İlk yazıda “Tanrıdan Sonra Kim Kaldı?” diye sormuştuk ve Tanrı’nın çekildiği tahtı bireyin devralışını, sonra o bireyin de altının nasıl oyulduğunu konuşmuştuk. Din, doğa, anlam ve değer kavramları üzerinden yürümüştük. İlk yazıyı okumak için : https://neohermosta.blog/2025/04/09/tanridan-sonra-kim-kaldi-birey-din-ve-anlam-uzerine/
Tanrı Tahtı Bıraktıysa, Birey Nereye Oturacak?
Bir insanın Tanrı’dan vazgeçmesi kolay değildir. Ama bazen daha zoru, Tanrı’dan arta kalan boşlukla yaşamaktır. İlk yazıda sormuştuk: Tanrı merkezin dışına itildiğinde, yerine birey oturtulmuştu. Ama sonra ne oldu? Birey de tahtta uzun süre kalamadı. Çünkü yük çok fazlaydı. Ve şimdi o taht boş. Peki ya şimdi? Şimdi kim var merkezin ortasında? Cevap çoğunlukla şu: Hiç kimse.
Bireycilik, yalnızca kendin için yaşamak değil; kendinle baş başa kalmayı da göze almak demektir. Bu kulağa romantik gelebilir, ama içi öyle değil. Çünkü Tanrı varsa, seni izleyen, seni bilen, seni duyan biri var demektir. Ve bu tek başına bile, en karanlık gecede bir soba gibi ısıtır insanı. Ama Tanrı çekildiyse, artık tek başınasındır. Ve o yalnızlık, çoğu zaman özgürlük değil, ıssızlık hissi doğurur.
Modern birey, bir anlamda iki uçurum arasında sıkışmıştır: Bir yanda kendi kaderini tayin etme özgürlüğü, diğer yanda her kararın sorumluluğunu tek başına taşıma yükü. Tanrıdan miras kalan emirler, artık bireyin omzuna yıkılmıştır. Ne yapması gerektiğini söyleyen yoktur. Ne “günah” ne de “sevap” evrensel değildir artık. Her şey tartışmalıdır. Bu da bireyi görünmeyen bir tereddüt denizine fırlatır. Ve çoğu zaman boğulmak kaçınılmazdır.
Nietzsche’nin dediği gibi, Tanrı öldüyse, biz neyin kutsal olduğunu kimden öğreneceğiz? Birey kendi kutsallarını icat etmek zorundadır ama bunu yaparken sürekli şüpheyle kuşatılır. Çünkü kendi icat ettiğin şeye ne kadar inanabilirsin ki? İşte bu yüzden modern birey, çoğu zaman rol yapar. Değerli olduğunu düşünmek ister ama içten içe bunun da bir oyun olduğunun farkındadır. “Kendim için yaşıyorum” der ama ne için yaşadığını bilmez. Ve zamanla bu belirsizlik, “varoluşsal depresyon” denilen o görünmez boşluğa dönüşür.
İşte burada devreye “özgürlük” kavramı girer ama bu da çoğu zaman yanlış anlaşılır. Özgürlük, sadece kuralsızlık değildir. Sınırsızlık hiç değildir. Gerçek özgürlük, yönünü senin belirlediğin bir yolculuktur — ama o yolun haritası da, sorumluluğu da, hesabı da sana aittir. Tanrı’nın olmadığı bir dünyada, özgürlük aynı zamanda cezadır. Çünkü artık neyin “iyi” olduğunu Tanrı değil, sen belirleyeceksin. Ve eğer hata yaparsan, hiçbir ilahî plan seni kurtarmayacak. Başardığında övgü yok. Kaybettiğinde teselli yok. Çünkü artık gökyüzü sessiz.
Ama işin trajik tarafı şu: Tanrı’nın yerine geçen birey, zamanla kendinden de kuşku duymaya başlıyor. Çünkü bireycilik, salt benlik değil; aynı zamanda sürekli kendinle karşı karşıya kalmaktır. Bir Tanrı seni yargıladığında bu adil ya da değil, ama tanıdık bir yargıdır. Oysa insan kendi kendini yargıladığında hem hâkim, hem sanık, hem de cellat olur. Ve bu tür bir içsel mahkemede çoğu zaman af çıkmaz.
İşte bu yüzden birey, anlam ihtiyacını karşılamak için yeniden “bağ” kurmaya çalışır. Ama bu kez Tanrı’yla değil. Kimliklerle, ideolojilerle, gruplarla, kültürlerle, romantik ilişkilerle… Hatta kimi zaman travmalarla. Çünkü hiçbir şey değilse bile, acı bile bir aidiyettir. “Ben şu yüzden böyleyim” diyebilmek bile bireyi anlamsızlıktan kurtarır. Ama tüm bunlar, sadece bir “ikame Tanrı” bulma çabasıdır. Çünkü o taht hâlâ boş durmaktadır ve insan zihni boş tahtlara tahammül edemez.
Burada asıl soruya geliyoruz: Tanrı’nın yokluğunda birey ne yapmalı? Kendi değerlerini yaratmalı mı? Yoksa bir “üst otorite” olmadan değer inşa etmek mümkün değil mi? İşte bu noktada Kierkegaard’a dönüyoruz. O der ki, birey Tanrı’nın sessizliğine rağmen inançla yaşamalıdır. İnanç burada bilgi değil, bir atılamayan adımdır. Absürt bir teslimiyet. Yani her şey anlamsız olsa bile, sen anlamlıymış gibi yaşarsın. Bu tutum, Tanrı’nın yokluğuna rağmen onun varlığını varsaymak gibidir. Ve bu cesaret, belki de en gerçek bireyciliktir: hiçbir garantin olmadan yaşamak.
Ama herkes Kierkegaard olamaz. Çoğumuz bu uçurumun kenarında titreyerek dururuz. “Ya yoksa?” korkusu her zaman içimizde yankılanır. Ve bu yankı, bize en çok şunu fısıldar: Belki de birey olmanın bedeli, sonsuz bir tereddüttür. Çünkü ne yaparsan yap, hiçbir şeyin mutlak olmadığını bilirsin. Ne inancın, ne reddedişin, ne sevgin, ne öfken… Ve bu gri bölge, seni özgür kıldığı kadar yorar da. Çünkü artık ne günah ne sevap vardır. Sadece sen varsındır. Ve o da yetmez çoğu zaman.
Tanrı varsa anlam vardır. Tanrı yoksa, anlam bir tercihten ibarettir. İşte bu denklemin basit gibi görünen ama taş gibi ağır tarafı burada yatar: Eğer Tanrı gerçekten yoksa, birey yalnızca var olmakla kalmaz, aynı zamanda tüm anlam yükünü de tek başına taşımak zorunda kalır. Bu, özgürlük değildir — bir sorumluluk krizidir.
Çünkü Tanrı fikri sadece dini ya da mistik bir ihtiyaç değildir. Aynı zamanda ontolojik bir çerçevedir. İyi-kötü nedir? Adalet nedir? İnsan neden değerlidir? Bu soruların herhangi birine Tanrı olmadan evrensel bir cevap vermek kolay değildir. Elimizde kalan sadece “şu an için geçerli olan” normlar, toplumların üzerinde anlaştığı geçici kurallardır. Peki ya bu normlar değişirse? O zaman ahlak da değişir. Bu durumda birey, kendi ahlakını yaratmak zorundadır ama bu yaratımın mutlak bir zemini yoktur. Kendi ahlakını icat eden birey, kendi yasasının tek hakimi olur. Ve tarihin gösterdiği üzere, bu tür bireylerin sayısı arttığında medeniyet değil, anarşi doğar.
İşte bu noktada bazı düşünürler —Kierkegaard’dan Camus’ye, Dostoyevski’den Sartre’a— şunu sorar: Birey Tanrı olmadan bir sistem kurabilir mi? Ya da daha doğru soruyla: Birey Tanrı olmadan birey kalabilir mi?
Çünkü birey dediğimiz şey, aslında büyük anlatılar sayesinde şekillenen bir kavramdır. Modern bireycilik, her ne kadar Tanrı’dan bağımsızmış gibi sunulsa da, kökeni itibariyle Teistik bir arka plana sahiptir. Tanrı’nın huzurundaki eşit “kul” fikri, Batı düşüncesinde birey kavramını doğurmuştur. Ama sonra, o Tanrı denklemden çıkarılınca, geriye “eşit birey” değil; birbirinden kopuk, anlam arayan, yalnız varlıklar kaldı.
Bugün yaşadığımız bireysel kriz, sadece özgürlükle ilgili değildir. Aynı zamanda değer üretimiyle ilgilidir. Kendini özgür gören birey, aynı zamanda kendini değerli de görmek ister. Ama neye göre? Eğer Tanrı yoksa, birey neden değerlidir? Evrimsel olarak faydalı olduğu için mi? Peki o zaman başka hiçbir işe yaramayan biri —örneğin ağır engelli bir birey— neden yaşamalı? Bu soruya evrensel bir etik sistem sunmadan cevap vermek neredeyse imkânsızdır.
İşte tam bu noktada Tanrı fikrinin kaybı, sadece metafizik değil, ahlaki ve politik bir boşluk da yaratır. Modern çağ bu boşluğu çeşitli yollarla doldurmaya çalıştı: ideolojilerle, ulus devletle, hümanizmle, bilimin kutsallaştırılmasıyla… Ama hiçbiri, Tanrı’nın sağladığı mutlak çerçevenin yerini tam olarak dolduramadı. Bilim, bir şeyin ne olduğunu söyler — ne olması gerektiğini değil. Hümanizm insanı değerli sayar ama neden sorusunu geçiştirir. Seküler etik, evrensel olma iddiasıyla ortaya çıkar ama uygulamada kültürel göreceliğe çarpar.
Kısacası, modern birey Tanrı’dan kurtuldu ama yerine ne koyacağını bilemedi.
Bu noktada şu çok açık: Bireycilik, Tanrı’ya gerek duymayan bir özgürlük biçimi olarak sunuluyor ama kendi içinde dayanak eksikliği taşıyor. Çünkü özgürlükten söz edebilmek için önce özgürlüğün sınırlarını, değerini ve sorumluluğunu tanımlamak gerekir. Tanrı fikriyle desteklenen bireycilik, bu çerçeveyi sağlamıştır: “Özgürsün ama hesaba çekileceksin.” Tanrı olmadan özgürlük varsa da, hesap yoktur. Ve bu durumda özgürlük, bir tür sorumsuzluk alanına dönüşür.
Yani birey, Tanrı’yı reddettiğinde aslında sadece otoriteyi değil, anlamı da terk etmiş olur. Ve bu anlam boşluğu içinde birey, ya radikal nihilizme düşer, ya da eski sistemin yerine yeni inançlar yaratır. Bugün herkesin kimliğini inanç yerine koyması, sürekli bir aidiyet ihtiyacı duyması bu yüzdendir. İnsan, kendi başına var olamıyor. Çünkü “yalnız birey” bir idealdir ama “yalnız birey” gerçekte taşınması çok zor bir yüktür.
Bu yazının sonunda hâlâ şunu söyleyebilirim: Tanrı’nın varlığı akılcı bir zorunluluk değildir belki ama toplumsal ve etik bir çerçeve için hâlâ en sağlam model olabilir. Bunu bir inanan gibi değil, bir gözlemci gibi söylüyorum. Çünkü tarih boyunca, Tanrı’nın yerine başka şeyler koyduk. Hepsi bir noktada ya çöktü, ya da tiranlığa dönüştü. Belki de Tanrı’yı “inanmak için” değil, insanlığın kendi sınırlarını bilmesi için düşünmeliyiz. En azından şimdilik.
Kategori: derinliği olmayan kişisel görüşlerim
Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine
Tanrıdan Sonra Kim Kaldı? Birey, Din ve Anlam Üzerine
Nasreddin Hoca göle maya çalmış. “Tutmaz ki” demişler. “Ya tutarsa” demiş. Bireycilik üzerine konuşmak da biraz buna benziyor. İnsanlık tarihi boyunca ya Tanrıya, ya topluma, ya da düzene bel bağlamış bir varlık türünden bahsediyoruz. Şimdi kalkıp da “ya insan kendi başına bir değer olabilir mi?” diye sormak, göle maya çalmaktan farksız. Tutmuyor çünkü. Ama ya tutarsa? İşte bu sorunun peşinden gitmek gerekiyor. Çünkü bir noktada şu gerçekle yüzleşiyoruz: Tanrı merkezin dışına itildikten sonra onun boşalttığı tahtı dolduracak birini aradık. İlk aday “birey”di. Ama işte, o tahta çıkan her kimse, orada uzun süre kalamıyor.
Ortaçağ boyunca Avrupa’nın aklı da kalbi de kilisenin elindeydi. Ama bu öyle sadece teolojik bir egemenlik değildi. Aristo’dan Platon’a kadar Antik Yunan filozoflarının otoritesiyle beslenmiş, taş gibi bir metafizik inşa edilmişti. İnsan birey değildi, Tanrı’nın huzurunda sadece bir kuldu. Toplum da bireyden önce gelirdi. İnsan kendi adına değil, Tanrı adına yaşardı. Birey olmak bir ayrıcalık değildi, neredeyse bir sapmaydı. Fakat zamanla, bilimin yükselişiyle birlikte Tanrı’nın otoritesi çatırdamaya başladı. Evrenin mekanik olduğu, doğanın yasalara bağlı şekilde işlediği ortaya çıktıkça, “Tanrı her an her şeyi yöneten bir irade midir, yoksa bu evreni kurup çekip giden bir saatçi mi?” sorusu ortaya atıldı.
Ve işte bu soruyla birlikte, Tanrı merkezin dışına atıldı. Felsefe tarihinin o kritik kırılmasında, insan “tahta” çıkarıldı. Descartes’la birlikte “özne” kavramı doğdu: “Düşünüyorum, öyleyse varım.” Yani önce birey vardı. Ondan sonra evren, toplum, hatta Tanrı anlam kazandı. Birey, kendi varlığını ispat ettikten sonra diğerlerini sorgulayabilirdi. Ama burada garip bir çelişki doğdu: Tanrı’yı dışlayarak bireyi merkeze almak, bir süre sonra bireyin de altını oydu. Çünkü mekanik bir evrende, eğer her şey determinizme bağlıysa, bireyin özgür iradesi ne kadar geçerli olabilir ki? Eğer zaten Tanrı yoksa, bireyin anlamı neye dayanacak?
O dönem filozofları bu boşluğu fark etti. “Bireyi tanrılaştırdık ama altı boş kaldı” dediler. Çünkü Tanrı’yı kaybetmenin anlamı sadece bir inancı yitirmek değil, aynı zamanda bireyin değerini temellendirebileceği kaynağı da kaybetmekti. Eğer Tanrı yoksa, insanın kendini üstün görmesi neden meşru olsun? Eğer insan, doğanın geri kalanından sadece birkaç fazla sinapsla ayrılıyorsa, o zaman neden onun yaşamı, bir ağaçtan, bir fareden, bir köpekten daha değerli olsun?
İşte bu soruların cevapsız kalması, modern zamanlarda “doğa”yı merkeze yerleştirdi. İnsan artık Tanrı’nın değil, doğanın bir parçasıydı. Hatta bir noktadan sonra, insanın doğayla özdeş görülmesi, insanın değerini değil, doğanın değerini artırdı. Hayvanseverlik, çevrecilik, veganlık, vejetaryenlik gibi pratiklerin arkasında aslında metafizik bir kayma vardı: Doğa artık araç değil, amaçtı. Yani insan doğayı kendi çıkarları için korumuyordu; doğa sırf “var olduğu” için değerliydi. Bu, ilk bakışta çok ahlaklı ve duyarlı bir yaklaşım gibi görünse de aslında bireyin özel konumunu tamamen ortadan kaldıran, “insanı sıradanlaştıran” bir ideolojik dönüşümdü.
Bireycilik bu noktada yeni bir sınavla karşılaştı. Çünkü artık birey sadece toplumun baskısıyla değil, doğanın kutsanmasıyla da arka plana itiliyordu. Artık köpekler insanlarla eşitleniyor, ormana beton dökmek doğaya değil “Tanrı’ya hakaret” gibi görülüyordu. Birey, kendi iradesiyle, zekâsıyla, düşünebilme yeteneğiyle, estetik zevkiyle, karar verme özgürlüğüyle diğer canlılardan ayrılmaya çalıştıkça “egosantrik” olmakla suçlanıyordu. Ama işin tuhaf tarafı şu ki: Kedi sahiplenen biri, sırf “estetik sebeplerle” sevimli bulduğu için bir kedi istese linç ediliyordu. Çünkü doğaya ve canlılara olan sevgi “koşulsuz” olmalıydı. İnsan bir şeyden hoşlandığı için değil, o şey “var olduğu için” değerliydi. Ve bu, bireyin isteklerinin artık ahlaki anlamda değersizleştiği bir düzene kapı aralıyordu.
Peki ama bu birey dediğimiz şey ne? Egoizmle aynı şey değil. Bireycilik, her insanın biricik olduğu, kendi amacı için yaşadığı, hayatının sorumluluğunu taşıdığı fikrine dayanır. Bireyciliğin kalbinde, insanın kendinde bir “amaç” olması fikri yatar. Yani insan başkaları için araç değil, kendi için yaşayan bir varlıktır. Ama burada kilit bir sorun devreye girer: Eğer evrende bir Tanrı yoksa, insanın “kendinde amaç” olması nasıl temellendirilecek? Yani insan neden “amaç” olsun ki? Neye göre? Kime göre?
Din bu soruya net bir cevap verir. Der ki: “İnsan Allah’ın yarattığı en değerli varlıktır.” Bu, insanı diğerlerinden üstün kılar. Çünkü insan akıl sahibidir, irade sahibidir, hesaba çekilecektir. Yani yaptığı şeylerin anlamı vardır. Her eylemi bir iz bırakır, karşılık bulur. Bu yüzden Tanrı varsa, bireyin değeri ontolojik olarak sabittir. Tanrı yoksa, bireyin değeri sadece “sosyal sözleşmeler” veya “ceza korkusu” gibi dünyevi ve geçici temellere dayanır. Bu da bireycilik için büyük bir açmazdır. Çünkü sen kendini bir birey olarak değerli görüyorsan, diğer insanları da aynı değerde görmek zorundasın. Ama bunu neye dayanarak yapacaksın?
Eğer tanrısız bir dünyada ahlaki bir düzen kuracaksan, Kant gibi bir “ideal gözlemci” kurman gerekir. Yani seni sürekli izleyen, ne yaptığını bilen bir soyut Tanrı. Ama bu da Tanrı fikrinin yerine geçmiyor mu? Üstelik bu gözlemci hayalî. Tanrı gibi her an her yerde değil. Ceza sistemiyle bir yere kadar korkutursun insanı, ama cezasız yerde insan ne yapar, onu bilemezsin. Kaldı ki, hayatta her zaman çıkarla çakışmayan durumlar olur. Bazen birini dolandırmak sana fayda sağlar. O zaman neye göre vazgeçeceksin? Sadece “yakalanırsam ceza alırım” diye mi?
Burada işte bireycilik büyük bir çıkmaza girer. Çünkü bireycilik, eğer bir “değer” üzerine kurulu olacaksa, bu değerin kaynağını belirlemek zorundadır. Tanrı varsa, bireyin değeri Tanrı’dandır. Tanrı yoksa, birey niye değerli olsun? Hele bir de bireyin doğayla eşitlenmesi söz konusuysa, o zaman birey niye özel olsun?
Bunun en görünür örneği kürtaj tartışmalarıdır. Bir taraf “kadının bedeni, onun kararı” der. Diğer taraf “ama o da bir canlı, onun da hakkı var” der. Tanrı inancı olan biri için mesele nettir: O can Tanrı’nın yarattığı bir hayat potansiyelidir, ona zarar veremezsin. Tanrı yoksa? E o zaman sınırı nerede çekeceğiz? Kalp atmaya başladığında mı? Bunu kim belirleyecek? Devlet mi, bilim mi, birey mi?
İşte bütün bu tartışmaların ortasında, insan kendini yeniden tanımlamak zorunda kalıyor. Çünkü bireycilik, din olmadan da mümkündür diyenler için büyük sorumluluklar doğuyor. Ama pratikte bu sorumlulukların altı boş kalıyor. Çoğu seküler birey, değerleri savunurken temellendiremiyor. Hissediyor ama açıklayamıyor. “Neden insan değerlidir?” sorusuna, “çünkü öyle”den fazlasını veremiyor.
Sonuç olarak şunu söylemek gerekiyor: Tanrı’yı devre dışı bırakmak, sadece bir metafizik inancı kaybetmek değildir. Aynı zamanda bireyin değeri, ahlaki sorumluluğu ve anlam dünyası da çatırdamaya başlar. Din, bireyciliği engellemek zorunda değildir. Tam tersine, Tanrı inancı bireyciliğin sağlam temeller üzerine kurulmasını sağlayabilir. Çünkü Tanrı varsa, her birey biriciktir. Her bireyin hayatı anlamlıdır. Ve her bireyin yaptığı şeyin karşılığı vardır.
Tanrı yoksa? O zaman insan, doğanın sıradan bir parçasıdır. Ve doğa, çok acımasızdır.
SOLCULUK!
Solculuk: Romantizmin Politikaya Karışmış Hali
Solculuk… Ne güzel bir kelime aslında (bana göre). İlk duyduğunda insana umut veriyor, merhamet çağrıştırıyor. Ezilenin yanında, yoksulun sesi, sömürülene omuz… Yani kulağa gayet vicdanlı geliyor. Belki bu yüzden bir zamanlar hepimiz bir parça solcuyduk. En azından kalben. Çünkü solculuk ilk bakışta iyiliği temsil ediyor gibi duruyor. Ama işte dostum, mesele burada başlıyor: İyilik her zaman gerçeklikle uyuşmaz.
Çoğu solcu iyi insanlardır. Samimidirler. Safça inanırlar dünyanın değişebileceğine. Ama benim gözüme hep şöyle görünmüşlerdir: Kafaları bir ütopyayla dolmuş, gerçeği tokat gibi suratlarına yediklerinde hâlâ “Ama insanlık kazanacak!” diye bağıran, kandırılmaya çok müsait, bazen de hayatın karmaşıklığını anlayamayan insanlar.
Düşünsene, kapitalizm diyorlar mesela. Tamam, eleştirilecek çok yönü var. Ama onun karşısına koydukları şey ne? 20. yüzyıl boyunca denendi, Stalin’den Mao’ya kadar… Milyonlarca insanın ölümüne, sefaletine yol açan sistemleri “ama o gerçek sosyalizm değildi” diyerek temize çekmeye çalışıyorlar. Bu bana hep şey gibi geliyor: Hani bir sevgili vardır, seni sürekli aldatır ama sen hâlâ “O aslında kötü biri değil, sadece ne yaptığını bilmiyor” dersin. Kusura bakma dostum ama bu artık saflığın ötesi, düpedüz kendini kandırmak.(biraz da…)
Solculuk, duygusal insanların ideolojisi gibi geliyor bana( Tabiki duygusal olmak bir kusur değil. Yalnızca bir tespit: çoğu solcu duygusal ve derin düşüncesi olmayan insanlardır. Her duygusal insan saf değildir.Yanlış anlaşılma olmasın) Gerçeklerle kavga ederken, insan doğasını da ıskalıyorlar. “İnsan eşittir” diyorlar. İyi de, eşit değil ki insan. Kimisi doğuştan zekâsıyla fark atıyor, kimisi yetenekli, kimisi tembel, kimisi çalışkan,kimisi salak. Herkese eşit sonuç vermeye çalışmak, çabayı ve fedakârlığı cezalandırmak gibi bir şey. Bu yüzden Sovyetler gibi sistemlerde insanlar zamanla ruhsuzlaştı. Çünkü çalışsan da çalışmasan da aynı kapıya çıkıyordu. E o zaman neden uğraşsın ki biri?
Bir de şu politik romantizmleri var: “Halk” dedikleri o geniş kitleyi sanki kutsal bir varlık gibi görüyorlar. Oysa halk dediğin, çoğu zaman manipülasyona açık, çıkarına göre şekil alan, duygularıyla hareket eden bir yığın. Bu gerçeği kabul etmeyip, her şeyin “halk için” yapıldığı bir dünya hayal ediyorlar. Ama tarih şunu defalarca gösterdi: En çok “halk” diyenler, halkın en büyük cellâdı oldu.
Üstelik solcular, çoğu zaman insan ilişkilerini de tam çözememiş gibiler. Devleti kutsal bir baba gibi görüyorlar. Her sorunu “devlet yapsın”, “devlet çözsün” diyerek çözmeye çalışıyorlar. Oysa bazen devletin çekilmesi gerekir. Serbestliğin, bireysel inisiyatifin alanı açılmalıdır. Ama onlar için birey diye bir şey yok neredeyse. Her şey kolektif olsun, her şey ortaklaşa. Güzel fikir kağıt üstünde ama pratikte bu, sorumsuzluk doğuruyor. Ortak olanın sahibi olmaz çünkü.
Ve evet, kandırılmaya çok müsaitler. Çünkü sorgulamak yerine duygulanıyorlar. Bir lider gözyaşı döksün, bir marş söylensin, bir afişte yoksul bir çocuk gösterilsin, hemen ikna oluyorlar. Popülizme en çok sol yakalanıyor aslında. Ama bunu kabul etmek yerine “biz vicdanlıyız” diyorlar. Sanki vicdan, politika yapmak için yeterliymiş gibi.
Bu yazıyı okuyan bir solcu bana belki öfkelenecek bana küfredebilir.(sakin ol dostum)“Sen de sağcı mısın?” diyecek. Değilim dostum. Ben sadece gerçekçiyim. Sağcılığı da eleştiririm, liberalizmi de, ama şunu gördüm: Solculuk, insan doğasını, ekonomiyi, tarihi ve politikayı tam kavrayamamış bir romantizmdir. Ve romantizm, çoğu zaman felaketle sonuçlanır.
İyi insanlar olabilirler. Hatta çoğu gerçekten iyi niyetlidir. Ama dünya, iyi niyetle dönen bir yer değil. Akıl, strateji, disiplin ve gerçeklik gerektiriyor. Solculuk ise çoğu zaman değil her zaman bu dört unsurdan yoksun.
Bazen düşünüyorum da, belki de solculuk bir gençlik hastalığıdır. Gençken umut dolu olursun, dünyayı değiştireceğini sanırsın. Ama yaş aldıkça değilde düşündükçe fark edersin ki: Dünya değişmez, sadece maskeleri değişir. Ve bu oyunda romantikler genelde kaybeder.