Yazı kategorisi: özgün felsefe, Film

ADANALI vs MARAZ ALİ

Kanun mu, Kılıç mı? Maraz Ali’nin Adalet Felsefesi ve Adanalı’nın İkilemi

Bir adalet sembolü: Hong Kong’daki Temyiz Mahkemesi binasının tepesinde, kılıcı ve terazisiyle Themis (Lady Justice) heykeli. Adalet kavramı hem kanunları hem vicdanı temsil eder; peki gerçek adalet hangisine dayanmalı?

“Zenginden çalıp fakire vermek” – kulağa adil geliyor mu? Peki “kötülük yapana kötülükle karşılık vermek”? Bu tür sorular, bir dönemin popüler Türk dizisi Adanalı’nın merkezine oturmuştu. Dizide iyilik ve kötülük çatışması, kanun ve intikam ikilemi sık sık vurgulandı. Baş karakter Adanalı (Yavuz) ve onun kan kardeşi Maraz Ali, iki zıt adalet anlayışını temsil ediyordu. Bir tarafta devlete ve yasalara bağlı, otoriteye güvenen bir yaklaşım; diğer tarafta ise “kötüyü alt etmek için onun yöntemlerini kullanmaktan çekinme” anlayışı, yani bir nevi anarşist ve vigilante (yasadışı cezalandırıcı) bakış açısı.

Bu yazıda, Adanalı dizisinin felsefi arka planına iniyor ve özellikle tartışmalı karakter Maraz Ali’nin adalet anlayışını masaya yatırıyoruz. Maraz Ali haklı mıydı? Adaleti sağlamak için suç işlenebilir mi? İyilik, kötülüğü yenmekte yetersiz kalıyorsa kötülüğe başvurmak meşru mudur? Bu soruları, dizideki olayları ve gerçek hayattaki karşılıklarını irdeleyerek cevaplamaya çalışacağız. Taraf tutmadan, hem kanun yanlısı bakış açısının hem de “eşkıya adaleti” diyebileceğimiz yaklaşımın argümanlarını ele alacak; adalet kavramının sınırları üzerine felsefi bir yolculuğa çıkacağız.

Adalet İkilemi: Dizinin Felsefesi ve İyilik-Kötülük Çatışması

Adanalı dizisinin temel felsefesi, adalet kavramı etrafında dönüyordu. Daha ilk bölümden itibaren “iyi” ve “kötü” arasındaki çatışma net çizgilerle çizildi ve finaline dek bu mücadele sürdü. İkinci sezonun açılışında ekrana gelen bir alıntı bile bunu doğrular nitelikteydi: “Adalet, en basit haliyle kötülüğün cezalandırılmasıdır.” Gerçekten de dizi boyunca, kötüler yaptıklarının bedelini ödesin mi ödemesin mi ikilemi üzerinden tartışmalar yaşandı.

Maraz Ali’ye göre adalet, “kötülük yapanın yanına kâr kalmaması” demekti. Onun adalet anlayışında, suçlu hak ettiği cezayı mutlaka bulmalı; mümkünse bu ceza, mağdurun intikam duygusunu da tatmin etmeliydi. Bu yüzden Maraz Ali çoğunlukla düşmanlarının karşısına bizzat giderek “cezasını kendi elleriyle vermeyi” tercih eder. Kanunların uzun prosedürlerine, mahkeme sürecine güvenmez; çünkü ona göre resmi adalet mekanizmaları, kötülüğü ortadan kaldırmakta yetersiz kalabilir.

Buna karşılık Adanalı (Yavuz), polis olmanın verdiği ciddiyetle her durumda yasalara sığınmayı ve suçluları adalet sistemine teslim etmeyi savunur. Onun güçlü bir Allah inancı da vardır; bu yüzden bazen kendine zulmedene bile *“Allah’a havale etmek”*le yetinir. Dizide Adanalı’nın bu tavrını çok net gösteren bir sahne, Nevzat Müdür olayında karşımıza çıkar. Maraz Ali’nin aşık olduğu kadın (Maria) Nevzat tarafından öldürülmüştür. Nihayet Nevzat yakalandığında, Adanalı onu öldürmez; kelepçeleyip yargıya teslim eder. Öfkeden deliye dönmüş olmasına rağmen kendini tutar ve “Kendi adaletimden çok, kanunun adaletine inanırım. Yoksa burada gebertmiştim seni.” diyerek zalimi bile kanuna emanet eder. Bu sahne, öfkeyi kontrol etmenin – yani zor olanın – intikam almamaktan geçtiğini vurgular. Adanalı karakteri, ne yaşarsa yaşasın, “adaleti kendi eliyle uygulama” arzusuna direnebilen, sabırlı olmayı seçen tarafı temsil eder.

Buna karşılık Maraz Ali’nin yaklaşımı nettir: “Kötülük yapanın yanına kâr kalmamalı!” Eğer resmi yollar kötülüğü cezalandıramıyorsa, o kendi yöntemiyle cezalandıracaktır. Nitekim Maraz Ali, Maria’yı öldüren Nevzat’ı daha sonra bulur ve infaz eder. Bunu yaparken söylediği söz, onun adalet tanımının özeti gibidir: “Bugün adalet yerini buldu, kötülük yapanın yanına kâr kalmadı.” Yani Maraz Ali için gerçek adalet, zalimin kanının dökülmesiyle tecelli eder – intikam alınmış, mazlumun ahı yerde kalmamıştır.

Dizi bu ikilemi sadece sözlerle değil, farklı olay örgüleriyle de işler. Örneğin bir bölümde Maraz Ali ve Adanalı, uyuşturucu kaçakçısı olduğundan şüphelendikleri birini tutuklamaya gider. Adam kendinden emin bir şekilde “Elinizde delil yok, avukatımı arıyorum hemen” diyerek dalga geçercesine tepki verir. Adanalı’nın niyeti onu gözaltına alıp hukuk önüne çıkarmaktır; fakat Maraz Ali sabırsızlanır ve anında o kişiyi vurur. Hiç sorgu sual olmadan infaz eder. Bu şok edici sahne, dizide Maraz Ali’nin “amaca giden her yol mübahtır” düşüncesini benimsediğini gösterir. İtalyan düşünür Niccolò Machiavelli’ye atfedilen bu prensibe göre, eğer hedef iyi ise o hedefe ulaşmak için kullanılan araçlar ahlaken sorgulanmayabilir. Maraz Ali de daha fazla masumun zehirlenmesini önlemek için, elinde yeterli kanıt olmasa bile suçlu olduğunu “hissettiği” kişiyi öldürmekte tereddüt etmez. Onun gözünde burada ahlaki gerçekçilik, soyut etik kurallardan önce gelir – kötüyü engellemek için kural çiğnenebilir.

Maraz Ali’nin bir adım daha ileri giden bir inancı da, kendi uyguladığı adaletin “ilahi adalet” olduğu düşüncesidir. Kulağa ne kadar uçuk gelse de, o kendisini haklı gördüğü her infazda Tanrı’nın bile onayını almış gibi davranır. Bu nedenle Adanalı ve çevresindekiler, sık sık ona “Sen kendini Allah mı sanıyorsun? Kimin iyi kimin kötü olduğuna kafana göre karar veremezsin!” diye çıkışırlar. Bir tartışma anında Adanalı, Maraz Ali’ye şöyle der: “Robin Hood’luk kesmedi, sırada ‘karşıki dağları ben yarattım’cılık var! Haşa, kendini Allah’la bir tutmaya başlıyorsun, ondan sonrası dipsiz kuyu… Adaletin kılıcı da terazisi de kanunlar da senin gibilerine işlemiyor mu? Senin adaletin kimseye boyun eğmiyor mu? Allah mısın sen? Kafana göre kimin suçlu olduğuna karar veriyorsun!” Bu sert sözler, Maraz Ali’nin felsefesinin tehlikeli sınırına işaret eder: Kendini mutlak hakim yerine koymak ve gurura kapılmak, bir kişiyi “kahramandan zorbayı” çok hızlı dönüştürebilir.

Özetle, dizinin felsefi çatışması net: Adanalı, adaletin sağlanması için mutlaka bir otoriteye (yasaya, devlete) bağlı kalınması gerektiğini savunur; kendi duygularıyla hareket etmez. Maraz Ali ise “otoritenin gücü kötülere yetmez” diyerek adaleti bireysel olarak sağlamaya çalışır. Biri sabrı ve hukuku, diğeri öfkeyi ve intikamı temsil eden bu iki karakter, dizi boyunca defalarca karşı karşıya gelir. Peki Maraz Ali neden böyle oldu? Bir zamanlar Adanalı gibi kanun adamı olan, hatta Yavuz’un (Adanalı’nın) en yakın dostu ve “kan kardeşi” olan Ali, nasıl oldu da devletin kanatları altından çıkıp kendi yoluna gitti? Bu sorunun cevabı, karakterin geçmişinde gizli.

Maraz Ali’nin Karanlık Tarafa Geçişi: Bir Anti-Kahramanın Orijini

Her anti-kahramanın bir orijin hikayesi vardır. Tıpkı çizgi romanlarda ve efsanelerde iyi biri iken kötülüğe savrulan karakterler gibi, Maraz Ali de bir kırılma noktası yaşamış olmalı, değil mi? Nitekim dizi bize bu dönüşümün nedenini açıkça anlatıyor. Ali ve Yavuz, çocukluktan beri polislik hayali kurmuş, sonunda birlikte İstanbul’da görev yapan idealist iki polistir. Yolsuzlukla, suçla mücadele eden genç memurlar olarak aynı ideale hizmet ederler.

Ta ki bir gece kulübünde yapılan bir uyuşturucu operasyonunda yakaladıkları şüphelilerden biri, eski bir bakanın oğlu çıkana kadar… Gözaltına alınan bu adam, babasının nüfuzuna güvenerek Ali ve Yavuz’u açıkça tehdit eder: “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? İkinizi de Şırnak’a sürdürürüm!” diye küstahça konuşur. Maraz Ali gibi haksızlığa asla gelemeyen, gururlu bir adam için bu laflar bardağı taşıran son damladır. Öfkesine hakim olamaz ve bakanın şımarık oğluna okkalı bir yumruk indirir.

Adanalı (Yavuz) o an dehşete kapılır, çünkü Ali’nin kendi kariyerini yakacağını anlamıştır. Nitekim dediği gibi olur: Bu nüfuzlu kişinin suratına tokat atmanın bedeli ağırdır. Maraz Ali meslekten ihraç edilir, polislikten atılır. Yıllarca peşinden koştuğu çocukluk hayali, bir anlık öfkeyle elinden alınmıştır. Yavuz, Ali’ye “Yaktın kendini!” diye sitem eder; çünkü sistemin içindeki güçlü birini incitirsen, onun da seni yok etmek için elindeki her gücü kullanacağını bilmektedir. Bu sahne, Türkiye gibi ülkelerde çok da yabancı olmadığımız bir gerçeğe işaret eder: Maalesef ayrıcalıklı ve torpilli kişiler, kanunların üzerinde hareket edebiliyor; kendilerine dokunan olursa kanuni yetkilerini veya ilişkilerini kullanarak intikam alabiliyorlar.

Maraz Ali, haklı bir davada hareket ettiği halde (sonuçta bir suçluyu yakalamış ve sadece tehditlere sinirlenip vurmuştu) adaletsiz biçimde cezalandırılınca, devlete ve yasalara olan inancını tamamen yitiriyor. Mesleğinden atıldıktan sonra kendi içine şu soruyu sormuş olmalı: “Kanunlar, güç sahiplerini koruyorsa gerçek adalet nasıl sağlanacak?” İşte bu kırılmadan sonra Maraz Ali, İstanbul’un yeraltı dünyasında polis gücünün yetmediği ne kadar karanlık tip varsa hepsiyle tek tek hesaplaşmaya başlıyor. Sokaklarda, gece kulüplerinde, mafya toplantılarında bir şehir efsanesi dolaşmaya başlıyor: Suçluları gizlice avlayan, zalimleri korkutan gizemli bir figür… Maraz Ali artık hayatını kötülerle savaşmaya adamış kanunsuz bir adalet savaşçısına dönüşüyor.

Bu dönüşüm hikayesi aslında popüler kültürde pek çok anti-kahramanın hikayesine benziyor. Maraz Ali karakteri yaratılırken, senaristlerin Negan (The Walking Dead) ya da Walter White (Breaking Bad) gibi örnekleri akılda tuttuğu bile söylenebilir. Negan, eşini kaybettikten sonra merhameti zayıflık görüp acımasız bir düzen kuran kötüye dönüşmüş bir karakterdir; Walter White ise ailesini koruma amacıyla başladığı yolda egosuna yenik düşüp suç imparatorluğuna soyunan bir anti-kahramandır. Bu örneklerin hepsinde ortak nokta şudur: “Kötülükle mücadele ederken kötülüğe dönüşmek.” Maraz Ali de başlangıçta iyi niyetli bir polisken, uğradığı adaletsizlik onu sertleştirmiş ve onu “kanunun gölgesinde adalet aramayı” bırakıp “karanlıkta kendi adaletini dağıtmaya” itmiştir.

Dizide bu origin hikayesi net bir şekilde anlatılır: Maraz Ali meslekten atıldıktan sonra İstabul sokaklarında, “Devletin gücünün yetmediği her yerde benim adaletim var” diyerek suçluların peşine düşüyor. Zamanla öyle bir noktaya geliyor ki, halk arasında efsaneleşiyor. Suçluların korkulu rüyası, masumların gizli koruyucusu bir “şehir efsanesi kahraman” haline geliyor. Aslında tam da İngiliz halk efsanelerindeki Robin Hood figürünün modern bir yorumu diyebiliriz. Nitekim dizide de Maraz Ali’nin hikayesi sık sık Robin Hood’a benzetilerek anlatılıyor.

Robin Hood Referansları: Vicdan Adaleti vs. Yasa Adaleti

Robin Hood denince akla gelen ilk şey, “zenginden alıp fakire vermek” şeklinde özetlenen adalet anlayışıdır. İngiliz halk efsanesindeki bu ünlü kanun kaçağı, zalim soyluların halka zulmettiği bir düzende ortaya çıkar; yasalara karşı gelerek, zengin yöneticilerin malını mülkünü çalıp yoksullara dağıtır. Onun gözünde adalet, vicdandadır; kanunlar eğer zalimlerin elindeyse geçersizdir.

Dizide Maraz Ali karakteri de bir noktada İstanbul’un Robin Hood’u olarak anılır. Çetesiyle birlikte mafya babalarının ya da kirli iş insanlarının paralarını çalıp ihtiyacı olanlara dağıttığı sahneler görürüz. Bir mahkeme salonu sahnesinde Maraz Ali şöyle der: “Soyduğumuz, parasını çaldığımız adamların hepsi bu cezayı hak etmiş insanlardı. Çaldıklarımızı hiçbir zaman kendi lüksümüze harcamadık, hepsini hayır işine aktardık. Bir nevi Robin Hood’un İstanbul şubesini açmıştık.” Bu diyalog, Maraz Ali’nin kendini nasıl gördüğünü özetler. O, kendi çıkarı için değil “halkın adaleti” için yasa dışına çıkmıştır.

Adanalı ise bu Robin Hood anlayışına tamamen karşıdır. Onun inancına göre, “Burası orman değil, sen de Robin Hood değilsin! Herkes gibi yasalara uyacaksın, yasalar sana uymak zorunda değil.” Bu söz, yasalara mutlak bağlılık düşüncesini net ortaya koyar. Adanalı der ki kimin iyi kimin kötü olduğuna kimse kafasına göre karar veremez, illa ki bir otorite (mahkeme, devlet) karar vermelidir. Aksi halde kaos olur. Maraz Ali ise tam tersini düşünür: Otorite kötüyü cezalandırmıyorsa, “orman kanunları” devreye girebilir. İşte bu iki bakış açısı, tarihte de sıkça çatışmıştır.

Robin Hood örneği, “yasaları çiğneyerek adalet sağlamak” fikrinin belki de en popüler ve romantikleştirilmiş halidir. Maraz Ali karakteri de bu geleneğin bir parçası olarak görülebilir. Edebiyatta ve tarihte, ezilen halkın içinden çıkan asi kahramanlar, mevcut düzen zalim ise kendi düzenlerini kurmaya kalkarlar. Bu yönüyle Maraz Ali’nin hikayesi evrensel bir temayı işler.

Ancak Robin Hood masalları genelde mutlu sona ererken, gerçek hayatta durum bu kadar basit değildir. Kanun dışına çıkan “iyiliksever eşkıyalar” tarih boyunca otorite tarafından ya bastırılmış ya da zamanla başka bir zulmün parçası haline gelmiştir. Bu yüzden Adanalı’nın perspektifinden bakınca, Maraz Ali ve adamlarının yaptıkları asla onaylanamaz. Suçlu da olsalar insanları öldürmek, soymak yanlıştır; düzeni korumak için mutlaka hukuka uyulmalıdır. Adanalı karakteri aslında “devlete koşulsuz güven” fikrini temsil ederken, Maraz Ali “devlet kötülüğe göz yumarsa halk kendi adaletini sağlamalı” fikrini temsil eder. Bu ikincisi, tam da anarşist felsefenin çekirdeğidir.

Anarşizm ve Tarihten Halk Adaleti Örnekleri

Maraz Ali’nin adalet anlayışı, tarih sahnesinde tamamen kurgu dışı örneklerle de karşılık bulur. Anarşizm kavramı, merkezî otoriteyi reddedip toplumun kendi kendini özgürce yönetmesini savunan bir siyasi felsefedir. Anarşistler, devletin dayattığı yasaların mutlak adaleti sağlamayacağını, aksine çoğu zaman güçlülerin çıkarına hizmet ettiğini öne sürerler. Bunun yerine, insanların karşılıklı rızaya dayalı ve vicdani ilkelere bağlı olarak bir düzen kurabileceğini savunurlar. Tarihte birçok isyan hareketi bu fikirden beslenmiştir.

Örneğin Spartaküs İsyanı, Roma İmparatorluğu döneminde gerçekleşen ve tarihin en bilinen köle ayaklanmalarından biridir. Spartaküs, arenada dövüşmeye zorlanan bir gladyatördü. MÖ 73 yılında kaçarak diğer kölelerle birleşip Roma’ya karşı bir özgürlük mücadelesi başlattı. On binlerce ezilen insanı peşine takarak zalim düzene isyan etti. Bu hareket bir anlamda “halkın adaleti”ni sağlama girişimiydi – köleler kendi özgürlüklerini ve hak ettikleri insanca muameleyi savaşarak elde etmeye çalıştılar. Sonunda Roma ordusu isyanı kanla bastırdı; Spartaküs de bu uğurda hayatını kaybetti. Yine de tarih kitaplarına bir efsane olarak geçti. (Not: Üçüncü Köle Savaşı olarak da bilinen Spartaküs isyanı, MÖ 73–71 yılları arasında Roma’ya karşı girişilmiş büyük bir köle ayaklanmasıdır.) Spartaküs’ün öyküsü, adaletin her zaman mahkeme salonlarında aranmadığının, bazen kılıçla da adalet talep edildiğinin güçlü bir sembolüdür.

*Nikola Sanesi’nin 1889 tarihli “Spartaküs’ün Ölümü” tablosu. MÖ 71’de Spartaküs’ün liderlik ettiği köle isyanı, Roma generali Crassus tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış ve Spartaküs son savaşta hayatını kaybetmiştir. Halkın adalet arayışı, tarihte çoğunlukla bu şekilde trajik sonlarla bitmiştir.*

Bir diğer tarihsel örnek, 20. yüzyılın başlarında Ukrayna’da ortaya çıkan Nestor Makhno Hareketi’dir. Nestor Makhno, 1917 Rus Devrimi sırasında Ukraynalı köylülerin oluşturduğu bir anarşist ordunun lideriydi. Kurduğu “Makhnovşçina” hareketi, merkezi otoriteyi reddedip yerel köylü konseyleriyle kendi kendini yönetmeyi hedefleyen bir deneyimdi. Çarlık ordularına, işgalcilere ve hatta Bolşevik otoriteye karşı savaştılar. Makhno’nun adalet anlayışı, tam da Maraz Ali’nin hissiyatına benzer biçimde, “halkın vicdanına ve özgürlüğüne” dayanıyordu. Devletin dayattığı yasalara güvenmiyordu; kendi adaletlerini, kendi düzenlerini kurdular bir süreliğine. Elbette bu hareket de sonuçta güçlükle karşılaştı ve dağıldı, fakat tarihe geçen bir örnek oldu.

Bu tarihi anekdotlar şunu gösteriyor: Merkezi otoritenin adaletine güven sarsıldığında, insanlar kendi adaletlerini tesis etmeye yönelebiliyorlar. Bu bazen bir isyan, bazen de bir suç patlaması şeklinde zuhur ediyor. Adanalı dizisinde de Maraz Ali’nin felsefesi tam olarak budur. Kendisi de eskiden bir otorite temsilcisi (polis) olduğu halde, otoritenin adaleti sağlayamadığına inanıp onu reddediyor. Dizide Adanalı’nın Maraz Ali’ye söylediği şu cümle durumu özetler: “Biz polisiz Ali, eşkıya değiliz. Bizim işimiz suçluyu bulup yakalamak, kafamıza göre infaz yapmak değil!” Maraz Ali ise buna “Ne yargısından bahsediyorsun? Adam bizimle dalga geçti, ‘avukatımı arayacağım’ dedi. Böylelerine yargı işlemiyorsa ben işlemeye devam edeceğim.” mealinde karşılık verir. Bu diyaloglar, adalet sistemine güvenin yitirilmesi halinde bireysel adalet arayışının devreye girdiğini açık biçimde anlatır.

Belki bir televizyon dizisinde bu düzeyde felsefi tartışma görmek şaşırtıcı gelebilir ama Adanalı dizisi dönemi için farklı bir iş yaparak izleyiciyi düşünmeye sevk etti. Günümüzde çoğu dizi böylesi derin meselelere pek girmiyor; sadece aksiyon ve dram verip geçiyor. Oysa burada “ana fikir” tartışmaya açılıyor: Adalet nedir ve nasıl sağlanmalıdır? İşte tam bu noktada izleyiciye sormak gerekiyor:

Kim Haklı: Devlete İnanan İyilik mi, Kötülüğe Bürünen İyilik mi?

Dizinin perspektifinden baktığımızda, “kötülüğe karşı savaşta” iki taraf görüyoruz: Adanalı gibi devletperver iyilik anlayışı mı doğru, yoksa Maraz Ali gibi kötülere karşı gerekirse kötülük yapma anlayışı mı? Bu soruya cevap verebilmek için biraz da realist bir bakış açısı geliştirmemiz lazım. Çünkü gerçek hayatta işler dizideki gibi pürüzsüz işlemeyebilir.

Öncelikle şunu teslim edelim: Maraz Ali’nin adalet sistemine dair dile getirdiği eleştiriler, gerçek dünyadan çok da kopuk değil. Türkiye’nin yakın tarihinde de güçlü ve torpilli kişilerin yargıdan kolay sıyrılabildiği, garibanın ise en ufak hatada sert cezalar alabildiği pek çok olay yaşandı. Bir polisin, bir bakan oğlunu tokatladığı için işinden olması da pek ala ülkemizde olabilecek bir senaryo. Bu yönüyle bakıldığında, Adanalı’nın temsil ettiği “devlete ve yasaya mutlak güven” tavrı, biraz safça ve gerçeklerden uzak kalıyor. Dizide de bunu görüyoruz: Üç sezon boyunca Adanalı, “devletin polisi” olmaya devam eder ama defalarca sistem tarafından yüzüstü bırakılır. Örneğin üçüncü sezonda, Adanalı’nın da devlet içindeki kirli oyunlarda kullanıldığını öğreniriz. Onun temiz kalpli inanmışlığı, kötü niyetli üstlerince suistimal edilmiştir. Bir sahnede Adanalı şok içinde “Vay be, buna bir ben yokum polis dedi… Aslında sen de varsın oğlum. Bunlar bazı operasyonlarda beni de maşa olarak kullanmışlar.” diyerek kendi sistemine güveninin sarsıldığını itiraf eder. Bu noktada Adanalı bile anlar ki, adalet sistemi kusursuz değildir; içinde çürük insanlar oldukça, masum bir polisi bile kumpaslarda kullanabilirler.

Dolayısıyla Adanalı’nın toz pembe inancı – yani “kanunlar her zaman doğrudur, devlete kayıtsız şartsız güvenilir” düşüncesi – ne dizide ne gerçek hayatta tam olarak geçerli olabiliyor. Gerçek bir olayda eğer yargı, güçlü suçluları koruyor izlenimi verirse, elbette mağdurlar ve halk nezdinde adalet duygusu zedeleniyor. Günümüzde Türkiye’de sıkça tartışılan meselelerden biri de budur: Adalet sistemine güven azaldığında insanlar çareyi ya sosyal medyada kampanya yapmakta ya da kendi yöntemleriyle adalet aramakta buluyorlar. Mesela son yıllarda yaşanan bazı vahim olaylardan sonra, sosyal medyada insanların mafya lideri Sedat Peker’i etiketleyip “olaya el atmasını” istemesi fenomeni ortaya çıktı. Bu, aslında toplumun bir kesiminin “devlet korumuyorsa bari güç sahibi bir suçlu bize yardım etsin” diyecek kadar çaresiz hissettiğini gösteriyor. Böyle bir durum elbette sağlıklı değil ama “adalet duygusu” öylesine temel bir ihtiyaç ki, insanlar yasal yoldan karşılanamadığını gördüklerinde sıra dışı yollara başvurabiliyorlar. (Nitekim bu çaresizlik kültürünün popüler kültürdeki tezahürü, Maraz Ali gibi karakterlerin halk tarafından sevilip kahramanlaştırılmasıdır.)

O halde, Maraz Ali’nin isyan ettiği noktalarda haksız olmadığını söyleyebiliriz: Adalet sistemi vicdan taşımıyor; eğer onu yönetenler yozlaşırsa masumu da yakabilir. Bu görüş, dizide Maraz Ali’nin ağzından defalarca dile getirilir ve

finalde de haklılık payı kabul edilir.

Peki ya Maraz Ali’nin yöntemi? Kötülere kötülükle karşılık vermek gerçekten çözüm mü? Dizinin final sezonunda bu soru iyice masaya yatırıldı. Üçüncü sezonda Maraz Ali, Alex adında azılı bir suçluyla karşı karşıya gelir ve neredeyse bir Batman ile Joker ilişkisi kurulmaya çalışılır. (Burada Batman – Joker benzetmesi önemlidir: Batman de bir vigilantedir ama “kötüleri öldürmeme” ilkesiyle hareket eder; Joker ise kaosun vücut bulmuş halidir. Dizide Alex karakteri, Joker vari kaotik kötülüğü temsil ederken, Maraz Ali ise Batman’den farklı olarak öldürmekten çekinmeyen bir karanlık kahramandır.)

Üçüncü sezonda bir gazeteci kız (Maya), Maraz Ali ile röportaj yapar ve ona hayat felsefesini sorar. Maraz Ali’nin verdiği cevap, onun felsefesinin manifestosu gibidir: “Sadece filmlerde hep iyiler kazanır Maya. Gerçek hayatta kötüler her zaman kaybetmez. Çünkü kötüler yasalar karşısında iyilerden daha güçlüdür. Doğaları gereği her türlü hileyi, dümeni, yalanı yaparlar. Bu nedenle kötülüğü sadece iyilikle yok edemeyiz. Bazen onlar kadar acımasız, onlar kadar kötü olmak gerekir.” Bu sözler Maraz Ali’nin neden şiddete başvurduğunu açıklar niteliktedir. Onun iddiası: “İyilikle kötülüğü yenemezsin, çünkü kötülük acımasız ve kural tanımaz. Onu alt etmek için senin de onun yöntemlerini kullanman lazım.”

Bu düşünce, ahlaki olarak gri bir bölgedir. “Amaç uğruna araçların kötü olabileceği” fikrini savunur. Yani eğer amaç (iyileri korumak, adaleti sağlamak) doğruysa, bu uğurda yalan söylemek, can almak gibi normalde yanlış olan eylemler yapılabilir. Bir bakıma “Büyük iyilik için küçük kötülükler affedilir” mantığı. İlk bakışta kulağa mantıklı gelebilir – hele ki dizi izleyicisi olarak biz Maraz Ali’nin karşısındaki adamların gerçekten de aşağılık suçlular olduğunu bildiğimiz için, onun tarafını tutmamız kolaylaşır. İzlerken “Hak etti ama, oh cezasını kesti” demek çok insani bir tepki.

Fakat gerçek hayata dönelim: Böyle bir adalet dağıtma işini kim yapacak? Maraz Ali gibi “kusursuz sezgilere sahip”, asla haksızı cezalandırmayacak birine mi denk geleceğiz her zaman? Maalesef hayır. Gerçek dünyada hiç kimseye yargısız infaz yetkisi veremeyiz, çünkü bu suistimal edilmeye son derece açık olur. Bir kişiyi, her kimi “kötü” bulursa öldürmesi için yetkilendirmek, o kişinin egosuna yenik düşmeyeceğinin garantisini gerektirir. Tarih, kendini haklı sanan ama aslında masum insanlara kıyan sözde adalet savaşçılarının acı örnekleriyle dolu. Maraz Ali karakteri kurgu olduğu için ve “iyi niyetli bir katil” olarak yazıldığı için biz ona güveniyoruz; ama gerçek bir insan söz konusu olduğunda, onun karakterinden, niyetinden asla emin olamayız.

Adanalı dizisinde de bu tehlikeye dikkat çekilir. Adanalı, Maraz Ali’ye “Bu gidiş megalomanlığa varır, sonunda ‘intihar’ bile edersin’ gibisinden laflar ediyor. Yani bir insan kendini “tanrılaştırmaya” başlarsa, sonu uçurum olabilir. Maraz Ali “Benim adaletim masumu korur, kimseye boyun eğmez” derken, Adanalı bunun tehlikeli bir delilik sınırında gezindiğini belirtir. Kısacası dizi, her ne kadar Maraz Ali’yi haklı buldurtsa da, onun yaklaşımının normal şartlarda savunulamayacağını ima eder. Nitekim finalde de Maraz Ali’nin yöntemi değil, Adanalı’nın özlediği sistemsel çözüm ön plana çıkar.

Belki de asıl soru şudur: İki yanlış bir doğru eder mi? Maraz Ali’ye göre eder – çünkü kötüler ortadan kalkınca geriye sadece iyiler kalacaktır. Ama gerçek hayatta biri çıkıp da “Ben tecavüzcüleri, katilleri öldüreyim” diye dolaşmaya başlasa, hukuk düzeni ne hale gelir bir düşünün. İlk bakışta “Oh ne güzel, pisliklerden kurtuluyoruz” dersiniz belki ama ya bir gün hata yaparsa? Ya gerçekten masum birini yanlışlıkla hedef alırsa? Yahut başlangıçta iyi niyetli olan bu kişi, gücü elinde topladıkça yozlaşıp kendi menfaati için de adam vurmaya başlarsa? Güç, denetimsiz kaldığında insanı bozar. Bu yüzden modern toplumlar, adalet dağıtma tekelini bireylerden alıp kurumsallaştırmıştır. Yani “infaz hakkı” devlete verilmiştir – o da ancak kanunlar çerçevesinde, adil bir yargılama sonucu kullanılır. Eğer herkes kendi mahkemesini kurup cellatlığını yapmaya kalkarsa, ortada toplum kalmaz.

Dizide Maraz Ali belki “kusursuz infazcı” idi, ama o bile sonunda hatalı bir yol olduğunu sezmiş olmalı ki finalde kendi canına kıymayı bile düşündü (Adanalı onu engelledi). Son bölümde Maraz Ali açıkça “İnsan ölümlüdür ama yasalar ölümsüzdür” diyerek bir nevi kendi yönteminin sürdürülemezliğini kabullenir. Bu replik, aslında mesajın özüdür: Kalıcı olan bireyler değil, sistemdir. Adil bir sistem yoksa kahramanların da ömrü vefa etmez.

Gerçek Adalet: Kahramanlar Değil, Güçlü Bir Sistem

Adanalı dizisinin sonunda verilen mesaj şuydu: “Maraz Ali dizinin evreninde haklıydı ama gerçek dünyada bir Maraz Ali’ye bel bağlamak yerine, caydırıcı kurallar koymak daha etkilidir.” Çünkü eğer yasalar suçluyu cezalandırmada aciz kalırsa, insanlar yoldan çıkar, intikam döngüsü başlar. Fakat yasalar gerçekten adil ve işlevsel olursa, kimse kanun dışı yolları aramaz.

Bunun güzel bir örneği, idam cezası tartışmalarıdır. Maraz Ali dizide defalarca “Bunları beslemenin anlamı yok, hak ettikleri son ölmek” der gibi konuşur. Halkta da böyle bir his sıkça karşılık bulur – özellikle çocuk istismarcıları, kadın katilleri gibi toplum vicdanını derinden yaralayan suçlarda insanlar “idam gelsin” diye ses yükseltir. Eğer kanunlar bu kişilere gereken cezayı vermez, hapisten çıkıp yine suç işlemelerine engel olmazsa, elbette birileri çıkar “Bu işi biz halledelim” der. O yüzden adalet sistemi, kamu vicdanını tatmin edecek kadar güçlü olmalıdır. Suçlu cezasını bulduğunda insanlar içlerine su serpilmelidir. Aksi halde adalet arayışı sokağa taşar, kaosa dönüşür.

Dizinin final sahnelerine doğru, toplumu sarsan bir olay sonrası halkın internet üzerinden Sedat Peker gibi birine çağrı yapmasını örnek vermiştik. Bu normal bir ülkede akıl alır şey değildir – sonuçta Sedat Peker de hukukun dışında hareket eden, hatta kendisi de sabıkalı bir figür. Ama işte çaresizlik insanlara böyle tuhaf hamleler yaptırır. Bu durum, aslında popüler kültürde yıllardır gördüğümüz bir motifi doğrular: İnsanlar gerçekten Batman ya da Süperman gibi maskeli kahramanlar beklemiyorlar. Onların istediği şey, gayet basit: “Suçlular cezalarını alsın.” Eğer bunu devlet yaparsa, kimse kahramana ihtiyaç duymaz. Yapamazsa, halk kendi kahramanını yaratır – bazen bir dizi karakterinde, bazen gerçek hayatta yanlış kişilerde…

Dizide Maraz Ali halk tarafından sevilir çünkü temsil ettiği şey adalet özlemidir. Maraz Ali’nin dediği gibi “kötüler kuralsızca saldırırken iyiler elleri kolları bağlı durmasın” ister insanlar. Ancak Maraz Ali’nin yöntemi ne kadar cezbedici görünse de, bu bir şahıs adaletidir ve kurumsal değildir. Oysa gerçek adalet, şahıslardan bağımsız olmalıdır. Yasalar, kişilerden üstün ve sürekli olmalıdır. Nitekim Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen ünlü bir söz vardır: “Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadıyı (hakimi) satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür.” Bu söz, tam da anlatmak istediğimiz gerçeği özetler: Adalet olmazsa, devlet de var olamaz. Adaleti yaşatmanın yolu da dürüst hakimler, sağlam kanunlar ve ahlaklı yöneticilerden geçer – sokaklarda infaz yapacak “iyilik timsali” adamlar aramaktan değil.

Sonuç olarak, Adanalı dizisi her ne kadar Maraz Ali üzerinden seyirciye bir tatmin duygusu yaşatsa da, finalde aklıselim mesajını vermeyi ihmal etmiyor: “Sadece adaleti insan tek başına sağlayamaz, bunu asıl sağlayacak olan sistemdir.” Eğer sistem bozuksa, Maraz Ali gibi insanlar ortaya çıkar. Ama Maraz Ali’lerin varlığı da uzun vadede çözüm değildir; önemli olan sistemi düzeltmektir. Kanunların dosta güven, düşmana korku verecek şekilde işlemesi gerekir ki kimse suç işleme cesareti bulamasın.

Elbette, sistem de sonuçta insanlar tarafından işletilir ve insan doğası yanılgılara, zaaflara açık. Bu yüzden her sistemin de denetime, eleştiriye ihtiyacı var. Adalet arayışı bitimsiz bir süreç belki de… Yine de hukuk devletinden daha iyi bir çözüm henüz icat edilmedi. Bireysel kahramanlar gelir geçer ama adalet mekanizması doğru kurulursa nesiller boyu toplumu ayakta tutar.

Dizinin sonunda Maraz Ali karakteri trajik bir sonuca varıyor ama izleyiciye şu dersi de bırakıyor: “Hakkın olanı alamazsan, zorla almak istersin.” Bu, insanın doğasında var. Önemli olan, kimsenin hakkının yenmediği bir düzen kurabilmek. Adanalı mı haklı, Maraz Ali mi diye sormuştuk en başta. Belki ikisi de tam olarak haklı değildi, ama ikisinin de haklı yanları vardı. En doğrusu, Adanalı’nın inandığı yasaları, Maraz Ali’nin arzuladığı vicdanla birleştirebilmek – yani hem adil hem caydırıcı bir sistem inşa edebilmek.

Adalet, toplumu bir arada tutan en önemli değerdir. Efsanevi kahramanlar, mafya babaları veya silahlı infazlar, adaletsizlik karşısında bir tepki olarak ortaya çıkar ama asıl ihtiyaç duyduğumuz şey, bunlara gerek bırakmayacak bir toplumsal düzendir. Ve o düzen için herkes sorumluluk almalıdır: Hakimiyle, polisiyle, vatandaşıyla… Çünkü adaleti gerçekten öldürdüğün gün, devlet de ölür.

Not: Bu yazı, Adanalı dizisinin kurgusal olaylarından hareketle adalet kavramını irdeleyen bir analizdir. Dizideki karakterlerin görüşleri, bazı aşırılıklar içerse de toplumdaki gerçek tartışmalara ışık tutmaktadır. Hepimize adil ve güvenilir bir gelecek dileğiyle

Yazı kategorisi: Film, Genel

Banker Bilo

 Banker Bilo: Mazlumken Zalim Olmak ve Gücün Testi

Bazı filmler vardır ki, izledikçe anlamları daha da derinleşir. *Banker Bilo* işte tam da böyle bir film. İlk bakışta, sadece saf bir köylünün dolandırılma hikâyesi gibi görünen bu film, aslında çok daha fazlasını anlatıyor. Bir köylünün masumiyetiyle başladığı hikaye, zamanla gücün ne kadar zalimleştirici bir etkisi olabileceğini gösteriyor. Filmin teması basit: Güç, masumiyetin sonu olabilir.

 Mazlumken Masum Olmak: Güçsüzken Erdemli Olmak Mümkün Mü?

Filmin en temel derslerinden biri, “Mazlum olmak, seni masum yapmaz” gerçeğidir. Güçsüzken kimseyi ezmemek, bir erdem değildir. Çünkü henüz elinde gücün yoktur. İmkânların kısıtlıdır. Kimseye haksızlık yapmıyorsan, bu bir erdemden çok, bir zorunluluktur. Bir insan “Ben kimseyi ezmem” diyorsa, aslında o kişiyi test eden bir durum yoktur. İmkânı olmadığı için kimseyi ezemez. Fakat bir gün o güç eline geçtiğinde ne yapacağı çok daha önemli olacaktır.

Bilo’nun hayatı, tam da bu nokta üzerinden şekillenir. Zamanında güçsüz, saf ve temiz kalmaya çalışan Bilo, kendisini ezenin yerine geçtiğinde, aynı acımasızlıkla başkalarını ezmeye başlar. O, bir zamanlar kurban olan köylüydü, ama şimdi kurban ettiği adam olur. Öyle bir noktaya geldiki Maho’nun karısını bile ayarttı. Bu dönüşüm, güç ve iktidarın insanın ahlaki yapısını nasıl değiştirdiğini gözler önüne serer.

Bilo’nun Masumiyetinin Sonu: Gücün Çekiciliği**

Bilo’nun masumiyetinin sonu, aslında bir güç dönüşümünü anlatır. Bilo, saf bir köylü olarak İstanbul’a gelir, bir yandan hayalini kurduğu Almanya’ya gitmek ister, diğer yandan da iyi niyetli, dolandırılmaya kolay bir adaydır . Ancak zamanla, hayal ettiği dünyada yerini bulamadığını fark eder. Şehirde kalır, çalışır, yükselir ve nihayetinde bir zamanlar kendisini dolandıran Maho’nun yerine geçer. Bir zamanlar mağdur olan Bilo, kendisini mağdur edenin taktiklerini kullanmaya başlar. Bu, en büyük ironiyle yüzleşmemize yol açar: Bir zamanlar mazlumken üzülüyorduk, ama şimdi gücü elinde tutan Bilo’ya ne yapmalıyız? Ona hayran mı kalmalıyız, yoksa ondan mı korkmalıyız?

Gerçek Hayatta Güç ve Zulüm

Bilo’nun öyküsü sadece bir filmle sınırlı değildir. Bu döngüyü bizler de gerçek hayatımızda sıkça görürüz. Çalışma hayatındaki basit ilişkilerde bile, güç ne kadar zalimleşebileceğini gösterir. İşyerinde, alt kademede çalışan birçok insan birbirlerinin dedikodularını yapar, kuyusunu kazmaya çalışır, birbirlerinin kötülüğünü ister. Hatta bazen bu insanlar, üst rütbelerde olanlara göre daha acımasız olurlar. Birbirinin işini sabote etmek, yükselmek için her türlü fırsatı değerlendirmek, kendi çıkarları için her şeyi mubah görmek yaygın bir davranış biçimidir. Ancak asıl mesele, bu kişilerin güç elde ettiklerinde neler yapacaklarıdır.

Eğer bu kişiler bir gün, devlet işlerinde ya da başka yüksek rütbeli bir pozisyonda göreve başlarlarsa, güçlerinin arttığına inanarak, aynı zalim yöntemleri kendi çıkarları için kullanmaları kuvvetle muhtemeldir. Bir insan, daha önce başkalarının kuyusunu kazmak için her türlü çabayı gösterdiğinde, o kişi artık yükseldiğinde başkalarına daha farklı davranmayı nasıl bekleyebiliriz? Kendisinin bu pozisyona gelmesinde en önemli rolü oynayan hırsları, şimdi başkalarını da ezen bir güç kaynağına dönüşebilir. Bu, iş yerindeki küçük rekabetten, devletin en yüksek makamlarına kadar her yerde geçerli bir durumdur. Güç eline geçtiğinde, bu kişiler, ezilenin yerinde kalmaz, o gücü kullandığı bir pozisyona gelir.

Bunu görmek, bazen en küçük birimde dahi mümkün olabilir. Bir şirkette, ufak bir departmanda ya da hatta bir okulda bile, insanlar birbirlerinin kuyusunu kazarken, rakiplerine her türlü kötülüğü yaparken, bir gün ellerine geçen o küçük güçle büyük değişiklikler yaratmak isteyebilirler. Bu tür insanlar yüksek rütbeli pozisyonlara geldiğinde, sadece bir işyerinde değil, toplumda da adaletin yok olmasına sebep olabilirler. Bu, büyük bir çelişkidir. Çünkü güçsüzken erdemli olmak kolaydır; ama o gücü elinde tutarken, işte sınav asıl o zaman başlar.

Sonuç:Gücün Gerçek Yüzü ve İnsan Doğasının Testi**

Sonuç olarak, *Banker Bilo* filmi ve çalışma hayatındaki dinamikler, bizlere şunu hatırlatıyor: Güçsüzken erdemli olmak zor değildir, çünkü sınav henüz başlamamıştır.

Güç elde ettiğinizde, aslında o sınav başlar. Bilo’nun yaşadığı dönüşüm, her insanın, her zaman ve her pozisyonda karşılaşabileceği bir gerçekliktir. Çalışma hayatındaki küçük rekabetler, bir insanın gücü elinde tuttuğunda neler yapabileceğini gösteren küçük ama önemli örneklerdir. Güç, insanı ne kadar değiştirir? Çalışma hayatındaki hırslar, bazen sadece bireysel değil, toplumsal değişimlere de yol açabilir. 

Çünkü hepimiz, aynı sınavdan geçiyoruz: Gücün elimize geçip geçmediği ve o gücü nasıl kullandığımız. Çoğumuz bu sınavı geçemeyiz. Kimse elinde küçük imkanlar var iken, “Ben asla haksızlık yapmam” diyemez (Dese bile bunun gerçekleşme olasılığı çok düşük ).Ama bir gün bu gücü elde ettiğinizde, gerçekte kim olduğunuz orta çıkar.

Yazı kategorisi: Film

KIŞ GELDİ (bu bir game of thrones incelemesidir)

Not: Yaklaşık 3 yıl önce yazmıştım bu yazıyı. Bugün eski yazılarımı karıştırırken gözüme çarptı ve açıkçası kendi kendime şöyle bir düşündüm: “Yahu, ne güzel yazmışım!” (Alçakgönüllülükte üstüme yoktur.)
Hal böyle olunca, bu yazıyı bir kez daha paylaşmak istedim.

Bazen gecenin sessizliğinde, rüzgarların uğultusunda bir fısıltı duyarsın. Derinden, içini ürperten bir ses. Kış geliyor der gibi, ama sanki çoktan gelmiş de, haberin yokmuş gibi. İşte böyle başlar Westeros’un hikayesi. Soğuk, sert, merhametsiz… Ama bir o kadar da büyüleyici. Çünkü insan doğasının en karanlık köşelerine bir ayna tutar bu topraklar. Hepimizin içinde bir yerlerde saklı duran ihtirasları, korkuları ve hayatta kalma savaşını gösterir. İstersen adına başka bir şey de diyebilirsin ama bana kalırsa tek bir cehennem varsa, o da burasıdır: Westeros.

Şimdi şöyle düşün. Bir dünya hayal et. Taşların bile sır sakladığı, yeminin ihanetle aynı nefeste söylendiği bir yer. Güç her şeydir. Onur, sadakat, dürüstlük… Bunların değeri varsa bile, o değer bir tahta oturup oturmadığınla ölçülür. Öyle bir dünya ki, her köşesinde başka bir ihanet, başka bir entrika. Kan ve gözyaşı dökülmeden bir adım bile ilerleyemezsin. Demir Taht’a giden yol dikenli değil, bıçaklı. Ve herkes bu yolda yürümeye hevesli. Kimisi intikam için, kimisi hırsı uğruna, kimisi sadece hayatta kalmak için. Ama bir gerçek var: Bu oyun oynandığında ya kazanırsın ya da ölürsün. Gerçi, çoğu zaman kazananlar da sonunda ölür ama olsun.

“Game of Thrones” işte tam da burada başlıyor. Bize anlatılan, büyük kralların, asil savaşçıların destanı gibi görünse de, aslında kendi hikayemiz bu. Güç isteyen, ihanet eden, sevdiklerini kaybeden, yanılan ve yeniden doğan insanlığın hikayesi. Bir yanda Westeros, diğer yanda Essos. Biri hanedanların taht oyunlarıyla kavruluyor, diğeri köleliğin ve özgürlüğün bedelini ödüyor. Ama iki kıta da aynı gerçeği haykırıyor: Güç, insanı değiştirir. Ve bazen en korktuğun şey, en çok istediğin şeydir.

Kuzey unutmaz derler. Gerçekten de unutmaz. Hele ki Starklar… Ned Stark’ı düşünelim mesela. Onurun, adaletin adamı. Kışyarı’nın Efendisi. Krallığın karmaşasında bile doğruluktan şaşmayan, en sert fırtınada bile pusulası sabit kalan adam. Ned’in felsefesi o kadar net ki: Doğru olanı yap, ne pahasına olursa olsun. Ama işte, Westeros öyle bir yer değil. Burada doğruyu söyleyenin boynu vuruluyor. Kral Robert öldüğünde, Ned gerçeği öğreniyor. Demir Taht’ın varisi dedikleri Joffrey aslında Jaime ve Cersei’nin çocuğu. Kan bağı yok. Tahtta oturması bir yalan. Ama Ned bu gerçeği saklamıyor, saklayamıyor. Çünkü onuru izin vermiyor. Ve bedelini hayatıyla ödüyor. Başka bir hikayede kahraman olurdu belki. Ama burada, Westeros’ta kahraman olmak çoğu zaman sadece erken ölmek demek.

İşte burada durup düşünüyorsun. Doğru olanı yapmak, gerçekten en iyi seçim mi? Ned yaşasaydı, tahtı eline geçirseydi, daha iyi bir dünya kurar mıydı? Belki. Ama o zaman kendi değerlerini çiğnemiş olurdu. Kant’ın dediği gibi, doğru olanı yap, sonucu düşünme. Ama gel gör ki Westeros, Kant’ın dünyası değil. Burada sonuçlar, prensiplerden daha güçlü. Ned, doğruyu söylediği için öldü. Ve ardından kaos geldi. Cersei tahta geçirdiği oğlu Joffrey’i, halk acı çekti, savaşlar patlak verdi. Ned yaşasaydı, belki de tüm bunlar olmazdı. Belki de. Ama “belki”lerin hüküm sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz zaten.

Jaime Lannister’a gelirsek… Ah, Jaime. Dizinin ilk sezonlarında gözümüzde sadece Kral Katili. O soğuk gülümsemesi, Cersei’yle olan ensest ilişkisi, Bran’i pencereden atışı… Baştan kaybediyor bizim gönlümüzü. Ama Westeros’ta işler öyle basit değil. Herkesin bir hikayesi var. Herkesin karanlık bir sebebi. Jaime’nin de öyle. Deli Kral’ı öldürdü çünkü şehir yanmak üzereydi. Binlerce insanı kurtardı ama adı hain oldu. Kimse sormadı neden diye. Herkes, “O Kral Muhafızları’ndan, yeminine ihanet etti” dedi. Evet, etti. Ama daha büyük bir felaketi önledi. Şimdi düşün, sen olsan ne yapardın? Yeminine sadık kalıp insanları ölüme mi terk ederdin, yoksa yeminini bozup hayatları mı kurtarırdın? İşte o gri alan, Game of Thrones’un en gerçek olduğu yer. İyilik ve kötülük öyle siyah beyaz değil. Herkes biraz gri burada.

Jaime’nin hikayesi Brienne ile değişiyor. Brienne… Onurlu, dürüst, inatçı bir savaşçı. Jaime’nin kaybettiği onuru ona hatırlatıyor. “Sen de iyi bir adam olabilirsin,” diyor ona. Ve Jaime, kendi içindeki iyiliği yeniden buluyor. Ama hayat öyle bir şey ki, bazen iyiliği bulduğunda çok geç kalmış oluyorsun.

Cersei’ye dönersek, Westeros’un en tartışmalı kraliçesi. Onun hikayesini sadece “kötü kadın” olarak okumak haksızlık olur. Evet, acımasız. Evet, entrikacı. Ama neden? Çünkü hayatta kalmak zorunda. Çünkü çocukları için dünyayı yakmayı göze alıyor. Makyavelist bir kraliçe. Amacı, çocuklarının güvenliği ve kendi gücü. Araçlar umurunda değil. Yediler Tapınağı’nı havaya uçurması, rakiplerini tek tek ortadan kaldırması… Hepsi, tahtta kalmak için. Makyavelli’nin dediği gibi, bir hükümdar hem sevilmeli hem korkulmalı. Ama birini seçmek zorundaysan, korkulan ol. Cersei korkulan biri oldu. Ama sonunda, yalnız kalan da o oldu. Hırsı, kendi sonunu hazırladı.

Bunu izlerken zaten emin olduğum bir konuyu tekrar gözden geçirdim. Cersei’nin hikayesi, bir kadının gücü ele geçirdiğinde erkeklerinkinden farklı olmadığını gösteriyor. Güç, kimde olursa olsun, insanı benzer şekilde değiştiriyor. Kadın ya da erkek fark etmiyor. Güç, insanı dönüştürüyor. Ve çoğu zaman, dönüştürdüğü yerde, insan kalmak zorlaşıyor.

Westeros böyle bir yer işte. İhanetin, entrikanın, ihmalin, tutkunun iç içe geçtiği bir coğrafya. Ama en gerçek tarafı şu: Burada herkes kendi hikayesinin kahramanı. Cersei kendince haklı. Ned kendince doğru. Jaime kendi iç savaşında haklı bir adam. Bu yüzden iyi ve kötü ayrımı yapmak zor. Burada herkes biraz haklı, biraz zalim, biraz masum.

Ve sonra kaos geliyor. Kaos, Westeros’ta bitmek bilmeyen bir fırtına. Ama bazıları bu kaosu bir çukur olarak görürken, bazıları onu bir merdiven olarak görüyor. Ve o merdivenden yukarı tırmananlar, ya zirvede duruyor ya da düşüp yok oluyor. Kaos burada sadece yıkım değil, aynı zamanda fırsat. Güç, kimin bu fırsatı ne kadar iyi değerlendirdiğine bağlı.

Bir nefes alalım. Hikayenin ağırlığı, zamanla daha da bastırıyor insanın göğsüne. Ama daha anlatacaklarımız bitmedi. Kaosun merdivenlerinden yukarı çıkanları, zekasıyla taht oyunlarını yönetenleri konuşacağız. Tyrion’u, Littlefinger’ı, Lord Varys’i. Ve elbette, ejderhaların gölgesinde büyüyen Daenerys’i. Güç ve zekanın oyunlarını konuşmaya hazır ol. Çünkü asıl savaş, kelimelerle başlar.

Kış geldi. Hadi devam edelim.





Kaosun o karanlık merdiveninde kimileri düşer, kimileri yükselir. Westeros’ta ayakta kalmak için yalnızca kılıç kullanmak yetmez; kelimelerin keskinliğini, zekanın soğukkanlılığını bilmen gerekir. Güce ulaşmak isteyen herkes, ister kılıcını kuşanır ister entrikalar örer, ama sonuç hep aynıdır: Tahta biraz daha yaklaşır ya da kanını toprağa bırakır. Güç, burada hayatta kalmak için tek araçtır. Ama nasıl kullanacağını bilmezsen, elinde patlar. Tıpkı alev topunu kavrayıp yakıcı sıcağını kontrol edemeyen biri gibi, Westeros’ta güç hem yakar, hem kavurur.

Tyrion Lannister, bu dünyanın en ince zekalarından biri. Cüce doğmuş olması, onu küçümseyen bakışlara alıştırmış. Daha çocukken anlamış ki, insanlar dış görünüşüne bakıp onun ne olduğunu sandıklarıyla yetinecekler. Ama Tyrion, onların görmediği bir şeyi büyütmüş içinde: Aklını. O, kılıç kuşanamaz, ama zekasını ustaca kullanır. Kelimeler onun kalkanıdır, zekası ise kılıcı. Düşmanlarını kesip biçmek yerine, onları masalarda mat eder. Sarayın karanlık koridorlarında fısıldaşır, herkes bağırırken o sessizce plan kurar.

Tyrion’u farklı kılan şeylerden biri, güce olan bakışı. Gücü bir amaç olarak görmez. O, gücü bir araç olarak kullanır. Amacı, Westeros’u daha yaşanılır kılmak. Belki de onu diğerlerinden ayıran şey budur. Cersei, Jaime, babası Tywin… Hepsi kendi çıkarlarını korumak için savaşıyor. Ama Tyrion, kendi hayatının çamurları içinde yürümüş biri olarak başkalarının da daha iyi bir yerde olmasını istiyor. Onun gerçekliği çok açık: Bu dünya adil değil. İyilerin her zaman kazanmadığı, kötülükle sarmaş dolaş bir gerçekliktir Westeros. Ve Tyrion bunu kabullenmiş. O yüzden çok uzun zamandır kimseye inanmıyor, kimseye tam olarak güvenmiyor. Ama yine de elinden geldiğince adil olmaya çalışıyor. İşte bu yüzden onun hikayesi gerçek bir trajedi. Çünkü bir insan, ne kadar iyi olmaya çalışsa da, kader hep acı bir şaka yapıyor.

Ama Tyrion yalnız değil. Westeros’un oyun kurucuları çok fazla. Her biri farklı bir yol seçiyor. Kimisi kelimeleriyle, kimisi sırlarıyla, kimisi sadece sabırla. Petyr Baelish… Littlefinger. O ise kaosun en büyük savunucusu. Onun için kaos, diğerlerinin korktuğu bir uçurum değil, fırsatlar dizisi. Başkalarının panikle boğulduğu yerde, o suyun üstünde yürüyen adam. Herkes birbirini yerken o adım adım yükseliyor. Yoksul bir lordun oğlu iken, sarayın en büyük gücü haline geliyor. Neredeyse kralları bile parmağında oynatıyor. Ama işte kaos bir merdivense, merdivenin basamakları bazen çürük olabiliyor. Ve Petyr, hep yukarı bakarken, altında neler olup bittiğini unutuyor.

Onun inancı yok. Sadakati de yok. Onun tek sadakati, kendine. Westeros’taki sadakat, aşk, dostluk gibi kavramlara inanmıyor. Ona göre bunlar sadece maskeler. İnsanlar ihtiyaç duyduklarında çıkarlarını gizlemek için takıyor. Bu yüzden onun hikayesi, insan doğasının karanlık aynası gibi. Sadece kendi çıkarları için yaşayan biri. Sevgi sandığımız şeyin, çoğu zaman iktidarın başka bir biçimi olduğunu bize hatırlatan biri. Bir aşk ilanı mı duydun? Belki de o, sadece yeni bir ittifak kurma arzusudur. Baelish bunu herkesten daha iyi biliyor. Ama bir gerçek daha var: İnsan yalnızken, hep kaybeder. Petyr de yalnız kaldığında düşüyor. Onu hep yukarı taşıyan entrikaları, sonunda başını celladın baltasının altına koyuyor.

Ve tam karşısında, onun gölgesi gibi duran bir adam var: Lord Varys. İkisi de sarayın arka odalarında fısıldaşır, ikisi de bilgiyi güç sayar. Ama Varys’in farkı şu: O, kendisi için yaşamaz. Diyar için yaşar. Westeros’un huzuru onun tek derdi. Onun için hangi kral, hangi hanedan geldi geçti önemsiz. Mühim olan halk. İster soylu ister sıradan biri olsun, Varys için herkes önemli. Sadakati, Westeros’a. Bir taht için, bir krallık için değil. Tüm ülke için çalışıyor. Ama işte trajik olan, bu uğurda seçtiği yöntemler. O da oyunlar kuruyor, sırlar taşıyor, insanları manipüle ediyor. İyiliğe giden yolun, bazen en karanlık yollardan geçmek zorunda olduğunu kabul etmiş bir adam.

Bir gün, Varys Tyrion’a bir bilmece anlatıyor. Üç büyük adam bir odada. Kral, rahip ve zengin bir adam. Hepsi bir paralı askere, diğerini öldürmesini emrediyor. Kimin sözü geçerli? Cevap: Asker neye inanırsa, o. Güç, insanların inandığı yerde durur. Tacın, altının, tanrıların değil; insanların hayallerinde ve korkularında. Bu yüzden gücü kim tutar? Ona inanılan kişi. Güç, aslında bir illüzyon. Ama o illüzyonu kim iyi yönetirse, taht onun olur. Varys bunu biliyor ve insanlara neye inandırırlarsa, dünyanın da o yönde şekillendiğini anlamış. Ama onun da hikayesi hüzünlü. Çünkü gücü hep başkaları için kullandı. Ve günün sonunda, o başkaları ona ihanet etti. Halk için yaşayan biri bile, sonunda yalnız kalıyor bu dünyada.

Daenerys Targaryen… Ejderhaların Annesi. Başta bir kurban. Hayatı boyunca zulüm görmüş, sürgün edilmiş, satılmış bir kız. Ama bir noktada, kendi kaderini eline alıyor. Küllerinden doğan bir kraliçe. Essos’ta köleleri özgür bırakıyor, zalimleri devirmeye başlıyor. Adaleti sağlamak için yola çıkıyor. Masum bir kurtarıcı gibi. Halk onu Khaleesi diye çağırıyor, Anne diye önünde eğiliyor. Ama mesele şu ki, Daenerys adaleti sağladıkça, güce de alışıyor. Hatta daha fazlasını istiyor. Bu öyle bir his ki, yavaş yavaş insanı kendinden geçiriyor. Bir zamanlar köleleri özgür bırakan o kız, zamanla kendi adaletini herkesin üzerinde bir yasa olarak dayatıyor. Direnenleri yok ediyor. Kendisine karşı olanları “düşman” ilan ediyor. Ve en sonunda King’s Landing’i fethettiğinde, artık adaletle değil, korkuyla hükmediyor. Şehri yakıyor, halkı katlediyor. Çünkü bir zamanlar kurtarıcı olan, şimdi zalim olmuş.

Daenerys’in hikayesi bize şu soruyu sorduruyor: Güç, insanı mı değiştirir? Yoksa insanı olduğu gibi mi ortaya çıkarır? O, Machiavelli’nin Prens’i gibi, bazen sevilmeyi isterken, sonunda korkulmayı daha güvenilir buluyor. Ve tam da bu yüzden, kendi yolunu kendi elleriyle sonlandırıyor.

Tyrion ona, “Görev sevgiyi öldürür, bazen de sevgi görevi,” demişti. Daenerys, görev uğruna sevgiyi öldürdü. Onun halkı için başladığı yolculuk, kendi kibri için bir savaşa dönüştü. Artık adalet değil, hükmetmek istedi. Ve Westeros, onun için bir kurtuluş değil, bir işgal oldu.

Gücün doğası burada çok net: Güç, ne kadar kutsal amaçlarla alınırsa alınsın, sonunda insanı sınar. Daenerys, bir kurtarıcı olarak başladığı hikayesinde, bir tirana dönüştü. Ve Westeros’ta kaç kişi bu sınavdan geçebildi ki?

Ama hikaye burada bitmez. Çünkü Westeros, sadece insanların savaştığı bir dünya değil. Tanrılar, inançlar, kadim efsaneler de bu topraklarda yankılanır. Kimin kaderi gerçekten kendi elindedir? Kimse emin değil. Ama hepsi bir şeye inanıyor: Tanrılar, kehanetler ve kader. Çünkü bu dünyada güç yeterli değil. Biraz da inanç gerekiyor. İnanacak bir hikaye.

Hadi şimdi, inançların, kehanetlerin ve tanrıların dünyasına dalalım. Çünkü sonraki yazaklarım, Westeros’u yöneten kılıçlar ve kelimeler değil, inanç ve korkular olacak. Kış hala burada. Ve daha anlatacaklarımız bitmedi.

İnsanlar, karanlığın ortasında bir ışık ararlar. Kimi bir meşale yakar, kimi göğe bakar yıldız arar. Ama Westeros’ta insanlar, Tanrılarına döner. Çünkü burada herkes, bir şeylere inanmak zorunda kalır. Bir hikayeye, bir peygambere, bir kehanete… Yoksa aklı yitirirsin. Güç her zaman yeterli olmaz; bazen ruhunun boşluklarını dolduracak bir şeye daha ihtiyacın vardır. Bazen gerçekler fazlasıyla ağır gelir, o yüzden insanlar kendilerini hikayelere bırakır. Daenerys’in “kurtarıcı” hikayesini inşa etmesi de, Jon Snow’un “kayıp prens” efsanesine dönüşmesi de bundandır. Çünkü insanlar, anlatılara sarılır. Onları kim yazarsa, tahtı o ele geçirir.

Westeros’ta dinler, yalnızca inanç değil, aynı zamanda politikanın da en kuvvetli aracıdır. Yedi inancı, Demir Taht’ı titretir. Kral Toprakları’nda halk, Yüce Serçe’ye sırtını yaslar. Din, en alt sınıflardan en üst soylulara kadar herkesi etkisi altına alır. Kılıçtan daha keskin, zehirden daha hızlı işler. Yedi inancında tek bir Tanrı vardır ama onun yedi farklı yüzü. Bir annenin merhameti, bir savaşçının cesareti, bir demircinin sabrı… Her yüz, halkın farklı ihtiyaçlarına cevap verir. Ama dinin gücü, burada başlar; herkesin ruhuna, kendi zayıflığından girer.

Cersei, işte bu inancı küçümsemenin bedelini ağır öder. Yedi inancının yükselişini görmezden gelir, onları manipüle edeceğini sanır. Ama inanç, manipüle edilebilecek bir şey değildir. İnananlar, bir kez kandırıldığında ya fanatikleşir ya da yok olurlar. Yüce Serçe, dinin gücünü eline aldığında, Westeros’un en büyük hanedanlarını bile diz çöktürür. Ve Cersei, elinde kalan son seçeneği kullanır: Korku. Tapınağı patlattığında, sadece düşmanlarını değil, inancı da yok eder. Ama inanç, ateşle yakılmaz. O, insanların aklında kalır. Bu yüzden Cersei kazanır gibi görünür, ama aslında kaybetmiştir. Halkı onu sevmiyor, sadece ondan korkuyor. Ve korku, uzun süreli bir tahta garanti vermez.

Yedi inancının gölgesinde bir başka din yükselir: Işık Tanrısı, R’hllor. Kızıl Rahibe Melisandre’nin getirdiği inanç, ateşten doğmuş bir vaadi simgeler. O, alevlerin içinde gelecek kralı görür. Kehanete göre, Azor Ahai adında bir kurtarıcı gelecek ve karanlığı yenecektir. Melisandre buna inanır. Öyle ki, inancı uğruna masumları yakar, kız çocuğunu ateşe verir, binlerce askeri ölüme yollar. Çünkü o, tanrısının buyruğunu sorgulamaz. Ama en derin yanılsamalar, en güçlü inançların içinden çıkar. Melisandre, Stannis Baratheon’un seçilmiş kişi olduğuna inanır. Ama Stannis öldüğünde, inancı kırılır. Tanrısının onunla konuşmadığını fark eder. O an, insan olarak tamamen çöker. Çünkü bir insanın en büyük kaybı, inandığı şeyin aslında hiç olmamış olmasıdır. Melisandre’nin gözlerinde gördüğümüz boşluk, Tanrıların sessizliğinin yüküdür.

Fakat inanç kolay sönmez. Melisandre, sonra Jon Snow’a inanır. Jon Snow, Gece Nöbetçileri tarafından ihanete uğrayıp öldürülmüş, sonra Melisandre tarafından tekrar diriltilmiş bir adam. Ve ölümden dönen her karakter gibi, Jon’un kaderi artık kendi ellerinde değildir. O artık sadece bir adam değildir; bir efsanedir. Ölümden dönmek, onu halkın gözünde seçilmiş yapar. Ama Jon bunun ağırlığını taşımak istemez. O, kral olmak istemez. Tahta göz dikmez. Ama işte kehanetler, genellikle böyle işler. Tahtı isteyenler değil, istemeyenler seçilir. Çünkü halk, isteksiz kahramanlara inanmayı sever. Onlar daha “gerçek” görünür. Jon Snow, belki de o yüzden Kuzey’in Kralı ilan edilir. Ama onun hikayesi de acı doludur. Ne istediği ne de kim olduğu bellidir. Stark mı, Targaryen mi? Ejderhaların oğlu mu, yoksa Kuzey’in kurtları arasında bir yabancı mı? Westeros’ta kim olduğunu bilmeyen bir adam, sonunda herkesin umudu olur.

Jon Snow’un Mesih anlatısında, dinlerin ve kaderin gölgesi ağır basar. Onun ölümden dönüşü, İsa’nın dirilişine benzer. Halk onun ardında yürür, çünkü onlara inandırıcı gelen bir hikaye sunar. Ve insanlar, her zaman iyi hikayelere inanır. Asıl gücün, kılıçta değil, anlatıda olduğunu Tyrion bize söyler. Dünyayı ordular değil, hikayeler yönetir. Westeros’ta da, Essos’ta da… Herkesin bir hikayeye ihtiyacı vardır. Daenerys, kendini zincir kıran, halkların kurtarıcısı olarak anlatır. Jon Snow, kendini Gece Nöbetçisi olarak adar ama halk onun savaşçısından kralına her şeyi yükler. Cersei, kendini annelik hikayesine sığınarak güçlendirir. Herkesin anlattığı hikaye, bir güç aracıdır. Gerçek olup olmaması önemli değildir. Yeter ki inandırıcı olsun.

Arya Stark’ın hikayesi ise bambaşka. O, babasının ölümüyle başlayan bir intikam yolculuğuna çıkar. Kız çocuğu, bir katile dönüşür. Ama onun yolu sadece kan ve kılıçla örülü değildir. Essos’ta, Braavos’ta, Yüzsüz Adamlar’ın tapınağında kim olduğunu unutur. Çok Yüzlü Tanrı’ya hizmet eder. Yani, ölüme. Arya, Hadesten gelen bir karakter gibi, ölümü kabullenir ve onun aracı olur. Kimliğini kaybeder, ama sonunda geri kazanır. Arya Stark olarak dönmesi, onun hem intikamını tamamlaması hem de insan kalabilmesinin anahtarıdır. Ölümün hizmetkarı bile olsan, bir noktada kendi adını tekrar söylemek istersin.

Bran Stark… O, hikayenin en farklı anlatıcısıdır. Geçmişi ve geleceği görür. Üç Gözlü Kuzgun olarak, zamanın dışına çıkar. O, bir şaman gibi, geçmişin ve geleceğin hikayelerini taşır. Ama onun hikayesi, insanlığını kaybetmesiyle biter. Bran artık “o değil”. Duyguları yoktur. Sadece hikayeleri izler, zamanı gözlemler. Ve nihayetinde tahta oturur. Bran, hikayeleri bilen ve anlatan kişi olarak Westeros’un kralı olur. Çünkü en iyi hikayeye sahip olan, en güçlüdür. Bunu Tyrion söyler ama aslında biz de biliyoruz. İnsanlar bayrakları için savaşmazlar. Hikayeler için savaşırlar. Ve Westeros’un hikayesini en iyi kim biliyor? Bran.

Sonunda döner dolaşırız, başa geliriz. Tanrılar, inançlar, kader… Hepsi insanların yarattığı hikayeler. Ama bu, onları gerçek olmaktan alıkoymaz. Gerçeklik, inandığın yerde başlar. Westeros’un tanrıları farklıdır. Yedi, Eski Tanrılar, R’hllor, Çok Yüzlü Tanrı… Ama hepsinin yaptığı aynı şey: İnsanları yönlendirmek. Onlara bir amaç, bir yol göstermek. Belki de hiçbir Tanrı yok. Belki de hepsi var. Ama ne fark eder? İnsanlar, hikayelere inanır ve o hikayeler dünyayı şekillendirir.

Melisandre’nin dediği gibi, “Gece karanlık ve korkularla doludur.” Ama insanlar, karanlıkta bile bir ışık bulur. Bir ateş, bir umut… Bazen bu umut, Daenerys’in ejderhalarında saklıdır. Bazen Jon Snow’un geri dönüşünde. Bazen bir hikayede. Bazen de sadece bir isimde: Stark, Targaryen, Lannister… Ama en sonunda her şey bir masaldır. Birbirimize defalarca anlattığımız bir masal. İnandığımız sürece gerçek olan.

Ve Westeros’un nihai dersi budur: Güç, bir hikayeye inanmaktır. En iyi hikaye, en güçlü olandır. Tyrion’ın dediği gibi, “Dünyada iyi bir hikayeden daha güçlü hiçbir şey yoktur.”

Ve işte biz, bu hikayeyi anlatırken, bir yandan da kendi hikayemizi yazıyoruz. Kış geldi. Ama kıştan sonra da başka mevsimler var. Westeros’un hikayesi burada bitse bile, anlatılan her masalda yankılanmaya devam edecek.

Çünkü insanlar hikayelerle yaşar. Ve en güçlü krallar bile sonunda bir hikayeye dönüşür.

Küçük bir not…

Arkadaşlar, öncelikle yazıyı okuyup yorum yapan herkese gerçekten teşekkür ederim. Gelen mesajlar inanılmaz motive edici! Hem eğlendim, hem düşündüm, sayenizde yazarken çok daha fazla keyif aldım. “Abi Jaime’yi bu kadar iyi anlatmasaydın keşke” diyenler var, “Daenerys’i neden yaktın?” diyenler var… Hepsini okudum, iyi ki yazmışsınız.

Ama ufak bir sitemim de olacak… Bazı yorumlar,mailler var, sanki bu yazıyı Demir Taht’a oturmak için yazmışım gibi hissettiriyor! Dostlar, şu an yoğun bir üniversite hayatının, stajların, derslerin tam ortasındayım. Bu yazılar, aralarda nefes almak, kafa dağıtmak için yazılıyor. Biraz eğlenelim, biraz düşünelim diye… Ama yok, bazılarınız sağ olsun, “Niye şunu yazmadın?”, “Bu karakter öyle değil!” diye hesap soruyor! Ne diyeyim, siz de haklısınız ama ben de insanım be!

Şaka bir yana, her yorumunuz kıymetli. Okumak, cevaplamak, birlikte tartışmak en güzel kısmı. Yazmaya devam edeceğim. Siz yazın, ben de elimden geldiğince cevap vereceğim.

Hadi, bir sonraki yazıda tekrar buluşuruz, selametle...