Bir Sessizlik Çemberi: Ötekileştirmenin Anatomisi
Selamlar.
Gündemin gürültüsü, bazen en yakıcı şeylerin bile kulağa uğramadan geçip gitmesine neden oluyor. O yüzden bu yazı, biraz sessizliğe karşı bir ses gibi okunabilir. Belki bir not defterine karalanmış, sonra da rüzgârın eline bırakılmış cümleler gibi… Tam olarak nereye varacağı belli değil. Ama bir yerlerde, bir şeylerin yanlış gittiğini söylemek gerekiyor. Çünkü bazı görüntüler var ki artık arka fonda kalamayacak kadar çıplak.
Gazze açıklarında ilerleyen bir gemi. Ablukayı delmeye çalışan insanlar. 250 deniz mili. Sanki sadece mesafe. Ama o mesafenin içinde kıta kadar ayrımcılık, tarih kadar eski bir öfke ve şimdiki zaman kadar taze bir suskunluk var. Mavi Marmara zamanından kalan o burukluk henüz küllenmemişken, bu defa başka bir gemi geçiyor gözlerin önünden. Bu defa daha yalnız, daha az konuşuluyor, daha çok çarpıtılıyor.
Ve ekranda beliriyor tanıdık bir tablo: entelektüellik kisvesiyle halklara etiket yapıştıranlar. “Zaten satmışlardı.” “Dedeleri haindi.” Güler yüzle soykırımı normalize eden cümleler. Ciddiymiş gibi yapan bir yüz ifadesiyle, ölümün soğukluğunu sofra muhabbetine çeviren o korkunç rahatlık. İşte ötekileştirme tam olarak böyle başlıyor: önce kişisel bağ koparılıyor. Empati kanalları kurutuluyor. Sonra bir halk düşmanlaştırılıyor, nesneleştiriliyor, “anlaşılmaz” kılınıyor. Geriye yalnızca yargı kalıyor. Merhamet artık sadece tanıdıklara ait bir refleks.
Ama mesele yalnızca ahlak değil. Tarih de tekrar ediyor. 1940’larda bir Nazi subayının günlüğünden dökülen itirafla birebir örtüşüyor bazı cümleler: *“Çocukları da öldürdük, çünkü büyüyüp bizden intikam alabilirlerdi.”* Mantık zinciri hep aynı: önce tehdidi üret, sonra tehdide karşı “korunmak” adına her şeyi meşrulaştır. Bunu yaparken kitleleri ikna etmek için her tür bahane hazır: “Ama onlar topraklarını sattı”, “Ama onlar terörist”, “Ama onlar zaten bize düşman…”
Aynı anlatı akademik dünyaya da sızıyor. Kolonyal mimariden bahseden bir seminer protesto ediliyor. Neden mi? Çünkü içinde “Filistin” geçiyor. Avrupa’daki bazı üniversiteler hâlâ bu kelimeyi kullanmaya çekiniyor. “People from the region” deyip geçiştiriyorlar. Binlerce insan ölürken, yüz binlercesi göç ederken, ses çıkarmayan o steril zihinler, iki öğrencinin bir konuşmacıyı yuhalamasını “antisemitizm krizi” olarak sunabiliyor. Ölüm karşısında bu kadar rahat olan bir konfor diliyle karşı karşıyayız.
Bir yandan da propaganda yeniden biçimleniyor. “Pinkwashing” denen şey mesela: yani LGBT haklarını kalkan yaparak savaşları aklama çabası. “Bakın biz eşcinselleri koruyoruz, onlar ise yakıyor.” Peki o bombalanan mahallelerde eşcinsel insanlar yok mu? Bu soruyu sormak bile fazla geliyor. Çünkü mesele zaten hak değil, vitrin. İnsan haklarını en çok ihlal edenlerin, en çok insan hakkı savunuculuğu yapması kadar garip bir çağdayız.
Ve rıza inşası tam da böyle ilerliyor. Evine gelen bir mektupta “Geyleri öldüren bir ülke özgürlük savaşçısı olamaz” yazıyor. Oysa gerçek çok daha acı: çocuklar ölüyor. Sırf ait oldukları yer, inandıkları kimlik, doğdukları coğrafya farklı diye. Ama bu ölümler tartışmanın kenarında. Çünkü esas dert, gündelik vicdanın kaşınması. “Ama onlar da şöyleydi…” ile başlayan her cümle, biraz daha örtüyor olan biteni.
Norman Finkelstein ne diyordu? “Umut etmeyi bıraktım. Çünkü insanlar savaşlara ölümlere alıştı.”
Görüşmek üzere.
Karanlıkta hâlâ görülebilecek ışıklar varsa, o ışıklar yüz çevirmeyenlerin gözlerinde birikir.