplumu yöneten kişiler olarak genellikle “halkın refahını önemsiyormuş” gibi bir imaj çizerler. Ancak çoğu zaman bu imajın ardında kişisel çıkarlar, güç arzusu ve manipülatif stratejiler yatar. Bu durum, politikacıların “iyilik maskesi” takarak halkın güvenini kazanmasını ve ardından bu güveni kendi amaçları doğrultusunda kullanmasını olağan hale getirir.
Politikacılar, seçim kampanyalarından itibaren kitleleri etkileyebilmek için belirli bir iyilik imajı yaratır. Birçoğu, adalet, eşitlik ve refah gibi herkesin özlemini çektiği değerleri savunur gibi görünür. Seçim meydanlarında halkın yoksulluk, işsizlik, eğitim ve sağlık gibi sorunlarına çözümler vadederler. Fakat iş seçimi kazandıktan sonra, çoğunlukla bu vaatler unutulur. Onların yerini, kendi çıkarlarına hizmet eden politikalar ve güçlerini sağlamlaştırma çabaları alır.
Politikacıların Manipülasyon Sanatı
Bir politikacı için en etkili strateji, halkın güvenini kazanmaktır. Niccolò Machiavelli’nin Prens adlı eserinde söylediği gibi, “Bir lider için, halkına iyi gibi görünmesi yeterlidir; gerçekten iyi olması gerekmez.” Bu anlayış, birçok politikacının temel stratejisidir. Halkın güvenini kazanmak için yapılan vaatler, halkın sorunlarını çözmek yerine politikacının gücünü artırmaya ve pozisyonunu korumaya hizmet eder.
Örneğin, birçok politikacı seçim döneminde yolsuzlukla mücadele edeceğini ve şeffaflık getireceğini vadeder. Ancak iktidara geldikten sonra aynı yolsuzluk sisteminin bir parçası olur ve çoğu zaman bu sistemi daha da güçlendirir. Bu, sadece bireysel kazanç için değil, aynı zamanda iktidarlarını sürdürmek için de yapılır. Çünkü politik bir düzen içerisinde, kimin kimden fayda sağladığı karmaşık bir ağ vardır ve bu ağı kırmak yerine ondan faydalanmak daha kolaydır.
Popülizm ve Kitleleri Kandırma
Politikacıların bir diğer yaygın yöntemi de popülist söylemlerdir. Popülizm, halkın duygularını okşayan, onları düşmanlara karşı birleştiren ve basit çözümler vaat eden bir stratejidir. Bu stratejiyle politikacılar, halkın gerçek sorunlarını çözmek yerine onları manipüle ederek destek kazanır. Popülizmin en büyük dezavantajı, halkın kısa vadeli duygusal tatminine oynarken, uzun vadeli çözümleri tamamen göz ardı etmesidir.
Bir politikacı, popülizm yoluyla toplumun en hassas noktalarını hedef alabilir:
Yoksulluk: “Sizi yoksulluktan kurtaracağım” vaadi.
Düşman yaratma: “Sizin sorunlarınızın sebebi dış güçlerdir” ya da “Bu grup sizin düşmanınızdır” söylemleri.
Milliyetçilik: “Ülkemizi daha güçlü yapacağım” gibi duygusal manipülasyonlar.
Bu tür söylemlerle halk, gerçek çözümler beklemek yerine politikacının oluşturduğu yanılsamalara kapılır. Seçim sonrasında ise popülist vaatlerin yerini genellikle statükonun devam ettirilmesi alır.
Halkı Ezerek Güçlenmek
Politikacıların en büyük başarısı, halkın onların politikalarının mağduru olduğunu fark edememesidir. Bir yandan halktan yana olduklarını iddia ederken, diğer yandan halkın emeğini, kaynaklarını ve haklarını sömürürler. Bu durum, modern siyasetin en büyük paradokslarından biridir. Politikacılar, adaletten ve eşitlikten bahsederken, genellikle bu kavramların altını boşaltır ve onları kendi iktidarlarını meşrulaştırmak için araç haline getirir.
Bir politikacı düşünün ki seçim kampanyası boyunca işçilerin maaşlarını artıracağını vaat etmiş olsun. İktidara geldiğinde ise ekonomik kriz bahanesiyle işçi haklarını kısıtlar, maaşları dondurur ve halktan daha fazla vergi alır. Ancak bu süreçte halkın gözünü boyamak için şu söylemleri kullanır: “Bu zorluklar geçici, hep birlikte fedakârlık yapmalıyız.” Oysa politikacı, aynı dönemde kendi maaşını artırmış ya da yakın çevresine çeşitli imtiyazlar sağlamıştır.
Medyanın ve İletişimin Rolü
Politikacıların iyilik maskesi takmasını mümkün kılan en büyük araçlardan biri de medya ve iletişim stratejileridir. Medya, politikacıların kendilerini halkın gözünde “iyi liderler” olarak göstermelerine yardımcı olur. Bu noktada George Orwell’in 1984 adlı eserindeki “gerçeklik kontrolü” kavramı akla gelir. Orwell’in distopyasında liderler, gerçekleri manipüle ederek halkın algısını kontrol eder. Modern dünyada da politikacılar, medya aracılığıyla halkın neye inanması gerektiğini şekillendirir.
Örneğin, bir hükümetin ekonomik başarısızlıklarını saklamak için medya organları sürekli olarak hükümetin başarılarını öne çıkarır. Ekonomik kriz yaşayan bir halk, gerçek sorunlarının tartışılmadığı bir medya ortamında, hükümetin başarısızlıklarını fark edemez. Böylece politikacılar, halkı ezerek kazandıkları gücü korurlar.
Politikacıların Maskesini Düşürmek
Politikacıların iyilik maskesi takması, toplumun çıkarlarına değil, onların kendi iktidarlarını pekiştirmesine hizmet eder. Halkın güvenini kazanarak başladıkları süreçte, çoğu zaman halkın haklarını ellerinden alır ve bu süreçten kazançlı çıkan yine kendileri olur.
Bu düzenin değişmesi, halkın daha bilinçli olması ve politikacıların vaatlerini sorgulamasıyla mümkündür. Ancak günümüzde medyanın manipülasyonu, popülist söylemler ve bireysel çıkarlar bu bilinçlenmeyi engelliyor. Bu nedenle, politikacıların maskesini düşürmek, halkın en büyük sorumluluğu ve aynı zamanda en zor görevi olarak karşımıza çıkıyor.
Unutulmamalıdır ki: “Politikacının iyilik vaadi, genellikle kötülüğün bir başlangıcıdır.” Bu yüzden, vaatleri değil, icraatları izlemek gerekir. Neyse yazıyı amacının dışına çıkardım şimdilik bu kadar yeter sonuca geçelim.
Sonuç: Neden İyi Olmalıyız?
En başta dediğim gibi eğer yalnızca dünyevi bir açıdan bakarsak İyilik, amacınıza ulaşana kadar faydalıdır. Amaçlarınıza ulaştıktan sonra, çıkarlarınızı korumak ya da artırmak için kötülüğü bir araç olarak kullanabilirsiniz. Çünkü gerçek dünyada işler böyle yürür. İyi gibi görünmek, güven kazanmanızı sağlar. Bu güven ise, manipülasyon için bir fırsat yaratır.
Eğer bir dini inanca sahipseniz ve ahirette ödüllendirileceğinize inanıyorsanız, iyilik yapmanın başka bir boyutu vardır. Ama bu dünyada, iyiliğin tek amacı fayda sağlamaktır. İnsanlar iyi gibi görünerek hem bireysel hem toplumsal çıkarlarını maksimize eder. Bu, dünya tarihinden günümüze kadar hep böyle olmuştur.
Sonuç olarak: İyilik yap, güven kazan, zamanı geldiğinde avantajını kullan.(Eğer tanrı inancı olmayan biriysen en pragmatik yol budur)Ancak, bu strateji kısa vadede bireysel çıkarlarını maksimize etse de uzun vadede daha büyük bir sorunu beraberinde getirir: Toplumun güven dokusunu zayıflatmak. Eğer herkes iyilik maskesi takarak manipülasyon peşinde koşarsa, toplumdaki güven tamamen erozyona uğrar. İnsanlar, birbirlerine olan inançlarını kaybeder ve kaotik bir düzene doğru sürüklenir. Bu, bireysel faydayı maksimize etmeye çalışan her bir kişinin aslında kendi uzun vadeli çıkarlarına da zarar verdiği bir paradokstur.
Eğer bir tanrıya ya da ilahi bir adalete inanmıyorsanız, bu tür manipülatif bir yol size doğru görünebilir. Ancak burada kritik bir soru devreye girer: Bu dünyada yalnızca bireysel kazanç mı önemlidir, yoksa bir toplumu sürdürülebilir kılan güven ve adalet gibi değerlerin korunması mı? Eğer sadece bireysel çıkarlarınızı önemser ve toplumun temel değerlerini hiçe sayarsanız, aslında kendi geleceğinizi de tehlikeye atarsınız.
Daha derine inelim. Jean-Jacques Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi” adlı eserinde söylediği gibi, bir toplumun düzeni, bireylerin ortak çıkarlar doğrultusunda hareket etmesine bağlıdır. Eğer bireyler yalnızca kendi çıkarlarını düşünür ve diğerlerini aldatırsa, bu sözleşme bozulur. Bu da herkesin zarar göreceği bir ortam yaratır.
O Zaman Ne Yapmalı?
Eğer bir tanrı inancınız yoksa, pragmatik bir bakış açısıyla iyilik yapıp güven kazanmak ve zamanı geldiğinde avantajınızı kullanmak, bireysel olarak işlevsel görünebilir. Ancak bu yaklaşımı bir denge içinde tutmalısınız. Manipülasyon ve çıkarcılık, yalnızca kısa vadeli kazanç sağlar; uzun vadede güven kaybına ve sosyal izolasyona neden olabilir.
Daha sürdürülebilir bir yol ise şu olabilir:
1. Stratejik Dürüstlük: İyilik yaparken, tamamen manipülatif bir motivasyon yerine, hem kendinize hem başkalarına fayda sağlayacak bir denge arayın.
2. Toplumsal Değerlerin Korunması: Güven ve adaletin toplumsal yapı için önemini anlayın ve bu değerleri baltalamadan hareket etmeye çalışın.
3. Uzun Vadeli Düşünmek: Sadece bugünkü kazancınızı değil, yarınki itibarınızı ve ilişkilerinizi de düşünerek karar verin.
Sonuç olarak, iyilik yapmak sadece bireysel kazanç sağlamak için değil, toplumu ve dolayısıyla kendi geleceğinizi de korumak için bir araçtır. Eğer tanrı inancınız yoksa bile, bu dünya üzerinde daha sürdürülebilir bir yaşam için, manipülasyonun ötesine geçmek ve daha adil bir düzen kurmak, en azından uzun vadede sizin de yararınıza olacaktır.
Son olarak (bu yazıda sanki çok fazla son olarak dedim umarım bu gerçekten son olur) bu yazıda çok fazla konuya girip çıktım konu bütünlüğü olmamış olabilir bağışlayın.
Eleştiri ve iletişim için: mehmeteminbaran43@gmail.com
Zor Misafirler

Günlük Hayatın Zor Misafirleri: Zeka Düşüklüğüyle İmtihan
Hayat, her gün yeni insanlarla karşılaşmamızı sağlayan bir sahne. Bu sahnede bazı karakterler var ki, insanın sabrını zorlar, hayata olan inancını sorgulatır. Evet, bahsettiğim insanlar, zekâ seviyesiyle şaşırtan ve sık sık “Bu kadar da olmaz” dedirten kişiler. Günlük hayatımda bu insanlarla sürekli muhatap olmak zorunda kalıyorum ve artık bunu bir terapi yazısına dökmek istedim. Belki sen de bu satırları okurken “Aynı benim yaşadığım!” diyeceksin.
“Neden Ben?” Sorunsalı
İnsan bazen kaderine isyan ediyor. İşin doğası gereği sürekli insanlarla iletişim halinde olunca, aklını kullanmayan ya da kullanmak istemeyen insanlarla karşılaşma ihtimalin artıyor. Bir şey söylüyorsun, anlamıyorlar. Daha basit bir şekilde anlatıyorsun, hâlâ kafaları karışıyor. Üstelik bu insanlar genelde en fazla konuşan, en çok ukalalık yapan tipler oluyor. İnsan ister istemez soruyor: “Neden bu kadar çoklar ve neden hep beni buluyorlar?”
Sınır Testi: Sabır ve Empati
Bir insanı anlamak, ona yardımcı olmak güzel bir şeydir. Ama bazen öyle bir noktaya geliyorsun ki, empati göstermek bir yana, karşındaki kişiye “Lütfen biraz sus, sadece sus,” demek istiyorsun. Sabır göstermek, onların durumu daha kötüye gitmesin diye bir şeyler yapmak zorunda hissetmek inanılmaz yorucu. Zekâ seviyesi düşük olan insanlarla uğraşmak, ruhsal bir maraton gibi. Onları kırmamak için çabalıyorsun, ama o çaba bir noktadan sonra kendi ruh sağlığını yıpratıyor.
“Aptal İnsan” Tanımı: Gerçekten Kim?
Burada ince bir çizgi var aslında. Herkesin öğrenme hızı ve zekâ seviyesi aynı olmayabilir, bu doğal. Ancak benim bahsettiğim insanlar, sadece anlamamakla kalmıyor; kendi haksızlıklarını haklı gibi göstermeye çalışıyorlar. Dahası, bu çabalarını öyle bir inatla sürdürüyorlar ki, sonunda sizi susturmayı ya da onlara hak vermenizi sağlamayı amaçlıyorlar. Yani mesele, yalnızca bir şeyleri anlamamaları değil; size de hiçbir şey deme hakkı tanımamaları. Sanki tüm dünyayı onların yanlışlarına boyun eğmek zorunda bırakıyorlar. Haksız olduklarını kabul etmeye en ufak bir niyetleri yok. Dahası, hatalarını görmezden gelip üstüne sizi suçlayarak durumu daha da karmaşık hale getiriyorlar. Bu durum insanın akıl sağlıgını ciddi anlamda zorluyor.
Ben de çok sık hata yapıyorum. Hem de düşündüğümden daha fazla. Bazen yanlış anlaşılmalara sebep oluyorum, bazen de olayları yanlış değerlendiriyorum. Fark ettiğimde bunu kabul etmek benim için kolay olmuyor, ama elimden geldiğince özür dilemeye ve düzeltmeye çalışıyorum. Çünkü hata yapmak hepimizin doğasında var. Hepimizin bilmediği şeyler, anlamadığı noktalar olabilir. Ama beni asıl üzen şey, bir hatayı fark etmek yerine inatla üzerine gidilmesi ya da bu hatanın başkalarına yüklenmesi. İnanın, bazen ben de çevremdekilere istemeden zorluk çıkarıyorum. Bunun farkında olduğumda kendime dönüp “Acaba burada nasıl bir hata yaptım?” diye sormaya çalışıyorum. Çünkü hepimiz birbirimizi anlamak için çabaladığımız sürece daha mutlu ve sakin bir ortama kavuşuruz. Ama işte bu çaba olmadan, her şey biraz daha karmaşıklaşıyor.
Başa Çıkma Yöntemlerim (Biraz komik ama gerekli)
Bütün bunlarla nasıl başa çıkıyorsun? İşte bu, tamamen kendine olan saygına ve sabır rezervine bağlı. İşte benim kullandığım birkaç taktik:
1. Kendi Alanını Koru: Eğer biri sana anlamsız yere enerji harcatıyorsa, kendini o konuşmanın dışına çekmeyi öğren. Kendi sınırlarını net bir şekilde belirle.Yani sus, konuşma, sessiz kal.
2. Zihinsel Filtre Kullan: Her konuşmaya kafa yormak zorunda değilsin. Bazı durumlarda içinden “Bu da geçer” diyerek durumu akışına bırakmak en iyisi.
3. Düşünceye Dönüştür: İşte şu an yaptığım gibi, başına gelenleri yazıya dök. Hem rahatla hem de bu deneyimleri kendinle dalga geçebileceğin hikayelere dönüştür.
4. Küçük Zaferlerle Motive Ol: Eğer karşı taraf bir şeyi anlamayı başarmışsa, bunu kendi sabrının ve zekânın bir zaferi olarak düşün. Belki o kişiyi tamamen değiştiremezsin, ama ona minik bir katkıda bulunmuş olabilirsin.
5. Kitapların Gücüne Sarıl
Evet, biliyorum, bu öneri çoğu kişiye garip gelebilir. “Zekâsı düşük insanlarla uğraşmanın kitap okumakla ne ilgisi var?” diye düşünebilirsiniz. Ama inanın, kitaplar insanın zihnini rahatlatan, onu bu saçma dünyadan bir süreliğine uzaklaştıran en etkili araçlardan biri. Kitaplar, sadece zaman geçirme aracı değildir; aynı zamanda başka zihinlerle tanışmak, farklı düşüncelerle ufkunuzu genişletmek ve kendi ruhunuzu beslemek için bir fırsattır. Hele ki bu zorlu insanlarla uğraştığınız günlerde bir kitabın sayfalarına dalmak, size zihinsel bir mola verir ve yeniden toparlanmanıza yardımcı olur.
Mesela, George Orwell’in “Hayvan Çiftliği” adlı kitabını ele alalım. Bu kitapta, bir grup hayvanın tiranlığa karşı başlattığı devrimi ve sonrasında ortaya çıkan yozlaşmayı izlersiniz. İnsan doğasının ve güç dengelerinin ne denli karmaşık olduğunu görür, bu dünyanın ne kadar garip bir yer olduğunu daha iyi anlarsınız. Ve en güzeli, zihninizde yeni bir perspektif kazanırsınız.
Ya da Ayn Rand’ın “Atlas Silkindi” kitabını düşünün. John Galt’ın zekâsına, direncine ve kararlılığına tanıklık ettiğinizde, sizin de içsel bir güç kazandığınızı hissedersiniz. Rand, birey olmanın, mantıklı düşünmenin ve insanın kendi değerlerini savunmasının ne kadar önemli olduğunu öyle etkileyici bir şekilde anlatır ki, bir anda karmaşık ve yorucu insan ilişkilerinden sıyrılıp zihinsel bir berraklık yaşarsınız.
Albert Camus’nün “Yabancı” eserine bakalım.Bu kitapta, toplumun dayattığı normlara başkaldıran ve varoluşun absürtlüğüne tanıklık eden bir adamın hikayesini okurken, kendi hayatınızı sorgulama fırsatı bulursunuz. Belki de, gün içinde yaşadığınız saçma sapan olaylara daha az takılmayı öğrenirsiniz.
Felsefi derinlik arayanlar için ise Friedrich Nietzsche’nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabı mükemmel bir seçenek. Hayata dair en temel sorulara verilen güçlü cevaplar, insanın kendi potansiyelini keşfetmesine olanak tanır. Üstelik Nietzsche’nin düşünceleri, insanların saçmalıklarına sabır göstermek yerine, kendi değerlerinize odaklanmanız gerektiğini hatırlatır.
Antoine de Saint-Exupéry’nin “Küçük Prens” kitabına dalabilirsiniz. Çocuk gözüyle bakılan basit ama derinlikli hikâyeler, bazen karmaşık insan ilişkilerinden uzaklaşıp daha saf ve anlamlı bir dünya hayal etmenize yardımcı olur.
Fantastik bir kaçış arıyorsanız, J.R.R. Tolkien’in “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesi sizi başka bir boyuta taşır. Orta Dünya’da mücadele eden karakterlerin cesareti ve zekâsı, size hem ilham verir hem de günlük hayatın monotonluğundan kurtarır.
Kitaplar, yalnızca bilgi edinmenin ya da zaman geçirmenin bir yolu değildir. Onlar, zihinsel bir kaçış kapısıdır.
Bir de kitap okumanın, sizinle aynı fikirleri paylaşan bir yazarla adeta sohbet etmek gibi bir etkisi vardır. Zekâ seviyesi düşük insanlarla baş etmek zorunda kaldığınızda, bu “sohbetler”, size kendinizi daha iyi hissettirecek bir destek sunar.
Yarattıkları Çelişki
Bu insanlara kızıyorsun, ama sonra kendi insanlık sorgulamana düşüyorsun: “Onlar böyleyse ben ne yapmalıyım? Onlara da mı kızmayayım?” İşte burası zor. Herkesin kendi hayat mücadelesi var ve belki de zekâsıyla ilgili eksikliklerinin farkında bile değiller. Yine de bazen insanın “Ya biraz daha az konuş ya da biraz daha düşün,” diyesi geliyor.
Sonuç: Derin Bir Nefes
Tüm bunların sonunda, derin bir nefes alıp kendime şunu hatırlatıyorum: Bu da hayatın bir parçası. Herkesin zekası, algısı, anlayışı farklı. Bu insanlarla uğraşırken belki de sabrım gelişiyor, belki de onları anlamaya çalışırken kendimi daha iyi tanıyorum. Ama yine de itiraf edeyim, bazen zihnimin derinliklerinden bir ses yükseliyor: “Hayat keşke sadece akıllı insanlarla dolu bir yer olsaydı…”
Sen ve Diğerleri
Sen ve Diğerleri
Hayat garip bir denklem.
Çoğu zaman denk getiremiyorsun.
Bir tarafını düzeltirken öbür taraf biraz daha bozuluyor gibi.
Ama alışıyorsun.
Zaten bazı şeylere alışmak için değil, tahammül etmek için yaşıyorsun belki de.
Ve tahammül ettikçe kendine daha çok gömülüyorsun.
İnsan dediğin, kendine yaklaştıkça uzaklaşıyor diğerlerinden.
Ne dramatik bir cümle değil mi? Ama böyle.
“Ben artık kimseyle görüşmüyorum” diyen bir tipten bahsetmiyorum.
Gayet kalabalıklarda dolaşan, selamını esirgemeyen ama içinden “ben buraya ait değilim” diyen bir iç ses.
İşte o sesle yazıyorum bu yazıyı.
Bu yazı bir öğüt falan değil.
Kimseye “böyle yaşayın” demek gibi bir niyetim de yok.
Zaten en sinir olduğum şey, birinin “hayat budur” diye cümle kurması.
Hayat o değildir.
Senin yaşadığın şeydir.
Ve kimse senin yerine onu deneyimleyemez.
Ama bazı şeyleri hissedersin, tarif etmeden, ilan etmeden.
Ve sen farkına vardığında, başkaları fark etmese de olur.
Benim için o farkındalıklardan biri, üretmek oldu.
Yani yazmak.
Ama şunu peşinen söyleyeyim: Bu yazı “ben yazıyorum ve özelim” yazısı değil.
Yazmak sadece benim yolumdu.
Bir başkasının yolu marangozluk olabilir, çocuk yetiştirmek olabilir, saat tamiri olabilir, duvar örmek olabilir, mutlu olduğun sabah 8 akşam 5 çalıştığın bir iş olabilir.
Kimisi sadece sabah saat tam yedide kalkmak gibi sessiz bir disiplinle üretir.
Kimisi çiçek yetiştirir.
Ama ortak şey şu:
Bir şeyin başına oturursun ve o şeyle birlikte sen de şekil alırsın.
İşte o hâl, işte o üretim…
Benim bir dönemim vardı, uzun sürdü.
Lenin üzerine bir yazı yazdım.
Kimseye göstermedim, kimseye duyurmadım.
Bilen varsa da ne âlâ, ama mesele o değildi.
Ben o yazıyla birlikte başka bir yere çekildim.
Zihnen.
Fiziksel olarak da belki biraz.
İnsanlar sordu: “N’apıyorsun bu aralar?”
Dedim “yazıyorum.”
“Ne üzerine?”
“Biraz tarih, biraz politika, biraz kendim.”
Ve baktım gözler donuk.
Soru geliyor: Neden?
Cevaplıyorum, yeni bir soru geliyor, bu işten para kazanıyormusun falan filan derken yaptığın işten seni soğutan bir duruma geliyorsun. Bundan dolayı bu tür içsel huzurunuzu artıran sizi tatmin eden hiçbir şeyi başkalarıyla ayrıntılı olarak sakın paylaşmayın, vallahi sizi hayattan soğuturlar. ( Bu arada yaptığınıza karşı sizi şevklendiren insanlar da var ama ara ki bulasın o güzel insanı)
O dönemde bir gün yazı bitti.
Geceydi.
Bilgisayar ekranında son cümleye baktım, durdum.
O kadar sade bir cümleydi ki… belki de o yüzden içime bu kadar oturdu.
Ve sonra kalktım.
Hiç alışkanlığım olmamasına rağmen iki rekat bir şey kıldım.
Ne sistematik bir ibadet, ne duygusal bir ritüel.
Sadece… tamamlanmışlık.
Bir tür “iç onay.”
Kimsenin görmesine gerek olmayan bir teşekkür.
Kime olduğu da belli değil.
Ama içten bir “oldu” hissi.
Ve garip bir şekilde huzur.
Ama öyle ağlayarak falan değil,
sadece susarak.
İşte o his…
Çoğu insanın arayıp bulamadığı bir şey.
Çünkü çok kolay şeylere yöneliyoruz.
Kolay olan hep çekici.
Yemek, içmek, seks, tatil, biraz güvenlik, biraz konfor…
Ve sonra o meşhur soruyu soruyorsun kendi kendine:
Yedim, içtim, seviştim… tamam mı?
Cevap içinden geliyor:
“Eğer buysa hayat, cidden artık bitebilir.” Şuradan bir kaç intihar yöntemi araştırayım.
Ama içten içe biliyorsun ki, bu kadar değil.
Bu kadarla yetinmek istemiyorsun.
Sana göre değil “yetinmek.”
Bu yüzden üretiyorsun.
Ve üretmek sadece bir sonuç değil.
Bir hâl, bir duruş, bir tavır.
Kimi sabah dörtte kalkıp günün ilk kahvesini sessizce içerek üretir.
Kimi gece sessizliğinde bir çiçeğe su verirken.
Ama ortak olan şey şu:
İçine sinen bir şey yaparsın.
Ve bir gün, içine öyle bir şey siner ki…
O gün sessizce başını çevirirsin, kimse yoktur.
Ve “tamam” dersin.
O “tamam”, başka bir şey.
Ama sonra…
İnsanlara bakarsın.
Kimi hâlâ yarışta, kimi yeni başlamış, kimi pes etmiş ama susmuyor.
Sen sadece bir köşeye çekilip bir şey yapmışsındır.
Kimse görmez, kimse fark etmez.
Ama sen bilirsin.
Ve zaten bazen bir şeyin kıymeti, sadece senin onu bilmenle ilgilidir.
Görünmek, değerli olmakla eş anlamlı değil.
İşte bu yüzden “sen ve diğerleri” ayrımı, öyle egosantrik bir şey değil.
Bu bir tespit.
Bir fark.
Çünkü herkes üretmez.
Ama herkes konuşur.
Sen konuşmazsın.
Sen yaparsın.
Ve yaparken susarsın.
Sonra sessizce çekilirsin.
Bu sana ayrıcalık kazandırmaz. Seni üstün kılmaz sakın unutma.
Sadece sana senin farkettigin bir huzur verir.
Ama içten gelen bir huzur.
Reklamsız, filtresiz, duvarsız.
Kimseden alkış istemeden,
kimseden onay beklemeden. Eğer zaten onay falan bekliyorsan bu içsel huzur falan değildir.
Ve günün sonunda…
Eğer bir şey yaptıysan ve o şey içine sindiyse…
Hayat biraz daha anlamlı hale gelir. En azından dersin ki hayat az da olsa yaşamaya değer…
