Sadece Kendim İçin
Gece çökünce şehirlerin sesi azalır, insanlar evlerine çekilir,
ve dünya, yorgun bir beden gibi sessizliğe gömülür.
İşte tam o an, insan zihni bir başka uyanır.
Gerçeklerin sert yüzeyi yumuşar,
zamanın köşeleri silinir,
ve hayaller, ince bir sis gibi yükselmeye başlar.
Bazı insanlar geceleri sadece uyumaz.
Bazıları, uykunun eşiğinde bir dünya kurar kendine.
Gözlerini kapattığında,
gitmek isteyip de hiç varamadığı yerlere gider.
Bazısı sahillere bırakır ruhunu,
bazısı ormanların derinliklerinde kaybolur,
kimileri de hiç yaşanmamış anıları tekrar tekrar yazar,
sanki geçmişin içinden bir pencere açılacakmış gibi.
Ben de öyleyim.
Uyumadan hemen önce kendime bir dünya kurarım.
Burada hiç kimse bana seslenmez,
hiçbir telefon çalmaz,
hiçbir zorunluluk kapımı çalmaz, hiçbir boş iş, muhabbet bana rastlamaz.
Sadece ben varım ve içimde devinen kelimeler.
Gündüz susan, ama gece yankılanan o kelimeler…
Bazen bir rıhtımın ucunda otururum hayalimde,
ay ışığı suya vurur, deniz usulca nefes alıp verir.
Bir yelkenli uzaklardan süzülür gelir,
ama asla varmaz kıyıya.
Bazen bir trenin içinde bulurum kendimi,
rayların ritmik sesi içime işler.
Nereye gittiğimi bilmem,
ama yolculuğun kendisi yetip de artar.
Bazı hayaller hiç gerçekleşmeyecek,
bunu bilirim.
Ama yine de onları düşlemekten vazgeçmem.
Çünkü insanın hayalleri olmasa,
gerçeklerin ağırlığına nasıl dayanır ki?
Çünkü bazen, yaşamak dediğimiz şey,
sadece gözlerini kapatıp başka bir dünya düşleyebilmektir.
Ve sabah olduğunda,
gecenin sessizce kurduğu her şey
gündüzün ışığında silinip gider.
Ama ben bilirim,
her gece, gözlerimi kapattığımda,
yeniden başlayacağım o sonsuz düşe.
Ve son olarak yazmak, hayal etmek ne güzel şeyler…
Bazı geceler, hayallerim de puslu olur. Sis gibi yayılır zihnime, tanıdık ama ulaşılmaz. Uykuyla uyanıklık arasında bir yerde, zamanın sınırları kaybolur. Geçmiş ve gelecek birbirine karışır, kelimeler kendiliğinden şekil alır ama asla tam olarak okunamaz. Bir mektup gibi açılmayı bekleyen rüyalar vardır içinde, ama ellerim onları tutacak kadar gerçek değildir.
Bazen eski şehirleri düşlerim. Hiç görmediğim ama içimde hep var olan o sokakları… Taş kaldırımların üzerine düşen loş ışıkları, rüzgârın belli belirsiz yankılanan ayak seslerini, kim olduğunu bilmediğim insanların uzaktan gelen fısıltılarını… Orada bir kapı vardır, ardında unutulmuş hikâyeler saklayan. Kapıyı açacak cesaretim yoktur belki, ya da belki açsam bile içeri giremem. Çünkü bazı hayaller sadece izlenmek içindir, yaşanmak için değil.
Bazen de bir odada bulurum kendimi, içinde hiçbir şey olmayan bir oda. Sadece bir pencere açıktır, rüzgâr perdeyi hafifçe dalgalandırır. İçeriye deniz kokusu gelir ama dışarı baktığımda suyu göremem. Sonsuz bir boşluk vardır pencerenin ardında, ama o boşluk bile güven verir bana. Çünkü bilirim, orada hiçbir şey olmaması, her şeyin mümkün olduğu anlamına gelir.
Ve ben, hiçbir şeyin olmadığı o boşlukta, kendime ait bir dünya kurarım. Tek kelime bile yazmadan, tek bir adım atmadan, sadece düşleyerek.
Bazı geceler, düşlerimin içinden yürüyerek geçerim. Onları geride bırakmam, ama onlara da ulaşamam. İçimde bir şehir yükselir, taş duvarlı, eski ve sessiz. Sokakları belli belirsiz, ışıkları pusludur. Yürüdükçe genişleyen, her adımda biraz daha sisin içinde kaybolan bir şehir… Hiçbir yerden başlamayan ve hiçbir yere varmayan yolları vardır. Ve ben, bu yollarda kaybolmayı severim.
Kaybolmak özgürlüktür çünkü. Kaybolunca, nereye gittiğinin bir önemi kalmaz. Zamanın yükü omuzlarından düşer, sorular susturulur, zorunluluklar silinir. Yalnızca yürümek kalır insana. Her adımda biraz daha yok olmak, her adımda biraz daha kendine varmak.
Ve bazı hayaller de tıpkı bu şehirler gibi, sadece kaybolmak içindir. Bir sonları yoktur, çünkü bazen bir şeyin bitmesi değil, sürmesi değerlidir. O yüzden hayallerimde hiçbir tren varmaz istasyonuna, hiçbir gemi kıyıya yanaşmaz. Ben de istemem zaten bunu. Bazen bir şeyin hep devam etmesini, hiç çözülmemesini, hiç tamamlanmamasını ister insan.
Çünkü tamamlanınca biter.
Ve ben bazı şeylerin bitmesini istemem. O yüzden geceleri gözlerimi kapattığımda, o şehre dönerim. Hiçbir zaman varamayacağımı bile bile, aynı yolları yürümeye devam ederim. O yollar beni nereye götürecek diye değil, sadece yürümek için yürürüm. Çünkü bazen yürümek, varılacak yerden daha kıymetlidir.
Bazen de hiç bilmediğim bir yerde bulurum kendimi. Bir ormanın içinde, soğuk ve gri bulutların arasında, tek bir patikaya uzanan taş bir köprüde… Sular yükselmiştir, ama ben korkmam. Çünkü bilirim ki, bu düşte hiçbir şey beni batıramaz. Yalnızca düşlerime ihanet edersem kaybolurum. Eğer bir an bile gerçeğe inanırsam, eğer bir an bile kendime “Bu sadece bir hayal” dersem, o an her şey silinir. Ve ben de silinirim.
O yüzden uyanana kadar hiçbir şeyi sorgulamam. O yüzden düşlerimde gittiğim her yeri gerçekmiş gibi yaşarım. Çünkü belki de gerçek dediğimiz şey, sadece en çok inandığımız düşlerden ibarettir.
Bazen, rüzgârın hiç durmadığı bir sahildeyimdir. Kumlar ayaklarımın altında kayar, deniz hep biraz uzak kalır. Uzanırım ama dokunamam. Çünkü bazı şeyler sadece uzaktan izlenmek içindir. Bazı düşler, gerçekleşmemek için vardır.
Ve ben, bu gerçekleşmeyecek düşlerin içinde kendimi bulurum.
Bazı geceler, zihnimde eski defterler açılır. Sayfaları sararmış, kenarları kıvrılmış, ama kelimeleri hâlâ taze. Üzerinden yıllar geçmiş hayallerin izlerini sürerim. Bir zamanlar gerçeğe dönüşmesini umduğum şeylerin, zamanla nasıl yalnızca düşlere dönüştüğünü fark ederim. Bazı hayaller, zamanla rüzgârın aşındırdığı taşlara benzer. Önce köşeleri sivridir, net bir şekli vardır. Ama zaman geçtikçe, dalgalar onları yavaşça ezer, törpüler, pürüzsüzleştirir. Sonra bir gün, onlara dokunduğunda, o eski sertlikten eser kalmaz. Artık sadece bir siluet gibidirler; varlar ama yok gibidirler.
Ve ben, o silikleşen hayallerin arasında yürürüm geceleri. Belki de bu yüzden karanlığı severim. Çünkü gece, unutulmuş olanı hatırlatır. İnsan gündüzleri geçmişi unutur, unutmaktan başka çaresi yoktur. Ama gece, unuttuklarını geri çağırır. Gece, saklananı ortaya çıkarır. Ve insan, geçmişin fısıltıları arasında kaybolur.
Bazı düşler, o kadar eski ve o kadar tanıdıktır ki, artık onlarla yaşamaya alışmıştır insan. Onları hiç gerçekleşmeyecek olmalarına rağmen sever. Belki de sırf bu yüzden hayallere tutunuruz; gerçeğin soğuk yüzüyle her karşılaştığımızda, elimizi uzatıp onlara dokunabilmek için. Gerçekler ne kadar keskin ve katıysa, hayaller o kadar yumuşak ve esnektir. Gerçekler ne kadar zorunluluklarla doluysa, hayaller o kadar özgürdür. Ve bazen, insanın ihtiyacı olan tek şey, sadece birkaç dakikalığına bile olsa, o özgürlüğü hissetmektir.
Bazen, hiç tanımadığım insanların yaşadığı hayatları hayal ederim. Gözlerini hiç görmediğim, sesini hiç duymadığım insanların. Belki bir şehirde, yağmurlu bir gecede pencere kenarında oturan biri vardır. Belki elinde bir fincan kahve tutuyordur. Belki o da benim gibi hayal kuruyordur. Ve belki, farkında olmadan, ikimiz de aynı hayalin içindeyizdir.
Düşler, bazen birbirine dokunur.
Bazı rüyalar, hiç tanımadığımız insanlarla ortak olur. Bunu düşünmek garip bir huzur verir bana. Çünkü bilirim ki, bir yerlerde, başka birisi de geceleri hayal kuruyor. Başka birisi de, gerçeğin ağırlığını bir süreliğine unutarak, kendi iç dünyasında bir yolculuğa çıkıyor. Ve bu yolculukların bazıları, belki de hiç fark etmeden, birbirine değiyor.
Geceleri bazen kendimi bir tren istasyonunda hayal ederim. Eski, neredeyse unutulmuş bir istasyonda. Kimsenin gelmediği, ama trenlerin geçmeye devam ettiği bir yerde. Ben orada bir bankta otururum. Trenler geçer, ama hiçbirine binmem. Çünkü bazen, bir yere gitmek istemez insan. Bazen sadece beklemek ister. O anın içinde durmak, hiçbir yere varmadan, hiçbir şey yapmadan sadece orada kalmak ister.
Ve işte ben de, bazı hayallerimi sadece beklerim. Onların gelip beni almasını, bir yere götürmesini beklemem. Sadece var olmalarını, o istasyonda benimle birlikte durmalarını isterim. Çünkü bazı şeyler yalnızca orada, o bekleyişin içinde güzeldir. Gerçekleştiği an, hayalini kaybedersin.
Ve ben, bazı şeylerin sadece düş olarak kalmasını isterim…
Bazı geceler, zihnimde yankılanan eski kelimelerle konuşurum. Daha önce hiç söylenmemiş, belki de hiç söylenmeyecek kelimelerle. Çünkü bazı cümleler, dudaklardan dökülmek için değil, sadece içimizde yankılanmak için vardır.
Bazen bir denizin kıyısında durduğumu hayal ederim. Ay ışığı suyun üzerine ince bir yol çizmiştir, ama o yolu yürüyemezsin. Sadece bakabilirsin, sadece uzanıp dokunmayı düşünebilirsin. Bazı şeyler böyledir işte. Onları görebilirsin, hissedebilirsin ama asla tamamen sahip olamazsın.
Bazen de bir sokakta yürürüm. Yol uzun ve ıssızdır. Geçmişten fısıltılar duyulur ara sıra, eski taş duvarlara çarpıp yankılanan. Tanımadığım ama bir yerlerden bildiğim gölgeler geçer yanımdan. Onlar bana bakmaz, ben de onlara. Çünkü bazı karşılaşmaların anlamı yoktur, bazı yüzlerin ismi yoktur, bazı anlar sadece geçip gitmek için vardır.
Geceyle gündüz arasındaki sınır gibi, hayallerle gerçekler arasındaki çizgi de zamanla belirsizleşir. Eskiden kesin olduğunu düşündüğüm her şey, şimdi pusun içinde kayboluyor. Kim bilir, belki de gerçek dediğimiz şey, sadece zamanın içinde geçici olarak şekil almış bir hayaldir.
Bazen, hiç yaşanmamış bir hayatı hayal ederim. Farklı bir şehirde, farklı bir sokakta, farklı bir isimle var olduğum bir hayat. Kim olurdu o kişi? Nasıl bir sesi olurdu? Nasıl düşünürdü? Neleri severdi? Bazen kendimi bu soruların içinde kaybolmuş bulurum. Çünkü belki de insanın içinde, yaşayamadığı hayatlara dair bir boşluk hep kalır.
Bazen bir pencereyi açarım rüyamda. Açtığım pencerenin ardında ne olacağını bilmeden. Rüzgâr girer içeri, perdeyi hafifçe savurur. Ama dışarı baktığımda gördüğüm şey sadece sonsuz bir boşluktur. Ne gökyüzü vardır ne de yer. Sadece bir uçurum, sonsuzluğa açılan bir kapı gibi. Ama korkmam. Çünkü bilirim, bu boşluk bana ait.
Ve belki de en huzurlu yer, hiçbir şeyin olmadığı bu yerdir.
Bazı geceler, gerçekten uyuduğumu düşünmüyorum. Daha çok bir eşikte duruyorum. Uyanıklık ile uyku, hayal ile gerçek, geçmiş ile gelecek arasında bir yerde. Ne tamamen buradayım ne de tamamen orada. Ve belki de, bu yüzden geceleri daha çok seviyorum. Çünkü geceler, insanı kendine en yakın hissettiren zamandır.
Bazı sabahlar uyanırken, geceden kalan bir his taşırım içimde. Sanki o puslu hayallerden biri, gerçekliğe karışmış gibi. Ama gün aydınlandıkça, o his de kaybolur. Çünkü gerçek, hayale yer bırakmaz. Çünkü ışık, gölgeleri siler.
Ama ben bilirim.
Her gece, gözlerimi kapattığımda, o dünyaya geri döneceğim. O rıhtıma, o istasyona, o sonsuz boşluğa… Her gece, yarım kalan düşlerime devam edeceğim.
Çünkü bazı yolculuklar asla bitmez.
Ve bazı düşler, gerçekleşmese bile, var olmaya devam eder.
Ve evet bazı geceler bazı insanlara çok benziyor. Ama nasıl benziyor bunu söylemeyeceğim…
Yazar: 13 mehmet
Sen de Paşasın
Tosunpaşa: “Sen de paşasın, ben de paşayım…” ve Bir Ülkenin Siyasi Analizi

Geçenlerde bir gece yine nostalji gazına bastım. Film arıyorum, şöyle içi dolu ama beni yormayacak. YouTube sağ olsun, algoritma tam bir psikolog gibi ruh halimi okumuş: “Tosunpaşa” öneriyor. Dedim, ehh tamam ya, gülüp geçerim. Ama yok. Film başladı ve o ilk sahneden itibaren bir tuhaflık hissettim. Bu sadece bir komedi değildi. Gülmeye gelmişim ama içimden bir ses “kardeşim bu filmde bir numara var” diyor.
Ve doğruymuş.
Tosunpaşa, o meşhur Yeşil Vadi meselesi var ya… aslında Türkiye tarihinin küçük bir özeti gibi. Güya iki aile Yeşil Vadi için kapışıyor. Telliğulları ve Seferoğulları. Ama olay sadece bir toprak kavgası değil. Aslında film boyunca bir ülkenin sağ-sol çatışması, askeri vesayet, siyasi çıkarlar, halkın bölünmüşlüğü, unvanların sahte kutsallığı ve tabii ki dışarıdan gelen “gerçek güç” çok tatlı ama vurucu bir dille anlatılıyor.
Film 1976 yapımı. Yani 1971 askeri muhtırasının hemen ardından… O dönem Türkiye öyle bir halde ki, sağcı solcuyu kesiyor, solcu sağcıyı. Her gün bir cinayet, bir sokak çatışması, her köşe başı ideolojik devriye. Devlet yönetimi ise, “Yukarı tükürsem bıyık, aşağı tükürsem sakal” diye diye ipin ucunu çoktan kaçırmış. Derinlerde bir yerlerde ordu sessizce bekliyor. Ne zaman ki herkes birbirine giriyor, ordu sahneye çıkıyor: “Hadi bakalım çocuklar, dağılın.”
İşte Tosunpaşa tam da bu ortamda çekiliyor. Filmin karakterleri, tipleri, olay akışı… her biri bir şeyleri temsil ediyor. Ama o kadar şekerle kaplanmış ki bu temsiller, sansür bile “ya bunlar sadece gülüyor” deyip geçmiş. Ama şimdi gel, o şekeri sıyırıp altındaki “acı ama gerçek” kısmına bakalım.
Daver Bey var mesela. Leyla’nın babası. Kız kim? Türkiye. Yeşil Vadi de Türkiye’nin o bereketli ama paylaşılmayan tarafı. Daver Bey ne yapıyor? Herkese mavi boncuk dağıtıyor. Sağcı geliyor, “haklısın oğlum” diyor. Solcu geliyor, ona da “sen de haklısın evladım” diyor. Ama karar veremiyor. Çünkü asıl güç onda değil. Koltuk var ama arkasında tüfek yok. Sembolik bir figür o. Yani dönemin siyasi lideri… İster Demirel de ister Ecevit… fark etmez. Onlar da biliyordu asıl gücün nerede olduğunu: Ordu.
Ordu kim peki filmde? Gerçek Tosunpaşa. Film boyunca adını herkes duyuyor ama kendisini kimse görmüyor. Ta ki ortalık iyice karışana kadar. Ne zaman ki Telliğulları ve Seferoğulları birbirine giriyor, ne zaman ki Leyla’ya kur yapma işi güreş müsabakasına dönüyor… paşa geliyor. Ve ne yapıyor? “Herkes duysun ve bilsin ki hakiki Tosunpaşa benim.”
İşte burası çokomelli. Çünkü burada sadece “ben geldim” demiyor, “sizi izledim, izledim, artık yeter, şimdi devreye giriyorum” diyor. Tıpkı 1980’de olduğu gibi.
Bak bir de şu detay: Telliğulları askere yanaşmaya çalışıyor. Uşağı Şaban’ı paşa gibi giydirip Daver Bey’in karşısına çıkarıyorlar. “Sen Tosunpaşasın” diyorlar. Şaban da zaten fırsat bekliyor, “Haa ben de paşayım, sen de paşasın, onlar da paşa…” diye dalıyor mevzuya. Bu sahne var ya… Türk halkının unvana, forma, apolet ve etikete olan düşkünlüğünü tokat gibi yüzümüze vuruyor. Ceketini değiştir, sana “Beyefendi” demeye başlıyoruz. Oysa aynı adam, dün senin yan apartmanda ekmek kuyruğundaydı ve senin umurunda bile değildi.
Bu sahnede Şaban kendini aynada görünce selam duruyor ya… O sahne metafor değil, metin.
Sonra işler iyice karışıyor. Şaban güreş müsabakasına çıkıyor. Aslında hiçbir halt bildiği yok ama karşısındaki Sufi, “Bu paşa ya, ne olur ne olmaz” diyerek kaybediyor. Tıpkı toplumun bazı figürleri hiç sorgulamadan “o büyük biri herhalde vardır bir bildiği” diyerek putlaştırması gibi.
Film ilerledikçe iki aile iyice saçmalamaya başlıyor. Şaban’ın gerçek Tosunpaşa olmadığını anlayan Seferoğulları “öldürelim” diyor. Burası da ilginç. Çünkü o dönemdeki bazı silahlı örgütlerin “başka yol kalmadı” diyerek şiddete yönelmesini de tiye alıyor film. Babacan bir tavırla, “evlatlarım, başka çaremiz yok” diyerek cinayeti meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Yani film sadece devlet-ordu halkasıyla değil, halkın kendi içindeki bölünmüşlüğüyle de uğraşıyor.
Ve sonra… gerçek Tosunpaşa geliyor. Şaban’a, “emrinizdeyim paşam” diyerek eğiliyor. Ama niye? Çünkü biliyor ki Şaban kukla. Asıl planı yapan Lütfi. Ve gerçek Tosunpaşa, bu planın peşine düşüyor. Diyor ki: “Ben o hainin kim olduğunu buldum. Daver Bey.”
Bu cümle öyle kuru kuru değil. Askerin, siyasete olan mesafesini, hatta zaman zaman politikacıları nasıl tehdit olarak gördüğünü anlatıyor.
Sonra ne oluyor? Herkes birbirine giriyor. Gerçek Tosunpaşa, “ben buyum” diye ortalığa çıkıyor ama aileler durmuyor. Kavga devam. O da bırakıyor. Seyrediyor. Sonra bir anda dönüyor, Leyla’yı görüyor ve diyor ki: “Bu kim?”
Cevap geliyor: “Kızım.”
“Peki, ben alıyorum.”
Boom. Final.
Leyla da gitti, Yeşil Vadi de. İki aile birbirini yerken, dışarıdan gelen biri her şeyi aldı. Ve sonunda ailelere deniyor ki: “Bir daha Yeşil Vadi’ye adım atmak yok.” Yani ülkeyi paylaşamadınız, yönetemediniz, çözemediniz… dışarıdan biri geldi, hepinizi süpürdü.
Film resmen diyor ki: “Siz bu kavgaya devam ederseniz, bu halkı bölerseniz, unvanların peşinde koşup içeriği boşaltırsanız… bir gün gelir, biri gelir ve ikinize de haddini bildirir.”
Ve ne oldu? 1980. Hepimiz haddimizi bildik. Sağcısı, solcusu, İslamcısı, liberali… herkes darbenin tokadını yedi. Çünkü biz hâlâ “sen misin paşa, ben miyim paşa” kavgasındaydık. Kimse paşanın aslında kim olduğunu sormadı.
Bugün hâlâ “Tosunpaşa”yı izleyip sadece gülen varsa, biraz yavaş izlemeyi denesin.
KIŞ GELDİ (bu bir game of thrones incelemesidir)

Not: Yaklaşık 3 yıl önce yazmıştım bu yazıyı. Bugün eski yazılarımı karıştırırken gözüme çarptı ve açıkçası kendi kendime şöyle bir düşündüm: “Yahu, ne güzel yazmışım!” (Alçakgönüllülükte üstüme yoktur.)
Hal böyle olunca, bu yazıyı bir kez daha paylaşmak istedim.
Bazen gecenin sessizliğinde, rüzgarların uğultusunda bir fısıltı duyarsın. Derinden, içini ürperten bir ses. Kış geliyor der gibi, ama sanki çoktan gelmiş de, haberin yokmuş gibi. İşte böyle başlar Westeros’un hikayesi. Soğuk, sert, merhametsiz… Ama bir o kadar da büyüleyici. Çünkü insan doğasının en karanlık köşelerine bir ayna tutar bu topraklar. Hepimizin içinde bir yerlerde saklı duran ihtirasları, korkuları ve hayatta kalma savaşını gösterir. İstersen adına başka bir şey de diyebilirsin ama bana kalırsa tek bir cehennem varsa, o da burasıdır: Westeros.
Şimdi şöyle düşün. Bir dünya hayal et. Taşların bile sır sakladığı, yeminin ihanetle aynı nefeste söylendiği bir yer. Güç her şeydir. Onur, sadakat, dürüstlük… Bunların değeri varsa bile, o değer bir tahta oturup oturmadığınla ölçülür. Öyle bir dünya ki, her köşesinde başka bir ihanet, başka bir entrika. Kan ve gözyaşı dökülmeden bir adım bile ilerleyemezsin. Demir Taht’a giden yol dikenli değil, bıçaklı. Ve herkes bu yolda yürümeye hevesli. Kimisi intikam için, kimisi hırsı uğruna, kimisi sadece hayatta kalmak için. Ama bir gerçek var: Bu oyun oynandığında ya kazanırsın ya da ölürsün. Gerçi, çoğu zaman kazananlar da sonunda ölür ama olsun.
“Game of Thrones” işte tam da burada başlıyor. Bize anlatılan, büyük kralların, asil savaşçıların destanı gibi görünse de, aslında kendi hikayemiz bu. Güç isteyen, ihanet eden, sevdiklerini kaybeden, yanılan ve yeniden doğan insanlığın hikayesi. Bir yanda Westeros, diğer yanda Essos. Biri hanedanların taht oyunlarıyla kavruluyor, diğeri köleliğin ve özgürlüğün bedelini ödüyor. Ama iki kıta da aynı gerçeği haykırıyor: Güç, insanı değiştirir. Ve bazen en korktuğun şey, en çok istediğin şeydir.
Kuzey unutmaz derler. Gerçekten de unutmaz. Hele ki Starklar… Ned Stark’ı düşünelim mesela. Onurun, adaletin adamı. Kışyarı’nın Efendisi. Krallığın karmaşasında bile doğruluktan şaşmayan, en sert fırtınada bile pusulası sabit kalan adam. Ned’in felsefesi o kadar net ki: Doğru olanı yap, ne pahasına olursa olsun. Ama işte, Westeros öyle bir yer değil. Burada doğruyu söyleyenin boynu vuruluyor. Kral Robert öldüğünde, Ned gerçeği öğreniyor. Demir Taht’ın varisi dedikleri Joffrey aslında Jaime ve Cersei’nin çocuğu. Kan bağı yok. Tahtta oturması bir yalan. Ama Ned bu gerçeği saklamıyor, saklayamıyor. Çünkü onuru izin vermiyor. Ve bedelini hayatıyla ödüyor. Başka bir hikayede kahraman olurdu belki. Ama burada, Westeros’ta kahraman olmak çoğu zaman sadece erken ölmek demek.
İşte burada durup düşünüyorsun. Doğru olanı yapmak, gerçekten en iyi seçim mi? Ned yaşasaydı, tahtı eline geçirseydi, daha iyi bir dünya kurar mıydı? Belki. Ama o zaman kendi değerlerini çiğnemiş olurdu. Kant’ın dediği gibi, doğru olanı yap, sonucu düşünme. Ama gel gör ki Westeros, Kant’ın dünyası değil. Burada sonuçlar, prensiplerden daha güçlü. Ned, doğruyu söylediği için öldü. Ve ardından kaos geldi. Cersei tahta geçirdiği oğlu Joffrey’i, halk acı çekti, savaşlar patlak verdi. Ned yaşasaydı, belki de tüm bunlar olmazdı. Belki de. Ama “belki”lerin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz zaten.
Jaime Lannister’a gelirsek… Ah, Jaime. Dizinin ilk sezonlarında gözümüzde sadece Kral Katili. O soğuk gülümsemesi, Cersei’yle olan ensest ilişkisi, Bran’i pencereden atışı… Baştan kaybediyor bizim gönlümüzü. Ama Westeros’ta işler öyle basit değil. Herkesin bir hikayesi var. Herkesin karanlık bir sebebi. Jaime’nin de öyle. Deli Kral’ı öldürdü çünkü şehir yanmak üzereydi. Binlerce insanı kurtardı ama adı hain oldu. Kimse sormadı neden diye. Herkes, “O Kral Muhafızları’ndan, yeminine ihanet etti” dedi. Evet, etti. Ama daha büyük bir felaketi önledi. Şimdi düşün, sen olsan ne yapardın? Yeminine sadık kalıp insanları ölüme mi terk ederdin, yoksa yeminini bozup hayatları mı kurtarırdın? İşte o gri alan, Game of Thrones’un en gerçek olduğu yer. İyilik ve kötülük öyle siyah beyaz değil. Herkes biraz gri burada.
Jaime’nin hikayesi Brienne ile değişiyor. Brienne… Onurlu, dürüst, inatçı bir savaşçı. Jaime’nin kaybettiği onuru ona hatırlatıyor. “Sen de iyi bir adam olabilirsin,” diyor ona. Ve Jaime, kendi içindeki iyiliği yeniden buluyor. Ama hayat öyle bir şey ki, bazen iyiliği bulduğunda çok geç kalmış oluyorsun.
Cersei’ye dönersek, Westeros’un en tartışmalı kraliçesi. Onun hikayesini sadece “kötü kadın” olarak okumak haksızlık olur. Evet, acımasız. Evet, entrikacı. Ama neden? Çünkü hayatta kalmak zorunda. Çünkü çocukları için dünyayı yakmayı göze alıyor. Makyavelist bir kraliçe. Amacı, çocuklarının güvenliği ve kendi gücü. Araçlar umurunda değil. Yediler Tapınağı’nı havaya uçurması, rakiplerini tek tek ortadan kaldırması… Hepsi, tahtta kalmak için. Makyavelli’nin dediği gibi, bir hükümdar hem sevilmeli hem korkulmalı. Ama birini seçmek zorundaysan, korkulan ol. Cersei korkulan biri oldu. Ama sonunda, yalnız kalan da o oldu. Hırsı, kendi sonunu hazırladı.
Bunu izlerken zaten emin olduğum bir konuyu tekrar gözden geçirdim. Cersei’nin hikayesi, bir kadının gücü ele geçirdiğinde erkeklerinkinden farklı olmadığını gösteriyor. Güç, kimde olursa olsun, insanı benzer şekilde değiştiriyor. Kadın ya da erkek fark etmiyor. Güç, insanı dönüştürüyor. Ve çoğu zaman, dönüştürdüğü yerde, insan kalmak zorlaşıyor.
Westeros böyle bir yer işte. İhanetin, entrikanın, ihmalin, tutkunun iç içe geçtiği bir coğrafya. Ama en gerçek tarafı şu: Burada herkes kendi hikayesinin kahramanı. Cersei kendince haklı. Ned kendince doğru. Jaime kendi iç savaşında haklı bir adam. Bu yüzden iyi ve kötü ayrımı yapmak zor. Burada herkes biraz haklı, biraz zalim, biraz masum.
Ve sonra kaos geliyor. Kaos, Westeros’ta bitmek bilmeyen bir fırtına. Ama bazıları bu kaosu bir çukur olarak görürken, bazıları onu bir merdiven olarak görüyor. Ve o merdivenden yukarı tırmananlar, ya zirvede duruyor ya da düşüp yok oluyor. Kaos burada sadece yıkım değil, aynı zamanda fırsat. Güç, kimin bu fırsatı ne kadar iyi değerlendirdiğine bağlı.
Bir nefes alalım. Hikayenin ağırlığı, zamanla daha da bastırıyor insanın göğsüne. Ama daha anlatacaklarımız bitmedi. Kaosun merdivenlerinden yukarı çıkanları, zekasıyla taht oyunlarını yönetenleri konuşacağız. Tyrion’u, Littlefinger’ı, Lord Varys’i. Ve elbette, ejderhaların gölgesinde büyüyen Daenerys’i. Güç ve zekanın oyunlarını konuşmaya hazır ol. Çünkü asıl savaş, kelimelerle başlar.
Kış geldi. Hadi devam edelim.
Kaosun o karanlık merdiveninde kimileri düşer, kimileri yükselir. Westeros’ta ayakta kalmak için yalnızca kılıç kullanmak yetmez; kelimelerin keskinliğini, zekanın soğukkanlılığını bilmen gerekir. Güce ulaşmak isteyen herkes, ister kılıcını kuşanır ister entrikalar örer, ama sonuç hep aynıdır: Tahta biraz daha yaklaşır ya da kanını toprağa bırakır. Güç, burada hayatta kalmak için tek araçtır. Ama nasıl kullanacağını bilmezsen, elinde patlar. Tıpkı alev topunu kavrayıp yakıcı sıcağını kontrol edemeyen biri gibi, Westeros’ta güç hem yakar, hem kavurur.
Tyrion Lannister, bu dünyanın en ince zekalarından biri. Cüce doğmuş olması, onu küçümseyen bakışlara alıştırmış. Daha çocukken anlamış ki, insanlar dış görünüşüne bakıp onun ne olduğunu sandıklarıyla yetinecekler. Ama Tyrion, onların görmediği bir şeyi büyütmüş içinde: Aklını. O, kılıç kuşanamaz, ama zekasını ustaca kullanır. Kelimeler onun kalkanıdır, zekası ise kılıcı. Düşmanlarını kesip biçmek yerine, onları masalarda mat eder. Sarayın karanlık koridorlarında fısıldaşır, herkes bağırırken o sessizce plan kurar.
Tyrion’u farklı kılan şeylerden biri, güce olan bakışı. Gücü bir amaç olarak görmez. O, gücü bir araç olarak kullanır. Amacı, Westeros’u daha yaşanılır kılmak. Belki de onu diğerlerinden ayıran şey budur. Cersei, Jaime, babası Tywin… Hepsi kendi çıkarlarını korumak için savaşıyor. Ama Tyrion, kendi hayatının çamurları içinde yürümüş biri olarak başkalarının da daha iyi bir yerde olmasını istiyor. Onun gerçekliği çok açık: Bu dünya adil değil. İyilerin her zaman kazanmadığı, kötülükle sarmaş dolaş bir gerçekliktir Westeros. Ve Tyrion bunu kabullenmiş. O yüzden çok uzun zamandır kimseye inanmıyor, kimseye tam olarak güvenmiyor. Ama yine de elinden geldiğince adil olmaya çalışıyor. İşte bu yüzden onun hikayesi gerçek bir trajedi. Çünkü bir insan, ne kadar iyi olmaya çalışsa da, kader hep acı bir şaka yapıyor.
Ama Tyrion yalnız değil. Westeros’un oyun kurucuları çok fazla. Her biri farklı bir yol seçiyor. Kimisi kelimeleriyle, kimisi sırlarıyla, kimisi sadece sabırla. Petyr Baelish… Littlefinger. O ise kaosun en büyük savunucusu. Onun için kaos, diğerlerinin korktuğu bir uçurum değil, fırsatlar dizisi. Başkalarının panikle boğulduğu yerde, o suyun üstünde yürüyen adam. Herkes birbirini yerken o adım adım yükseliyor. Yoksul bir lordun oğlu iken, sarayın en büyük gücü haline geliyor. Neredeyse kralları bile parmağında oynatıyor. Ama işte kaos bir merdivense, merdivenin basamakları bazen çürük olabiliyor. Ve Petyr, hep yukarı bakarken, altında neler olup bittiğini unutuyor.
Onun inancı yok. Sadakati de yok. Onun tek sadakati, kendine. Westeros’taki sadakat, aşk, dostluk gibi kavramlara inanmıyor. Ona göre bunlar sadece maskeler. İnsanlar ihtiyaç duyduklarında çıkarlarını gizlemek için takıyor. Bu yüzden onun hikayesi, insan doğasının karanlık aynası gibi. Sadece kendi çıkarları için yaşayan biri. Sevgi sandığımız şeyin, çoğu zaman iktidarın başka bir biçimi olduğunu bize hatırlatan biri. Bir aşk ilanı mı duydun? Belki de o, sadece yeni bir ittifak kurma arzusudur. Baelish bunu herkesten daha iyi biliyor. Ama bir gerçek daha var: İnsan yalnızken, hep kaybeder. Petyr de yalnız kaldığında düşüyor. Onu hep yukarı taşıyan entrikaları, sonunda başını celladın baltasının altına koyuyor.
Ve tam karşısında, onun gölgesi gibi duran bir adam var: Lord Varys. İkisi de sarayın arka odalarında fısıldaşır, ikisi de bilgiyi güç sayar. Ama Varys’in farkı şu: O, kendisi için yaşamaz. Diyar için yaşar. Westeros’un huzuru onun tek derdi. Onun için hangi kral, hangi hanedan geldi geçti önemsiz. Mühim olan halk. İster soylu ister sıradan biri olsun, Varys için herkes önemli. Sadakati, Westeros’a. Bir taht için, bir krallık için değil. Tüm ülke için çalışıyor. Ama işte trajik olan, bu uğurda seçtiği yöntemler. O da oyunlar kuruyor, sırlar taşıyor, insanları manipüle ediyor. İyiliğe giden yolun, bazen en karanlık yollardan geçmek zorunda olduğunu kabul etmiş bir adam.
Bir gün, Varys Tyrion’a bir bilmece anlatıyor. Üç büyük adam bir odada. Kral, rahip ve zengin bir adam. Hepsi bir paralı askere, diğerini öldürmesini emrediyor. Kimin sözü geçerli? Cevap: Asker neye inanırsa, o. Güç, insanların inandığı yerde durur. Tacın, altının, tanrıların değil; insanların hayallerinde ve korkularında. Bu yüzden gücü kim tutar? Ona inanılan kişi. Güç, aslında bir illüzyon. Ama o illüzyonu kim iyi yönetirse, taht onun olur. Varys bunu biliyor ve insanlara neye inandırırlarsa, dünyanın da o yönde şekillendiğini anlamış. Ama onun da hikayesi hüzünlü. Çünkü gücü hep başkaları için kullandı. Ve günün sonunda, o başkaları ona ihanet etti. Halk için yaşayan biri bile, sonunda yalnız kalıyor bu dünyada.
Daenerys Targaryen… Ejderhaların Annesi. Başta bir kurban. Hayatı boyunca zulüm görmüş, sürgün edilmiş, satılmış bir kız. Ama bir noktada, kendi kaderini eline alıyor. Küllerinden doğan bir kraliçe. Essos’ta köleleri özgür bırakıyor, zalimleri devirmeye başlıyor. Adaleti sağlamak için yola çıkıyor. Masum bir kurtarıcı gibi. Halk onu Khaleesi diye çağırıyor, Anne diye önünde eğiliyor. Ama mesele şu ki, Daenerys adaleti sağladıkça, güce de alışıyor. Hatta daha fazlasını istiyor. Bu öyle bir his ki, yavaş yavaş insanı kendinden geçiriyor. Bir zamanlar köleleri özgür bırakan o kız, zamanla kendi adaletini herkesin üzerinde bir yasa olarak dayatıyor. Direnenleri yok ediyor. Kendisine karşı olanları “düşman” ilan ediyor. Ve en sonunda King’s Landing’i fethettiğinde, artık adaletle değil, korkuyla hükmediyor. Şehri yakıyor, halkı katlediyor. Çünkü bir zamanlar kurtarıcı olan, şimdi zalim olmuş.
Daenerys’in hikayesi bize şu soruyu sorduruyor: Güç, insanı mı değiştirir? Yoksa insanı olduğu gibi mi ortaya çıkarır? O, Machiavelli’nin Prens’i gibi, bazen sevilmeyi isterken, sonunda korkulmayı daha güvenilir buluyor. Ve tam da bu yüzden, kendi yolunu kendi elleriyle sonlandırıyor.
Tyrion ona, “Görev sevgiyi öldürür, bazen de sevgi görevi,” demişti. Daenerys, görev uğruna sevgiyi öldürdü. Onun halkı için başladığı yolculuk, kendi kibri için bir savaşa dönüştü. Artık adalet değil, hükmetmek istedi. Ve Westeros, onun için bir kurtuluş değil, bir işgal oldu.
Gücün doğası burada çok net: Güç, ne kadar kutsal amaçlarla alınırsa alınsın, sonunda insanı sınar. Daenerys, bir kurtarıcı olarak başladığı hikayesinde, bir tirana dönüştü. Ve Westeros’ta kaç kişi bu sınavdan geçebildi ki?
Ama hikaye burada bitmez. Çünkü Westeros, sadece insanların savaştığı bir dünya değil. Tanrılar, inançlar, kadim efsaneler de bu topraklarda yankılanır. Kimin kaderi gerçekten kendi elindedir? Kimse emin değil. Ama hepsi bir şeye inanıyor: Tanrılar, kehanetler ve kader. Çünkü bu dünyada güç yeterli değil. Biraz da inanç gerekiyor. İnanacak bir hikaye.
Hadi şimdi, inançların, kehanetlerin ve tanrıların dünyasına dalalım. Çünkü sonraki yazaklarım, Westeros’u yöneten kılıçlar ve kelimeler değil, inanç ve korkular olacak. Kış hala burada. Ve daha anlatacaklarımız bitmedi.

İnsanlar, karanlığın ortasında bir ışık ararlar. Kimi bir meşale yakar, kimi göğe bakar yıldız arar. Ama Westeros’ta insanlar, Tanrılarına döner. Çünkü burada herkes, bir şeylere inanmak zorunda kalır. Bir hikayeye, bir peygambere, bir kehanete… Yoksa aklı yitirirsin. Güç her zaman yeterli olmaz; bazen ruhunun boşluklarını dolduracak bir şeye daha ihtiyacın vardır. Bazen gerçekler fazlasıyla ağır gelir, o yüzden insanlar kendilerini hikayelere bırakır. Daenerys’in “kurtarıcı” hikayesini inşa etmesi de, Jon Snow’un “kayıp prens” efsanesine dönüşmesi de bundandır. Çünkü insanlar, anlatılara sarılır. Onları kim yazarsa, tahtı o ele geçirir.
Westeros’ta dinler, yalnızca inanç değil, aynı zamanda politikanın da en kuvvetli aracıdır. Yedi inancı, Demir Taht’ı titretir. Kral Toprakları’nda halk, Yüce Serçe’ye sırtını yaslar. Din, en alt sınıflardan en üst soylulara kadar herkesi etkisi altına alır. Kılıçtan daha keskin, zehirden daha hızlı işler. Yedi inancında tek bir Tanrı vardır ama onun yedi farklı yüzü. Bir annenin merhameti, bir savaşçının cesareti, bir demircinin sabrı… Her yüz, halkın farklı ihtiyaçlarına cevap verir. Ama dinin gücü, burada başlar; herkesin ruhuna, kendi zayıflığından girer.
Cersei, işte bu inancı küçümsemenin bedelini ağır öder. Yedi inancının yükselişini görmezden gelir, onları manipüle edeceğini sanır. Ama inanç, manipüle edilebilecek bir şey değildir. İnananlar, bir kez kandırıldığında ya fanatikleşir ya da yok olurlar. Yüce Serçe, dinin gücünü eline aldığında, Westeros’un en büyük hanedanlarını bile diz çöktürür. Ve Cersei, elinde kalan son seçeneği kullanır: Korku. Tapınağı patlattığında, sadece düşmanlarını değil, inancı da yok eder. Ama inanç, ateşle yakılmaz. O, insanların aklında kalır. Bu yüzden Cersei kazanır gibi görünür, ama aslında kaybetmiştir. Halkı onu sevmiyor, sadece ondan korkuyor. Ve korku, uzun süreli bir tahta garanti vermez.
Yedi inancının gölgesinde bir başka din yükselir: Işık Tanrısı, R’hllor. Kızıl Rahibe Melisandre’nin getirdiği inanç, ateşten doğmuş bir vaadi simgeler. O, alevlerin içinde gelecek kralı görür. Kehanete göre, Azor Ahai adında bir kurtarıcı gelecek ve karanlığı yenecektir. Melisandre buna inanır. Öyle ki, inancı uğruna masumları yakar, kız çocuğunu ateşe verir, binlerce askeri ölüme yollar. Çünkü o, tanrısının buyruğunu sorgulamaz. Ama en derin yanılsamalar, en güçlü inançların içinden çıkar. Melisandre, Stannis Baratheon’un seçilmiş kişi olduğuna inanır. Ama Stannis öldüğünde, inancı kırılır. Tanrısının onunla konuşmadığını fark eder. O an, insan olarak tamamen çöker. Çünkü bir insanın en büyük kaybı, inandığı şeyin aslında hiç olmamış olmasıdır. Melisandre’nin gözlerinde gördüğümüz boşluk, Tanrıların sessizliğinin yüküdür.
Fakat inanç kolay sönmez. Melisandre, sonra Jon Snow’a inanır. Jon Snow, Gece Nöbetçileri tarafından ihanete uğrayıp öldürülmüş, sonra Melisandre tarafından tekrar diriltilmiş bir adam. Ve ölümden dönen her karakter gibi, Jon’un kaderi artık kendi ellerinde değildir. O artık sadece bir adam değildir; bir efsanedir. Ölümden dönmek, onu halkın gözünde seçilmiş yapar. Ama Jon bunun ağırlığını taşımak istemez. O, kral olmak istemez. Tahta göz dikmez. Ama işte kehanetler, genellikle böyle işler. Tahtı isteyenler değil, istemeyenler seçilir. Çünkü halk, isteksiz kahramanlara inanmayı sever. Onlar daha “gerçek” görünür. Jon Snow, belki de o yüzden Kuzey’in Kralı ilan edilir. Ama onun hikayesi de acı doludur. Ne istediği ne de kim olduğu bellidir. Stark mı, Targaryen mi? Ejderhaların oğlu mu, yoksa Kuzey’in kurtları arasında bir yabancı mı? Westeros’ta kim olduğunu bilmeyen bir adam, sonunda herkesin umudu olur.
Jon Snow’un Mesih anlatısında, dinlerin ve kaderin gölgesi ağır basar. Onun ölümden dönüşü, İsa’nın dirilişine benzer. Halk onun ardında yürür, çünkü onlara inandırıcı gelen bir hikaye sunar. Ve insanlar, her zaman iyi hikayelere inanır. Asıl gücün, kılıçta değil, anlatıda olduğunu Tyrion bize söyler. Dünyayı ordular değil, hikayeler yönetir. Westeros’ta da, Essos’ta da… Herkesin bir hikayeye ihtiyacı vardır. Daenerys, kendini zincir kıran, halkların kurtarıcısı olarak anlatır. Jon Snow, kendini Gece Nöbetçisi olarak adar ama halk onun savaşçısından kralına her şeyi yükler. Cersei, kendini annelik hikayesine sığınarak güçlendirir. Herkesin anlattığı hikaye, bir güç aracıdır. Gerçek olup olmaması önemli değildir. Yeter ki inandırıcı olsun.
Arya Stark’ın hikayesi ise bambaşka. O, babasının ölümüyle başlayan bir intikam yolculuğuna çıkar. Kız çocuğu, bir katile dönüşür. Ama onun yolu sadece kan ve kılıçla örülü değildir. Essos’ta, Braavos’ta, Yüzsüz Adamlar’ın tapınağında kim olduğunu unutur. Çok Yüzlü Tanrı’ya hizmet eder. Yani, ölüme. Arya, Hadesten gelen bir karakter gibi, ölümü kabullenir ve onun aracı olur. Kimliğini kaybeder, ama sonunda geri kazanır. Arya Stark olarak dönmesi, onun hem intikamını tamamlaması hem de insan kalabilmesinin anahtarıdır. Ölümün hizmetkarı bile olsan, bir noktada kendi adını tekrar söylemek istersin.
Bran Stark… O, hikayenin en farklı anlatıcısıdır. Geçmişi ve geleceği görür. Üç Gözlü Kuzgun olarak, zamanın dışına çıkar. O, bir şaman gibi, geçmişin ve geleceğin hikayelerini taşır. Ama onun hikayesi, insanlığını kaybetmesiyle biter. Bran artık “o değil”. Duyguları yoktur. Sadece hikayeleri izler, zamanı gözlemler. Ve nihayetinde tahta oturur. Bran, hikayeleri bilen ve anlatan kişi olarak Westeros’un kralı olur. Çünkü en iyi hikayeye sahip olan, en güçlüdür. Bunu Tyrion söyler ama aslında biz de biliyoruz. İnsanlar bayrakları için savaşmazlar. Hikayeler için savaşırlar. Ve Westeros’un hikayesini en iyi kim biliyor? Bran.
Sonunda döner dolaşırız, başa geliriz. Tanrılar, inançlar, kader… Hepsi insanların yarattığı hikayeler. Ama bu, onları gerçek olmaktan alıkoymaz. Gerçeklik, inandığın yerde başlar. Westeros’un tanrıları farklıdır. Yedi, Eski Tanrılar, R’hllor, Çok Yüzlü Tanrı… Ama hepsinin yaptığı aynı şey: İnsanları yönlendirmek. Onlara bir amaç, bir yol göstermek. Belki de hiçbir Tanrı yok. Belki de hepsi var. Ama ne fark eder? İnsanlar, hikayelere inanır ve o hikayeler dünyayı şekillendirir.
Melisandre’nin dediği gibi, “Gece karanlık ve korkularla doludur.” Ama insanlar, karanlıkta bile bir ışık bulur. Bir ateş, bir umut… Bazen bu umut, Daenerys’in ejderhalarında saklıdır. Bazen Jon Snow’un geri dönüşünde. Bazen bir hikayede. Bazen de sadece bir isimde: Stark, Targaryen, Lannister… Ama en sonunda her şey bir masaldır. Birbirimize defalarca anlattığımız bir masal. İnandığımız sürece gerçek olan.
Ve Westeros’un nihai dersi budur: Güç, bir hikayeye inanmaktır. En iyi hikaye, en güçlü olandır. Tyrion’ın dediği gibi, “Dünyada iyi bir hikayeden daha güçlü hiçbir şey yoktur.”
Ve işte biz, bu hikayeyi anlatırken, bir yandan da kendi hikayemizi yazıyoruz. Kış geldi. Ama kıştan sonra da başka mevsimler var. Westeros’un hikayesi burada bitse bile, anlatılan her masalda yankılanmaya devam edecek.
Çünkü insanlar hikayelerle yaşar. Ve en güçlü krallar bile sonunda bir hikayeye dönüşür.
Küçük bir not…
Arkadaşlar, öncelikle yazıyı okuyup yorum yapan herkese gerçekten teşekkür ederim. Gelen mesajlar inanılmaz motive edici! Hem eğlendim, hem düşündüm, sayenizde yazarken çok daha fazla keyif aldım. “Abi Jaime’yi bu kadar iyi anlatmasaydın keşke” diyenler var, “Daenerys’i neden yaktın?” diyenler var… Hepsini okudum, iyi ki yazmışsınız.
Ama ufak bir sitemim de olacak… Bazı yorumlar,mailler var, sanki bu yazıyı Demir Taht’a oturmak için yazmışım gibi hissettiriyor! Dostlar, şu an yoğun bir üniversite hayatının, stajların, derslerin tam ortasındayım. Bu yazılar, aralarda nefes almak, kafa dağıtmak için yazılıyor. Biraz eğlenelim, biraz düşünelim diye… Ama yok, bazılarınız sağ olsun, “Niye şunu yazmadın?”, “Bu karakter öyle değil!” diye hesap soruyor! Ne diyeyim, siz de haklısınız ama ben de insanım be!
Şaka bir yana, her yorumunuz kıymetli. Okumak, cevaplamak, birlikte tartışmak en güzel kısmı. Yazmaya devam edeceğim. Siz yazın, ben de elimden geldiğince cevap vereceğim.
Hadi, bir sonraki yazıda tekrar buluşuruz, selametle...

Sapiens
Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens Üzerine Bir Sohbet
İnsanlığın Sıradışı Yolculuğu
Düşün, bir zamanlar dünya üzerinde kim olduğumuzu bile bilmeden, sadece hayatta kalma içgüdüsüyle hareket eden sıradan bir canlıydık. Okyanusların kıyılarında balık tutuyor, ormanlarda meyve topluyor, geceleri avcı hayvanlardan saklanarak sabahı bekliyorduk. Harari’nin Sapiens kitabını okurken, kendimi sık sık bu sahnelerin içinde hayal ettim. Binlerce yıl önce, Homo sapiens dünyaya yayılırken, her adımında tarihin en büyük değişimini başlatıyordu. Ama bu hikaye, sanki bir zafer öyküsü değil de bir kayboluş destanı gibi geliyor bana. Biz, doğanın bir parçasıyken nasıl oldu da onu fethetmeye kalkıştık? Harari’nin dediği gibi, bizi diğer canlılardan farklı kılan zekamız değil, hayal gücümüzdü. Bu hayal gücü bizi bir araya getirdi, kabileler oluşturdu, diller geliştirdi. Ama bir düşün, bu aynı hayal gücü bizi savaşlara, sömürüye ve bunca karmaşaya da sürükledi. Belki de insanoğlunun en büyük ironisi burada yatıyor: Hayal etme yetimiz, bizi yücelten ve aynı zamanda mahveden şey.
Kitabın başlarında Harari, Homo sapiens’in diğer insan türleriyle aynı dünyayı paylaştığı dönemlerden bahsediyor. Bunu okuduğumda, bir anda zihnimde koskoca bir mağara canlandı: Neandertaller, Homo erectus ve biz… Aynı anda var olan bu türlerden hayatta kalmayı başaran neden yalnızca biz olduk? Harari, bunun sebebini iş birliği yapabilme kapasitemizle açıklıyor. Ama burada da bir çelişki var: İş birliği bizi hayatta tuttu, evet, ama aynı zamanda bizi başkalarını ezmeye de yönlendirdi. Tüm diğer insan türlerini ortadan kaldırmış olmamız, aslında ne kadar acımasız olduğumuzun kanıtı değil mi? İnsanlığın bu yolculuğunda, çoğu zaman yalnızca kendi çıkarlarımızı düşünerek hareket ettik. Doğayla uyum içinde yaşamak yerine onu kontrol etmeye çalıştık. Bu noktada, insanlık tarihinin en temel sorusu geliyor aklıma: Daha iyi bir yaşam arayışı, bizi gerçekten daha iyi bir hale mi getirdi?
Harari, avcı-toplayıcı dönemden bahsederken, bu yaşam tarzının aslında sanıldığı kadar kötü olmadığını söylüyor. İnsanlar doğayla iç içe, basit ama dengeli bir hayat sürüyorlardı. O dönemi hayal ederken kendime hep şu soruyu sordum: O insanlar daha mı mutluydu? Bugün biz, büyük binalar, teknoloji ve konfor dolu evlerimizle o döneme kıyasla çok daha iyi şartlarda yaşıyoruz gibi görünüyor. Ama aynı zamanda sürekli bir tatminsizlik içinde debeleniyoruz. Daha fazla kazanmak, daha fazla sahip olmak, daha fazla tüketmek… Harari’nin dediği gibi, insanlığın tarihi aslında bir arayışın hikayesi. Hep daha iyiyi, daha fazlasını aradık. Ama bu arayış, bizi geçmişten ne kadar kopardıysa, kendimizden de o kadar uzaklaştırdı. Oysa avcı-toplayıcı günlerde, insanlar hayatta kalmanın ötesinde çok az şeyle ilgileniyordu. Bu sade yaşamın bir yandan huzurlu, bir yandan da kıt kanaat olduğunu düşündüm. Peki, bugün tüm bu karmaşamızla o dönemden daha mı iyiyiz?
Kitap boyunca, insanın doğa ile kurduğu ilişkinin evrimi beni çok etkiledi. Doğanın tam bir parçasıyken, nasıl oldu da kendimizi onun hükümdarı ilan ettik? Harari’nin insanlık tarihine dair bu anlatımı, bir yandan hayranlık uyandırıyor, bir yandan da bir iç sıkıntısı yaratıyor. Düşünsene, milyonlarca yıllık evrim, bizi şu anda oturduğumuz yere getirdi. Ama bu evrim boyunca, acaba kaç defa yanlış kararlar aldık? Kaç kere doğaya, diğer canlılara ve hatta kendimize ihanet ettik? Harari’nin bu soruları kitabın her satırında hissettirdiğini düşünüyorum. İnsanlığın sıradışı yolculuğu, sadece başarılarla değil, pişmanlıklarla da dolu bir hikaye. Bu yolculuğu anlamaya çalışırken, aslında kendimizi anlamaya çalışıyoruz. Belki de bu yüzden Harari’nin anlattıkları bu kadar etkileyici: Çünkü bu hikaye, bizim hikayemiz.
Tarımın Tatlı Tuzakları
Tarım Devrimi… İnsanlık tarihindeki en büyük dönüşüm, aynı zamanda en büyük yanılgı. Harari’nin kitabını okurken bu devrim üzerine düşünmek beni hep karmaşık bir duyguya sürüklüyor. Bir yandan buğday tarlalarının arasında dolaşan, elindeki kazmayla toprağı süren ilk insanları hayal ediyorum; bir yandan da onların farkında olmadan kendilerini nasıl bir yükün altına soktuklarını. Harari, tarımı insanlık için bir ilerleme değil, bir tuzak olarak nitelendiriyor. Ve düşündükçe bu görüşün ne kadar haklı olduğunu görebiliyorsun. Çünkü avcı-toplayıcı hayatın o özgürlüğünden, toprağa bağlı bir kölelik düzenine geçtik. İnsanlar yerleşik hale gelerek buğdayı ekip biçti ama aslında buğday, insanı ehlileştirdi. Kendimizi toprağın efendisi zannederken, birden bire bu tohumun esiri olduk.
Tarım Devrimi’nin bize kazandırdıkları çok açık: Daha fazla yiyecek, daha büyük nüfuslar, daha organize toplumlar… Ama bu kazançların bedelini ağır ödedik. Harari’nin dediği gibi, tarım insanın bedenine yük bindirdi, sırtını büktü, eklem ağrılarını miras bıraktı. Gözümde, sabahın erken saatlerinde tarlaya çıkıp güneşin altında çalışan bir insan canlanıyor. O toprakları işlerken, acaba özgür olduğunu mu düşünüyordu, yoksa mecburiyetten mi yapıyordu bunu? Çünkü tarımla birlikte artık hayatta kalmak için bir şeyler aramaktan fazlasını yapmaya başladık: Daha çok üretmek, daha çok biriktirmek zorundaydık. Bu birikim ihtiyacı, insanlığın ilk eşitsizliklerini de beraberinde getirdi. Kim daha çok toprağa sahipti? Kim daha fazla yiyecek stoklayabiliyordu? Harari’nin bu noktada bize gösterdiği şey, tarımın sadece bir ekonomik değişim değil, aynı zamanda sosyal bir devrim olduğu. İnsanlar arasında sınıf farklarının oluşması, zenginle fakir arasındaki uçurumun doğuşu işte bu devrimle başladı.
Düşünsene, bir tohum, bir avuç buğday, insanlık tarihini nasıl bu kadar değiştirebilir? Tarım, doğayı kontrol etme çabamızın ilk büyük adımıydı. Ama bu kontrol arzusu, aslında doğanın ritmine karşı bir savaş ilanıydı. Harari’nin satırlarında hissettiğim şey, insanın bu savaşta galip gibi görünse de aslında her zaman bir şeyler kaybettiği. Tarımla birlikte insanlar yerleşik hale geldi ve bu yerleşiklik, hayatta kalmayı daha kolay hale getirdiği kadar, dertlerimizi de çoğalttı. Artık bir kabilenin üyesi değil, bir köyün parçasıydık. Ve bu köy, bir düzen talep ediyordu. İnsanlar kurallara boyun eğmek, çalışmak ve topluma katkı sağlamak zorundaydı. Oysa avcı-toplayıcı günlerde, doğanın sunduklarıyla yetinmeyi bilen insanlar bu kadar çok kural ve yükümlülüğe sahip değildi.
Harari’nin Tarım Devrimi’ni bir “aldanış” olarak tanımlaması, modern hayatın kökenlerine dair düşündürüyor beni. Bugün hâlâ çalışıp çabalıyor, para biriktiriyor, kendimize bir hayat kurmaya çalışıyoruz. Tarım Devrimi’nden bu yana değişen bir şey var mı? Yiyeceğimizi depolamak yerine, artık banka hesaplarımızı dolduruyoruz. Ama bu döngü hiç bitmiyor. Tarımın tatlı tuzağı, modern yaşamın da tatlı tuzağı aslında. Çünkü biz, hep daha fazlasını istemeye programlanmış gibiyiz. Ama daha fazlasını elde ettikçe, mutluluk mu yoksa daha büyük bir yük mü kazanıyoruz? İşte Harari’nin bu bölümde sorduğu en temel soru bu. Ve insan, bu sorunun cevabını buldukça, belki de tarih boyunca yaptığı hataları daha iyi anlayabilir. Tarımın tatlı bir tuzak olduğu fikri, aslında modern hayatın ne kadar yanıltıcı olduğunu da yüzümüze çarpıyor. Her şey elimizin altında gibi görünüyor ama aynı zamanda hiçbir şeye sahip değilmişiz gibi hissediyoruz. Belki de asıl tuzak, daha fazlasını isteme arzumuzun kendisidir.
Hayal Gücünün Yaratıcı Gücü
Düşünsene, seni dünyadaki en güçlü varlık yapan şey, kas gücün ya da hızın değil de hayal gücün olsa… Harari’nin en çok akılda kalan tespitlerinden biri bu: İnsanları diğer türlerden ayıran şey zekaları değil, hayal etme ve inanma kapasiteleri. İşte bu fikir, kitabı okurken beni sürekli düşündürdü. Bir hayalin, bir hikayenin bu kadar güçlü olabileceğini, insanlığın kaderini kökten değiştirebileceğini daha önce hiç bu kadar net anlamamıştım. Dinler, devletler, paralar, şirketler… Bunların hepsi, bizim yarattığımız kurgular. Harari’nin deyimiyle, kolektif hayal gücümüzün ürünleri. Ve bu kurgular, bizi birbirimize bağladı, devasa toplumlar inşa etmemizi sağladı. Ama aynı zamanda bizi bu hayallerin kölesi yaptı.
Bir an durup düşün: Para dediğimiz şey, aslında sadece bir kâğıt parçası değil mi? Ama biz ona o kadar inanıyoruz ki, hayatlarımızı bu inancın etrafında kuruyoruz. Ya da devletler… Sınır çizgilerinin, pasaportların varlığı, tamamen insanların zihninde yarattığı bir düzen. Ama bu düzen olmadan yaşamayı hayal bile edemiyoruz. Harari’nin satırlarında dolaşırken, insanın nasıl bu kadar karmaşık bir hikaye yazarı olabileceğine şaşırıyorsun. Çünkü bizim yarattığımız bu hikayeler, artık hayatımızın temel direkleri haline gelmiş durumda. Dinlerin, ideolojilerin, hukuk sistemlerinin hepsi, insanlar arasında güveni ve iş birliğini mümkün kılan ortak inançlar. Ama bir yandan da bu ortak inançlar yüzünden ne kadar çok çatışmaya girdiğimizi düşünmeden edemiyorsun.
Bu noktada insanın hayal gücü hem bir nimet, hem de bir lanet gibi geliyor bana. Hayal gücümüzle dünyayı şekillendirebiliyor, mucizeler yaratabiliyoruz. Ama aynı zamanda bu gücü yıkım için de kullanabiliyoruz. Harari, bunu çok güzel bir şekilde anlatıyor. Bir hikaye, bir inanç sistemi, insanları bir araya getirebilir ama aynı zamanda onları birbirine düşman edebilir. Örneğin, milliyetçilik dediğimiz şey bir hikayeden ibaret. Ama bu hikaye, milyonlarca insanın hayatına mal oldu. Dinler, kitleleri bir arada tutmayı başardı ama aynı zamanda sayısız savaşın nedeni oldu. Hayal gücümüzle yarattığımız her şeyin iki yüzü var: Bizi birleştiren ama aynı zamanda ayrıştıran bir güce sahipler.
Harari’nin kolektif hayal gücü hakkındaki bu görüşü, bana günümüz dünyasını daha farklı bir gözle görmemi sağladı. Bugün bile sosyal medya gibi araçlarla yeni hikayeler yaratıyoruz. Markalar, trendler, ideolojiler… Hepsi modern dünyanın kurguları. İnsanlar, bu hikayelere inanarak hareket ediyor. Ama bu hikayeler, bizi özgürleştiriyor mu, yoksa daha da mı esir ediyor? Bazen modern dünyayı, hayal gücümüzün yarattığı bir labirent gibi düşünüyorum. Bu labirent içinde yolumuzu bulmaya çalışıyoruz ama aynı zamanda bu labirenti genişletip karmaşıklaştıran da biziz.
Sonuçta, Harari’nin dediği gibi, insanın hayal gücü, onu diğer tüm canlılardan ayıran ve dünyayı ele geçirmesini sağlayan en büyük güç. Ama bu güç, bizim aynı zamanda en büyük yükümüz. Yarattığımız hikayelere inandıkça, onların içinde kayboluyoruz. Harari’nin bu bölümde asıl sorduğu soru şu: Hayal gücümüz bizi bu kadar ileri götürürken, bizi ne kadar geri çekiyor? İnsan, bu soruyu kendine sormadan hayal gücünün ne kadar büyük bir potansiyele sahip olduğunu gerçekten anlayabilir mi? Belki de insanlık, kendi hayal dünyasında yolunu bulmaya çalışırken, bir gün bu hikayelerin içinde kaybolup gitmeyi göze almalı. Bu, hayal gücümüzün hem lütfu hem de laneti.
Bilim, İlerleme ve İnsan Tanrılar
Bilim… İnsanlığın yıldızlara dokunmasını sağlayan en büyük güç. Harari, bilimsel devrimi insanlık tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olarak ele alıyor. Ve bunda haksız değil; bilim sayesinde yalnızca dünyayı değil, kendi varlığımızı da anlamaya çalışıyoruz. Ancak Harari’nin kitabında altını çizdiği bir nokta var: Bilim, evrenin bir amacı olmadığı fikrini ortaya koyar gibi görünse de, aslında bu, bilimin değil, bilimi yorumlayanların bir çıkarımıdır. Bilim, evrenin mekanizmalarını açıklar; neden-sonuç ilişkilerini kurar, teoriler geliştirir. Ancak “Evrenin amacı yok” gibi bir görüş, bilimsel bir bulgu değil, tamamen felsefi bir yorumdur. Ve bana göre, bu yorum ne kadar yaygın olursa olsun, insanın anlam arayışını tek başına susturamaz.
Harari’nin kitabını okurken bu konuyu sık sık düşündüm. Bilim, evrenin işleyişini anlama çabamızın en büyük aracı. Atomun sırlarından galaksilerin hareketine kadar birçok soruya cevap veriyor. Ancak bilimin bize sunduğu bu açıklamalar, evrenin nihai bir amacı olup olmadığı konusunda sessiz kalır. Çünkü bu, bilimin sınırları dışında bir sorudur. Harari’nin bilimin ilerlemesiyle insanların eski mitlerden ve inanç sistemlerinden uzaklaştığını söylemesi doğru olabilir. Ama bu, bilimsel bir gerçeğin değil, modern dünyanın felsefi eğilimlerinin bir sonucudur. Ve bu noktada, Harari’nin karamsarlığını paylaşmakta zorlanıyorum. Çünkü bilim, bize bir şeyin amacını söylemez; o, nasıl işlediğini söyler. Amacı aramak, insanın zihnindeki bir ihtiyaçtır ve bu ihtiyaç, bilimsel açıklamalarla bitmez.
Bilimin insanlık için açtığı kapılar inanılmaz. Genetik mühendislik sayesinde DNA’mızı yeniden yazıyoruz, ölümsüzlüğü arıyoruz. Harari’nin diyor ki, bilim, insanı bir tanrıya dönüştürme potansiyeline sahip. Ama bu güç, beraberinde bir sorumluluk getiriyor. Çünkü doğayı anlamak ve ona hükmetmek arasındaki çizgi çok ince. Harari, insanın bu gücü kontrol edemeyebileceği konusunda uyarıyor. Ve bu uyarı, bilimin doğasına dair düşüncelerimi yeniden gözden geçirmemi sağladı. Bilim, doğru ellerde bir ışık, yanlış ellerde ise bir yıkım aracına dönüşebilir. Bu da bilimin değil, insanın ne yapacağına bağlıdır.
Bilim ve teknoloji ilerledikçe, insanlık artık yalnızca doğayı değil, kendi evrimini de kontrol etme noktasına geldi. Ancak bu, beraberinde büyük etik soruları da getiriyor: İnsan, bu kadar büyük bir gücün sorumluluğunu taşıyabilecek mi? Harari’nin kitabını okurken bu sorunun cevabını bulmak için daha fazla sorgulama ihtiyacı hissettim. Çünkü bilim bize bir yandan yeni kapılar açıyor, diğer yandan bizi bilinmeyen bir gelecekle yüzleşmeye zorluyor. Ve bu gelecekte, insanın kendi anlamını bulup bulamayacağı, bilimi nasıl kullandığına bağlı.
Tarihin Unuttuğu Sesler
Tarih kitaplarını açtığınızda ne görürsünüz? Büyük zaferler, fetihler, kahraman liderler… Her şey kazananların hikayesi üzerine kuruludur. Harari’nin kitabını okurken, tarihin aslında ne kadar eksik yazıldığını bir kez daha fark ettim. Fethedilen topraklar, kazanılan savaşlar, ele geçirilen şehirler büyük birer başarı olarak anlatılır. Ama o topraklarda yaşayan insanlara ne oldu? Bu soruyu sormak kimsenin aklına gelmez. Harari’nin bu sessiz sorusu, kitabın en sarsıcı yanlarından biri. Çünkü tarih, genelde kazananların gururla yazdığı bir destandır; kaybedenlerin yaşadığı acılar ise karanlıkta unutulur.
Her fetih bir hikayedir; genelde zaferi kazanan liderin, ordularının gücüyle yazılmış bir hikaye. Ama bu hikayenin diğer yüzü nasıldır? Fethedilen topraklarda yaşayan insanlar için bu zafer, yaşamlarının altüst olması demektir. Evi yağmalanan, ailesi öldürülen ya da köle olarak alınan binlerce, belki milyonlarca insan… Tarih bu kaybedenleri anlatmaz. Harari’nin dediği gibi, kazananların hikayesi anlatılırken, kaybedenlerin çığlıkları tarihin derinliklerine gömülür. Örneğin, bir imparatorun yeni topraklar fethettiği ve büyük bir medeniyet kurduğu anlatılır. Ama bu medeniyetin üzerine basarak yükseldiği insanların hikayesi hep eksik kalır. Fethedilen yerlerde yaşayan halk, artık kendi hayatlarına sahip değildir; yeni bir düzenin, yeni bir gücün altında yaşamaya mahkum olmuştur. Ancak bu mahkumiyetin öyküsü, tarihin görmezden geldiği bir trajedidir.
Harari, bu noktada tarihin gerçek yüzünü gösteriyor. Fetihler ve savaşlar, sadece güçlünün üstünlüğünü pekiştirdiği olaylar değil, aynı zamanda zayıfların sesinin tamamen susturulduğu anlardır. Örneğin, bir krallığın genişlemesini övebiliriz; oysa bu genişlemenin, yerli halkın evsiz kalması, kültürlerinin yok edilmesi ya da dillerinin unutturulması anlamına geldiğini pek düşünmeyiz. Harari’nin kitabı, bu susturulan hikayeleri yeniden düşünmemizi sağlıyor. Çünkü tarihte bir liderin adı ne kadar gururla anılıyorsa, arkasında bıraktığı o kadar çok acı vardır. Bu acılar, tarih kitaplarında yazmaz ama o halkların hafızasında, o toprakların ruhunda hep yaşar.
Fetihler sadece toprakları ele geçirmekle kalmaz, aynı zamanda insanların hayatlarını, kültürlerini ve kimliklerini de siler. Harari, bu noktada tarih yazımının ne kadar tek taraflı olduğunu vurguluyor. Kazananların kahramanlaştırıldığı bir tarih anlatısı, kaybedenlerin yok sayıldığı bir geçmişi de beraberinde getirir. Örneğin, bir savaşın sonunda kazanan bir imparatorun anıtları dikilir, destanları yazılır. Ama o savaşta evlerini kaybedenler, sevdiklerini yitirenler, köle olarak alınanlar… Onların hikayesi yoktur. Çünkü tarih, gücün hikayesidir. Ve bu güç, zayıf olanın sesi duyulmasın diye büyük bir perde çeker.
Bu noktada düşünmeden edemiyorum: Zafer dediğimiz şey gerçekten bir kazanç mı? Yoksa bir başka halkın acısının üzerine kurulmuş bir yanılsama mı? Harari’nin bu soruyu dolaylı yoldan sorması, tarih anlayışımı sorgulamama neden oldu. Çünkü tarih, yalnızca kazananların değil, kaybedenlerin de hikayesidir. Fethedilen toprakların gerçek hikayesi, savaş meydanında değil, o topraklarda yaşayan insanların yaşadığı travmalarda gizlidir. Bu travmalar, tarihin gölgesinde kalır ama o halkların ruhunda yankılanmaya devam eder.
Harari’nin anlattığı bu unutturulmuş sesler, beni derin bir sorgulamaya itti. Kazananların yazdığı tarih, aslında yarım bir hikayedir. Fetihler, savaşlar, zaferler… Bunların ardında kimlerin ezildiğini, kimlerin susturulduğunu görmezden gelirsek, gerçek tarihi nasıl anlayabiliriz? Belki de Harari’nin kitabında bizi en çok sarsan şey bu: Tarih, bir zaferler dizisi değil, aynı zamanda büyük bir trajediler zinciridir. Bu trajedileri görmeden, geçmişi gerçekten anlayamayız. Ve geçmişi anlayamazsak, geleceği de doğru bir şekilde inşa edemeyiz. Çünkü tarihin unuttuğu sesler, aslında insanlığın en gerçek hikayeleridir.
Son Söz: Sapiens’ten Ne Öğreniyoruz?
Harari’nin Sapiens kitabını bitirdiğimde, aklımda sadece bir soru vardı: “Biz insanlar, bu kadar uzun ve karmaşık bir yolculuğun sonunda gerçekten ne olduk?” Sayfalar boyunca insanlık tarihini yeniden düşünmemi sağlayan bu eser, sonunda beni derin bir boşlukla baş başa bıraktı. Çünkü kitap, kazandıklarımız kadar kaybettiklerimizi, yarattığımız kadar yok ettiğimizi ve ilerlediğimizi düşündüğümüz her adımda aslında ne kadar tökezlediğimizi gösteriyor. Harari’nin sunduğu tarih, bir zafer hikayesi değil, bir yolculuğun hikayesi. Ve bu yolculuğun sonunda varmamız gereken yer hâlâ belirsiz. Çünkü biz, evrimin bir ürünü olmaktan çıkıp kendi geleceğini belirleme noktasına geldik. Ama bu değişim bizi nereye götürecek?
Harari’nin kitabında en çok vurguladığı şeylerden biri, insanın hayal gücünün ne kadar güçlü olduğuydu. Kolektif hikayeler yarattık, bu hikayelere inanarak koca kitleleri bir araya getirdik, toplumlar kurduk, savaşlar yaptık, devrimler gerçekleştirdik. Ama bu hikayeler bazen bizi birleştirirken, bazen de derin ayrışmalara sebep oldu. Para, din, devletler… Bunların hepsi birer kurgu. Ama bu kurguların yaratıcısı olan insan, bir süre sonra kendi yarattıklarının esiri oldu. Harari’nin bu tespiti, modern dünyaya dair birçok soruyu beraberinde getiriyor. Bugün bile, teknoloji ve küreselleşme çağında yaşarken, hâlâ bu kurguların peşinden gidiyoruz. Ama bu bizi gerçekten mutlu ediyor mu? Yoksa sadece daha büyük bir boşluğa mı sürüklüyor?
Sapiens’i okurken, insanın anlam arayışına olan ihtiyacını derinden hissettim. Harari’nin bilimsel ve tarihsel analizleri, birçok eski miti yıkıyor. Ancak bu mitlerin yıkılması, insandaki anlam arayışını sonlandırmıyor; tam tersine, daha büyük sorular doğuruyor. Harari’nin “Evrenin bir amacı yok” gibi yorumlarına katılmasam da, onun bu karamsarlığının ardındaki gerçeği görebiliyorum: İnsan, tarih boyunca bir anlam arayışı içinde yaşadı. Bu arayış, bazen hayal kırıklıklarıyla sonuçlandı, bazen yeni keşiflerle. Ama sonuç ne olursa olsun, bu arayış hiç bitmedi. Çünkü insan dediğimiz varlık, sadece var olmakla yetinemiyor; varoluşuna bir anlam yüklemek istiyor. Bu anlam, bazen bir dine inanmak, bazen bir sanat eseri yaratmak, bazen de sadece bir sorunun cevabını aramak oluyor.
Son olarak, Harari’nin kitabının bana düşündürdüğü en önemli şey şu oldu: İnsanlık, yalnızca geçmişini anlamaya çalışarak geleceğini şekillendirebilir. Tarih, sadece bir bilgi yığını değil, aynı
Yeni Tunikler,Eski Zincirler

Zaman, kimi için akan bir ırmak, kimi içinse durduğu yerde çürüyen bir bataktı. Ama bu çağda, zaman herkesin ellerini birbirine kelepçelemiş gibiydi. Sessizce. Kimse bağırmıyordu, kimse kaçmıyordu. Sadece başlarını eğip, adımlarını dikkatlice yere koyuyor, düşmeden yürümeye çalışıyorlardı. Kimse zincirlerinin ağırlığını sorgulamıyordu artık. Zincir görünmezdi çünkü. Ve görünmeyen şeyler, insanın boynunu daha az acıtır sanılırdı. Oysa bu çağ, acının adını bile anmadığı için daha öldürücüydü.
Adı Halvas’tı. Doğduğunda ona böyle demişlerdi. Sesini ilk duyduklarında, anasının yüzü bile umursamaz bir ifadeyle dönüp bakmış, süt vermesi hatırlatılınca yanağını çevirmişti. Hayata gelişi bir hatırlatma sonucu olmuştu, tıpkı hayatı boyunca yapacağı işler gibi. Birinin ona işaret etmesi gerekecek, o da yapacaktı. Bir tarlanın kenarında, çorak ve sert bir toprağın üstünde büyüdü Halvas. Sonra büyümeyi bıraktı. Bedeni irileşti, elleri kütük gibi oldu ama büyümek başka bir şeydi. O, yalnızca büyütüldü. İri bir hayvan gibi.
Sene, kimilerine göre takvimde M.Ö. 300’dü. Kimilerine göreyse, hep aynı gündü. Halvas sabahları aynı gökyüzüne bakarak uyanıyordu. Gökyüzü, güneşin rengiyle değişiyor ama anlamı değişmiyordu. O sabah, ellerini sert toprakta gezdirdi. Toprağı sevmezdi. Sevginin ne olduğunu da pek bilmezdi. Ama toprağı kazmazsa, aç kalacağını biliyordu. Onun da hayatta bildiği tek şey buydu zaten: Toprağı kazmazsan, aç kalırsın. Aç kalırsan, dövülürsün. Dövülürsen, bir daha toprağı kazamazsın. Ve kazamazsan… ölürsün. Dönüp dolaşıp hep aynı yere gelen bir şarkı gibiydi bu.
O sabah, kara hardal tohumları topluyordu. Parlak sarı çiçekler, ellerine bulaşıyor ama bu renkler bile ona bir şey hissettirmiyordu. Yarım minanın biraz üstünde toplamıştı. İyi sayılırdı. Her zaman iyi olmak zorundaydı. Yanında çalışan ince yapılı bir çocuk vardı. Adını bilmiyordu. Seslenmesi gerekirse, yanına bir taş fırlatırdı. Çocuk yarım minanın yarısını bile toplayamamıştı. Halvas, o an onu gördü. Ama gözlerini kaçırdı. Çünkü onunla göz göze gelirse, bir şey hissetme riski vardı. Oysa hiçbir şey hissetmemek, sağ kalmanın tek yoluydu.
Günün sonunda, tohum dolu sepetleri başlarında dikilen beyaz örtülü adamlara gösterdiler. Beyaz adamlar, sessizdi. Ama onların sessizliği, taş gibiydi. Konuştuklarında insanın içini üşütürdü. O gün, çocuk az toplayınca, beyaz adam sessizliğini bozdu. “Aranızdaki fark ne?” dedi. “O çalışırken sen ne yapıyordun?” Çocuk cevap veremedi. Halvas da cevap vermedi. Kimse cevap vermezdi zaten. Cevaplar sadece eylemlerle verilirdi burada.
Çocuğun kolundan tutup pisliğin içine bastırdılar. Halvas baktı. Sadece baktı. Gözlerini kaçırmadı ama yardım da etmedi. Bu, başını eğmeden boyun eğmenin bir yoluydu. Sessiz kalırsan, hayatta kalırsın. Kimsenin avukatı olma. Kimsenin sesi olma. Halvas bunu yıllar önce öğrenmişti.
Yıllar geçti. Kaç yıl bilmiyordu. Günlerin sayısını tutmak, birinin görevi değildi. Halvas artık tarla kazmıyor, beyaz adamların gölgesinde geziyordu. Diğerlerini denetliyordu. Yanında bir beyaz varsa, onun göz hareketlerinden anlamlar çıkarıyordu. Kaşı çatıldığında, hemen ileri atılıp, diğerlerinden birinin sırtına asasını indiriyordu. Kaşı kalkarsa, gülümsüyordu. Ve bazen, beyaz adam yokken de aynı hareketleri yapıyordu. Alışkanlık böyle bir şeydi. Zamanla, düşünmeden yapılan eylemler, insanın kendisi haline gelirdi.
Bir gün ona mavi taşlı bir tunik verdiler. Giysi, pahalıydı. Halvas, onu giydiğinde ilk başta utandı. Ama sonra, herkesin gözünün kendisinde olduğunu fark etti. Onu diğerlerinden ayıran bir işaret gibiydi o giysi. Halvas asla giysisini övmedi. Ses etmedi. Ama yürürken biraz daha dik yürüdü. Elleri arkada, ağır adımlarla dolaştı. Tıpkı beyaz adamlar gibi. Kimse diline anlam veremediği sözcükler serpiştirdiğinde sorgulamadı. O dili konuşmuyorlardı, ama Halvas biliyordu: Farklı olduğunu göstermek için anlamaya gerek yoktu.
O artık kölelerin en büyüğüydü. Yine köleydi ama diğerlerinden farklıydı. O kendisine böyle anlatıyordu. Yine aç kalmamak için çalışıyordu. Yine kırbaç seslerini dinliyordu. Ama artık vuran taraftaydı. Onun adı Halvas’tı. Yüzü sert, sesi tok. Gözlerinde kimsenin görmediği bir boşluk vardı. Ve kimse sormuyordu, “Neden?”
O çağda, kimse sormuyordu zaten.
***
Sonra yıl döndü. Adına artık M.S. 2020 diyorlardı. Ama bazıları hâlâ, hep aynı günü yaşıyordu. Sadece kostümler değişmişti.
Adı Doruk’tu. Modern bir şehirde doğmuştu. Doğduğunda babası, adını “zirve” olsun diye koymuştu ama Doruk hep yere bakarak yürüyordu. Okulda, defterini düzgün tutar, çizgiyi taşırmazdı. Öğretmeni kızdığında, hemen başını eğerdi. Yanında oturan çocuk bir gün, haksız yere azar yiyince, onun yerine konuşan çocuk cezalandırıldı. Doruk o gün bir şey öğrendi. “Kendi işine bak.” Ve bir de şunu: “Kimsenin avukatı olma.”
Yıllar geçti. Doruk iyi bir üniversite kazandı. İyi notlar aldı. İşe girdi. Takım elbisesini ütülü giydi. Sabahlara kadar sunum hazırladı. Patronu espri yaptığında gülüp gülmemeye patronun yüzüne bakarak karar verdi. Masaya yeni bir fikir geldiğinde önce patronunun kaşına baktı. Kaşı çatılırsa, fikir kötüydü. Kalkarsa, destekledi. Başını eğmeden boyun eğmek buydu.
Doruk artık iyi bir maaş alıyordu. Yeni model telefonlar, parlayan saatler, hızla değişen otomobiller… Sahip olduklarıydı onun zincirleri. Ama o zincirleri, takı gibi taşıyordu. Sosyal medyada paylaştığı fotoğraflarda, altına yazdığı esprili cümlelerde hep şunu fısıldıyordu: “Bakın, farklıyım.” Oysa Doruk her sabah saat yedide kalkıyor, başkasının hayalini gerçekleştirmek için çalışıyordu. Hayatı boyunca asla gerçekten kendi için uyanmamıştı.
Dünyada kölelik yoktu artık. Sınıf farkı da. Öyle diyorlardı. Zincirler görünmezdi çünkü. Ve Doruk, görünmeyen zincirlerin en parlak halkasına tutunmuştu. En sevdiği kitap, Özgürlüğün Yolculuğu, en sevdiği film Asi Ruhu idi. Ama pazartesi sabahı yine plazanın otomatik kapısından başını öne eğerek geçiyordu.
Doruk, zeki, modern ve medeni bir adamdı.
Ve bu çağ hâlâ bitmemişti.
Bu çağ, Sessiz Hizmetkârların Çağı’ydı.
.