Yazı kategorisi: Genel

Raskulnikov

Raskolnikov’un İçinde Sessizlik İsteği ve Kendini Parçalayarak Konuşan Zihin

Raskolnikov’u artık ezbere biliyoruz gibi geliyor insana: baltayı, tefeci nineyi, Sonya’yı, Petersburg’un rutubetli sokaklarını, köprüleri, o daracık odasını… Ama bir noktadan sonra aynı cümleleri tekrar tekrar kurduğunu fark ediyorsun: “Üstün insan”, “vicdan azabı”, “yoksulluk ve gurur”, “Suç-ceza diyalektiği” vs. Bunların hepsi doğru, hepsi önemli ama sanki kitap, sadece bunları anlatmak için yazılmış bir metin değil. Raskolnikov’un kafasını biraz daha kurcaladığında, ben orada şunu görmeye başladım: Bu çocuk aslında büyük bir düşünür olmaya çalışmaktan çok, hayatındaki dayanılmaz gürültüyü susturmaya çalışan biri. Cinayeti bile bazen, ahlaki bir deneyden çok, “içimdeki uğultu artık dayanılmaz bir şeye dönüştü, bari bir şey olsun” deyip yok yere masanın üstünü deviren bir insanın hareketi gibi görünüyor. Yani Raskolnikov’un hikâyesi, bazen suç ve ceza kadar, sessizlik ve gürültüyle de ilgili. Ve bu gürültü, dışarıdakinden çok, içerideki.

Petersburg’un kendisi bile romanda başlı başına bir gürültü. Sokaklar kalabalık, hava ağır, insanlar sürekli bir yerlere koşuşturuyor, hanlarda bağrışmalar, içkiler, tartışmalar; şehir sanki hiç susmayan bir makine gibi çalışıyor. Raskolnikov’un baş ağrısı, halsizliği, uyuyup uyanmaları, yarı sayıklamaları… Bunların hepsi biraz da şu hissi veriyor: “Yeter, susun.” Ama susması gereken asıl şey şehir değil, kendi zihni. Günlerdir kafasında dönüp duran planlar, gidip gelmeler, “yapacağım–yapmayacağım” salınımları, tefeci ninenin eşyaları, paralar, Dunya’nın geleceği, annesinin mektupları… Hepsi kafasının içinde bir “telsiz anonsu” gibi kesik kesik, emrivaki konuşuyor. Cinayet, çoğu zaman bir ispat deneyi gibi anlatılır ama bana göre bir yanıyla da, “Bari bir şey olsun da şu içimdeki erteleme ve geviş getirme hâli bitsin,” diye yapılan, çok radikal bir “sustur” tuşu. Ne ironik: Bir kişiyi öldürerek dışarıdaki bir sesi susturacağını sanıyor, ama aslında içerde bin kat daha güçlü bir uğultu başlatıyor.

Raskolnikov’u bir de erteleme ve kararsızlık üzerinden düşünmek çok ilginç. Hani insan günlerce bir şeyi kafasında büyütür, “yarın kesin hallederim” diye diye kendine yeminler eder ya, ama sonra yine yapamaz; işte Raskolnikov o hâli en uç noktasına kadar yaşıyor. Cinayetten önceki günlere dikkat edersen, aslında çocuk bunu planlamakla, vazgeçmek arasında gidip geliyor. Bir an “olacak bu iş” diye yürüyüşe çıkıyor, sonra kendini bir bankta buluyor, sonra başka birine takılıyor, sonra “böyle saçmalık mu olur” diye kendi fikriyle dalga geçiyor. Bu manzara bana hep şunu düşündürüyor: Bu, “yüksek ahlaki teori”den çok, ileri düzey bir “yapamayan insan” portresi. Normalde küçük şeyler yapamayan insan, bir noktada delirip saçma sapan büyük bir şey yapar ya, “madem hiçbir şey değişmiyor, bari kökünden bir şey kırayım” diye; Raskolnikov’da bunun çok felsefi paketlenmiş hâlini görüyoruz. Cinayet, bazen Napolyon teorisinin değil, yıllarca biriken pasifliğin ve hayat karşısındaki çaresizliğin patlaması gibi duruyor. Yani aslında “dünyayı değiştirme” iddiası taşıyan bir eylem değil, kendi yarım kalmışlığından kaçış girişimi.

Bir de Raskolnikov’da beni en çok çarpan duygulardan biri, suçluluk değil, utanç. Bence arada büyük fark var: Suçluluk, “yanlış bir şey yaptım,” der; utanç, “ben zaten yanlış bir şeyim,” der. Raskolnikov’un haline baktığında, o, “kötü bir iş yaptım ama aslında haklıydım” diye kendini temize çıkarmaya çalışan birinden çok, “ben zaten baştan problemli biriyim” hissini taşıyan biri gibi. O yüzden çevresindeki insanlara karşı, özellikle Sonya’ya karşı bakışları hep yarı kaçak, yarı meydan okuyan türden. Bir yanıyla “yargıla beni” der gibi, bir yanıyla “sen kim oluyorsun da beni yargılıyorsun” der gibi. Bu çift ses bana çok tanıdık geliyor, çünkü kendi hayatımızda da yaptığımız bir şey bu: Bir hata yapınca, onu duygusal olarak taşımak yerine, hemen teorileştiriyoruz. “Koşullar böyleydi”, “sistem bozuk”, “aslında bu yaptığımın felsefi gerekçesi var” diye, ham utancı paketleyip rafa kaldırmaya çalışıyoruz. Psikolog olsak, Raskolnikov’a büyük ihtimalle “aşırı entelektüelleştirme” diye not düşeriz: Duygusunu doğrudan yaşamak yerine, üzerine teoriler kurarak kendini kandırmayı seçen insan. Dostoyevski de sanki “Bak, bu savunma mekanizmasının son perdesi pek iyi bitmiyor,” diye el sallıyor uzaktan.

Raskolnikov’un bedenle ilişkisi de bence çok önemli ve çoğu zaman es geçiliyor. Biz genelde olaya zihin, fikir, teori, ahlak düzleminden bakıyoruz ama romanda beden sürekli sahnede; ateş, titreme, mide bulantısı, yürürken sendeleme, kalp çarpıntısı, aşırı uyuma ya da hiç uyuyamama… Sanki Dostoyevski şunu söylemek istiyor: “Ne kadar akıllı bir teori kurarsan kur, bedenin senden bağımsız oy kullanmaya devam edecek.” Raskolnikov’un bütün o “üstün insan” fikirleri, kriz anında bir anda bozuluyor; vücudu onu ele veriyor. Kapı önünde nefes nefese kalıyor, baltayı tutan elleri titriyor, sonra bambaşka bir şeye odaklanması gerekirken, yerdeki bir iz, gömlekteki küçük bir leke, merdivendeki bir komşunun ayağı… Bunlar bir anda tüm teorinin önüne geçiyor. Bu bana çok tanıdık: İnsan içten içe darmadağınken, dışarıda “normal” görünmeye çalıştığı o sahte sakinlik. Sosyal medyada profiline bakan “iyi duruyor” diyor ama içeride mide kasılıyor, kalp tekliyor. Raskolnikov, roman boyunca, iç tarafı darmadağın bir insanın, dışarıda “normal vatandaş” rolü oynarken bedenine yenik düşme hikâyesi gibi de okunabilir. Ne kadar “üstün” olduğunu düşünürsen düşün, ter kokun, titremen, göz bebeklerin, uykusuzluğun, el titremen senden önce konuşuyor.

Bir de Raskolnikov’u “yarım kalmış devrimci” gibi okumayı seviyorum. Hani bazı insanlar vardır, oturup saatlerce eşitsizlikten, adaletsizlikten, sınıflardan, sistemden bahseder; ama eyleme geçtiklerinde yaptıkları şey en fazla birine bağırmak, birini ezmek, birine had bildirmek olur. Raskolnikov da dünyadaki adaletsizliği görüyor; tefeci ninenin insanları sömürmesini, kız kardeşinin evlilik üzerinden bir tür “satılık fedakârlığa” zorlanmasını, kendi zekâsının heba oluşunu… Yani aslında malzemesi var: gerçekten berbat, yozlaşmış bir düzen görüyor. Ama buna karşı geliştirdiği eylem, sistemin bozuk dişlilerine değil, o dişlilerden birinin kafasına baltayla girişmek. Yani dünyayı değil, dünyadan nefret ettiği tek bir sembolü kırıyor. Bu yüzden roman, bana bazen radikal bireysel eylem eleştirisi gibi geliyor: “Tek bir şok hamleyle hem hayatım hem dünya değişsin” hayaliyle yaşayan ve sonunda hem kendini hem etrafını mahveden insan tipi. Bugün bunun versiyonlarını görüyoruz: Sadece belli insanlara söverek, belirli figürlere nefret kusarak, kendini “büyük adalet savaşçısı” sanan ama hiçbir yapısal şeyle uğraşmayan, sadece kendi öfkesini patlatarak rahatlayan tipler… Raskolnikov bu hâlin edebi ve çok daha trajik bir versiyonu.

Romanın zaman duygusu da Raskolnikov’u anlamak için bence kilit. Zaman, bu kitapta düz bir çizgi gibi işlemiyor; bazen bir gün, üç sayfada bitiyor, bazen birkaç dakikalık bir sahne otuz sayfa sürüyor. Raskolnikov’un kafasında da böyle: Karar anları ağırlaşıyor, uzuyor, saniyeler koyulaşıyor; “sonra bakarım” dediği şeyler günleri yiyor. Cinayet öncesinde, adım adım “o ana” yaklaşırken, zaman bir türlü geçmiyor; cinayetten sonra ise bazı anlar birbiriyle iç içe giriyor, kimle ne konuştuğunu, hangi gün ne yaptığını, neyi rüyasında, neyi gerçekte yaşadığını karıştırmaya başlıyor. Bu sadece roman tekniği değil, insanın kendini yok etmeye doğru giderken zaman algısının bozulmasına dair ince bir gözlem. Raskolnikov, “yarın başka olacak” diye diye kendini oyalayan bir zihnin ucuna varıyor; sonunda kabul ettiği tek zaman, şimdiki zaman oluyor: gidip itiraf ettiği an. Bu da bana şunu düşündürüyor: İnsan ya kendi zamanını öldürerek yaşar –erteleye erteleye, “bir gün yaparım” diyerek– ya da bir noktada kendiyle yüzleşmek zorunda kalır. Raskolnikov ilkini deneyip, sürünerek ikincisine mecbur kalan biri gibi.

Belki de Raskolnikov’un okur üzerindeki asıl etkisi, “Ben olsam yapar mıydım?” sorusundan çok, “Ben kendi hayatımda neleri bahane ediyorum?” sorusunu tetiklemesi. Onun teorileriyle dalga geçmek kolay: “Üstün insanmış da, Napolyon’muş da, büyük dava için kural çiğnemekmiş de…” Ama sonra dönüp kendi düşüncelerine bakıyorsun: “Şartlar böyle, sistem bozuk, aile baskısı var, ülke şöyle, imkanlar böyle…” derken, bazen kendi küçük zalimliklerini, küçük ihmal ve umursamazlıklarını, küçük çıkarlarını da aynı paketleme tekniğiyle meşrulaştırdığını fark ediyorsun. Raskolnikov’u tekrar tekrar okutan şey biraz da bu bence: Her yaşta, her ruh hâlinde kitap açıldığında karşımıza başka bir Raskolnikov çıkıyor. Gençken okuduğunda isyankâr, “haklı isyan çocuğu” gibi duruyor. Biraz yaş aldığında, daha çok ezik, kırılmış, kendini büyütmeye çalışırken kendini yiyip bitiren biri gibi gelmeye başlıyor. Belki daha da ileride, sadece inanılmaz derecede yorgun, utançla boğuşan bir çocuk gibi görünecek. Yani Raskolnikov sabit bir karakter değil; sen değiştikçe görüntüsü de değişen bir ayna gibi. Ne kadar çok bakarsan, o kadar az “katil” görüyorsun, o kadar çok “insan” görüyorsun. Ve belki Dostoyevski’nin en can sıkıcı zekâsı da burada: “Senin içindeki karanlık, sadece soyut bir tema değil, azıcık dürtsen çıkacak kadar yakında,” demesi.

Sonunda Raskolnikov’u şöyle bir yerde bırakıyorum kafamda: Büyük teoriler yazmaya çalışan ama kendi hayatının dağınıklığını bile toplayamayan, zekâsını kendini kandırmak için kullanan, sessizlik ararken daha fazla gürültü üreten, bir türlü büyüyememiş bir çocuk. Onun hikâyesi, suç işleyenin değil, kendine karşı açık olamayanın trajedisi gibi geliyor bana. Ve bu yüzden romanı kapattığımda içimde kalan asıl cümle, “Ne kötü bir çocukmuş” değil; daha çok, insanın kendine söylediği şu yarım itiraf: “Ben de bazen, kendi küçük Raskolnikov’umu teorilerle örtüyorum galiba.” İşte o anda kitap bitmiyor; asıl o anda başlıyor.

Yazı kategorisi: Genel

Atatürk’e Kişisel Bir Mesaj

Bu ülkede Atatürk hakkında konuşurken genelde üç tip var:

1. **Tapanlar:**
   Ağzını açtığında “şanlı ebedî önder, ışık saçan bilmemne” kalıbının dışına çıkamayan, onu eleştirilemez bir yarı-tanrıya çevirenler. Atatürk’ü değil, Atatürk ikonunu seviyorlar.
2. **Nefret edenler:**
   Hayatında iki kitap okumamış, tarih dediği üç cümlelik propaganda metni olan ama “dinsizdi, masondu, memleketi sattı” diye slogan ezberleyenler. Onlar da Atatürk’ü değil, kendi kafalarında çizdikleri şeytan figürüyle kavga ediyor.
3. **Arada kalan azınlık:**
   Onun bir devrimci olduğunu, büyük bir akıl olduğunu, büyük bir cesaret olduğunu teslim edip; aynı zamanda yaptıklarını, yapamadıklarını, hatalı hamlelerini konuşmaktan korkmayanlar.

Ben üçüncüsündeyim. Ve bu yazı tamamen benim pencerem.



Benim gözümde Atatürk’ün en çarpıcı tarafı, “imkânsız” denilen bir tabloya bakıp soğukkanlı kalabilmesidir.

Bak, ortam şu:
İmparatorluk dağılmış, Sevr masaya sürülmüş, ordular dağılmış, moraller yerle bir, saray yönetimi fiilen işgalcilerle uyumlu, ülkenin geleceği dış masalarda çiziliyor. Böyle bir atmosferde çoğu insan iki şey yapar: Ya teslim olur ya da hamaset yapar. Mustafa Kemal üçüncü yolu seçiyor: Hesap yapıyor.

Ankara’ya geçiş, İstanbul’dan kopuş, yerel direnişleri tek merkezde toplama çabası, Büyük Taarruz’a kadarki sabırlı hazırlık, Lozan masasına kazanarak oturmak… Bunların hiçbirinde “romantik kahramanlık” yok; matematik var, strateji var. Lozan’la birlikte:

* Sevr’i çöpe attırıyor,
* Kapitülasyonları kaldırıyor,
* Yeni devletin sınırlarını ve egemenliğini hukuken tanıttırıyor. ([lu.edu.qa][1])

Benim saygı duyduğum yer burası: Duygusallığını tarihe malzeme etmemiş bir adamdan bahsediyoruz. Çuvallama ihtimalinin çok yüksek olduğu bir kumarı, akılla oynuyor.

Bu yüzden benim için Atatürk, yalnızca bir “cumhuriyet kurucusu” değil; **kaosun ortasında rasyonel kalmayı başarabilmiş bir devrimci**.



Sonra geliyor asıl tartışmalı alan: Kurduğu düzen.

Atatürk’ün yaptıklarına tek tek değil, paket halinde bakınca çok net bir zihinsel şema görünüyor:

* Saltanatı kaldırıyor.
* Hilafeti kaldırıyor.
* Tevhid-i Tedrisat ile eğitimi tek çatıya çekiyor.
* Şeri mahkemeleri kapatıp laik hukuk getiriyor, Medeni Kanun’la özellikle kadın-erkek hukuki statüsünü değiştiriyor. ([Vikipedi][2])
* Kılık kıyafet düzenlemeleriyle, takvim, ölçü, yazı devrimiyle simgesel ve pratik bir kopuş yaratıyor.
* Devletçi kalkınma modeliyle sıfır sermayeli bir ülkede sanayi çekirdeği kurmaya çalışıyor. ([Vikipedi][2])
* Kadınlara siyasal haklar vererek, dönemi için gerçekten ileri bir pozisyon alıyor.

Ben bu tabloya baktığımda şunu görüyorum:
“Arkadaş, bu adam sadece rejim değiştirmiyor, zihniyet mimarlığı yapıyor.”

Eğitimi, hukuku, dili, kamusal alanı birbirine bağlayan bütünlüklü bir proje bu. Bu yönüyle evet, benim gözümde net bir devrimci. Çünkü elindeki toplumu “olduğu gibi korumak” değil, “başka bir şeye dönüştürmek” istiyor. Risk alıyor. Tepeden iniyor, evet; ama boş adamın tepeden inmeye cesareti olmaz, o sürüklenir. Bu direnen bir akıl.

Benim ona duyduğum saygının temelinde şu var:

* Eline geçen iktidar gücünü; bir saray, hanedan, tarikat, aşiret çıkarı için değil; modern bir ulus-devlet inşası için kullanıyor.
* Yaptığı düzenlemeler, kendi şahsına tapınmayı zorunlu kılmıyor; tam tersine kâğıt üzerinde bile olsa “egemenlik milletindir” diyor.

Ama işte tam burada, onu sevdiğim yer ile eleştirdiğim yer birbirine değiyor.



Çünkü Atatürk, olağanüstü şartların adamı. Savaş, işgal, isyanlar, bölünme korkusu… Böyle bir atmosferde verdiği birçok karar “güvenlikçi akıl”la şekilleniyor ve bu anlaşılır. Ama anlaşılır olan, her zaman sorunsuz değildir.

Mesela:

* Çok partili hayata geçme denemeleri (Terakkiperver, Serbest Fırka) kısa ve sert bitiyor.
* Muhalefet girişimleri, düzeni yıkma potansiyeli taşıdığı gerekçesiyle hızla tasfiye ediliyor.
* Tek parti düzeni, eleştirinin doğal olmadığı, lider kültünün kolay filizlendiği bir zemin yaratıyor.

Tarihsel bağlamı biliyorum: İsyanlar, suikast girişimleri, bölünme korkusu… Evet, bu atmosferde kim olursa olsun yumruğu biraz sıkardı. Ama tam da insan olduğu için, o da zaman zaman “fazla sıktı”.

Bugün buradan dönüp baktığımda şunu söyleyebiliyorum:
Atatürk, bu ülkeyi parçalanmaktan kurtarmakta ve modern bir çerçeve kurmakta olağanüstü başarılıydı; **ama çoğulcu demokrasinin kurumsallaşması konusunda eksik bıraktı**. Bunda dönemin faşizm/radikal rejim ruhunun da etkisi var, bunda tarihsel korkular var, bunda kişisel kontrol ihtiyacı da var. Hepsi birlikte.

Bu, benim gözümde saygıyı azaltmıyor; tam tersine onu “hata yapabilen bir insan” olarak görmemi sağlıyor. Tanrı olmadığını kabul ettiğim için sevebiliyorum.



Bir de şu çok kritik mesele: Kimlik, merkezîyetçilik, laiklik.

Atatürk’ün kurduğu model:

* Homojen bir ulus kimliği inşa etmeye çalışan,
* Dini devletin eline alıp kontrol eden,
* Etnik ve kültürel farklılıkları çoğu zaman “tehdit” olarak okuyan bir model.

O dönem için anlaşılabilir bir refleks: İmparatorluk milliyetçiliklerle parçalanmış, herkes bir yerden kopmuş, elinde kalan coğrafyada “dağılmayalım” diye tutturmaya çalışıyorsun. Bu yüzden sert merkeziyetçilik ve üniter söylem, onun gözünde bir güvenlik önlemi.

Ama uzun vadede bunun bedeli ağır oldu:

* Kürt meselesi gibi, iç içe geçmiş kimlik sorunlarını konuşmayı imkânsızlaştıran resmi dil,
* Laikliği, toplumun bir kısmına “devletin dinle kavgası” gibi gösterme imkânı veren otoriter uygulamalar,
* Devletin tepesinden inen modernleşmenin, geniş halk kesimleriyle duygusal bağ kurmakta zorlanması.

Ben bu alanlarda Atatürk’ü tamamen aklayamam. Evet, koşulları biliyorum. Evet, o gün için “devletin bekası” klişesinin gerçekten gerçek olduğu bir denklem vardı. Ama bugün bu mirasın sorunlu yanlarını görmezden gelirsem, Atatürk’ü değil, kendi konforumuzu savunmuş olurum.

Yine de önemli bir ayrım yapıyorum:
Bu politikaların bir kısmı tarihsel bağlamın ve kolektif devlet aklının ürünü. Atatürk’ün kişiliğini şeytanlaştırıp bütün günahı ona yazmak nasıl saçmaysa, onu kusursuz ilan edip sonuçlardan kendimizi muaf tutmak da o kadar saçma.



Gelelim nefret edenlere ve tapanlara.

Atatürk’ten nefret edenlerin bir kısmı, aslında kendi yenilgilerinden nefret ediyor. “Biz bu ülkede istediğimiz teokratik düzeni kuramadık çünkü” diye içten içe ona bileniyorlar. Tarihi, kişisel ezikliklerinin malzemesi yapıyorlar. Onlar için Atatürk, hiç tanımadıkları bir adam değil; kendi fantezilerinin engeli.

Tapanlar ise genelde tembelliğin daha şık versiyonu:

* Kitap okumadan sever,
* Eleştiri duymaya tahammül etmez,
* Onun adını kullanarak bugünkü bütün otoriter refleksleri, bütün devleti kutsama alışkanlıklarını aklamaya çalışır.
* “Atam izindeyiz” deyip, Atatürk’ün muhtemelen tokatlayacağı kadar kifayetsiz siyasetçilere sorgusuz biat eder.

İki tarafın ortak noktası şu:
Atatürk’ü anlamak gibi bir niyetleri yok.
Benim var. Çünkü şuna inanıyorum:
**Gerçek saygı, sahte kusursuzluk hikâyesine değil, sınırlarıyla birlikte teslim edilen emeğe duyulur.**



Bugün 10 Kasım’da benim aklımdan geçen şey şu:

Bu adam, çok zor bir dönemde gerçekten çok büyük riskler aldı ve büyük oranda tuttu.
Bu topraklarda:

* Uluslararası hukuken tanınmış bir devlet varsa,
* Laiklik diye bir kelimeyi hâlâ konuşabiliyorsak,
* Kadının hukuki statüsü, dönemi için devrim niteliğindeyse,
* Eğitim, hukuk, dil üzerinden bir modernleşme zemini kurulabildiyse,

bunda onun payını kimsenin silemeyeceği kadar büyük görüyorum. ([Vikipedi][2])

Aynı zamanda:

* Tek parti pratiğini,
* Aşırı merkeziyetçiliği,
* Bazı yerlerde sert, dışlayıcı, tepeden inme uygulamaları,
* Din-devlet ilişkisindeki kontrolcü tonu,
* Kimlik meselesindeki körlükleri

“tarihin doğa kanunu” gibi sunanlardan da hoşlanmıyorum. Bu alanlarda eleştirim var. Ve bu eleştiriyi yaparken kendimi Atatürk düşmanı değil, onu gerçekten okuyabilmiş biri gibi hissediyorum.

Çünkü biliyorum ki:
Olağanüstü şartlarda verilen her karar steril olamaz.
Savaşın içinden, işgalin içinden, isyanların içinden çıkmış bir liderin, her durumda liberal demokrasi el kitabına göre hareket etmesini beklemek çocukluk olur.
Önemli olan, toplam fotoğrafa baktığında, ibrenin nereye bastığı.

Benim terazimde ibre net:
Artıları, eksilerini eziyor.
Yapabildikleri, yapamadıklarından ağır.
Kurduğu zemin, bozduklarımızdan güçlü.
Ve evet, benim için Atatürk hâlâ bu coğrafyanın en ciddi devrimcisidir.



10 Kasım benim için yas günü değil.
Romantik bir ağıt da değil.
Bir yüzleşme günü:

Kendime soruyorum:
“Bu adamın hayatını harcayıp kurmaya çalıştığı akıl düzeyine, ciddiyet düzeyine yakın mıyım?”

Cevap çoğu zaman hayır.
Ama en azından bir şeyi net biliyorum:

Ben Atatürk’ü putlaştırmadan savunuyorum.
Onu nefret objesi yapmadan eleştiriyorum.
Onu bir siyasi grubun tapınma sembolü ya da ötekinin şeytanı değil, **insan** olarak görüyorum:
Hataları olan, ama bu ülkenin kaderine gerçekten müdahale etmiş, risk almış, düşünmüş, kavga etmiş, geceleri masa başında harita, rapor, kitap arasında ömrünü yemiş bir adam.

Ve bence asıl saygı da burada başlıyor:
“Sen mükemmel değildin, iyi ki de değildin. Çünkü ben seni, mucize değil; mücadele olarak hatırlamak istiyorum.”

İşte bu yazı, tam olarak o yüzden benim yazım.
Kimse adına değil, hiçbir kutsal adına değil.
Bu ülkede, bugün hâlâ nefes alabiliyorsam ve hâlâ bu satırları yazacak kadar özgür hissedebiliyorsam, bunda payı olan adama borcumu melodramla değil, dürüstlükle ödemenin derdindeyim.

[1]: https://lu.edu.qa/wp-content/uploads/2025/09/Article-2.pdf?utm_source=chatgpt.com “The Treaty of Lausanne 1923-1922 and Its Impact on the …”
[2]: https://en.wikipedia.org/wiki/Atat%C3%BCrk%27s_reforms?utm_source=chatgpt.com “Atatürk’s reforms”

Yazı kategorisi: Genel

Demirtaş -Erdoğan-Bahceli-Omurga

2015’ten Sonra Türk Siyasetinde Büyük Dönüşümler: Tutarsızlığın İbretlik Örnekleri

2015 sonrası Türk siyasetinde gerçekten de tarihî dönüşümlere şahit olduk. Özellikle Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli gibi siyasi aktörlerin söylem ve eylemlerindeki keskin U dönüşleri, bugün ibretle izlediğimiz bir tablo ortaya koyuyor. Bu yazıda, Selahattin Demirtaş örneğini merkeze alarak iktidar ortaklarının nasıl kendi çizgilerini dahi çiğneyebilecek kadar tutarsız davranabildiklerini ele alacağım. Önemli bir not: Bu eleştiriler kesinlikle Demirtaş’ı savunmak için değildir. Aksine, Demirtaş’ın savunduğu ideolojik çizginin ve değerlerin binlerce masum insanın ölümüne ve milyonlarca insanın yerinden göç etmesine yol açtığına inanıyorum. Ancak mesele tam da burada – bunca acıya sebep olduğunu düşündüğüm bir figürü bile, siyasi çıkar uğruna bir gün şeytanlaştırıp ertesi gün aklamaya çalışan iktidar siyaseti daha büyük bir ikiyüzlülüğü gözler önüne seriyor.

2015: Kürt Barışından Çatışmaya, İttifaklardan U-Dönüşüne

2015 yılı, Türkiye siyasetinde bir kırılmayı temsil ediyor. Yıllarca çözüm süreci adı altında yürütülen ve Abdullah Öcalan ile görüşmeleri bile içeren barış arayışı, 2015’in ortasında çatışmaya dönüştü. 7 Haziran 2015 seçimlerinde Erdoğan’ın partisi çoğunluğu kaybedince, Bahçeli koalisyon seçeneklerini reddedip ülkeyi yeniden seçime götürme yolunu açtı. Sonrasında çatışmalar hız kazandı; güneydoğuda “hendek” olayları patlak verdi. Bir zamanlar Dolmabahçe’de devlet yetkilileriyle HDP’lilerin ortak bildiri okuduğu süreç çoktan bitmiş, yerini tankların şehir merkezlerine girdiği, kentlerin yerle bir olduğu bir savaş ortamına bırakmıştı. Binlerce insan hayatını kaybetti, yüz binlercesi evini terk etti – sadece 1990’larda değil, 2015 sonrasında da büyük bir insani maliyet yaşandı. (Nitekim resmi raporlara göre 1984’ten beri süren çatışmalarda 30 binden fazla insan ölmüş, 3 milyona yakın insan yerinden edilmiştir.)

Bu şiddet sarmalı içinde, Erdoğan ve Bahçeli arasında da siyasi bir yakınlaşma doğdu. O güne dek Bahçeli, Erdoğan’a ve partisine sert muhalefet eden biriydi. Hatta geçmişte Erdoğan’a çok ağır sözler sarf ettiği, “hesap vermesi gerekir” dediği bilinir. Ne var ki 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından Bahçeli keskin bir manevrayla rotasını değiştirdi ve Erdoğan’a açık destek vermeye başladı. Böylece 2018’de “Cumhur İttifakı” resmen kuruldu. Dün birbirine nefretle bakan iki lider, bir gecede omuz omuza verir oldu. Bahçeli yıllardır karşı çıktığı başkanlık sistemine onay verdi; Erdoğan ise düne kadar “hain” ilan ettiği muhalifleri sindirmek için Bahçeli’nin sert söylemlerini benimsedi. Bu ittifak, bugünkü iktidar bloğunun temelini oluşturdu.

Selahattin Demirtaş: Tartışmalı Bir Figür olarak Merkezde

Yazının odağındaki Selahattin Demirtaş, 2015 öncesinde barış sürecinin aktörlerinden biri olarak görülse de 2015 sonrasında hükümetin hedefe koyduğu başlıca isimlerden biri haline geldi. Halkların Demokratik Partisi (HDP) eş genel başkanı olan Demirtaş, özellikle 6-8 Ekim 2014 Kobani olayları nedeniyle suçlandı. Hükümet, Kobani’de IŞİD kuşatmasına karşı halkı sokağa çağıran HDP’nin bu çağrısını bahane ederek Demirtaş’ı “terör kışkırtıcısı” ilan etti. O eylemler sırasında farklı bölgelerde 53 kişi hayatını kaybetti – ki bunların çoğu HDP’liler ile Hüda-Par’lılar arasındaki çatışmalarda öldü. Bu olaylar iktidar propagandasında Demirtaş’ın “eli kanlı” biri olarak damgalanması için sürekli kullanıldı. Nitekim Devlet Bahçeli, Ekim 2020’deki Meclis grup konuşmasında “6-8 Ekim’de 53 kişinin ölümüne neden olan bölücü alçaklara en ağır ceza verilmelidir. Terörist Demirtaş bu olayların bir numaralı sorumlusudur” diyerek Demirtaş’ı doğrudan “terörist” ilan etmişti. Benzer şekilde Recep Tayyip Erdoğan da defalarca Demirtaş’ı “terörist” diye niteledi; 2017’de katıldığı G20 Zirvesi’nde yabancı gazetecilere “Bahsettiğiniz kişi bir teröristtir. Öyle bir terörist ki benim Kürt kardeşlerimi sokağa döküp 53 Kürt kardeşimin ölümüne yol açmıştır” sözleriyle Demirtaş’ı suçladı.

Bu sert söylemlerin altında, Demirtaş’ın açıkça dile getirmese de PKK çizgisine yakın durduğu algısı yatıyor. Demirtaş hiçbir zaman PKK’yı net bir şekilde “terör örgütü” diye kınamadı; bu tavrı Türk kamuoyunun önemli bir kesiminde ona karşı büyük bir güvensizlik ve öfke oluşturdu. İşte bu yüzden ben de Demirtaş’ı demokratik siyasetin bir modeli olarak görmüyorum. Savunduğu “öz yönetim” ve benzeri değerlerin, pratikte PKK söylemiyle iç içe geçtiği ve sonuçta kan ve gözyaşına yol açtığı çok açık. Türkiye’nin doğusunda yıllarca süren çatışmalarda masum köylülerden çocuklara, öğretmenlerden genç askerlere kadar sayısız can yitirildi; milyonlar göç yollarına düştü. Bu acı tablonun sorumlularından biri de elbette PKK ve onun etrafında şekillenen siyaset anlayışıdır – ki Demirtaş bu anlayışı büsbütün reddetmemiş, tam tersine siyasi söylemiyle dolaylı da olsa meşrulaştırmıştır. Dolayısıyla Demirtaş’a kişisel veya siyasi bir sempatim yok, olamaz da.

Ancak tam da bu nedenle, yani Demirtaş gibi benim açımdan eleştirilmesi gereken bir figürün durumu üzerinden, iktidarın ilkesizliğini göstermek daha önemli hale geliyor. “Terörist” dedikleri, “katil” dedikleri birine karşı tavırlarında bir nebze tutarlılık beklerdim. Gelgelelim, Erdoğan ve Bahçeli ikilisi öyle zikzaklar çizdiler ki Demirtaş konusunda – ve genel olarak Kürt meselesinde – bugün geldiğimiz nokta tam bir kara mizah örneğidir.

Düne Kadar “Terörist” Dediğiniz Kişiye Bugün “Hayırlı Olsun” Mu Diyorsunuz?

2016 yılı sonunda Selahattin Demirtaş tutuklanarak cezaevine kondu. O gün bugündür hükümet çevreleri ve Bahçeli gibi ortakları, Demirtaş’ı adeta şeytanlaştırarak tabanın gözünde bir numaralı düşman haline getirdi. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyasında dahi Demirtaş rakip aday olduğu için hapisten TRT’ye bağlanmak zorunda kaldığında, iktidar onu “terörist başı” diyerek karalıyordu. 2023 genel seçimlerinde ise bu tutum zirveye çıktı: Erdoğan ve Bahçeli, ortak mitinglerinde halka “Bunlar (muhalefet) terörist Demirtaş’ı, Sorosçu Kavala’yı serbest bırakacak” diyerek korku salmaya çalıştı. MHP lideri Bahçeli, 2022’de Kılıçdaroğlu’nu hedef alırken “İktidar olsalar ilk iş terörist Demirtaş’ı ve sarhoş Osman Kavala’yı serbest bırakacaklar, sorarım sana Öcalan canisini de salacak mısın?” diye veryansın ediyordu. Yani Demirtaş’ın bırakılması fikri onlar için resmen vatan hainliğiyle eş değerdi.

Peki, aradan çok değil bir-iki yıl geçtikten sonra ne oldu dersiniz? Kasım 2025’te Bahçeli, herkesin ağzını açık bırakan bir açıklama yaptı: Hukuki süreçlerin tamamlandığını belirterek “Demirtaş’ın tahliyesi Türkiye için hayırlara vesile olacaktır” dedi. Yanlış okumadınız; daha dün “terörist, eli kanlı bölücü” diyerek yerden yere vurduğu Demirtaş’ın serbest kalmasını bugün “hayırlı” bulduğunu söylüyor. Üstelik sadece bunu söylemekle kalmadı, Meclis’te kurulan bir komisyondan İmralı adasına, yani Öcalan’a, heyet gönderilmesini de desteklediğini ilan etti! MHP lideri Bahçeli, kendi ağzıyla “Meclis’teki çözüm süreci komisyonundan seçilecek milletvekilleri İmralı’ya gidip gerekli mesajları almalı, MHP böyle bir heyete katılmaya hazırdır” dedi.

Devlet Bahçeli, yıllardır “terörist” dediği Demirtaş’ın artık serbest kalabileceğini söylerken (Kasım 2025). Bir zamanların en katı çizgisini temsil eden MHP lideri, bugün çözüm adına İmralı’ya heyet göndermekten bahsediyor.

Bu noktada insanın zihni allak bullak oluyor: Hani Demirtaş teröristti, hani İmralı ile görüşmek vatana ihanetti? Ne değişti de Bahçeli böylesine keskin bir çark etti? Elbette bu sorunun cevabı siyasal hesaplardan başka bir şey değil. 2024 yerel seçimlerinde iktidar blokunun büyükşehirleri kaybetmesi, ekonomik krizin derinleşmesi ve uluslararası baskılar derken, Erdoğan-Bahçeli ikilisi Kürt sorununda yeniden “çözüm” havasına girmeye mecbur kaldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları Demirtaş’ın tutukluluğunu hukuksuz bulup tahliye çağrısı yapıyordu; içeride de Kürt seçmenin desteğini kazanmak için bazı adımlar gerekti. İşte bu koşullar altında, dün “Demirtaş çıksa ülke bölünür” propagandası yapanlar bugün “çıksa da bir şey olmaz, hatta iyi olur” moduna geçtiler. Bunun adı ilkesizlik değil de nedir? Bahçeli gibi bir figür bile, koltuğunu korumak uğruna kendi kırmızı çizgilerini çiğnemekten çekinmedi.

Erdoğan cephesine gelince… O henüz açık açık “hayırlı olsun” demese de, Bahçeli’nin bu çıkışına kayda değer bir itiraz getirmedi. Geçmişte “yargı bağımsız, biz karışmayız” diyerek Demirtaş’ın hapiste tutulmasına onay veren Erdoğan, Bahçeli “tahliye hayırlı” deyince yine “Yargı ne derse biz ona uyarız” klişesine sığındı. Aslında bu da bir tür sinsilik: Erdoğan muhalefetteyken yargının siyasi saikle Demirtaş’ı içeride tuttuğunu gayet iyi biliyordu ve bunu eleştirenleri “terör sevici” diyerek bastırdı. Şimdi ortağı rota değiştirince kendisi de hemen tarafsız “hakim bey” rolüne büründü. Oysa unutmayalım, Türkiye’de yargının Erdoğan’ın telkinleri olmadan böyle siyasi konularda adım atamayacağını bize bizzat son 10 yıl öğretti. Demirtaş’ın içeride kalmasını isteyen de, şimdi çıkmasına yeşil ışık yakan da aynı iktidar zihniyetidir. Erdoğan’ın “yargı kararı” söylemi, bu gerçeği örtmeye yetmez.

Öcalan’ın Mektubundan TRT’de Osman Öcalan’a: İktidarın Çıkar Pragmatizmi

İktidarın tutarsızlık örneklerini Demirtaş meselesinden ibaret sanmayın; bu sadece buzdağının görünen kısmı. 2019 İstanbul seçimlerinin tekrarında yaşananlar, Erdoğan ve Bahçeli’nin kendi söylediklerini nasıl yuttuklarının belki de en çıplak örneğidir. 31 Mart 2019’da İstanbul’da seçimi kaybedince, Erdoğan 23 Haziran’daki tekrar seçimi kazanabilmek uğruna Abdullah Öcalan’dan medet umdu! Evet, yanlış duymadınız: Devletin yıllardır “bebek katili” ilan ettiği, İmralı’da ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını çeken PKK lideri Öcalan’ın bir mektubu, devlet kanalı aracılığıyla kamuoyuna servis edildi. Öcalan o mektubunda HDP’ye İstanbul seçimlerinde tarafsız kalma çağrısı yapıyordu. Yani alenen denildi ki: “Ey Kürt seçmen, oy vermeye gitme, Ekrem İmamoğlu’na destek olma.”

Bu mesajı iletmek için Doç. Ali Kemal Özcan adlı bir akademisyen İmralı’ya gönderildi ve mektupla döndü. Dahası, kırmızı bültenle aranan Osman Öcalan (Abdullah Öcalan’ın kardeşi) TRT Kürdi kanalına çıkarıldı. Devletin resmi yayın organında terör örgütü liderinin kardeşi sözde röportaj yaparak HDP seçmenine akıl vermeye çalıştı. Düne kadar “Teröristle müzakere olmaz, onları televizyonlarda övmek vatan hainliği” diyenler, İstanbul’u kazanacağım diye Öcalan’ın mesajlarını meydanlarda okutmakta beis görmedi. Bu olay öylesine yüz kızartıcıydı ki, bırakın muhalefeti, iktidar medyasının içinden bile “Osman Öcalan’ı TRT’ye çıkarmak hataydı” diyenler oldu. (Hükümete yakın Yeni Akit gazetesinin bir yazarı, AKP ve MHP’lilerin bile bu işi hata olarak gördüğünü yazdı.)

Bugün Bahçeli kalkıp soruyor mu: “İstanbul seçiminde sırf birkaç oy uğruna teröristbaşının mektubunu yayınlatan kimdi?” Hayır, sormuyor. Çünkü o da bu planın bir parçasıydı veya en azından ses çıkarmayacak kadar koltuk kaygısına düşmüştü. Halbuki Bahçeli’nin siyasi geçmişine baktığımızda, 1999’da Öcalan idamdan kurtulunca Meclis’te idam cezasının kaldırılmasına MHP olarak onay verdikleri için yıllarca eleştiriler aldı. Bahçeli hep “devletin başına devlet gelir” diyen, terörle mücadelede taviz verilemez diye konuşan biriydi. Ama işte koltuk uğruna kendi kendini tekzip eden açıklamalar yapmaktan çekinmiyor.

Bakın, daha dün Bahçeli, Kılıçdaroğlu’na “Öcalan’ı da salacak mısınız?” diye yükleniyordu. Peki bugün ne diyor? **“PKK’nın kurucusunun görüşleri alınmalı, İmralı’ya gidilmeli”**. Bu sözler Bahçeli’ye ait, akıl alır gibi değil. Geçmişte çözüm süreci döneminde İmralı’da HDP’liler Öcalan’la görüşürken “vay siz vatanı bölüyorsunuz” diyen Bahçeli, şimdi kendisi İmralı’ya heyet göndermeye hevesli. Bu nasıl bir tutarsızlık, nasıl bir siyasi döneklik, kelimeler kifayetsiz kalıyor.

HÜDA PAR İttifakı: “Terörist” Kim, “Dost” Kim?

İktidarın çelişkili politikalarının bir diğer boyutu da HÜDA PAR meselesi. HÜDA PAR (Hür Dava Partisi), kamuoyunda Türk Hizbullahı ile ilişkisi olduğu iddialarıyla bilinen bir parti. 1990’larda PKK ile çatışıp kanlı eylemlere karışan Hizbullah’ın devamı olabileceği yönünde yaygın bir kanaat varken, AKP bu partiyi 2023 seçimlerinde ittifaka dahil etti. MHP tabanında bile rahatsızlık yaratan bu durumu Bahçeli nasıl savundu dersiniz? Çıkıp “HÜDA PAR terörü tümden reddetmiştir, hiçbir yasa dışı örgütle bağı olmadığını milletimizle paylaşmıştır” diye açıklama yaptı. Yani Bahçeli’ye göre HÜDA PAR tertemiz, pırıl pırıl bir partiymiş, Hizbullah’la hiç alakası yokmuş! Oysa HÜDA PAR’ın genel başkanı 2022’de katıldığı bir programda “Türkiye’ye göre Hizbullah terör örgütü olabilir ama bana göre değil” diyecek kadar açık konuşmuş biriydi. Partinin birçok üyesinin geçmişinde Hizbullah bağlantıları olduğu basında defalarca yazıldı çizildi. MHP gibi “teröre karşı sıfır tolerans” iddiasındaki bir parti için normalde asla kabul edilemez şeyler bunlar. Fakat mevzubahis olan, Erdoğan’ın birkaç milletvekilliği daha kazanması olunca Bahçeli hemen tornistan yaptı. Bir eliyle HDP’yi şeytanlaştırıp diğer eliyle HÜDA PAR’ı aklamaya çalıştı.

Burada yine çifte standart çarpıcı biçimde görünüyor: “Bizim teröristimiz iyidir, sizin teröristiniz kötüdür” anlayışı. Bahçeli HDP’yi, tüm Kürt siyasi hareketini PKK ile bağlarından ötürü topyekûn hain ilan ediyor. Ama kendi ittifakına gelince, açık açık Hizbullah sempatisini dile getiren, Hizbullah hükümlülerine sahip çıkan bir partiyi meşrulaştırıyor. Hatta çıkıp yukarıdaki açıklamada HDP’yi hedef göstererek “HDP bir kez olsun PKK’yı kınamadı, ama HÜDA PAR terörü reddediyor” diyebiliyor. Gerçekten pes! Bu sözleri sarf eden Bahçeli değil miydi ki 1990’larda Hizbullah’ın şehit ettiği güvenlik güçleri için gözyaşı döken? Ne oldu şimdi, Hizbullah’ı “zamanında çökerttik bitti” diyerek hafife alır oldular. Tabii bu söylem hem tarihe hem şehitlere saygısızlık, hem de alenen gerçeğin çarpıtılmasıdır. Zira Hizbullah’ın siyasi uzantısı olduğu iddia edilen kişileri meclise sokmak için kırk dereden su getirdiler.

Bu tablo, Erdoğan ve Bahçeli’nin siyaset anlayışını net biçimde ortaya koyuyor: İlke yok, tutarlılık yok, yalnızca çıkar var. Günü geldiğinde en nefret edilenle ortak olunur, iş bitince tekrar düşman ilan edilir. Dün “vatan haini” denilen bugün “yerli ve milli” oluverir; dün “asla yan yana gelmeyiz” dedikleriyle bugün fotoğraf verilir.

İnce Alay ve Acı Gerçek: “Dün Dündür, Bugün Bugün”

Bu yazı boyunca ciddi bir dil kullandım, zira söz konusu olan memleket siyaseti ve bu siyasetçilerin güvenilmezliği. Yeri geldi taşlamadan da geri durmadım, çünkü olan biteni anlatmanın bazen en etkili yolu hicivdir. Aslında aklıma, George Orwell’in 1984 romanındaki “çift düşün” kavramı geliyor: Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cehalet güçtür. Bizdeki karşılığı da şu galiba: “Terörist kahramandır, düşman dosttur.” Bugün iktidarın yaptığı tam olarak bu ikiyüzlü doublethink halidir. Bir yandan meydanlarda milliyetçi nutuk atıyorlar, öbür yandan kapalı kapılar ardında dün “terörist” dedikleriyle pazarlık yapıyorlar.

Felsefi bir göndermeyle ifade edecek olursak, Herakleitos “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” demişti. Fakat bizim siyaset erbabı, her türlü suya defalarca girip çıkıyor, üstelik her seferinde de suyu başka renge boyuyor. Tutarlılık denilen erdem, ne yazık ki iktidar sahiplerinin lugatında yer almıyor. Dün ak dediklerine bugün kara diyebiliyorlar; dün vatana ihanet saydıklarını bugün milli çıkar diye yutturmaya kalkabiliyorlar. Bu noktada biz vatandaşlara düşen görev, hafızamızı taze tutmak ve bu siyasi taklaları unutmamaktır.

Benim bu yazıyı kaleme almaktaki amacım da tam olarak budur: Demirtaş’ı savunmak değil, siyasi figürlerin kendi söylemlerini bile nasıl ayaklar altına alabildiğini göstermek. Demirtaş konusunda şahsi fikrimi en başta net biçimde ortaya koydum. Onun savunduğu çizgiye karşıyım; çünkü o çizginin Türkiye’ye acı ve gözyaşından başka bir şey getirmediğini düşünüyorum. Ama tam da bu sebeple, ülkeyi yönetenlerin böylesine kritik bir konuda sergilediği tutarsızlık beni öfkelendiriyor. Bir insan hem “terörle mücadele kahramanı” rolü oynayıp hem de terörle ilintili gördüğü kişi ve yapılarla çıkar uğruna işbirliği yapamaz, yapmamalı. Eğer yapıyorsa, bu halkı aptal yerine koymaktır, ahlaki bir çöküştür.

Son tahlilde, Erdoğan ve Bahçeli’nin 2015’ten bugüne çizdiği zikzaklar Türkiye siyasetinin trajikomik bir özetidir. Öcalan’ın mektubundan Demirtaş’ın tahliyesine, çözüm sürecinden beka söylemine kadar her konuda oynadıkları iki yüzlü oyun ortada. Bu oyunda Demirtaş gibi isimler sadece birer piyon; bugün içeride yarın dışarıda olmaları tamamen iktidarın keyfine göre belirleniyor. İlkeler, değerler, tutarlılık ise çoktan sahneyi terk etmiş durumda.

Şimdi düşünüyorum da, belki de bu siyasilerin unuttuğu basit bir ilke var: “Dün dündür, bugün bugündür” diyerek her şeyi unutturamazsınız. Hafıza-i beşer nisyan ile malul olabilir, fakat bu millet sonsuza dek balık hafızalı kalmayacaktır. Gün gelir, bunca tutarsızlığın hesabı demokratik sandıkta sorulur. İşte o gün geldiğinde, kimsenin yüzünün kızarmayacağı bir geçmiş bırakmak en doğrusu olmaz mıydı? Ne yazık ki bizim ülkemizde siyasi ikiyüzlülük bir norm haline geldi. Ve biz bu normali kabullenirsek, yarın daha da büyük savrulmalara şaşırmamayı öğreneceğiz ki bu da toplumsal çürümenin başlangıcı olur.

Son söz: Bu yazı ne Demirtaş’ı ne de onun ideolojisini aklama çabasıdır. Tam tersine, bir vatandaş ve bu ülkenin bir ferdi olarak, ülkeyi yönetenlerin ilkesizliğine karşı bir isyan çığlığıdır. Çünkü eğer yöneticiler kendi koydukları kuralları, kendi söyledikleri sözleri hiçe sayabiliyorsa, bize adalet ve huzur adına söyleyebilecekleri hiçbir şey kalmamıştır. Artık kimse masal anlatmasın: Kral çıplak! Dün “terörist” dediklerine bugün “hayırlı olsun” diyenlerin maskesi düşmüştür. Bu maskenin ardında ise yalnızca koltuk sevdası ve iktidar hırsı vardır. Ve ben, Demirtaş’ı savunmuyor olsam da, böyle bir iki yüzlülüğe de teslim olmayı reddediyorum.

Kaynaklar:

Bianet – Bahçeli’nin 2020’de Demirtaş’a “Terörist, 6-8 Ekim’in sorumlusu” suçlaması

Van Olay Haber – Erdoğan’ın 2017’de Demirtaş için “53 kişinin katili olan bir teröristtir” beyanı

Bianet – Bahçeli’nin Kasım 2025’te “Demirtaş’ın tahliyesi Türkiye için hayırlı olur” açıklaması

Bianet – Bahçeli’nin “Meclis komisyonu İmralı’ya gitmeli, MHP heyete katılır” sözleri

Anadolu Ajansı – Abdullah Öcalan’ın 2019 İstanbul seçimleri öncesi HDP’ye tarafsızlık çağrısı haberi

Independent Türkçe – Osman Öcalan’ın TRT’ye çıkarılmasını iktidar medyasının dahi eleştirmesi

Bianet – Bahçeli’nin HÜDA PAR’ı aklamaya yönelik “HÜDA PAR’ın terör örgütüyle bağı yok” açıklaması

Bianet – Bahçeli’nin HÜDA PAR’ı savunurken HDP’yi PKK’ya bağlamakla eleştirmesi

Birleşik Krallık İçişleri Bakanlığı Raporu – 1984’ten beri süren çatışmaların 3.5 milyon insanı yerinden etmesine dair bilgi

Wikipedia (PKK sayfası) – PKK ile çatışmalarda hayatını kaybedenler ve mağdurların sayısına dair veriler

Yazı kategorisi: Genel

Hayat bazen sis diye başlıyor cümlelerine. Kapının eşiğinde bekleyen, içeri girmeye üşenen, ama dışarıda da durmayı beceremeyen bir sis. Gözleri yakan değil, görmeyi zorlaştıran cinsten; her şeyi olduğundan iki parmak daha uzağa, iki ton daha mat bir renge çeviren. Kalem ucu gibi tedirgin bir çizgi, üzerine eğildikçe kırılan. Hayatın zor yanları hep orada, ama bugünlerde sanki sesi daha kalın, nefesi daha ağır. Eşyaların gölgesi uzun, kelimelerin gölgesi daha uzun. İnsan, anlamı yıllar önce silinmiş bir tabelayı okur gibi bakıyor etrafına: harfler yerinde, cümle yok.

Zor derken kastedilen, kazayı andıran büyük kırılmalar değil yalnızca. Daha sıradan, daha ince, daha ısrarcı olan: sabahın floresan ışığı gibi, yüzü yıkarken göz kapaklarına çarpan soğuk su gibi, çayın demi tutmayınca dudakta kalan o buruk tat gibi. Hayat, bazen bir bekleme salonu; numara ekranda yanıyor, kalkıyorsun, meğer senden önce birileri daha varmış. Bazen de durmadan kapanan bir turnike: kartı okuyor, okuyor, kırmızı ışık inatla yanıp sönüyor. Kimse bir şey demiyor, ama herkes bir şey demiş gibi susuyor.

Yorgunluk, adını sormadığın bir misafir. Koltuğa oturmuyor, minderin hafızasına siniyor. Masada yarım kalmış bir ekmek kırıntısı, sanki günlere bölünmüş küçük bir sus payı. Bazı geceler, saatlerin dişlileri diline takılan tel zımba gibi gıcırdıyor; uyku, bitmeyen bir yer değiştirme eylemi, göz kapakları ile tavanın arasına sıkışmış kısa bir mütareke. Ve hayatın zor oluşu, büyük cümlelerle değil; kapı kolunun soğukluğu, çekmece rayının takılması, telefon ekranında parmak izinin silinmemesi gibi küçük dirençlerle anlatıyor kendini.

Bir şehir var, hepimizin içinde: caddesi aynı, tabelası paslı. Orada rüzgâr, paslı menteşeden geçmiş bir nefes gibi esiyor. Orada bir bakkal, defterin kenarına çizgi çizgi borç yazıyor hâlâ; rakamlar büyüyor, anlam küçülüyor. Orada bir durak, bekleyen çok, gelen otobüs ya çok dolu ya da bir sonraki. Ve o şehirde, herkes yanından geçerken küçük bir baş selamı veriyor hayata: “biliyorum, buradasın.” Zorluk dediğin, işte bu sürekli varlık; kapatınca susmayan bir buzdolabı motoru gibi, geceyi tık tık çoğaltan.

Bazen sanki dünya, yanlış katlarda duran bir asansör. Düğmeye basılıyor, kapı açılıyor; kabinin içinde ışık var, ama gidilecek yerin numarası sanki silinmiş. İnsan giriyor, kapanıyor kapı; aynadaki yüz tanıdık değil, tanış olmaya da niyetli değil. Zil çalıyor, katlar değişiyor, ama neden inileceği unutulmuş gibi. Hayat, bu unutkanlıkla ağırlaşıyor: neyin peşinde olunduğu değil, peşinde olunmanın ağırlığı yoruyor.

Pus var dedik ya, sanki cümle başlarında çoğalmaya hevesli. Üstüne katlandıkça kalınlaşan bir örtü; nesneleri korumuyor, sadece netliğini alıp götürüyor. Kimi günler, kahvenin kokusu bile bu pusa karışıp tatsızlaşıyor. Kimi günler, pencereyi açmak sadece başka bir pencereyi açmak gibi: rüzgâr değişmiyor, perde aynı sesle hışırdıyor. Ve bir yerlerde, bir takvim yaprağı daha kopuyor; yaprağın düştüğü yer görünmüyor bile.

Hayatın zor yanı, açıklama istememesi. Sebebi konuşmaya üşenen bir yorgunluk, kaynağını saklayan bir kırgınlık. “Neden?” diye sorulunca omuz silkip geçiyor, “öyle işte” diyor, “öyle”. Birine anlatınca hafifleyecek gibi duran şey, anlatmayı bitirince yerini değiştirmiş oluyor; kelimeler, sandalyelerini geriye itip kalkmış, masada hesap unutmuş gibi. Kasa fişleri kırış kırış; toplam tutuyor ama alınanlar eksik.

Kimi sabahlar, yol kenarında lastiği inmiş bir bisiklet gibi duruyor gün. Pompa yok, servis yok, sadece rüzgâr var; o da nereye eseceğini unutan türden. Kimi akşamlar, ceket askıda ama omuz izi çıkmamış; giyilmemiş günler, kefesine konulmayan küçük iyilikler, söylenmemiş bir “kolay gelsin”. Hayatın zor yanı, bazen yapılmayanların ağırlığı. Yapılanlar bitiyor, yapılmayanlar birikiyor; üst üste konulunca duvar oluyor, duvara bakınca cümle yarıda kalıyor.

Sanki hepimizin cebinde yırtık bir harita var. Kıvrımlarından kum dökülüyor, yönleri silik, kenarları ısırık. “Buradan sağa” denmiş yerlerin çoğu artık tek yön. “İleride köprü” yazan notun altından bir not daha çıkıyor: “Onarım var.” İnsan, en sonunda yürümeyi öğreniyor, haritaya bakmadan; ama yürümek de bir müzakere: ayak tabanıyla kaldırım taşının sessiz anlaşması. Yine de bazı taşlar, inadına daha sivri.

Sorular var, cevapları ağır. “Neden?” gibi değil, “nasıl dayanılır?” gibi. Cevabı olanın ağzına yapışıp kalmayan, cevabı yokmuş gibi davranan sorular. Hayatın zor yanı, bu soruları susturmak değil; onlarla aynı odada, birbirine bakmadan oturmak. Bir noktadan sonra, çay bardağı tabağına bıraktığı iz kadar konuşuyor insan; buharın gözlük camında bıraktığı leke kadar. Kimin nesi eksik bilmiyorsun, ama eksik bir şeyin çekirdeği eline bulaşıyor.

Ve evet, bazen yorgunluğun yorgunluğu da var. Dinlenmenin bile yorucu olduğu türden. Koltuk derisi insanı itiyor sanki, yastık enseyle anlaşamıyor, müzik bile kulağını geri çekiyor. Zaman, çizgiyi biraz sağa ittikçe, küçük şeyler büyüyor: masa bacağı sallanıyor, kapı eşiği takılıyor, defterin zımbası parmak ucuna denk geliyor. Hayatın zor oluşu, birikintiyle ilgili belki de: yağmur değil, oluk; rüzgâr değil, çatlak; gürültü değil, ince ıslık.

Ama mesele umut değil bugün. Mesele, umutsuzluk da değil. Mesele, bir şeyin adını koymadan onunla yan yana durabilmek: sisin içine bakıp “tamam, burası burası” diyebilmek. Çünkü bazen en doğrusu, manzarayı zorlamamak; cam silmeyi ertelemek, perdeleri açmamak, ışığı bir tık kısmak. Gün, elbet dönecek; ama bunun bile vaadini kurmadan, sadece sandalyeyi biraz daha duvara yanaştırmak.

Belki de şimdilik yapılacak en makul şey, cümlelerin hızını düşürmek. Noktaları biraz erken koymak. Virgülleri saklamak. Bir fincanı tam doldurmamak. Bir adımı yarım atmak. Hayata “zor” derken, kavga etmek değil niyet; sadece adını doğru hecelemek: zor. İki harf, bir r. Kısa ama ağır. Taş gibi: yerinden kolay oynamıyor. İlla ki taşıyacağız demek de değil bu; bazen sadece yanında durup nefeslenmek.

Sis çekilecek mi, pus dağılacak mı, bilinmiyor. Bilinmesi de gerekmiyor. Şimdilik, bu mat ışıkta nesnelerin kenarlarını kabullenmek: fincan kulpunun yarım görünüşünü, aynanın buğusunu, sokağın ağzındaki boşluğu. Kimse kimseden büyük laflar beklemesin bugün. Söz, hafif olursa kırılmaz; ağırlaşınca düşüyor çünkü. Hayat zor; bunu söylemek için kimseden izin alınmıyor. Bugün, izin almadan söylenen tek cümle bu.

Ve belki son bir şey: rüzgâr kapıyı yokladığında, “açıksa gelsin” demek zorunda değil kimse. Kapı kapalı durabilir, kilitlenmeden. Sis, camın dışında kalabilir, camın içinde de. Hayat, ısrarını sürdürecek zaten; biz de ısrar etmeyelim şimdilik. Biraz duralım. Yürümeyelim demek değil; sadece acele etmeyelim. Pus, aceleyi sevmez. Sessizliği sever. Bugün, sessizlikle konuşulsun: cümleler ağır, dudaklar yorgun, ama anlaşılır. Çünkü hayat, en çok böyle anlaşılıyor: adı konmadan, ama saklanmadan. Zor. Evet. Yine de burada. Burada, sisin içinde, yavaş.

Yazı kategorisi: Genel

Güvenli Oda

Güvenli Oda: Kapısı İçeriden Kapanan Yer

Gel, şöyle kapıyı hafifçe çek; gıcırdasın biraz, dursun ses. İçeri buyur. Ayakkabıları kapının yanına bırak, masanın üstündeki küçük paslı anahtarı görüyorsun ya—onu eline al; sıcaklığı sende kalsın. Kettle çoktan düdük öttürdü, iki ince belli bardağa çay koydum. Bu yazı öyle aceleye gelmeyecek; dumanı tüterken konuşacağız. Tamam mı? Çünkü “güvenli oda” dediğim şey, panik anlarında saklanılan beton bir sığınak değildir; daha çok, içeriden kilitlenen bir dikkat, nazikçe kapatılmış bir parantez, kendi kendine “şimdilik yeter” deme becerisidir. Ve evet, antika kokar biraz: ceviz bir masa, mürekkep lekeli bir defter, köşede hımbıl bir duvar saati… Zaman burada ağır aksak yürür; dışarıdaki hız buraya ayakkabıları çamurlu giremez.

Şimdi, neden böyle bir odaya ihtiyaç duyuyor insan? Kaçmak için mi, toparlanmak için mi? İkisi bambaşka şeyler. Kaçış, kapıyı üzerine çekip içeriyi zindana çevirmeye meyillidir; toparlanmaksa kapıyı içeriden kapatıp pencereyi aralamaktır: hava girsin, ses kısık gelsin, ama dünya tamamen dışarı atılmasın. Güvenli oda, “dünyayı susturmak” değil; “dünyayı kısmak” yeridir. Radyonun sesini 4’e almak gibi düşün; kapatmak değil, kıstığında melodiyi duyarsın, sözleri seçersin, gürültüyü ehlileştirirsin. Odanın felsefesi de bu zaten: gürültüyle kavga etmeden, ona yeni bir uzaklık tayin etmek.

Kapıdan başlayalım—çünkü bütün metaforların kalın ve sade olanı kapıdır. Kapı, “hayır” deme hakkının ahşaptan yapılmış halidir. Dışarıya karşı değil, kendine karşı da kullanırsın onu. Bazen içeri girenler kibar, konuşkan, iyi niyetli; yine de yorucu olur. Bazen giren şey insanlar değildir: bildirimler, beklentiler, ertelemeler, suçluluk duyan cümleler… Hepsine tek tek anlatamazsın; kapının dilinden anlarsın: Bugün müsait değilim. İlginçtir; insana en çok güven vereni, çoğu zaman en yumuşak ve en kısa “hayır”dır. Çünkü sınır, emniyetin sessiz sözlüğüdür; sınır olunca içeride nefes düzenlenir.

Pencereyse başka bir şey anlatır: geçirgenlik. Güvenli oda, beton bir sığınak olsaydı boğardı; insanın içi öyle katı duvarlara dayanmaz. Pencere açıkken hafif bir ses gelir, perde dalgalanır; dışarının varlığına şahit olursun ama onun akışına kapılmazsın. Felsefede mühim bir ayrım: dünyayı dışlamak başka, dünyaya mesafe koymak başka. Biri körleştirir, diğeri berraklaştırır. Güvenli oda berraklığa meyilli olandır; pencereyi aralayıp “Benim içimdeki hava yetiyor mu?” diye yoklarsın. Yetmiyorsa, biraz açarsın; üşürsen kapatırsın. Bu kadar canlı, bu kadar ayarlı bir ilişki.

Masaya gel; ceviz yüzeyde eski çizikler var, bazıları hikâye gibi: bir gün sabırsızlanmışsın, anahtarın ucu iz bırakmış; bir gün aceleyle yazmışsın, kalem defterin ötesine taşmış… Masaya oturmak, kendinle müzakere etmektir aslında. Güvenli odanın en sevdiğim ritüeli şu: bir bardak çay, bir kalem, üç soru. 1) Şu an bende ne var? 2) Şu an benden ne isteniyor? 3) Şu an ben neyi seçiyorum? Basit gibi duruyor ama seçmek, güven duygusunun motorudur. Seçemediğinde dünya seçer; seçtiğinde dünya anlaşma imzalar. “Bugün şu kadarını yapıyorum.” Bu cümlenin içindeki nokta, bir kalp ritmi gibi düzen verir. Fazlası yarına kalsın; odanın en güzel cömertliği budur: yarına alan bırakır.

Raflarda birkaç kitap duruyor; hepsi dünya kadar iddialı değil. Bazıları sadece “ben buradayım” diyor. Antika bir radyo da var; ara sıra cızırtıyla bir türkü bulur, sonra kaybeder. Güvenli odanın nostaljiyle flörtü var ama evlilik değil; geçmişi vitrine dikip tapınmıyoruz. Antika koku, bugüne düşmanlık değil; sadece tantanasız bir saygı: “Benden önce de insanlar nefes aldı, düşündü, bekledi.” Bu bilgi güven verir. Çünkü kendi derdin benzersiz gibi gelirken, çekmeceyi açıp eski bir kapı koluna dokunursun ve şunu fark edersin: El bir kemikten yapılır, endişe bir dokudan; ikisi de insana aittir ve yıllardır değişmeden sürer. İşte bu paylaşılan sır, içini yumuşatır.

Duvar saatine bak; tık, tık, tık. Dışarıda zaman dişli bir makinedir, içerideyse çıkrık gibi: yavaş, anlaşılır, dönerek ilerler. Güvenli oda, aceleyi durduran pedagojidir. “Hemen şimdi” baskısını “şimdilik şurada”ya çevirir. Burada yaptığın üç dakikalık bir nefes—say bak: üç al, üç tut, altı ver—dışarıda bir buçuk saatlik sağa sola çarpmayı engeller. Zamanı çoğaltmanın sırrı, ona hız katmak değil; onu küçültmektir. Küçültünce avuca sığar, avuca sığanca da insan korkmaz.

Bir köşede ayna var. Aman ürkme, bu odadaki ayna yüz kusuru aramaz; sadakat arar. “Ben şu anda nasılım?” diye sorduğunda, yüzündeki çizgiye bakıp hüküm kurmaz; sadece tanıklık eder. İnsanın en güvenli anı, kendisine tanık olabildiği andır. Yargı, odanın dış kapısına çıkarılır; içeride müsamaha değil, merhamet işler. Bu ayrımı bil: müsamaha, “boş ver” der; merhametse “anlıyorum ve senin yanında duruyorum” der. Güven, ikinci cümlede filizlenir.

Biraz da misafir kuralından söz edelim. Güvenli odanın kapısı içeriden kapanır, ama hiç açılmaz sanma. Yalnızlığın iyileştirici kısmı vardır; bir de uyuşturan kısmı. Biri seni dünyaya geri bağlar, diğeri bağını koparır; farkını anlamanın kestirme yolu şudur: Bu oda beni dışarı çıkmaya heveslendiriyor mu? Heveslendiriyorsa, doz doğru. Korkutuyor, utandırıyor, ertelemenin kılıfına dönüştürüyorsa—kapının kilidini nazikçe çevir, pencereyi ardına kadar aç, bir tur dolaş. Dönüşte oda yine burada; merak etme.

Peki dışarıdaki insanlar? Herkesi içeri almak zorunda değilsin. Hatta bazen en çok sevdiğini de içeri almamak en büyük sevgidir. Çünkü yorgunluğunu yorgunluğuna eklemek kimseye iyi gelmez. “Şimdi değil” demek, “asla değil” demek değildir. Biz bunu yanlış anlıyoruz. “Şimdi değil” cümlesi, güvenli odanın nazik muhafızıdır; içerideki toparlanmayı, dışarıdaki ilişkiyi kurtarır. Varsın birileri somurtsa; sen kapının yanında duran küçük notu hatırla: “Birazdan döneceğim.” Gerçekten dön. Dönünce karşılaşmanın tonu değişir.

“Burası ben-merkez mi?” diye içini kemiren bir soru olabilir. Hayır; güvensizliği çoğaltan şey bencillik değil, dağınıklıktır. Dağınık insan başkalarının alanına yanlış zamanda girer, yanlış yerde küser, yanlış yerden sarılır. Toparlanmış insan, başkalarının eşiğinde ayakkabılarını çıkarır. Oda, tam da bu yüzden etik bir mekândır: Kendini toplaman, başkasını korur. Uçakta anlatılan o klişe ama sahici cümle burada tekrar anlam kazanır: “Önce kendi maskeni tak.” O maskenin adı işte bu oda.

Yol üstü versiyonunu da konuşalım mı? Her yerde bir oda kuramazsın; ama odanın cebinde taşınan bir hali var. Küçük bir ritüel: başparmağınla işaret parmağının arasına bir “paslı anahtar” hayal ediyorsun, üç nefes alıp veriyorsun, içinden şu cümleyi fısıldıyorsun: “Şimdi ben, bende olanla kalıyorum.” On saniye. Kimse fark etmez; ama o on saniyede odanın kapısı içerden kapanır, rüzgâr dinebilir. Belki kulaklıktaki şarkının sesini bir tık kısarsın, belki telefondaki bildirimi parmağınla itersin; fark etmez. Ritüel dediğin, büyük ve gösterişli değil; küçük ve tekrarlı olandır.

Kriz anı olur mu? Olur. Bazen kapıyı hayal edersin ama elin kilidi bulamaz; bazen içeri girersin ama ayna çok gürültülü konuşur. O zaman mektup yaz derim. Kendine. “Sevgili ben,” diye başla, üç cümle yaz: “Buradayım. Biraz zaman istiyorum. Sonra devam.” Mektupların güzel tarafı, odanın duvarlarına asılabilmesidir. Duvarda asılı bir cümle, en kötü gününde bile tutunacak bir çivi olur. Ve lütfen unutma: Oda asla zindan değil; eğer içeride kalman seni küçültüyor, kısıyor ve karartıyorsa, o oda bozulmuştur. Pencereyi aç, kapağı at, dışarıdaki ışık gözünü alsın; göz alışır.

FOMO meselesi var bir de—“kaçırma korkusu”. Asıl kaçırdığımız genelde kendimizdir. Dışarıda her şey olurken içeride kimse beklemezse, oraya döndüğünde evin soyulmuş gibi hissedersin. Güvenli oda, eşyalarını değil, dikkatini sigortalar. Çünkü dikkat soyulunca, kalan her şey dağınık görünür. Garip değil mi? Dikkati yerine koyunca dışarıdaki karmaşa eskisi kadar hırçın görünmüyor. Yani oda, dünyadan kaçmak için değil; dünyaya dönerken elini titremeden kapıya uzatmak için var.

İlişkiler bu hikâyenin neresinde? Tam ortasında. Güvenli odası olan insanların sevgisi daha sükûnetli ve daha derin olur. Çünkü “hep burada ol” demek yerine “ben biraz içeri çekiliyorum, sonra gel” diyebilir. Bu cümle, sevginin yetişkin hâlidir. Beklentiyle dinginlik kardeştir; biri coşkun, diğeri aklı başında. İkisinin uyumu, ilişkiye sağlam bir ritim verir. Sevilmek “kapıda bekleyen kalabalık” değildir; bazen odanın eşiğinde bırakılan küçük bir nottur: “Bugün yorgundum; yarın konuşalım.” İşte bu kadar basit ve bu kadar derin.

Şimdi gel, bu odanın sözsüz ilkelerini bir su gibi akıtalım—madde madde yapmayalım ki akış bozulmasın. Birincisi, sınır koymak kaçmak değildir; dikkatine koruma kılıfı takmaktır. İkincisi, geçirgenlik şarttır; penceresiz oda güven değil, kıstırılmışlık üretir. Üçüncüsü, ritüel kıymetlidir; küçük tekrarlar büyük güven verir. Dördüncüsü, merhamet müsamahadan başkadır; kendine tanık olan, kendini kandırmaz. Beşincisi, oda seni dışarıya heveslendirmiyorsa doz aşımı vardır; kapıyı aç. Altıncısı, sevdiğini içeri almamak bazen sevginin en dürüst dilidir; zaman ver. Yedincisi, nostaljiye saygı duy ama bugünü iptal etme; antika kokusunu parfüm gibi sür, maske gibi değil. Sekizincisi, yazıyla konuş; mektup, not, kenara alınmış cümle… Hepsi duvarda çivi olur. Dokuzuncusu, zaman küçültüldüğünde çoğalır; üç nefes, üç sayfa eder. Onuncusu, odanın anahtarı cebindedir; mekânın yoksa bile ritüelin var.

Son bir şey daha; kapıyı kapatmak kadar açmak da bilgi ister. Dışarıya çıkarken lambayı kıs; “döneceğim” der gibi. Bitirmeden önce bir yudum daha çay alalım. Bak, fark ettin mi? Konuşa konuşa oda kurduk burada. Çevredeki gürültü hâlâ var ama sesi kısık; kendi sesimiz anlaşılır oldu. İşte güven böyle hissettirir: Sanki eski bir çekmeceden bulduğun bir mendili ütüleyip cebine koymuşsun gibi. Gerekince çıkarırsın, yokluğunda panik olmaz. Sen şimdi kapıyı nazikçe arala; basamakları ağır ağır in. Dışarıda hava serin ama keskin değil. Cebindeki küçük paslı anahtarı yokla. Unutma: Bu oda kapısını içeriden kapatır, ama dünyaya yine içeriden açılır. Ve sen, tam bu anda, içeriden dünyaya bakan biri olduğun için güvendesin.

Yazı kategorisi: Genel

Hayat Hakkında Düşüncelerim

Gel, biraz konuşalım.

Ama o bildiğin, şekerli girişlerden değil. “Aşkı, sevgiyi, gerçek huzuru buldum” gibi cümleler dökmeyeceğim sahneye. Pembe panjurlu bir masal anlatıcısı değilim; hayatla aramızdaki sözleşme hiçbir zaman masal diliyle yazılmadı zaten. Hayat, herkesin eline başka kalemler, başka kağıtlar tutuşturuyor; bana düşen, kendi payıma çizik çizik düşen satırları dürüstçe okumak.

Dürüst olalım: bazen beni yonttu, bazen yıktı; bazen sabırla yeniden kurdu, bazen de “böyle kalsın” dedi ve gitti. Hepimiz gibi ben de bir kısmını anladım, bir kısmını hâlâ anlamıyorum. Uygulayabildiğim dersler var, her seferinde yüzüstü bıraktıklarım var. İnsan denen şey, hatayı çoğaltıp doğruyu damıta damıta ilerleyen bir canlı sonuçta. Yine de dönüp kendime sorduğumda aynı soruda buluyorum kendimi:

Hayat bana ne öğretti?

Önce şunu: İnsanlardan korkmamayı. Çekinmenin, kafanın içini karanlık bir odaya çeviren, sesleri büyüten bir gölge olduğunu. “Aman kırılır mı, aman alınır mı?” diye eğilip büküldükçe aslında kendi belimizi kırdığımızı. Ve en mühimi, hayatın merkezine insanları—ya da insanlara ait her şeyi—koymanın ince ince işleyen bir felaket planı olduğunu. Çünkü oraya yerleşen her şey bir gün gider. Bir isim, bir yüz, bir kurum, bir fikir… Hepsi misafir. Merkez, ev sahibini ister.

İsyan etmeyi de öğretti elbette; ama hıncı salmak için değil. Adalet için, vicdan için, hakikat için. “Ben öfkeliyim, öyleyse haklıyım” kolaycılığına karnının tok olduğunu. Asıl isyanın, kendine de döndüğünü: başkasını suçlarken diline çarpan o küçük, utangaç aynayı tutmayı. Cesaretin ezelde verilmiş bir hediye değil, bilmekten, anlamaktan, fark etmekten doğan bir kas olduğunu; ve bu kası kullanmadığında eridiğini. Sonra da kulağıma eğilip fısıldadı: “Bildiğini sandığın çoğu şey, bir gün bilmediğini itiraf edeceğin bir sarsıntıyı bekliyor.”

Kalabalıkları da gösterdi bana. Kalabalıkların, çoğu zaman bilgiye uzak, bu yüzden cesarete de uzak olduğunu… Ve bu cümlenin içindeki ben’i. “Sen o kalabalığın neresindesin?” diye sordu: “Kenarında akıl veren mi, içinde nefes alan mı?” Cevabı ne zaman “kenarında” zannettiysem, davranışlarım gelip beni “içinde”nin ortasına bıraktı. Kalabalık, uzak bir öteki değil; farkına varmadığımızda içimize dolan, sesimizi kalınlaştıran bir koro.

Göz kamaştırıcı görüntülerin ne kadar kolay kandırdığını öğretti. Parlak paketlerin içinden çıkan sahte bilgeliklerin nasıl pazar pazar dolaştırıldığını… İnsanların kendi elleriyle ölümlü tanrılar yaptığını; sonra da o tanrılaştırdıkları insanlara kul olmayı marifet sanışını. “Görüntü”—dedi—“göğsüne asılan madalyadır; hakikat, madalyanın iğnesi. Madalyayı gösterirken iğnenin canını acıtmasına dayanamıyorsan, süsü seviyorsun demektir, gerçeği değil.”

Bir de kusurun estetiğini anlattı. Her şeyin kusurlu olduğunu: doğruların yanlış ağızlardan çıkabildiğini, yanlış sözlerin doğru kişilerin dudaklarına da varabildiğini… Zamanın en güçlü editör olduğu gerçeğini; dün “kesin doğru” dediğimize bugün “galiba değil” diyebilmeyi; “asla” dediğimiz şeyin, koşullar değiştiğinde usulca “belki”ye dönüşmesini. İnsanın iyiliğe de kötülüğe de açık, sınırsız bir potansiyel taşıdığını; “iyi” sandıklarımın ne kadar kötü, “kötü” sandıklarımın ne kadar iyi çıkabildiğini; üstelik benim de vakti geldiğinde ne kadar zalimleşebildiğimi. Kendi barbarımla tanışmadan, kimsenin barbarlığını anlamayacağımı.

Korkunun kökünü gösterdi: kaybetmekten. Bağ kurduğun şeyi yitirme ihtimalinin, insanın göğsünde nasıl ince ve uzun bir ağrı açtığını… Kayıp korkusunun bizi nasıl şekillendirdiğini; bu korku büyüdükçe kendimden uzaklaşıp sersem bir şaşkına dönüştüğümü. İyilikleri unutup kötülükleri kataloglayan hafızamın nasıl tembel bir muhasebeci olduğunu; kendi ellerimle kurduğum küçük cehennemleri—abes ve nankörlükle—nasıl çabucak alevlendirdiğimi.

İhtiyaçlarla istekleri ayırmayı da orada öğrendim. Diyaframın nefes isteği gibi yalın olan ihtiyaçlar; ve vitrinleri, bildirimleri, özenmeleri takip eden istekler. İsteklerin sınırsızluğunu; alışkanlıkların, fark etmediğimiz dev putlara dönüşmesini. “Anlam” denen şeyin her şeyin içinde dolaştığını; hatta ilk bakışta anlamsız duran şeylerin bile, biraz sabırla önümüze bir harita açtığını. Anlamsızlıkla karşılaşınca hemen kapıya koşmak yerine, o odanın içinde iki tur atmayı…

Yalnızlığı da yanlış yerden tuttuğumu anlattı. Hayatın merkezine insanları koydukça yalnızlığın çoğaldığını; çünkü başkasının gölgesinde büyüyen bir merkez, ışığını hep bir yerden ödünç aldığını. Ama aynı anda, “tamamen yalnız” da olmadığımı: bir düşünce, bir cümle, bir ritim, bir nefes; bazen sadece karanlığın içindeki kendi adımlarımın sesi. Bencil olmanın ne ayıplanacak ne de övülecek bir şey olduğunu; bencilliğin, hırsın, rekabetin, çıkarcılığın yönünü değiştirdiğinde hayırlı kanallara akabileceğini. Yön, niyet, yönelim… Aynı kuvvet, başka yatağa döküldüğünde başka manzara.

Sona eren şeylerin değil, izi kalan şeylerin kalıcı olduğunu da. Bir bakışın, bir cümlenin, bir iyiliğin dokunduğu yerde bıraktığı yankının, ihtişamlı final sahnelerinden daha uzun yaşadığını. Dünyanın aynı anda hem çok önemli hem de çok önemsiz oluşunu: ölçeği ayarlamayı. Mikroskoptan baktığında büyüyen, teleskoptan baktığında küçülen dertleri; insanın, hangi aleti gözüne dayadığına göre değişen hakikatleri.

Sabır kavramını tersyüz etti: sabrın pasif bekleyiş değil, aktif bir mücadele olduğunu. Sabır, zamanın üzerine oturmuş bir ağırlık değil; zihnin ve gönlün küçük ama ısrarlı hareketleri. Önce içeride başlayan, sonra dışarı taşan bir disiplin. Güzelliklerin geçici olduğunu; geçicinin bu yüzden kıymetli olduğunu; tadını çıkar, evet, ama onu amaç yapma. Güzellik denen şey, yolu tatlandıran bir meyve; hedefin kendisi değil.

“İyiliklerin çoğu zaman senin dışında bir güç sayesinde, kötülüklerin ise çoğunlukla kendi içinden sızar,” dediğinde önce buruldum. Sonra anladım: iyilik, çoğu zaman akışla uyumun sonucu; birinin kapı araladığı, birinin taşı hafifçe oynattığı, bir rüzgârın eli değdiği yer. Kötülükse içerdeki kısa yollar; tembelliğin, bencilliğin, korkunun çarpışıp çıkardığı kıvılcım. Sorumluluk burada başlıyor işte: “kötü”yü dışarıya ihraç etmeyi bırakıp, içerdeki kablolamayı yeniden yapmakta.

İnsanların seni—bilerek ya da bilmeyerek—potansiyelini kullanmayasın diye baltalayabileceğini de gördüm. Kimisi sevdiği için tutuyor kolundan, kimisi korktuğu için; fark etmez. Bu yüzden insanların fikirlerini gereğinden fazla önemsemenin büyük bir felaket planına dönüşebileceğini. Sınır, hayatta kalma organıdır. İyi niyetin, sınırla kardeştir; ikisi birlikte yürüyünce şefkat acziyet olmuyor.

Dünyaya başkalarının çizdiği şablonlara uymak için gelmediğimizi de söyledi bana hayat. “Saatlerce çalış, faturalarını öde, sana öğretilen doğruları yaşa” döngüsünün tek ihtimal olmadığını. Ekmek derdi var, eyvallah; ama ekmek uğruna ruhunu aç bırakan düzenlemeler, sonunda hem ekmeği hem ruhu küflendiriyor.

Kendini kınamanın, başkasını kınamaktan daha kıymetli bir eylem olduğunu öğretti. Başkasını kınamak, haklılık hormonunu anlık yükseltir; kendini kınamak, uzun vadeli onarım başlatır. Kibrimin ne kadar kurnaz kılıflar bulduğunu; projeksiyon yaptığımı—yani içimde taşıdığım gölgeleri başkasının üzerine yansıtarak kendimi akladığımı. “Kendini temize çekmek için başkasını karartma,” dedi. “Karanlık, gölgeye değil, ışığa çalış.”

Üretmenin, aslında kendini gerçekleştirmek olduğunu da orada anladım. Yıllarca bize “üretim”i rakamlara, grafiklere, çokluklara bağladılar. Oysa üretmek, içindeki ham malzemeye şekil vermek: bir cümle, bir düşünce, bir emek, bir iyilik. Adı olmayan bir şeyi dünyaya getirmek. Kendi emeğini eline aldığında, “ben buradaydım” demenin en temiz yolu bu.

Beğenilme kaygısının gizli bir kelepçe olduğunu da öğrendim. Başkalarının gözüne göre yaşamaya başladığında, aslında onların da başkalarının gözüne göre yaşadığını; kocaman bir sahnede herkesin birbirine oynadığı bir oyunun içinde dönüp durduğumuzu. Alkış güzel, ama yönünü o belirlerse sahneden inemezsin. En büyük özgürlük, sahneden kendi iradenle inebilmekte.

İnsanlığın kolektif bir hüsranla yaşadığını, yaşayabildiğini de gördüm; ve ben de bu hüsranın parçası olabilirim—yüksek ihtimal. Tam da bu yüzden küçük, kişisel devrimlerin değerini: bir alışkanlığı kırmak, bir korkuyu küçültmek, bir ilişkiyi onarmak, bir cümleyi daha doğru kurmak. Büyük sözler büyüler, küçük hamleler yürütür.

“Her işini kendin gör” sözünün tek başına doğru ama eksik olduğunu öğretti hayat: evet, sorumluluğunu üstlen; ama yardım istemek bir zayıflık değil, aklın tevazusudur. Birinin elini tutmak, kendi ayaklarınla yürümeyi bırakmak değil; ayağındaki düğümü çözene kadar dengeyi ödünç almaktır.

İnsanların kendilerini “mutlak doğru” ilan ettiklerinde neler olabileceğini de gösterdi. Mutlaklık, düşünmenin katili. Kör itaat, düşünmeyi terk etmenin en çabuk yolu. Kendi doğrularına güven; ama onları da sorguya çekmeyi bil. İçinden geçen cümleyi “ben böyle hissediyorum”dan “gerçek bu”ya taşıdığın an, zihninde küçük bir diktatör doğar.

Uyum sağlamanın hayatta kalmak için, isyan etmenin yaşamak için şart olduğunu da söyledim mi? Uyum, fırtınada eğilmek; isyan, fırtına dindiğinde eğilmeyi alışkanlık hâline getirmemek. Sessizliğin bulaşıcı olduğunu; korkudan susmanın, bir süre sonra vicdandan susmaya dönüşebildiğini. Feryadın da bir sorumluluk olduğunu: bağırmak için değil, duyurmak için; yakmak için değil, ısıtmak için.

Sonra en mütevazı, en sarsıcı derse geldi: bilmediklerimin sayısı. Bildiğimi sandıklarımın yüzeyselliği. Ufuk çizgisinin, ona yürüdükçe uzaklaşmasının matematiği. İnsanın, öğrenmeye isteği sürdükçe ne kadar genç kaldığı; kibri büyüttükçe ne kadar erken yaşlandığı.

Ve şükür—evet, o çok eski, çok yeni kelime. Bir oturuşta ya da aylarca düşünsem bile fark edemeyeceğim kadar çok nimetin iç içe geçmiş halde var oluşu: sağlam bir omuz, temiz bir nefes, kırılmayan bir bardak, içi dolu bir kahkaha, doğru zamanda gelen bir “olur.” Bazen sadece “bugün bitti” diyebilmek bile nimet.

Buraya kadar yazdıklarım, uzun bir yürüyüşün yol kenarına bıraktığı küçük taşlar gibi. Toplarsın, avucunda tartarsın, kimi cebinde kalır, kimi akşama kadar kayar gider. Ama şunu biliyorum: öğrenmek, bitmeyen bir fiil. Hayatın üstüne notlar alıyoruz ve not aldıkça yazı uzuyor; uzadıkça insan kendi sesini biraz daha duyuyor.

Ve dahası var, elbette. Hayattan öğrenilecek çok şey var. Yazmakla bitmez; yürürken devam eder, susarken derinleşir, severken sınanır, vedalaşırken billurlaşır. Bugünlük bu kadarını masanın üstünde bıraktım. Geri kalanını—sen de biliyorsun—bundan sonraki cümlede, ondan sonraki adımda, bir de kalbin usul usul attığı o aralıklarda öğreneceğiz.

Yazı kategorisi: Genel

Ahlaki Nihilizm

Ahlaki Nihilizmin Kıyısında: İyinin Elektrik Kesintisi

Ahlaki nihilizm… Şu iki kelimeyi yan yana koyunca, kulakta hafif bir uğultu başlıyor sanki: Evrenin arka odasında sigorta atmış, koridorda ışıklar yanıp sönüyor, “iyi” ve “kötü” yazan tabelalar kısık bir neonla göz kırpıyor, ama üzerine yürüdükçe tabelanın kendisi sökülüp elinde kalıyor. Bu yazıda dert ettiğim şu: Belki de “iyi” dediğimiz şey, kendiliğinden parlayan bir hakikat değildir; belki biz prizden çekildiğimiz anda sönen bir lambadır, yani ışığını dışarıdan alır. Üzerine biraz bastıralım, çünkü bastırınca ya kırılıyor ya da içinden beklemediğimiz bir mekanizma çıkıyor. Ahlaki nihilizm, “objektif, herkes için geçerli, evrensel ve varlığa gömülü bir iyi–kötü yoktur” diyor. Kulağa hem özgürleştirici hem de ürpertici geliyor: Emniyet kemerini çözüp pencereyi açıyoruz; rüzgâr saçlara dolanıyor ama bir yandan da “ya uçarsak?” duygusu.

İşe önce basit bir sahneden girelim: Yolda yürürken birine omzunuzla çarpıyorsunuz; “pardon” diyorsunuz ve yolunuza devam ediyorsunuz. O an yaptığınız şey “iyi midir?” “Güzel bir davranış mıdır?” Belki. Ama bu “iyilik” nerede duruyor? Sizin içinizde bir duygu olarak mı, karşıdaki kişinin alnında görünmez bir “artı puan” olarak mı, yoksa evrenin koordinat sisteminde sabit bir meridyen gibi mi? Ahlaki nihilist burada el kaldırıp söze girer: “Bak, ‘pardon’ demenin iyiliği, toplumun inşa ettiği bir kuralın işlevi. Kurala uymak trafik akışını sorunsuz kılar; ama kuralsız bir evrende, taşın kendi başına ‘düşük’ ve ‘yüksek’ değeri olmadığı gibi davranışların da yok.” Bu iddia insanın midesine önce hafif bir kramp sokar. Çünkü “iyi”ye inanç sadece dışarıdaki dünyayla ilgili değil; içimizdeki özsaygıyı, başkalarına uzattığımız eli de tutar. Yine de soru masanın üstünde duruyor: “İyi” dediğimiz şey hakikat mi, alışkanlık mı?

John Mackie’nin meşhur “gariplik argümanı”nı (queerness) hatırlayalım. O, ahlaki özellikler eğer objektifse, dünyada çok tuhaf bir tür şey olmaları gerektiğini söyler: Ne taş kadar fizikî, ne sayı kadar soyut; ama bir şekilde bizi motive eden, “yapmalısın” diye içimizde bir motor çalıştıran büyülü özellikler… Peki bu nerede? Bir cinas gibi: Cümlede duruyor ama elde tutulmuyor. Ahlaki gerçeklerin böyle “tuhaf” var sayılması bize diyor ki: Ya onların var olduğunu gösterecek olağanüstü bir mikroskop bulacağız ya da dürüstçe diyeceğiz ki “böyle bir nesne yok; biz hikâye uydurmayı seviyoruz.” Ahlaki nihilizm, ikinci cümleyi tercih ediyor: Hikâye güzel, ama hikâye. Burada hemen itiraz yükselir: “Ama bu kadar kavga, bu kadar fedakârlık, bu kadar ilke, bu kadar yasalar?” Evet, diyor nihilist; tam da bu yüzden güçlülerimiz var, çünkü hikâyeler gerçekmiş gibi davranırsak kolektif oyun kurabiliyoruz. Oyun gerçek değil, ama sonuçları gerçek.

Bu noktada “derin anlaşmazlık” örüntüsüne bakmak da akıllıca. “İşkence kötüdür” diyen kültür ile “istisnai durumlarda meşrudur” diyen kültür aynı dünyada, aynı güneşin altındalar. Biri diğerine bakıp “sende hata var” diyor; öteki, “sende duyarlılık romantizmi…” Bu kadar köklü uzlaşmazlığın olduğu bir alanda, fizik gibi tek bir doğru olduğunu iddia etmek zorlaşıyor. Ya ahlaki gerçek tek ve biz onun etrafında kör topal dolanıyoruz (realistlerin umudu) ya da baştan “tek yok” (nihilistlerin savı). Ahlaki nihilizm, sürekli değişen pusulalar arasında, “Belki de kuzey diye bir şey yok, hepiniz mıknatısla oynuyorsunuz,” diye fısıldıyor. Burada korkulacak şey şu: “Kuzey yoksa yönsüz müyüz?” Hayır. Harita yapmayı bırakmıyoruz, sadece haritanın da bir insan ürünü olduğunu kabulleniyoruz.

“Peki ya evrim?” Ahlaki duygularımızı evrimsel bir gözle okuyunca tablo bir başka buğulanıyor. Yardımlaşma, akraba seçilim, karşılıklılık; beyinde oksitosin, dopamin; tehditte amigdala… Bütün bu biyolojik şeritte ahlakın yer yer floresan gibi parladığını görüyoruz. Sevdiklerimizi kayırıyoruz, kabileyi kolluyoruz, “adalet duygusu” dediğimiz şeyi aslında kaynakların dengeli dağılmasına bağlayan bir iç ayar olarak yaşıyoruz. Burada nihilistin yüzünde hafif bir tebessüm beliriyor: “Gördün mü, ‘iyi’ dediğin şey hayatta kalma ve çoğalma stratejisi; fizikötesi bir yıldız değil, nörokimyasal bir el feneri.” Bu okuma bizi otomatikman nihilizme zorlamaz elbette; “doğa böyle kodladı, o hâlde yanlış değildir” demek de doğalcı safsataya düşmek olur. Ama yine de evrimsel açıklama, “iyi”nin gökten inmediğini, içeriden biçimlendiğini güçlü şekilde hatırlatır.

Heidegger’in ölümle yüzleşen varlığı, Camus’nün saçması, Sartre’ın özgürlüğün baş dönüsü… Ahlaki nihilizmin sızdığı çatlaklar biraz da buralar. Tanrısal bir referansın çekildiği yerde “neden doğru olsun?” sorusu dört nala koşmaya başlıyor. Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubah mı?” diye çivilenmiş sorusu hâlâ duvarda asılı. Nihilist gülümseyip “mubah diye bir şey de yok, rahat ol” der belki; ama duvarı taşıyan duygular kolay kolay ikna olmaz. Çünkü birine ihanet ettiğimizde kalp, bir filozofun kitabını beklemeksizin ağırlaşır; bir çocuğa yardım ettiğimizde göğsümüzde küçük bir ışık yanar. Demek ki yaşam, teoriden önce konuşuyor. Ahlaki nihilizm, “o duygular var, ama onlar hakikatin şahitleri değil, içgüdünün yankıları” diyor. Bu cümle biraz can acıtır, ama dürüstlüğü sebebiyle dinlemeye değer.

Burada bir parantez açıp gündeliğe inelim. Market kasasında sıraya kaynak yapılınca içten içe öfke kabarıyor. Bu öfkeyi, “objektif adalet idealarının ihlali” diye mi, yoksa “kendi sıramın gasbı” diye mi yaşıyorum? İkisi de doğru olabilir, ama aradaki ağırlık payını ölçmek zor. Yine de şu akla yakın: Ahlaki düzen duygumuz, paylaşımın ve öngörülebilirliğin bozulduğu yerde alarm veriyor. Bu alarmı “iyi”nin ilâhî memurları takıyor değil; hayatın kendisi kuruyor. Nihilizm burada bize şu cesareti veriyor: “İyiyi gökten indirmek zorunda değilsin; yeryüzünde kur. Dikişlerin görünür kalsın, önemli değil.” Hatta belki daha iyi: Dikişler görünür olunca, başkalarının dikişlerini de görür, pazarlık etmeyi, yeniden dikmeyi öğreniriz. Kapanmayan yaralar bile, görünür oldukça iyileşmeye niyet eder.

Şimdi biraz daha zor bir köşe: Ahlaki nihilizmle yaşarken “nasıl iyi biri oluruz?” sorusu. Cevap ironik: “İyi olmayı unut, işe faydalı, dürüst, açık ve onarıcı olmaktan başla.” Çünkü “iyi” kelimesi bazen bizi donduruyor; kendimizi bir heykel gibi yontmaya çalışırken kırıyoruz. Oysa onarım fikri hareketlidir. Bir ilişki bozulur, özür dilersin; bir haksızlık görürsün, ses çıkarırsın; bir kurum çürür, değiştirmeye çalışırsın; gücün yetmez, itiraz edersin; yettiğinde, düzeltirsin. Tüm bunları “evrensel iyinin bayrağı” altında değil, “daha az acı, daha çok imkân” düsturuyla yaparsın. Bu, nihilizmin bizi bencilliğe iteceği korkusunu da burukça boşa çıkarır: Tam tersine, “iyi”nin metafiziği yoksa sonuçların fiziği kalır; acı ölçülebilir, yoksulluk görülebilir, şiddet istatistiğe dökülebilir. O zaman, romantik bir “iyilik” yerine, somut bir “zararı azaltma” programı çıkar.

“Peki hiçbir şeyin özünde iyi olmadığını düşünmek bizi karanlığa sürüklemez mi?” Bu kaygı haklı ve insani. Fakat belki de karanlık değil, gece… Gecenin kendi ritmi, kendi görüş açıklığı var. Gündüzün katı konturları gece yumuşar; mutlaklık iddiaları çekilir, biz birbirimize daha çok sorarız: “Senin için ne ağır, benim için ne hafif?” Burada ahlaki dilimiz bir anda müzakere diline döner. Buyrukların yerini teklif cümleleri alır. “Öldürmeyeceksin” yerine “şiddetsiz düzen kurabilir miyiz?” “Çalmayacaksın” yerine “kaynak paylaşımında adaleti nasıl artırırız?” Bu dönüşüm “ahlakı öldürmek” değil, onu başka bir solunum cihazına bağlamak gibidir: Kurallar soluk soluğa kalınca, gerekçeler oksijen taşır. Nihilizm, yasa metnini yırtmaz; kenarına “neden?” diye not düşer.

Bir de şu var: Ahlaki nihilizm, bizi kişisel tutarlılığa daha çok mahkûm eder. Çünkü yukarıdan bir harita yoksa, kendi rotanı çizmek zorundasın. Bu kulağa başta ürkütücü gelse de aslında büyütücü bir zorunluluktur. Kendine dönüp sormayı öğrenirsin: “Hangi bedeli ödemeye hazırım?” “Hangi çizgiyi asla geçmem?” “Kendi çelişkilerimde nasıl otururum?” Bu sorular, ahlaki gerçeklerin yokluğunda daha da parlak yanar. Tutarlılık lüks olmaktan çıkar, karakterin yaşam desteği olur. Belki “iyi” diye bir yıldız yok; ama dürüstlüğün, cesaretin, merhametin senin gökyüzünde birer yön bulucu olmasını sağlayabilirsin. Nihilizm burada bir nihil değil, bir estetik önerir: Kendi ahlak tasarımının mimarı ol; bina çökmesin diye kolonları hesapla, ama cepheyi kendin seç.

Diyelim ki biri sordu: “Nihilizme rağmen neden yardım ediyorsun?” “Çünkü iyi” demek yerine şöyle cevap verebilirsin: “Çünkü acının azaltılması benim değer mimarimde merkezde; yardım etmediğimde kendi gözümde küçülüyorum, dünyayı daha kötü bir yer yapıyorum ve bu sonuçlara katlanmak istemiyorum.” Bu cevap, objektif hakikat iddiası taşımaz; ama sahte alçakgönüllülüğe de sığınmaz. Bir tür çıplak gerekçe: sonuçlar, özsaygı, müşterek hayat. Bu dil, paradoksal biçimde, daha güven vericidir. Çünkü ahlaki vaatte bulunmaz; muhasebe yapar. “Sana yardım edersem sadece ‘iyi’ olacağım için değil, ikimiz de daha az kırılacağız diye.” Burası tam da ahlaki nihilizmin şefkatle buluşabildiği yer: Şefkati metafiziğin taş ocağından değil, kırılganlığın ortak liginden çıkarır.

“Yasalar?” diye sorulacaktır. Yasalar, büyükçe bir uzlaşının prizden aldığı elektrik. Meşruiyetini gökten almıyor; rızadan ve denetimden alıyor. Dolayısıyla nihilizm, hukuku yıkmak değil, onu sürekli gerekçelendirmeye zorlamak demek. Bir yasa acıyı artırıyorsa, özgürlüğü boğuyorsa, eşitsizliği betonluyorsa, “iyi” diye kutsanamaz. “Yasal olan iyidir” kolaycılığını söküp “yararlı olan, onarıcı olan, özgürleştirici olan meşrudur” çizgisine taşır. Bu yüzden nihilizm siyasette tembelliğe değil, tam tersine kanıt talebine yol açar. Kurumlar efsanelerle değil, verilerle konuşmak zorunda kalır. Bu da kamusal ahlakın dini değil, mühendisliği demektir: akışkanlar mekaniği gibi, sürtünmeyi azalt, tıkanıklığı aç, baskıyı düşür, taşmayı engelle.

Şimdi şu çok insani korkuyu kucaklayalım: “Ya herkes nihilist olup canavarlaşırsa?” Bu itirazın cevabı, sandığımız kadar teorik değil. Zira insanlar tarih boyunca çoğunlukla inançları yüzünden değil, çıkarları, korkuları ve örgütlü komutları yüzünden canavarlaştı. Ahlaki mutlakçılığın olduğu yüzyıllarda da vahşet bitmedi; hatta çoğu zaman mutlaklar adına işlendi. Nihilizm, mutlakların silahını elinden alır; ama boşluk, eğitim ve kurum yoksa, başka silahlar bulunur. O yüzden gerçek mesele nihilizmin doğruluğu değil, onunla birlikte nasıl daha iyi bir kolektif plan yapacağımız. Cevap şuraya yaslanıyor: Şeffaflık, hesap verebilirlik, güç dağılımı, ve en önemlisi, empatiyi soğuk bir teknik kapasiteye çevirmek—duyguyu veriyle buluşturmak. Empati, tek başına romantik; veri, tek başına kuru. Birlikte çalıştıklarında, “iyilik masalı”ndan daha sağlam bir köprü kurarlar.

Son bir düşünce deneyiyle bitireyim—bitirmek değil de, sesi kısmak diyelim. Elinizde bir pusula var; yıllardır kuzeyi gösteriyor sanıyorsunuz. Bir gün fark ediyorsunuz ki pusula, cebinizde taşıdığınız küçük mıknatıstan etkileniyormuş. Kuzey dediğiniz, cebinizin düzeniymiş. Bu keşif ilk anda can yakar: “Demek bunca yıl…” Sonra yürümeye devam edersiniz. Güneşi, gölgeyi, rüzgârı, haritaları, başkalarının uyarılarını, kendi topuk ağrınızı hesaba katmayı öğrenirsiniz. Yol zorlaşır ama büyür. İşte ahlaki nihilizm tam da bu: Pusulayı kutsamayı bırakıp yürümeyi, düşe kalka öğrenmeyi teklif ediyor. “İyi”yi kutsal bir koordinat olmaktan çıkarıp, ortak bir mühendislik problemine çeviriyor. Ve belki, en çıplak hâliyle şunu fısıldıyor: “İyi yoksa, icat et. İcat ettikçe dene. Denedikçe düzelt. Düzelttikçe paylaş. Paylaştıkça çoğal.” Çünkü bazı ışıklar gökten inmiyor; biz birbirimize tuttuğumuzda oluyor. Ve bazen, en sağlam hakikat, tam da o ışıktan geri yansıyan yüzümüzde okunuyor.

Yazı kategorisi: Genel

Şehir-Siyaset-Biraz da Saçmalama

Gel, bir kahve koyup konuşalım. Hani bazen bir şehrin ortasında yürürken, kaldırım ansızın bitiverir ya; karşında bir çukur, iki dubayla kapatılmış, “buraya dikkat” yazıyor. Siyaset tam olarak orada başlar işte: Çukuru kim açtı, kim kapatacak, kapatana kadar ayağın burkulursa bunun bedelini kim ödeyecek? Felsefe de cebine küçük bir el feneri koyar; “dur, önce nereye bastığını gör” der. Ben bu yazıyı, şehirle ve seninle uzun uzun sohbet etmek için yazıyorum. Cümleler aceleci olmayacak. Mümkün olduğunca günlük konuşacağız. Yeri geldikçe filozofları masaya çağıracağım, ama onlar da sandalyeye şöyle usulca oturacak, yüksekten konuşmayacak. Zaten sen biliyorsun: Sokak, akademiden daha zor bir sınıf. Dersi sokakta geçmeyen cümle, cümle değildir.

Şehri bir apartman gibi düşünelim. Kapı, posta kutuları, asansör, merdiven boşluğu, çatı. Bir de o sonsuz küçük ayrıntılar: girişe konan paspas, yan dairedeki kedinin mırıldanışı, gece yarısı çalışan hidroforun iç çekişi. Siyaset, bu apartmanda kimin hangi anahtarı taşıdığıdır. Bir tek kişideyse anahtar, sen misafirsindir; anahtar kuralsa, sen sakinsindir. Ayn Rand’ı severim; “rasyonel öz-çıkar” dediğinde kastı, komşunun kapısına tekme atmak değildir, ahşap kapılarını iyi bakım yağlarıyla korumaktır. Çünkü iyi bakılan kapı, hepimizin hayatını kolaylaştırır. Mahallede bir kahveci düşün: iyi kahve yapıyor diye insanlar orada buluşuyor; sohbet açılıyor, küçük fikirler dolaşıma giriyor. Bu küçük kalite, şehrin büyük ritmini değiştirir. Tam tersi de olur: Kötü yapılmış bir kaldırımı kırk kere tamir etmek zorunda kalırsın; tamirin maliyetini de konuşuruz, ama önce ayağını burkarsın, canın yanar. Siyaset, canının yanmadığı bir şehir vaadi kadar basittir aslında.

“Peki partiler?” diye dudak bükerek soruyorsun; haklısın, geçmeden olmaz. Ama önce şunu anlaşalım: Parti isimleri bu yazıda yan sokak tabelaları gibi; yolun tek başına sahibi değiller. AK Parti bazen hızla iş yapmaya hevesli sürücüye benziyor; gazlayıp köprüyü açmayı seviyor. CHP çoğu zaman şerit çizgilerini ve trafik levhalarını düzgün yapmak ister; kuralları belirginleştirmek niyetinde. MHP sis farını hiç kapatmayan arabayı andırır; dikkat iyidir ama sürekli “tehlike var” demek bir süre sonra gözü yorar. İYİ Parti navigasyonunu güncellemenin peşinde; doğru sokağı bulduğunda akış toparlanır. Yeniden Refah kısa yollardan söz eder; bazen kestirme gerçekten kurtuluştur, bazen de çıkmaz sokak. DEM Parti haritada görünmeyen mahalleleri görünür kılmaya çalışır; “buradan da bir yol geçmeli” der. Zafer “şehre çok araba girdi” uyarısı yapar; kapıyı tamamen kapatırsan ev karanlık kalır, tamamen açarsan ısı kaçar, mesele menteşeyi ayarlamak. TİP ise megafonu mizahla birleştirir; kalabalığı toplamakta iyidir, ama kalabalığı köprüden geçirmek için köprü de gerekir. Hülasa, herkes bir şeyleri doğru yapıyor, bir şeyleri de eksik bırakıyor. Felsefe burada devreye giriyor: Sokrates’in “Nereden biliyorsun?” sorusu, Nietzche’nin “yeni değerler kuralım” çağrısı, Stoacıların “kontrol edebildiğine odaklan” öğüdü… Şehir diline çevrildiğinde: “Veriyi göster, planı yaz, takvimi aç, sonra konuşalım.”

Biraz da seninle baş başa konuşayım. Diyelim ki akşam eve dönüyorsun, otobüsten indin. Yolun üzerinde üç şey var: kırık bir lamba, kapalı bir park, yerde birikmiş bir çöp. Üçü de küçük, üçü de moral bozar. Siyaset, o lambanın yanması, parkın açılması, çöpün toplanmasıdır; ama bir de şu var: “Bu üçü bir daha bozulmasın” kısmı. İşte bu kısım, Aristoteles’in erdem dediği, Kant’ın “kuralı evrenselleştir” diye fısıldadığı, Montesquieu’nün “fren ve denge” diye çizdiği bölge. Lambayı bir kere yakmak başarı, on kere sorunsuz yanmasını sağlamak kültür. Parkı bir kere açmak popülerlik, her yaz sonu bakımını yapmak kurumsallık. Çöpü bir kere toplamak iş görür, toplama saatini sitede yayımlamak ve aksamadığını ispatlamak güven inşasıdır. AK Parti’ye dair en akla yatkın eleştiri, tam da bu “kültür” meselesinde toplanıyor: Hız iyidir ama test, denetim, şeffaflık yoksa hız kusurları halının altına süpürür. CHP’ye dair en akla yatkın serzeniş de şudur: Kural yazmak güzel, ama kuralı hayatla konuşturmazsan levha olur, yol olmaz. MHP’nin sürekli “dikkat, viraj” demesini anlarsın; ama düz yolda da o bağırış sürerse kulak çınlar. İYİ Parti’nin “ortada toplanalım” fikri kulağa hoş gelir; haritaya net bir rota çizdiğinde anlam kazanır. YRP’nin “ahlak” vurgusu kıymetli; ahlakın en iyi test edildiği yer ihaledir—şeffaf değilse söz, söz olarak kalır. DEM’in “şu mahalleye yol yetmiyor” ısrarı, şehrin nefes yollarına işaret eder; merkezin bunu duyup haritayı güncellemesi gerekir. Zafer’in keskin uyarıları, sorunu görünür kılar; ama uyarıyla çözüm arasında bir köprü olmadan araçlar yine olduğu yerde sayar. TİP’in çevik dili dikkati toplar; sonra o dikkati bir iş planına bağlamak şart, yoksa feneri titreştirir, yolu aydınlatmaz.

Bir pazar sabahı hayal et. Semt pazarındasın. Domatesler iki tezgâhta aynı görünüyor ama biri su yüklü, biri güneşte kızarmış. Ekonomi tartışması bazen bunun kadar basit: büyüme kalori gibidir, verimlilik protein. Çok yersen tok hissedersin; ama kas yapmak için protein lazımdır, üstüne de biraz vitamin: hukuk, açık veri, denetim. AK Parti uzun yıllar kalori artırdı; iyi hissettiğimiz dönemler oldu. Sonra bir gün aynaya baktık; “kas” sandığımız şeyin bir kısmı suymuş. CHP yerelde enerjiyi “sosyal destekle” yükseltti; güzel, ama proteini yani üretimi ve beceri setini unutmamak gerekir. TİP’in esprili şekerleri anlık enerji verir; şekerin yanında bir avuç fındık (bütçesi belli, takvimi net bir proje) yemezsen yarım saat sonra yine acıkırsın. YRP kısa süreli motivasyonla nabzı yükseltir; motivasyon iyi bir başlangıçtır, ama spor salonunu aylık rutine çevirmezsen ilk ayın gazı geçer. DEM’in “merkez–çevre” dengesi ısrarı, oksijenin nereye gittiği sorusunu canlı tutar; oksijen sürekli merkeze pompalanır, çevredeki kaslar hipoksiden titrerse koşu güzergâhımız yanlıştır.

“Algı yönetimi” denen şey var ya, herkesin elinde bir fotoğraf filtresi. Fotoğrafı biraz sıcak yaparsın, “oh be, ne güzel şehir!” dersin. Ama yağmur bir başlar, kaldırım taşları oynar, minik gölcükler oluşur; ayakkabının içi ıslanınca anlarsın: Filtre, su geçirmez değilmiş. Hannah Arendt, kamusal alan dediğinde tam bunu anlatıyordu: herkesin aynı ışıkta, aynı mesafeden görebilmesi. Bir belediye ihalesini canlı yayınlamak sıkıcı gelebilir; ama bazen en şiirsel cümleden daha ahlaklı bir eylemdir. Çünkü o yayın, “göz” ve “hesap” arasında bir köprü kurar. CHP bunu ciddiyetle ve düzenli yaparsa, “liyakat” sözcüğü levhadan yola dönüşür. AK Parti de “iş bitiririm” iddiasını bağımsız testlerle taçlandırırsa, “bitirmek” kelimesi hızlı çekim değil, uzun ömür demektir. MHP ve Zafer, tehlike şeritlerini boyarken yola da bakmalı; tehlike iyidir, panik kötü. İYİ Parti’nin bundan sonraki ödevi, “orta yol”u net bir takvime bağlamak; “şu tarihte, şu mahallede, şu iş” gibi. YRP’nin ahlaki vurgusu, ihalenin PDF’inde anlam kazanır; DEM’in eşitlik çağrısı, bütçe sayfalarında yollarla buluştuğunda kalıcı olur. TİP’in mizahı kalabalığı topluyorsa, kalabalık köprüden hangi sırayla, kaç dakikada geçecek; işte orada politika başlar.

Kelimelerin gücünü de boşa harcamayalım. Wittgenstein, “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” demişti. “Beka” kelimesini günde on kere duyarsan, bir süre sonra her köşe, risk gibi görünür; “liyakat”ı yüz kere tekrarlarsan, birkaç ay sonra “tamam da nasıl?” der zihin. O yüzden kelimelerin dozunu, hekim gibi ayarlamalıyız: Etkili ama bağımlılık yapmayan bir dil. AK Parti “tehdit–güvenlik” kelimelerinden “plan–ölçü–kalite” kelimelerine doğru ağırlık kaydırmalı. CHP “şeffaflık–liyakat” kelimelerine somut hikâyeler eşlik ettirmeli: “Şu sınav, şu kamera, şu rapor—bak linki burada.” MHP ve Zafer alarma ihtiyaç varken alarmı çalmalı; yoksa siren, kulak sağlığını bozar. TİP espriyi hedefe kilitlemeli; kitleyi toplamayı biliyor, şimdi o kitleyi bir işi bitirmeye de ikna etmek gerek. DEM’in dili, merkezin reflekslerini tetikliyor; daha iyi bir tercüme kanalı kurulduğunda aynı kelime, aynı duvarda yankı yapmaz.

Şehirde yürürken bir saat kulesi görürsün; akrep ekonomi, yelkovan özgürlükler, saniye gündem. Bizde genelde saniyeye bakıyoruz; “bugün ne oldu?” Hastalık bu: haber, bir diyet bisküvisi gibi hemen yenip bitiyor; protein yok. Bunu kırmanın yolu, kişisel küçük bir protokol: Günlük on dakika “haber defteri”—kaynak, kısa özet, çıkar ilişkisi. Haftada iki kez karşıt görüş—lif. Ayda bir uzun bir rapor—protein; deprem, eğitim, yargı, bütçe. Bu küçük ısrar, kendini önce merak olarak gösterir; sonra tutarlılık olarak. Şehirlerin gerçek mimarı, vatandaşın bu küçük ısrarıdır. Sen komşuna “Asansörün bakım defterini görebilir miyiz?” dediğinde, siyaset dersi apartman boşluğuna kadar iner. Ve inmelidir.

Şimdi bir sahneye çağıracağım seni: Gece nöbetinden çıkmışsın, gözlerin yanıyor, durakta otobüs bekliyorsun. Hava serin. Sokak lambası bu kez yanıyor, kaldırım taşları yerli yerinde, kaldırımdaki çizgiler yeni boyanmış. “Küçük şeyler” diyebilirsin, ama hayat tam orada kolaylaşıyor. Felsefe, tam o anda kulağına eğilir: “Bugün tek bir şey düzeldi, yarın bir tane daha.” Stoacılık böyle çalışır; iddianın büyüklüğü değil, ısrarın disiplini. Nietzsche’nin “değerlerin yeniden değerlendirilmesi” çağrısı, bizim mahalle ağzına çevrildiğinde şudur: “Bu eski sloganı niye hâlâ taşıyoruz sırtımızda? Bırak, daha sağlam bir değeri al.” Saramago’nun Körlük’ünde herkesin gözü sağlammış gibi yapıp birbirine çarpa çarpa yürüdüğünü hatırla; ışığı açmanın yolu, gözü değil, anahtarı aramaktan geçer.

Parti isimlerine kısa bir dönüş daha yapayım; sonra seni yormadan, ama uzun uzun bir kapanış yapacağım. AK Parti, hızın yanında “bağımsız test–şeffaf denetim–açık veri” üçlüsüne yaslandığında, en güçlü olduğu yer yani “iş bitirme” iddiası gerçek güvene dönüşür. CHP, “biz iyiyiz” cümlesini bırakıp “bak yaptık ve böyle yaptık” dosyalarını rutine bağladığında, kural kitapları yol haritası olur. MHP, alarmı gerçek riske kalibre ettiğinde insanlar o alarma kulak kesilir; “her şey tehlike” denirse hiçbir şey tehlike değildir artık. İYİ Parti, rotayı netleştirip cümle sayısını azaltıp iş sayısını artırdığında merkez toplar. YRP, ahlak söylemini kurum tasarımıyla evlendirince, “iyi niyet” kalıcı yapıya dönüşür. DEM, yerelin nefesini merkezin diline tercüme edecek ortak kelime setini sabitlediğinde duvarlar incelir. Zafer, uyarıyla çözüm arasına bir köprü çizdiğinde, migrosu değil navigasyonu yönetir. TİP, mizahı bütçe tablosunun yanına koyduğunda, insanların yüzünde kalan gülümseme bir işe el atma cesaretine dönüşür. Bunlar öyle büyük devrimler falan değil; tam tersine, küçük ama tekrar eden hareketler. Bütün güçlü şehirler, tekrarın kaliteli yapıldığı yerlerdir.

Şimdi seni kapının önüne kadar bırakayım; zili çalmadan önce iki cümle daha. Bir: “İyi siyaset” denen şey, iyi şehircilik gibidir—görünen parlak taş değil, taşın altındaki drenajdır; cümlelerin parıltısı değil, cümlenin randevuya sadakati. İki: “Zekâ gösterisi” bazen en yüksek akrobatik cümlede değil, en basit ısrarda gizlidir. Bugün tek bir veri istedin mi? Bugün karşıt bir görüşü gerçekten okudun mu? Bugün mahallende küçük bir sorunun peşini bırakmadın mı? Cevabın “evet”e doğru yaslandıkça, şehirdeki pus dağılır. O zaman siyasi tartışma, gürültüden çekilip ritme kavuşur; ritim de şunu söyler: “İyi kurum, iyi kan yapar” demiştik ya—ona bir ek yapalım: İyi kurum, iyi yol yapar. Yola bakarak yürürüz, yol açıldıkça konuşuruz, konuştukça ortak akıl, aklı başında bir şehre dönüşür.

Ve son söz: Eğer bir gün bu şehri gerçekten sevdiğini hissetmek istersen, dev ekranlı meydan mitingine değil; sokağındaki küçük bir tamire bak. Sokağını hafifçe güzelleştiren herkes, yan yana gelince ülkeyi onarır. Evet, biraz romantik bir cümle; ama inatla gerçektir. Çünkü şehir, büyük laflarla değil, küçük düzgün vidalarla ayakta durur. Vidaları sıkan eller kadar kıymetli olan da, “hadi sıkalım” diyen seslerdir. O seslerden biri de umarım bu yazıdır. Şimdi anahtar sende: Hangi kapıyı açmak istersin?

Yazı kategorisi: Genel

….

Bir adım atıyorsun. Attığın adımın nereye gittiğini bilmiyorsun. Belki bir yere çıkacak, belki de seni daha derin bir boşluğa çekecek. Ama artık bu önemsiz. Çünkü adım atmak, yalnızca bir varoluş eylemi; bir yere gitmekle ilgisi yok. Ya da belki var. Emin olamıyorsun. Emin olmak için çaba bile harcamıyorsun.

Etrafını sis kaplıyor. Ama bu sis gözlerini kör etmiyor, sadece içindeki boşluğu daha görünür hale getiriyor. Sis, sanki her şeyi yutmuş gibi. Hangi yöne baksan aynı belirsizlik. Ama bu belirsizlik, rahatsız edici değil. Daha çok bir rahatlama gibi. Sanki soruların cevaplanmasına gerek kalmamış. Çünkü burada, cevap diye bir şey yok.

Bir süre yürüyorsun. Ayaklarının altında bir zemin var, ama ne olduğunu anlayamıyorsun. Belki toprak, belki taş, belki de yalnızca bir hayal. Zeminin sertliği değişiyor. Ama bu değişim bile senin için bir anlam taşımıyor. Yürümeye devam ediyorsun. Çünkü durmak bile bir eylem gerektirir. Ve eylemler burada, olduğundan çok daha ağır.

İleride bir masa beliriyor. Bu masa, her şeyin merkezi gibi. Ama masaya yaklaştıkça onun sadece bir gölge olduğunu fark ediyorsun. Üzerine hiçbir şey konmamış. Ama bu hiçbir şeyin kendisi bile ağır bir hikâye taşıyor gibi. Masaya dokunuyorsun. Yüzeyi pürüzsüz gibi, ama altında çatlaklar var. Çatlakların ne zaman oluştuğunu bilmiyorsun. Belki hep oradaydılar. Belki de sen dokunduğun anda belirdiler. Masanın yanındaki sandalyeye oturuyorsun. Ama oturmak bile seni yormuş gibi. Derin bir nefes alıyorsun. Ama aldığın nefes bile bir boşluğu doldurmuyor.

Bir süre sonra masanın üzerindeki çatlaklar genişliyor. Bu çatlakların içinden bir ışık sızıyor. Ama bu ışık, aydınlatıcı değil. Daha çok bir karanlığı temsil ediyor. Sanki her şey çözülüyor, kırılıyor, dağılıyor. Masanın üzerindeki boşluk bir çukura dönüşüyor. Ama bu çukur bir yere inmiyor. Daha çok her şeyi içine çeken bir boşluk gibi. Kalkmak istiyorsun ama kalkamıyorsun. Çukur seni çağırıyor. Ama bu çağrı bir ses değil; daha çok bir his.

Masadan uzaklaşıyorsun. Ama bu sefer yürüdüğün yol değişmiş. Önce daralıyor, sonra genişliyor. Yolun bir kenarında bir göl var. Ama bu göl, düşündüğün gibi değil. Suyun yüzeyi hareketsiz, ama aynı zamanda sürekli bir hareket varmış gibi. Gölün içine eğilip baktığında, hiçbir şey görmüyorsun. Kendi yansıman bile kaybolmuş. Belki de burada hiçbir şey asla yansımaz. Ama bu yokluk seni rahatsız etmiyor. Çünkü burada her şeyin yok olduğu bir denge var.

Yürümeye devam ediyorsun. İleride bir kapı beliriyor. Bu kapı, gördüğün tüm kapılardan farklı. Daha büyük, daha eski, ama daha belirsiz. Kapının üzerinde yazılar var. Ama bu yazılar bir dilin harflerine benzemiyor. Daha çok şekiller, kıvrımlar ve çizgilerden oluşmuş. Kapıya yaklaşıyorsun. Elini uzatıyorsun ama dokunamıyorsun. Çünkü kapı, dokunamayacağın kadar uzakta ama görebileceğin kadar yakın. Bir süre durup izliyorsun. Ama izlemek, hiçbir şeyi çözmüyor. Çünkü burada çözülmesi gereken bir şey yok.

Kapının ardında bir ışık görüyor gibi oluyorsun. Ama ışığa yaklaştıkça onun bir yanılsama olduğunu fark ediyorsun. Işık kayboluyor, geriye yalnızca karanlık kalıyor. Bu karanlık, düşündüğün gibi bir boşluk değil. Daha çok bir yoğunluk. Her şeyi içine çeken bir ağırlık. Kapıyı açmaya çalışıyorsun ama kapı senin hareketine yanıt vermiyor. Çünkü burada eylemler anlamsız. Sanki kapı zaten hep açıktı ama sen bunun farkında değildin.

Sonunda, bir uçurumun kenarında buluyorsun kendini. Uçurum, sonsuz bir boşluğa bakıyor gibi. Ama bu boşluk, düşündüğün kadar basit değil. Sanki her şey burada başlamış ve burada bitecekmiş gibi. Aşağı bakıyorsun. Ama aşağıda hiçbir şey görmüyorsun. Ve bu hiçbir şey, düşündüğünden daha ağır. Çünkü bu, sadece bir boşluk değil. Daha çok bir son gibi. Ama aynı zamanda bir başlangıç.

Bir adım daha atıyorsun. Ama bu adım seni ileriye değil, geriye götürüyor. Çünkü burada hareketin yönü yok. Ve bu an, seni her şeyden daha çok yoruyor. Sanki tüm dünya omuzlarına çöküyor ama aynı zamanda hiçbir şeyin ağırlığı yok. Ve sonunda, tüm düşünceler birer birer çözülüyor.

Bir ses duyuyorsun. Ama bu ses senin dışından değil, içinden geliyor.Uçuruma bir kez daha bakıyorsun. Ve uçuruma doğru bir adım atıyorsun. Ama bu adım, nereye gittiğini hiçbir zaman öğrenemeyeceğin bir yolculuğun başlangıcı. Çünkü belki de bu yolculuk çoktan bitmişti. Ya da hiç başlamamıştı. 

Yazı kategorisi: Genel

Aptal Olmak

Aptal olmanın anatomisi

“Aptallık bir zeka eksikliği değil, bir alışkanlık rejimidir.” Bunu yazarken nazik olmaya niyetim yok; çünkü mesele kırılgan egolar değil, kırılan hayatlar. “Yalanın anatomisi”nde kalbin korku olduğunu söylemiştik; “radikal dürüstlük”te cesaret ve netlikle uzun yolu seçmeyi savunduk. Şimdi şunu söyleyeyim: aptallığın kalbi rahatına düşkün kibir, omurgası bahane, sinir sistemi slogan, cildi de ironi zırhıdır. Aptal dediğim, doğuştan şanssız biri değil; düşünmekten kaçmayı bir yaşam politikası haline getirmiş kişidir. Bir şeyi bilmemeyi değil, bilmiyor olduğunu bilmemeyi kutsayandır. “Bana kolayını ver” der, gerçeğin ağırlığını başkalarının sırtına yükler, sonra da eline megafonu alıp en yüksek yerden bağırır: “Ben haklıyım.” Aptallık, bilgisizliğin masum hali değildir; kendini güncellemekten kaçınan iradenin aktif tercihidir.

Aptallığın metabolizması şöyledir: Önce zihin, dünyayı açıklayan tek cümlelik büyülü anahtarlar arar; çünkü karmaşıklık yorar. “Her şey X yüzünden.” Böyle bir anahtar bulununca beyin dopaminle ödüllenir; “aha, çözdüm” hissi. Sonra gelen her bilgi bu anahtara uydurulur; uymayan kırpılır, uydurulmazsa çöpe atılır. Eleştiri? “Saldırı.” Fikir ayrılığı? “Düşmanlık.” Böylece düşünce esnekliği yerini dogmatik kasılmaya bırakır. Kasılma arttıkça merak ölür, merak ölünce soru sormak ayıp sayılır; geriye tezahürat kalır. Tezahürat, aptallığın kardiyo egzersizidir; kabiledeki yerini sıcak tutar, aklı ise soğukta bırakır. Soru sormayan beyin, imajına yatırım yapar: “Ben zaten doğru yerdeyim.” Oysa doğru yer, hareketli bir koordinattır; düşünce, sabit bir zafer anı değil, sürekli bir düzeltme işlemidir. Aptal, düzeltme görmek istemez; çünkü düzeltme, “dün yanılmıştım” demek zorunda bırakır. Oysa “yanılma hakkı”, zeki insanların en kıymetli lüksüdür; aptallık bu lükse cimridir.

Aptallığın bağışıklık sistemi bahanelerden kuruludur: “Vaktim yoktu”, “herkes böyle yapıyor”, “benim yüzümden değil”, “dünya kötü”, “sistem bozuk”. Hepsi doğru olabilir; ama doğru bile olsalar seni kurtarmazlar. Çünkü bahane gerçeği açıklamaz, sorumluluktan feragat üretir. Bahane çoğaldıkça görevler dışarı taşar, hayat yönetilemez hale gelir, sonra da bir anda komplo devreye girer: “Demek ki görünmeyen bir güç var.” Komplo, aptallığın vitaminidir; karmaşıklığın maliyetini bir çırpıda sıfırlar, “suçlu dışarıda” konforu sağlar. Konfor arttıkça zihin bedelleşir; düşünmek kas yaktırır, slogan ise yağ bağlatır. Kısa sürede her şey iki renge boyanır: “biz ve onlar.” İki renklilik, aptallığın sevdiği ekrandır; gölge, ton, nüans istemez. Ama hayat gri çalışır; siyah-beyaz bakan, çoğu gerçeği kaçırır ve kaçırdığını fark etmeyecek kadar kendinden emindir.

İlişkilerde aptallık, en çok duygu cahilliği olarak çıkar karşımıza. “İyiyim” yalanını mantar gibi büyüten de bu cahilliktir: duygusunu adlandıramayan, ihtiyacını söyleyemeyen, rahatsızlığını pasif agresif notlarla dışarı sızdıran kişi, kasıtlı kötücülükten değil, duygusal okuryazarlık kıtlığından çürütür bağı. Aptal, partnerinin cümlesini duymak yerine sahne arkasındaki niyeti okur—tabii ki yanlış okur: “Kesin beni suçluyor.” Sonra da “kendimi ifade edemiyorum” şikâyetiyle kırıp dökmeyi meşrulaştırır. Oysa ifade etmek, içini boşaltmak değil; anlamayı hedefleyerek konuşmaktır. Anlamak uğraş ister; uğraş, aptala ağır gelir. Bu yüzden en çok kısa yol peşindedir: kıskandırma oyunları, gizli testler, “bakalım ne yapacak” tuzakları… Bil ki ilişkiyi sabotaj eden açık yalandan önce, aptalca kurulan bu küçük oyunlardır. Zekâ burada IQ değil; onarıma heves demektir. Onarım niyeti olmayanın doğrusu bile işe yaramaz; çünkü cümle doğru, tavır intikamcıdır.

İş yerinde aptallık, rakam makyajını marifet sanar. Sunumu şişirmek, kusuru “stratejik belirsizlik” diye paketlemek, sorumluluğu aşağı doğru devretmek… Hepsinin ortak noktası şudur: öğrenmek yerine rol yapmak. Rol yapan, hatayı erken söyleyip düzeltmek yerine saklar; sakladıkça bedel artar, bedel arttıkça daha büyük yalan gerekir. Burada aptallık yalnız kişisel bir talihsizlik değil; kurumsal maliyet üretir. Çünkü güven kaybı, prosedürleri kalınlaştırır; herkesin işini zorlaştırır. Zeki ekip, “hata = veri” diye düşünür; aptal ekip, “hata = suçlu” diye arar. Suçlu arayan, hatayla konuşmaz; insanla kavga eder. İşte o anda şirketin görünmez kasası boşalmaya başlar: cesaret. Cesaret gidince yaratıcılık kapanır; yaratıcı olmayan kurum, parlak sunumlarla kendi çöküşünü dekore eder.

Aptallığın giydiği en modern kıyafet ise sahte ironidir. Alaya alır, küçümser, “ben zaten ciddiye almıyorum” kıvırmasıyla her şeyin üzerinden kayar. Bu, düşünmeye üşenenin akıllı görünme numarasıdır. İroni, yerinde kullanıldığında uyanıklık göstergesidir; fakat sürekli ironi, yetişkinliğin ergenliğe terfisi demektir. Sürekli alay, risk almamak için kurulan kalkan. Çünkü ciddiyet, iddia koymaktır; iddia koyan yanılabilir. Aptalın en büyük korkusu yanılmak değil, yanılmış görünmektir. Bu yüzden kalabalığın ortasında “bilmiyorum” diyemez; ama odasına çekilip telefon ekranında üç saat boyunca “bilenleri” döver. Ekran dövüşçülüğü, aptallığın kardiyo sonrası strechingi: egoyu esnetir, aklı kısaltır.

Şimdi gelelim sert tarafa: Aptallıktan çıkmak, önce kendini suçüstü yakalamaktan geçer. “Bilmiyorum” deme anını çoğaltmak, zekânın asıl büyümesidir. Bunun için mucize yok; ritüel var. Her gün 20 dakika “zihinsel ağırlık” kaldır: bir metni not alarak oku, bir argümanı karşı argümanla sınava sok, bir fikrini yazıya dök ve ertesi gün itiraz et. “Tek cümle kuralı”: savunduğun düşünceyi tek cümlede yaz; uzatmadan savunabiliyorsan, düşünmüşsündür. “Tetikleyici günlüğü”: sinirlendiğin, alındığın, tetiklendiğin anı kaydet; duygunun altındaki ihtiyacı yaz (saygı, görülme, güvenlik, özerklik). Çünkü tetikleyicisini tanımayan, hep başkalarını suçlar; suçlamak, aptallığın protein tozudur. “Şüphe kası”: sevdiğin bir düşünce hakkında beş dakika boyunca sadece olası itirazları yaz; sevmek, eleştiriden muafiyet değildir. “Beslenme”: bilgi diyeti uygula; hızlı tüketim, hızlı kana karışır ama boş kalori taşır. Az sayıda sağlam kaynağı derin oku; çok sayıda yüzeysel kaynak, çok ama sığ bir havuzdur—yüzersin, dibe inemezsin.

Aptallığın panzehiri radikal dürüstlük + zihinsel disiplin bileşimidir. Dürüstlük, “bilmiyorum” deme lüksünü açar; disiplin, “öğrenebilirim” gücünü inşa eder. Ve lütfen şu ayrımı cebine koy: mahremiyet saklama değildir; düşünmediğin için susmak, mahremiyet değil ihmaldir. İlişkide, işte, politikada… Fikrini net, insanı saygılı, veriyi görünür kıl. Kabalık zekâ gibi görünür ama değildir; zekâ, incelikle çalışır. İncelik, yumruk atmadan güçlü olmaktır. Güç, bağırmak değil; kanıt sunmak, düzeltmek, onarmak demektir.

Son söz: Aptallık, kader değil; ücretli bir konfor. Ücreti başta ucuz görünür—kafa yormaz, sorumluluk aldırmaz, kabile alkışlar—ama faizi acıdır: kaybedilen yıllar, kaçırılan fırsatlar, çürüyen ilişkiler, devrilen kurumlar. Zekâ dediğin, Tanrı vergisi bir madalya değil; günlük bakım isteyen bir kas. Çalıştırmadığında erir, çalıştırdığında şekil alır. Bugün küçük bir karar ver: En sevdiğin kanaatin karşısına otur, ona nezaketle itiraz et; en çok kaçtığın soruyu yüksek sesle sor; en kolay bulduğun açıklamanın yanına “ya değilse?” yaz. Göreceksin: “aptal olmanın anatomisi”ni öğrendikçe, akıllı olmanın etiğini de kurmaya başlıyorsun. Uzun yol mu? Evet. Ama varılan yer, insanın kendine saygı duyduğu yer. Orada maske yok, slogan yok, bahane yok—yalnızca emek var. Ve emek, zekânın en şık kıyafeti.

Yazı kategorisi: Genel

Radikal Dürüstlük

Radikal dürüstlük

“Yalanın kalbi korkudur” demiştik; kalpten yayılan o korku, dilin ucuna kadar gelir ve çoğu zaman bizi kısa yoldan götüren o meşhur kestirmeye iter. Radikal dürüstlük işte tam burada, o kestirmenin önüne bir şerit çekmek gibi: “Buradan değil, uzun yoldan gideceğiz.” Uzun yol, evet; çünkü hakikat, aceleci bir koşucu değil, nefesini ayarlayan bir yürüyüşçüdür. Radikal dürüstlük dendi mi çoğu insanın tüyleri ürperir—akla hemen kabalık, hoyratlık, kırıp dökme gelir. Oysa mesele “aklıma geleni filtresiz patlatayım” kolaycılığı değil; korkunun rejimini bitirip, kendinle ve karşındakiyle güvene dayalı bir anlaşma yapmaktır. “Yalanın anatomisi”nde maske, pusula ve kalp metaforları kurmuştuk; radikal dürüstlük o maskeyi indiren, pusulayı görünür kılan ve kalbin titremesine rağmen adım atan pratik cesarettir. Ve evet, cesaret dediğim şey, bir duygu değil bir eylem biçimi: gerçeğin kısa vadeli maliyetini göze almayı seçmek.

Bu yaklaşımın omurgası, “gerçeğin önceliği” diyebileceğimiz bir dünya görüşüne yaslanır. İstersen Stoacıların “doğayla uyumlu yaşa” ilkesini hatırla, istersen Ayn Rand’ın “gerçeklikle kavga edilmez” çizgisini; ikisi de başka dillerle aynı kapıya çıkar: olanı olduğu gibi görme ve ona göre yaşama. Radikal dürüstlük tam da bu yüzden duygusuzluk değil; duyguları da verinin bir parçası sayar. “Kızgınım” demek kabalık değildir, yargısız bir rapordur; kabalık, kızgınlığı sopa yapıp karşındakinin üstüne inmekte başlar. Yani radikal dürüstlük “ne pahasına olursa olsun söyle” değil, “ne pahasına olacağını bilerek söyle” dir. Yalan kısa yoldur demiştik ama haritayı bozar; radikal dürüstlük bazen bir dağ yoludur, virajlıdır, yorar; ama varılan yer, nefes alınan bir düzlük olur.

Günlük hayatta bu iş en çok “iyiyim” cümlesinde sınanır. “Yalanın anatomisi”nde bu cümleyi bir mantar gibi tarif etmiştik; görünmez, sessiz, ama dokuyu çürütür. Radikal dürüstlükte “iyiyim” yerine küçük ama gerçek bir envanter veririz: “Yorgunum ve bugün sosyal kapasitem düşük”; “Sana kırgınım ve konuşmak için on dakika ayırabilir miyiz?”; “Şu an savunmaya geçmek istiyorum ama dinlemeye hazırım.” Gördüğün gibi bunlar slogan değil, kullanım kılavuzu cümleleri. Kendi panelini açıp içeriği görünür kılmak. Korkunun rejimi, gerçeğin cezasının ağır olduğu iklimlerde büyür; o iklimi hafifleten şey işte bu kılavuz cümlelerdir. Çünkü bir ilişkide hakikat, yalnız doğruluk değil, onarım kapasitesidir; doğruyu konuştuğunda bağ kopmuyorsa, tersine esneyip eski halinden daha sağlam dönüyorsa, işte orada radikal dürüstlüğün toprağı bereketlidir.

Elbette en tartışmalı alan ilişkiler. Sevgililikte “beyaz” diye pazarlanan küçük cilalar kısa vadede sürtünmeyi azaltır; ama “Yalanın anatomisi”nde söylemiştik, uzun vadede hakikati ucuza satmanın alıştırmasını yapar. Radikal dürüstlük burada “duyguya şeffaflık + mahremiyete saygı” denklemidir. “Eski sevgilinden bahsetmeni duymak bana zor geliyor, kıyaslandığımı hissediyorum” demek, kontrol talep etmek değildir; izini sürülebilir bir duygu ifadesidir. “Telefonunu aç, mesajlarına bakacağım” demekse dürüstlük değil otoriterliktir; mahremiyetle saklama arasındaki çizgiyi “Yalanın anatomisi”nde ayırmıştık, burada da ısrarla tutalım: ilişkide paylaşılmayan her şey saklanan şey değildir. Radikal dürüstlük, saklananı görünür kılmak kadar, mahrem olana saygı duyup sınırları açıkça çizmek demektir. “Bu alan benim yalnız alanım; ilişkiyi etkileyen bir riske dönüşürse haber veririm” cümlesi, güveni kemirmez; güveni çerçeveler.

Evlilikte konu daha karmaşık, çünkü alan geniş: para, zaman, aile, hatta gelecek tahayyülü. “Maaşım bu kadar” yalanı yalnız sayısal bir sapma değildir; ortak gerçeklik defterine atılmış sahte bir kayıt, muhasebenin temelini bozar. Radikal dürüstlük burada yalnızca “doğruyu söylemek” değil, sistem kurmaktır: görünür bütçe, plan değişikliği bildirimi, sessizleşmeleri işaretleyen basit protokoller… “Yalanın anatomisi”nde güvenden sonra “takvim” demiştik: güven sözle değil takvimle geri gelir. Evlilikte radikal dürüstlük, takvime yazılan küçük doğruların disiplini: “Bugün şu harcamayı yaptım”, “Annemlerdeydim ve seninle paylaşmayı atladım, telafi ediyorum”, “Yalnız kalma ihtiyacım var; şu saat aralığında kapanıyorum ama sonra birlikteyim.” Bunlar romantik cümleler değil belki, ama romantizmi taşıyan iskele bu sıradan doğrulardır.

“Çıkar için yalan”ın iş dünyasındaki parlak kılığına gelince… orada radikal dürüstlük çoğu zaman terfi gecikmesi, hoşnutsuz bakışlar, ‘naif’ etiketi gibi bedellerle gelir. Ama hatırla: toplumların görünmez sermayesi güvendir. Rakam makyajının prim yaptığı yerlerde sözleşmeler kalınlaşır, prosedür uzar, herkesin maliyeti artar. Radikal dürüstlük, yalnız bireysel erdem değil; kolektif verimlilik kalkanıdır. Bir ekibin “hata itirafı = öğrenme fırsatı” refleksi kazanması, yalanın en büyük yakıtı olan cezadan korkuyu keser. “Yalanın anatomisi”nde söylediğimiz gibi, iklim belirleyici: doğruyu söylemenin cezası, yalana sığınmanın ödülünden düşük olduğunda insanlar hakikate meyleder. O halde yöneticiysen, yanlış beyana sıfır tolerans, dürüst hataya yüksek merhamet politikası kur; çalışan isen, raporuna utançla değil açıklıkla not düş: “varsayımım hatalıydı, şu öğrenildi, şu değiştirildi.” Uzun yol ama kaybolmazsın.

Radikal dürüstlük, “düşünmeden konuşmak” değildir; tam tersine “düşünerek söylemek” disiplinidir. “Yalanın anatomisi”nden hatırla: “üç filtre” demiştik—doğru mu, gerekli mi, incitmeden mümkün mü?—radikal dürüstlüğün metronomu budur. Bir de “on saniye nefes” kuralı: zor soruda otomatik savunma yerine bedenini regüle edip cümleyi bir kez daha kurmak. “Bir cümle testi”ni de cebimize atalım: söyleyeceğin şeyin çekirdeğini tek cümlede yaz ve kendine sor, “bunu yarın da savunur muyum?” İçten “hayır” geliyorsa cesaret değil dürtüselliktesin; geri çekil, düzenle, netleştir. Dürüstlüğün radikalliği, ses yüksekliğinde değil, niyet netliğinde ve sorumluluk önerisindedir. “Kırdım” deyip bırakmak itiraf; “kırdım ve şöyle onaracağım” demek dürüstlüktür. Özür, üç ayaklı masa: ne yaptığını adlandır, bağlamı bahane yapmadan paylaş, telafiyi taahhüt et—ve tekrar etmemek için küçük bir sistem kur.

Kendine karşı radikal dürüstlük ayrı bir hikâyedir ve çoğu zaman en zoru. Çünkü içerideki “hikâye editörü” güçlüdür; hafızamız kamera değil, anlatıcı. Ertelemeyi “yorgundum” diye cilalamak, konforu “minimalizm” diye sunmak, korkuyu “pratiklik” diye paketlemek… Bunların hepsi zekâ işi makyaj. Radikal dürüstlük burada davranış düzeyinde görünür: takvime gerçek niyeti yazmak (okuma değil, şu sayfa okuma), hedefi ölçülebilir kılmak (spor değil, 20 dakika yürüme), kaçındığın şeye mikrodotla yaklaşmak (telefonu değil, bildirimlerini kapama; bildirim değil, belirli saatleri kapama). Kendi paneline şu uyarıyı as: “Bugün kaçtığım bir küçük doğruyu söyleyeceğim”—yöneticine, eşine, kendine… Fark edeceksin, kalp ritmi değişiyor; korku hâkimiyetini kaybettikçe beden rahatlıyor.

“Peki sınır nerede?” sorusu meşru. Çünkü radikal dürüstlük, mahremiyeti iptal etmek değildir. “Her şeyi söylemek” ile “gerekli olanı açıkça söylemek” arasındaki ayrım ince ama hayati. Mahrem olanı saklamak değil, onu sınır olarak adlandırmaktır: “Bu konu benim özel alanım; ilişkiyi etkileyen bir risk olursa bunu ilk sen bileceksin.” Böyle cümleler güveni büyütür çünkü çizgiyi sisin içinden çıkarır. Kabalıkla dürüstlük arasındaki fark da burada belirir: kabalık, kendi duygunu gerekçe yapıp karşı tarafın onurunu iptal eder; dürüstlük, duygunu paylaşıp karşı tarafın onurunu korur. İkisi de ‘doğruyu söylüyor’ gibi görünür; ama birinin ardında iktidar arzusu, diğerinin ardında ilişkiyi onarma arzusu vardır.

Son düzlükte tekrar o ilk yazıya dönmek istiyorum: “Yalan kısa yoldur ama haritayı bozar; hakikat uzun yoldur ama varırsın.” Radikal dürüstlük, o varışın tek etik garantisi değil, en sağlam rotalarından biridir. Bedelsiz değildir: bazen geciken terfi, bazen kısa süreli yalnızlık, bazen kırgın bir yüz ifadesi… Ama uzun vadede ödenmeyen bedellerin faizini düşün: dağ gibi birikmiş güvensizlik, kimlikte yarılmış bir öz-saygı, akşamları bitmeyen yönetim gideri. Bence iktisat basit: faizi değil, ana parayı öde. Bugün bir yerde, özellikle kaçmak istediğin yerde, küçük bir doğru söyle. Bir ilişkiye “Güven Protokolü”nün ilk maddesini yaz: “Korktuğum şeyi önce söyleyeceğim.” İşte radikal dürüstlük budur—yüksek sloganlar değil; kalbin titremesine rağmen yapılan küçük, izlenebilir, tekrar edilebilir hareketler. Maskeyi indirmek cesaret ister, doğru; ama maske ağır. İndirdiğinde yüzün rüzgâr görür, biraz üşürsün. Sonra utanmadan, saklanmadan, içerden ısınmanın nasıl bir şey olduğunu hatırlarsın. Ve o an, uzun yolun neden daha güzel olduğunu.

Yazı kategorisi: Genel

Yalan’ın Topografyası

Anatomisi

Yalan dediğin şey, sözlükte “doğru olmayan beyan” diye tek cümleye sıkıştırılmış basit bir kavram gibi görünür; ama onu eline alıp ışığa tutunca içinde dolaşan karmaşık damarları, kas lifleri, refleksleri görürsün. Bir tarafı siper: canını, statünü, konforunu korumak için arkasına saklanırsın. Bir tarafı neşter: karşındakinin güvenini keser, ilişkideki sinir uçlarını felç eder. Bir tarafı da pansuman: acıyı kısa süreliğine dindirir ama yaranın altını iltihaplandırır. Yalanın anatomisini konuşmak biraz cesaret ister; çünkü mesele yalnız “başkalarının söylediği yalanlar” değildir. Hepimizin cebinde bir iki tane “beyaz” olanı, vicdanın etrafına dolanmış kocaman olanı, susarak kurulmuş olanı vardır. Hadi gel, bu maketi masaya yatırıp tek tek parçalarına ayıralım; kalbi ne, akciğeri ne, sinir sistemi nerede, bağışıklığı nasıl çalışıyor, görelim.

Yalanın kalbi korkudur. Korku, en eski öğretmenimiz. Çocukken başlar ders: vazoyu kırmışsındır, annenin kaşları havalanır, dilin refleksle “ben yapmadım” der. O ilk küçük kaçış, beynine şu mesajı yazar: “Tehlike anında gerçek yerine hikâye üret, hayatta kalırsın.” Büyürsün; öğretmene “ödev bende, evde kaldı” dersin, patrona “dosya neredeyse bitti” dersin, sevgiline “mesajı görmedim” dersin, eşine “maaş bu kadar” dersin. Her yalanın kökünde bir şey var: cezadan kaçma, kaybetmekten kaçma, utançtan kaçma, çatışmadan kaçma, kontrolü kaybetmekten kaçma. Korku, yalanın kalbini pompalarken, akıl onun beyni olur: rasyonelleştirir, gerekçeler uydurur, “koşullar öyleydi” der, “niyetim kötü değildi” der. Dil, kas sistemidir: o gerekçeleri düzgün cümlelere çevirir, yüz mimiklerini ayarlar, sesi titretmeden çıkarır. Deri, maskedir: imajını cilalar, dışarıya “ben iyi biriyim” parıltısı verir. Bağışıklık sistemi alışkanlıktır: her yalandan sonra bir damla anksiyetini bastırır, “bir şey olmadı” diye fısıldar, böyle böyle organizma yalana tolerans geliştirir. Anatomide tablo budur.

Şimdi türlerine bakalım ama alt başlık falan açmadan, sohbetin akışında atalım adımları. Susarak yalan mesela: bir şeyi söylemeyerek, eksilterek, “aslında söylememiştim ki” kılığıyla dolaşır. Bu, gerçeği öldürmez ama oksijensiz bırakır. “Beyaz” denen tür, iyi niyet taşır gibi görünür: “Çok yakışmış” dersin, “harikaydı toplantı” dersin, “hiç kırılmadım” dersin. Kısa vadede sürtünmeyi azaltır, uzun vadede hakikati ucuza satmanın pratiğini öğretir. Çıkar için yalan; en çıplak olanıdır: terfi almak, ihaleyi almak, performansını büyük göstermek, hatanı küçük göstermek. Öz-savunma yalanı; utancın üstüne atılan ince bir örtüdür: “ben de istemezdim ama mecburdum” diye başlayan cümleler. Statü yalanı; olduğundan büyük görünmek, çevreye “ben de oyunun içindeyim” demektir: küçük başarıyı epik anlatıya dönüştürür, küçük hatayı görünmez yapar. İyileştirme yalanı; doktorun “iyileşeceksin” demesi, bir yakının “geçecek, merak etme” demesi… bazen şefkatli bir morfindir, ama dozu kaçarsa bağımlılık yapar: gerçek dozunda konuşulmadıkça umut körleşir, kararlar körleşir.

İşin psikolojisine yürüyelim. İnsan zihni tutarsızlığı sevmez; buna “bilişsel uyumsuzluk” derler. “Ben dürüst biriyim” inancı ile “az önce yalan söyledim” gerçeği çarpışınca beyin ya kendini, ya gerçeği eğer bükersin. “Bu sayılmazdı” dersin, “aslında onun iyiliği için yaptım” dersin, “kimse zarar görmedi ki” dersin. Bekçilik yapan bir başka mekanizma da belleğin kurguculuğudur; hafıza bir kamera değildir, hikâye anlatıcısıdır. Bir süre sonra “olay böyle olmuştu” diye anlattığın şeyin içine minik düzeltmeler eklenir; sen bile fark etmezsin. Kendine yalan bu yüzden en kalın olandır: “yapabilirsin” diye motive etmek başka, “yarın kesin başlarım” diye erteleyip vicdanı uyuşturmak başka. Kendine yalan, kimliği parlak bir ambalaja sarıp içini boş bırakır.

Peki bedeli ne? Yalan, zihinde bir yönetim gideri yaratır. Bir doğru ve bir uydurma anlatıyı aynı anda taşımak, o anlatıların kimin önünde hangisini söyleyeceğini hatırlamak, yeni gelen sorulara eski uydurmaya uygun yanıtlar üretmek… tüm bunlar çalışma belleğini yer. Günün sonunda yorgunluğun yalnızca işten olmadığını fark edersin; maskeyi taşımak kas yapar ama içten içe lifleri koparır. Üstelik birinci yalan ikincisini çağırır; sistemik etki gibi düşün: bir noktada açık verir, “küçük bir sızıntı” dediğin şey bir anda barajı patlatır. Kimlik düzeyinde ise bölünme yaşanır: “Ben” ile “Ben’in rolü” birbirinden ayrışır. Rolden çıkınca boşluk, “ben neyim” sorusu büyür. Yalanın bedel kalemi sadece yakalanma korkusu değildir; kendi gözünde saygınlığını kaybetmektir. İnsan kendisini ayakta tutan birkaç sütundan biri olan öz-saygıyı yitirdi mi, dışarıdan gelen iltifatlar geçici sıva olur; duvar zaten çürümüştür.

Gelelim ilişkiler sahnesine; sevgililikte yalan genellikle imajla başlar. Tanışmanın ilk ayları “editlenmiş benlik” dönemidir; herkes daha çok parlayan tarafını gösterir. Bu edit, insani bir parantez; ama içeri sızan küçük yalanlar—saatleri kaydırmalar, “uyuyakaldım”lar, “görmemişim”ler—zamanla dokuyu değiştirir. Telefonu ters çevirip masaya koymalar, “arkadaş” etiketinin altına saklanan eski ilişkiler, “küçük kıskandırmalar” için kurulan minik sahneler… hepsi birleşince güvenin mikroskop altında görülen çizikleri olur. Sevgililikte kara yalanın en keskin türü sadakate dair olanlardır; mesele yalnız eylem değil, onu örten, yerini, zamanını, izini kurgulayan sistemdir. Çünkü güven sadece “yapmadım” ile değil, “niye sorsa anlatırım” hissiyle yaşar. Bu his öldüğünde aşk ölmez belki ama yoğun bakıma alınır; oksijen desteği, sınır konuşmaları, şeffaflık protokolleri gerekir. Katlanır mı? Bazen evet; ama not düşelim: onarımın bir numaralı yakıtı doğruluk, ikincisi zamandır. Yalanla açılan yarada acele, dikişi patlatır.

Evlilikte yalan daha ağır çarpar; çünkü alan genişler: finans, aile, çocuk, gelecek planları. “Maaşım bu kadar” deyip eksik söylemek, kredi kartı borcunu saklamak, “annemlere gitmeyeceğiz” deyip son dakika plan çevirmek, “işteydim” deyip misafirlikte olmak… günlük yalanların bile zincir etkisi büyür. En yıkıcı kategori malum: sadakatsizlik ve onun etrafına örülen örtü. Bu, yalnız iki kişi arasındaki bağı değil, evin mimarisini bozar; çocuk varsa onların güven haritasını da sarsar. Ama evlilikte tek yalan bu değil; “iyiyim” yalanı da büyüktür. Duygusal emek talebini saklamak, “sorun yok” deyip biriktirmek, sessizliği “sükûnet” diye pazarlamak… Bunlar, evliliği içten içe çürüten görünmez mantarlar gibidir. Yıkımın habercisi genelde büyük skandal değil, küçük ama kronik tutarsızlıklardır: söz verilmiş ama tutulmamış randevular, “yarın konuşuruz” diye ötelenen meseleler, “sen bilirsin” diye bırakılmış ama aslında bırakılmamış kararlar.

Çıkar için yalanın toplumsal yüzünü de atalım masaya. İş yerinde rakam şişirmek, raporda başarısız projeyi “stratejik pivot” diye anlatmak, siyasette “her şey sizin için” diye başlayıp kendi çevreni beslemek… bunlar sadece tek tek insanların meselesi değildir; güven ekonomisini çökertecek kadar kolektif etkisi vardır. Toplumun görünmez sermayesi güvendir. Bir ülkede insanlar sözün ağırlığına inanmayı bıraktığında sözleşmeler kalınlaşır, prosedürler uzar, maliyet artar. Yalan, kısayol gibi görünür ama memlekete uzun yol yazdırır. Kişisel ölçekte “kurtardım” dediğin an, kurumsal ölçekte “kaybettik” olarak deftere düşer. Yani çıkar için yalan, pazarlık masasına yalnız gerçeği değil, karakterini de sürmektir; kısa vadeli kazanç için uzun vadeli itibarı bozdurmak.

Bir parantez daha: insanın en çok kandırdığı kişi kendisidir. “Ben aslında iyi bir partnerim” deyip asla duygusal sorumluluk almamak, “çalışkanım” deyip ertelemenin kitabını yazmak, “dürüstüm” deyip gerçeğin zor yerinden hep dolanmak… Kendi kendine kurduğun sahte anlatı, dışarıya söylediğin yalandan daha tehlikelidir çünkü içerdeki pusulayı bozar. Gerçek, inatçı bir şey; kapıyı kapasan da pencereden sızar. Ayn Rand’in sevdiğim bir fikri vardır: gerçekliğin önceliği. Dilekler, iyi niyetler, bahaneler gerçeklikle kavga edebilir ama sonunda zemin kimde, belli. Yalan, gerçeği erteleyebilir; yenemez.

“Peki yalanı nasıl anlarız?” sorusu cazip ama tehlikelidir. İnsanlar kendilerini iyi yalan avcısı sanır; oysa bilim bile bu alanda mütevazıdır. Mikro mimikler, ses titremeleri, kelime seçimleri ipucu olabilir; fakat kusursuz radar yok. Zaten asıl mesele “nasıl yakalarım?” değil, “nasıl gerek duyulmayacak iklim kurarım?” sorusudur. Bir ilişkide, bir ekipte, bir ailede hakikati söylemenin cezası, yalana sığınmanın ödülünden daha düşük olduğunda insanlar doğruya meyleder. Bu iklim, cezalandırıcı değil, sorumluluk talep eden bir iklimdir. “Hata yapıldıysa açıklanır, onarılır, öğrenilir” çizgisi net olur. Hakikat, yalnız doğruluk değil, onarım kapasitesidir.

Pratiğe gelelim; yüksek ideal güzel ama gün, ayrıntıda saklı. “Şefkatli doğruluk” iyi bir pusula: üç filtreden geçir—doğru mu, gerekli mi, incitmeden mümkün mü?—sonra söyle. Zamanı ve mekânı seç; zor doğrular kalabalıkta değil, güvenli bir odada konuşulur. Savunmaya geçmeden dinle; “niyetimi anlatayım” demeden önce “seni anlıyorum” de. Özür, üç ayaklı bir masadır: ne yaptığını net söyle (“şunu yaptım”), bağlamı bahane yapmadan paylaş (“korktum, kaçtım”), telafiyi taahhüt et (“böyle onaracağım” ve “tekrar etmemek için şu sistemi kuracağım”). Güven, sözle değil, takvimle geri gelir; süre ister. “Güven protokolü” diyebileceğimiz, iki kişinin kabul edeceği küçük kurallar faydalı: kritik konularda sorulmadan bilgi vermek, plan değişikliğini anında bildirmek, para ve zaman kullanımında ortak görünürlük, duygusal çekilmeleri “iyiyim” yalanına dönmeden işaretlemek. Bunlar polislik değil; görünürlük ve sorumluluk demek.

Kendinle ilgili araçlar da olsun masada. “Bir cümle testi”: söylemek üzere olduğun şeyin çekirdeğini tek cümlede kur ve kendine sor, “bunu yarın da savunur muyum?” İçten “hayır” geliyorsa, yalana meyildesin. “On saniye nefes” kuralı: zor soruda otomatik savunma yerine on saniye dur, bedenini regüle et, doğruya yaklaş. “Gün sonu dürüstlük notu”: her akşam üç küçük dürüstlük cümlesi yaz (“bugün şunu dürüstçe söyledim”, “şunda dolandım, yarın düzelteceğim”). Değerler listesini görünür bir yere as; yalanı en çok karanlıkta besleriz, ışığa çıkar. Ve sınır: doğruluk, mahremiyetsizlik değildir. Hakikatle şeffaflık karıştırılmamalı. Her şeyin her an paylaşılması sağlıklı değil; “paylaşılmayan şeyler” ile “saklanan şeyler” arasında ince ama net bir çizgi var: paylaşılamayan şey, ilişkiyi etkileyen bir risk oluşturuyorsa saklama; oluşturmuyorsa mahremiyetindir. Doğruluk, sınırı ve mahremiyeti olan bir erdemdir.

Sevgililik ve evlilik özelinde, yeniden inşa dönemine de iki kelam: Yakalanmış yalanın ardından “tamam, bundan sonra dürüst olacağım” cümlesi yetmez. Yapısal değişiklik gerekir. Örneğin, iletişimde haftalık durum konuşmaları (duygusal, finansal, zaman planı), küçük ama düzenli güven göstergeleri (sorulmadan bilgi, hatayı erken bildirme), tetikleyici alanlarda ortak anlaşma (eski ilişkiler, sosyal medya sınırları, yalnız zaman ihtiyacı). “Affettim” demekle iyileşmez; “iyileşiyoruz” diyebilmek için izleme gerekir. Not tutmak, ilerlemeyi görmek, geri düşmeleri dürüstçe işlemek… Bunlar romantik değil belki ama ilişki, yalnız romantizmle yürümez; bakım ister. Hakikatin dili bazen sıkıcı görünür ama kalp ritmini düzenler.

Ve toplumsal çapa: Yalanı bireysel günah diye izole edersek tabloyu eksik çizeriz. Yalan ödüllendiriliyorsa (çabuk terfi, çabuk alkış, çabuk kaçış), doğruluk cezalandırılıyorsa (yalnız kalma, dışlanma, gecikmiş ödül), sistem yalana davetiye çıkarır. Okulda “kopya çekene” göz kırpıp “bilen”i yalnız bırakırsan, işte “rakam büyütene” prim verip “hata söyleyene” kızarsan, evde “sorun çıkarma” diyerek duyguyu halının altına süpürürsen… anatomide tek tek organları onarsan da damar hep tıkanır. Yalanın panzehiri yalnız bireysel cesaret değil; cesareti ödüllendiren kültürdür.

Sonunda dönüp makete tekrar bakıyorum ve ilk cümleye geri dönüyorum: yalanın kalbi korku. İlacı mı? Cesaret, şefkat ve netlik. Cesaret, gerçeğin kısa vadeli maliyetini göze almaktır. Şefkat, kendine ve karşındakine “insan hata yapar” payını verip taş atmadan onarım aramaktır. Netlik, sınırı, beklentiyi, değeri açıkça söylemektir. Hakikat bir ilişkiye antioksidan gibi iyi gelir; pası yavaşlatır, zehri söker. Yalan kısa yoldur ama haritanı bozar; hakikat uzun yoldur ama varırsın. Ve belki en basit ama en zor cümle: “Bilmiyorum.” “Hata yaptım.” “Korktum.” Bunlar küçük görünür; ama anatomide tam da sinir uçlarına şifa veren, kan dolaşımını açan cümlelerdir. Çünkü günün sonunda, yalan gerçekle kavga eder, hakikat bekler. Bekler ve kapıyı çalarsın; o kapı her zaman açılır, ama bazen geç, bazen ağır. Yine de açılır. İnsan, açılan o kapıdan girip içeride nefes almayı seviyor. Çünkü orada maske yok, yük az, gece uykusu derin. Yalanın anatomisini öğrendikçe, gerçeğin metabolizmasını güçlendirmek mümkün. Geri kalanı pratik: bugün, bir küçük doğruyu—özellikle kaçmak istediğin doğruyu—söyle. Göreceksin, kalbin ritmi değişecek.