Yazı kategorisi: özgün felsefe, Film

ADANALI vs MARAZ ALİ

Kanun mu, Kılıç mı? Maraz Ali’nin Adalet Felsefesi ve Adanalı’nın İkilemi

Bir adalet sembolü: Hong Kong’daki Temyiz Mahkemesi binasının tepesinde, kılıcı ve terazisiyle Themis (Lady Justice) heykeli. Adalet kavramı hem kanunları hem vicdanı temsil eder; peki gerçek adalet hangisine dayanmalı?

“Zenginden çalıp fakire vermek” – kulağa adil geliyor mu? Peki “kötülük yapana kötülükle karşılık vermek”? Bu tür sorular, bir dönemin popüler Türk dizisi Adanalı’nın merkezine oturmuştu. Dizide iyilik ve kötülük çatışması, kanun ve intikam ikilemi sık sık vurgulandı. Baş karakter Adanalı (Yavuz) ve onun kan kardeşi Maraz Ali, iki zıt adalet anlayışını temsil ediyordu. Bir tarafta devlete ve yasalara bağlı, otoriteye güvenen bir yaklaşım; diğer tarafta ise “kötüyü alt etmek için onun yöntemlerini kullanmaktan çekinme” anlayışı, yani bir nevi anarşist ve vigilante (yasadışı cezalandırıcı) bakış açısı.

Bu yazıda, Adanalı dizisinin felsefi arka planına iniyor ve özellikle tartışmalı karakter Maraz Ali’nin adalet anlayışını masaya yatırıyoruz. Maraz Ali haklı mıydı? Adaleti sağlamak için suç işlenebilir mi? İyilik, kötülüğü yenmekte yetersiz kalıyorsa kötülüğe başvurmak meşru mudur? Bu soruları, dizideki olayları ve gerçek hayattaki karşılıklarını irdeleyerek cevaplamaya çalışacağız. Taraf tutmadan, hem kanun yanlısı bakış açısının hem de “eşkıya adaleti” diyebileceğimiz yaklaşımın argümanlarını ele alacak; adalet kavramının sınırları üzerine felsefi bir yolculuğa çıkacağız.

Adalet İkilemi: Dizinin Felsefesi ve İyilik-Kötülük Çatışması

Adanalı dizisinin temel felsefesi, adalet kavramı etrafında dönüyordu. Daha ilk bölümden itibaren “iyi” ve “kötü” arasındaki çatışma net çizgilerle çizildi ve finaline dek bu mücadele sürdü. İkinci sezonun açılışında ekrana gelen bir alıntı bile bunu doğrular nitelikteydi: “Adalet, en basit haliyle kötülüğün cezalandırılmasıdır.” Gerçekten de dizi boyunca, kötüler yaptıklarının bedelini ödesin mi ödemesin mi ikilemi üzerinden tartışmalar yaşandı.

Maraz Ali’ye göre adalet, “kötülük yapanın yanına kâr kalmaması” demekti. Onun adalet anlayışında, suçlu hak ettiği cezayı mutlaka bulmalı; mümkünse bu ceza, mağdurun intikam duygusunu da tatmin etmeliydi. Bu yüzden Maraz Ali çoğunlukla düşmanlarının karşısına bizzat giderek “cezasını kendi elleriyle vermeyi” tercih eder. Kanunların uzun prosedürlerine, mahkeme sürecine güvenmez; çünkü ona göre resmi adalet mekanizmaları, kötülüğü ortadan kaldırmakta yetersiz kalabilir.

Buna karşılık Adanalı (Yavuz), polis olmanın verdiği ciddiyetle her durumda yasalara sığınmayı ve suçluları adalet sistemine teslim etmeyi savunur. Onun güçlü bir Allah inancı da vardır; bu yüzden bazen kendine zulmedene bile *“Allah’a havale etmek”*le yetinir. Dizide Adanalı’nın bu tavrını çok net gösteren bir sahne, Nevzat Müdür olayında karşımıza çıkar. Maraz Ali’nin aşık olduğu kadın (Maria) Nevzat tarafından öldürülmüştür. Nihayet Nevzat yakalandığında, Adanalı onu öldürmez; kelepçeleyip yargıya teslim eder. Öfkeden deliye dönmüş olmasına rağmen kendini tutar ve “Kendi adaletimden çok, kanunun adaletine inanırım. Yoksa burada gebertmiştim seni.” diyerek zalimi bile kanuna emanet eder. Bu sahne, öfkeyi kontrol etmenin – yani zor olanın – intikam almamaktan geçtiğini vurgular. Adanalı karakteri, ne yaşarsa yaşasın, “adaleti kendi eliyle uygulama” arzusuna direnebilen, sabırlı olmayı seçen tarafı temsil eder.

Buna karşılık Maraz Ali’nin yaklaşımı nettir: “Kötülük yapanın yanına kâr kalmamalı!” Eğer resmi yollar kötülüğü cezalandıramıyorsa, o kendi yöntemiyle cezalandıracaktır. Nitekim Maraz Ali, Maria’yı öldüren Nevzat’ı daha sonra bulur ve infaz eder. Bunu yaparken söylediği söz, onun adalet tanımının özeti gibidir: “Bugün adalet yerini buldu, kötülük yapanın yanına kâr kalmadı.” Yani Maraz Ali için gerçek adalet, zalimin kanının dökülmesiyle tecelli eder – intikam alınmış, mazlumun ahı yerde kalmamıştır.

Dizi bu ikilemi sadece sözlerle değil, farklı olay örgüleriyle de işler. Örneğin bir bölümde Maraz Ali ve Adanalı, uyuşturucu kaçakçısı olduğundan şüphelendikleri birini tutuklamaya gider. Adam kendinden emin bir şekilde “Elinizde delil yok, avukatımı arıyorum hemen” diyerek dalga geçercesine tepki verir. Adanalı’nın niyeti onu gözaltına alıp hukuk önüne çıkarmaktır; fakat Maraz Ali sabırsızlanır ve anında o kişiyi vurur. Hiç sorgu sual olmadan infaz eder. Bu şok edici sahne, dizide Maraz Ali’nin “amaca giden her yol mübahtır” düşüncesini benimsediğini gösterir. İtalyan düşünür Niccolò Machiavelli’ye atfedilen bu prensibe göre, eğer hedef iyi ise o hedefe ulaşmak için kullanılan araçlar ahlaken sorgulanmayabilir. Maraz Ali de daha fazla masumun zehirlenmesini önlemek için, elinde yeterli kanıt olmasa bile suçlu olduğunu “hissettiği” kişiyi öldürmekte tereddüt etmez. Onun gözünde burada ahlaki gerçekçilik, soyut etik kurallardan önce gelir – kötüyü engellemek için kural çiğnenebilir.

Maraz Ali’nin bir adım daha ileri giden bir inancı da, kendi uyguladığı adaletin “ilahi adalet” olduğu düşüncesidir. Kulağa ne kadar uçuk gelse de, o kendisini haklı gördüğü her infazda Tanrı’nın bile onayını almış gibi davranır. Bu nedenle Adanalı ve çevresindekiler, sık sık ona “Sen kendini Allah mı sanıyorsun? Kimin iyi kimin kötü olduğuna kafana göre karar veremezsin!” diye çıkışırlar. Bir tartışma anında Adanalı, Maraz Ali’ye şöyle der: “Robin Hood’luk kesmedi, sırada ‘karşıki dağları ben yarattım’cılık var! Haşa, kendini Allah’la bir tutmaya başlıyorsun, ondan sonrası dipsiz kuyu… Adaletin kılıcı da terazisi de kanunlar da senin gibilerine işlemiyor mu? Senin adaletin kimseye boyun eğmiyor mu? Allah mısın sen? Kafana göre kimin suçlu olduğuna karar veriyorsun!” Bu sert sözler, Maraz Ali’nin felsefesinin tehlikeli sınırına işaret eder: Kendini mutlak hakim yerine koymak ve gurura kapılmak, bir kişiyi “kahramandan zorbayı” çok hızlı dönüştürebilir.

Özetle, dizinin felsefi çatışması net: Adanalı, adaletin sağlanması için mutlaka bir otoriteye (yasaya, devlete) bağlı kalınması gerektiğini savunur; kendi duygularıyla hareket etmez. Maraz Ali ise “otoritenin gücü kötülere yetmez” diyerek adaleti bireysel olarak sağlamaya çalışır. Biri sabrı ve hukuku, diğeri öfkeyi ve intikamı temsil eden bu iki karakter, dizi boyunca defalarca karşı karşıya gelir. Peki Maraz Ali neden böyle oldu? Bir zamanlar Adanalı gibi kanun adamı olan, hatta Yavuz’un (Adanalı’nın) en yakın dostu ve “kan kardeşi” olan Ali, nasıl oldu da devletin kanatları altından çıkıp kendi yoluna gitti? Bu sorunun cevabı, karakterin geçmişinde gizli.

Maraz Ali’nin Karanlık Tarafa Geçişi: Bir Anti-Kahramanın Orijini

Her anti-kahramanın bir orijin hikayesi vardır. Tıpkı çizgi romanlarda ve efsanelerde iyi biri iken kötülüğe savrulan karakterler gibi, Maraz Ali de bir kırılma noktası yaşamış olmalı, değil mi? Nitekim dizi bize bu dönüşümün nedenini açıkça anlatıyor. Ali ve Yavuz, çocukluktan beri polislik hayali kurmuş, sonunda birlikte İstanbul’da görev yapan idealist iki polistir. Yolsuzlukla, suçla mücadele eden genç memurlar olarak aynı ideale hizmet ederler.

Ta ki bir gece kulübünde yapılan bir uyuşturucu operasyonunda yakaladıkları şüphelilerden biri, eski bir bakanın oğlu çıkana kadar… Gözaltına alınan bu adam, babasının nüfuzuna güvenerek Ali ve Yavuz’u açıkça tehdit eder: “Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? İkinizi de Şırnak’a sürdürürüm!” diye küstahça konuşur. Maraz Ali gibi haksızlığa asla gelemeyen, gururlu bir adam için bu laflar bardağı taşıran son damladır. Öfkesine hakim olamaz ve bakanın şımarık oğluna okkalı bir yumruk indirir.

Adanalı (Yavuz) o an dehşete kapılır, çünkü Ali’nin kendi kariyerini yakacağını anlamıştır. Nitekim dediği gibi olur: Bu nüfuzlu kişinin suratına tokat atmanın bedeli ağırdır. Maraz Ali meslekten ihraç edilir, polislikten atılır. Yıllarca peşinden koştuğu çocukluk hayali, bir anlık öfkeyle elinden alınmıştır. Yavuz, Ali’ye “Yaktın kendini!” diye sitem eder; çünkü sistemin içindeki güçlü birini incitirsen, onun da seni yok etmek için elindeki her gücü kullanacağını bilmektedir. Bu sahne, Türkiye gibi ülkelerde çok da yabancı olmadığımız bir gerçeğe işaret eder: Maalesef ayrıcalıklı ve torpilli kişiler, kanunların üzerinde hareket edebiliyor; kendilerine dokunan olursa kanuni yetkilerini veya ilişkilerini kullanarak intikam alabiliyorlar.

Maraz Ali, haklı bir davada hareket ettiği halde (sonuçta bir suçluyu yakalamış ve sadece tehditlere sinirlenip vurmuştu) adaletsiz biçimde cezalandırılınca, devlete ve yasalara olan inancını tamamen yitiriyor. Mesleğinden atıldıktan sonra kendi içine şu soruyu sormuş olmalı: “Kanunlar, güç sahiplerini koruyorsa gerçek adalet nasıl sağlanacak?” İşte bu kırılmadan sonra Maraz Ali, İstanbul’un yeraltı dünyasında polis gücünün yetmediği ne kadar karanlık tip varsa hepsiyle tek tek hesaplaşmaya başlıyor. Sokaklarda, gece kulüplerinde, mafya toplantılarında bir şehir efsanesi dolaşmaya başlıyor: Suçluları gizlice avlayan, zalimleri korkutan gizemli bir figür… Maraz Ali artık hayatını kötülerle savaşmaya adamış kanunsuz bir adalet savaşçısına dönüşüyor.

Bu dönüşüm hikayesi aslında popüler kültürde pek çok anti-kahramanın hikayesine benziyor. Maraz Ali karakteri yaratılırken, senaristlerin Negan (The Walking Dead) ya da Walter White (Breaking Bad) gibi örnekleri akılda tuttuğu bile söylenebilir. Negan, eşini kaybettikten sonra merhameti zayıflık görüp acımasız bir düzen kuran kötüye dönüşmüş bir karakterdir; Walter White ise ailesini koruma amacıyla başladığı yolda egosuna yenik düşüp suç imparatorluğuna soyunan bir anti-kahramandır. Bu örneklerin hepsinde ortak nokta şudur: “Kötülükle mücadele ederken kötülüğe dönüşmek.” Maraz Ali de başlangıçta iyi niyetli bir polisken, uğradığı adaletsizlik onu sertleştirmiş ve onu “kanunun gölgesinde adalet aramayı” bırakıp “karanlıkta kendi adaletini dağıtmaya” itmiştir.

Dizide bu origin hikayesi net bir şekilde anlatılır: Maraz Ali meslekten atıldıktan sonra İstabul sokaklarında, “Devletin gücünün yetmediği her yerde benim adaletim var” diyerek suçluların peşine düşüyor. Zamanla öyle bir noktaya geliyor ki, halk arasında efsaneleşiyor. Suçluların korkulu rüyası, masumların gizli koruyucusu bir “şehir efsanesi kahraman” haline geliyor. Aslında tam da İngiliz halk efsanelerindeki Robin Hood figürünün modern bir yorumu diyebiliriz. Nitekim dizide de Maraz Ali’nin hikayesi sık sık Robin Hood’a benzetilerek anlatılıyor.

Robin Hood Referansları: Vicdan Adaleti vs. Yasa Adaleti

Robin Hood denince akla gelen ilk şey, “zenginden alıp fakire vermek” şeklinde özetlenen adalet anlayışıdır. İngiliz halk efsanesindeki bu ünlü kanun kaçağı, zalim soyluların halka zulmettiği bir düzende ortaya çıkar; yasalara karşı gelerek, zengin yöneticilerin malını mülkünü çalıp yoksullara dağıtır. Onun gözünde adalet, vicdandadır; kanunlar eğer zalimlerin elindeyse geçersizdir.

Dizide Maraz Ali karakteri de bir noktada İstanbul’un Robin Hood’u olarak anılır. Çetesiyle birlikte mafya babalarının ya da kirli iş insanlarının paralarını çalıp ihtiyacı olanlara dağıttığı sahneler görürüz. Bir mahkeme salonu sahnesinde Maraz Ali şöyle der: “Soyduğumuz, parasını çaldığımız adamların hepsi bu cezayı hak etmiş insanlardı. Çaldıklarımızı hiçbir zaman kendi lüksümüze harcamadık, hepsini hayır işine aktardık. Bir nevi Robin Hood’un İstanbul şubesini açmıştık.” Bu diyalog, Maraz Ali’nin kendini nasıl gördüğünü özetler. O, kendi çıkarı için değil “halkın adaleti” için yasa dışına çıkmıştır.

Adanalı ise bu Robin Hood anlayışına tamamen karşıdır. Onun inancına göre, “Burası orman değil, sen de Robin Hood değilsin! Herkes gibi yasalara uyacaksın, yasalar sana uymak zorunda değil.” Bu söz, yasalara mutlak bağlılık düşüncesini net ortaya koyar. Adanalı der ki kimin iyi kimin kötü olduğuna kimse kafasına göre karar veremez, illa ki bir otorite (mahkeme, devlet) karar vermelidir. Aksi halde kaos olur. Maraz Ali ise tam tersini düşünür: Otorite kötüyü cezalandırmıyorsa, “orman kanunları” devreye girebilir. İşte bu iki bakış açısı, tarihte de sıkça çatışmıştır.

Robin Hood örneği, “yasaları çiğneyerek adalet sağlamak” fikrinin belki de en popüler ve romantikleştirilmiş halidir. Maraz Ali karakteri de bu geleneğin bir parçası olarak görülebilir. Edebiyatta ve tarihte, ezilen halkın içinden çıkan asi kahramanlar, mevcut düzen zalim ise kendi düzenlerini kurmaya kalkarlar. Bu yönüyle Maraz Ali’nin hikayesi evrensel bir temayı işler.

Ancak Robin Hood masalları genelde mutlu sona ererken, gerçek hayatta durum bu kadar basit değildir. Kanun dışına çıkan “iyiliksever eşkıyalar” tarih boyunca otorite tarafından ya bastırılmış ya da zamanla başka bir zulmün parçası haline gelmiştir. Bu yüzden Adanalı’nın perspektifinden bakınca, Maraz Ali ve adamlarının yaptıkları asla onaylanamaz. Suçlu da olsalar insanları öldürmek, soymak yanlıştır; düzeni korumak için mutlaka hukuka uyulmalıdır. Adanalı karakteri aslında “devlete koşulsuz güven” fikrini temsil ederken, Maraz Ali “devlet kötülüğe göz yumarsa halk kendi adaletini sağlamalı” fikrini temsil eder. Bu ikincisi, tam da anarşist felsefenin çekirdeğidir.

Anarşizm ve Tarihten Halk Adaleti Örnekleri

Maraz Ali’nin adalet anlayışı, tarih sahnesinde tamamen kurgu dışı örneklerle de karşılık bulur. Anarşizm kavramı, merkezî otoriteyi reddedip toplumun kendi kendini özgürce yönetmesini savunan bir siyasi felsefedir. Anarşistler, devletin dayattığı yasaların mutlak adaleti sağlamayacağını, aksine çoğu zaman güçlülerin çıkarına hizmet ettiğini öne sürerler. Bunun yerine, insanların karşılıklı rızaya dayalı ve vicdani ilkelere bağlı olarak bir düzen kurabileceğini savunurlar. Tarihte birçok isyan hareketi bu fikirden beslenmiştir.

Örneğin Spartaküs İsyanı, Roma İmparatorluğu döneminde gerçekleşen ve tarihin en bilinen köle ayaklanmalarından biridir. Spartaküs, arenada dövüşmeye zorlanan bir gladyatördü. MÖ 73 yılında kaçarak diğer kölelerle birleşip Roma’ya karşı bir özgürlük mücadelesi başlattı. On binlerce ezilen insanı peşine takarak zalim düzene isyan etti. Bu hareket bir anlamda “halkın adaleti”ni sağlama girişimiydi – köleler kendi özgürlüklerini ve hak ettikleri insanca muameleyi savaşarak elde etmeye çalıştılar. Sonunda Roma ordusu isyanı kanla bastırdı; Spartaküs de bu uğurda hayatını kaybetti. Yine de tarih kitaplarına bir efsane olarak geçti. (Not: Üçüncü Köle Savaşı olarak da bilinen Spartaküs isyanı, MÖ 73–71 yılları arasında Roma’ya karşı girişilmiş büyük bir köle ayaklanmasıdır.) Spartaküs’ün öyküsü, adaletin her zaman mahkeme salonlarında aranmadığının, bazen kılıçla da adalet talep edildiğinin güçlü bir sembolüdür.

*Nikola Sanesi’nin 1889 tarihli “Spartaküs’ün Ölümü” tablosu. MÖ 71’de Spartaküs’ün liderlik ettiği köle isyanı, Roma generali Crassus tarafından kanlı bir şekilde bastırılmış ve Spartaküs son savaşta hayatını kaybetmiştir. Halkın adalet arayışı, tarihte çoğunlukla bu şekilde trajik sonlarla bitmiştir.*

Bir diğer tarihsel örnek, 20. yüzyılın başlarında Ukrayna’da ortaya çıkan Nestor Makhno Hareketi’dir. Nestor Makhno, 1917 Rus Devrimi sırasında Ukraynalı köylülerin oluşturduğu bir anarşist ordunun lideriydi. Kurduğu “Makhnovşçina” hareketi, merkezi otoriteyi reddedip yerel köylü konseyleriyle kendi kendini yönetmeyi hedefleyen bir deneyimdi. Çarlık ordularına, işgalcilere ve hatta Bolşevik otoriteye karşı savaştılar. Makhno’nun adalet anlayışı, tam da Maraz Ali’nin hissiyatına benzer biçimde, “halkın vicdanına ve özgürlüğüne” dayanıyordu. Devletin dayattığı yasalara güvenmiyordu; kendi adaletlerini, kendi düzenlerini kurdular bir süreliğine. Elbette bu hareket de sonuçta güçlükle karşılaştı ve dağıldı, fakat tarihe geçen bir örnek oldu.

Bu tarihi anekdotlar şunu gösteriyor: Merkezi otoritenin adaletine güven sarsıldığında, insanlar kendi adaletlerini tesis etmeye yönelebiliyorlar. Bu bazen bir isyan, bazen de bir suç patlaması şeklinde zuhur ediyor. Adanalı dizisinde de Maraz Ali’nin felsefesi tam olarak budur. Kendisi de eskiden bir otorite temsilcisi (polis) olduğu halde, otoritenin adaleti sağlayamadığına inanıp onu reddediyor. Dizide Adanalı’nın Maraz Ali’ye söylediği şu cümle durumu özetler: “Biz polisiz Ali, eşkıya değiliz. Bizim işimiz suçluyu bulup yakalamak, kafamıza göre infaz yapmak değil!” Maraz Ali ise buna “Ne yargısından bahsediyorsun? Adam bizimle dalga geçti, ‘avukatımı arayacağım’ dedi. Böylelerine yargı işlemiyorsa ben işlemeye devam edeceğim.” mealinde karşılık verir. Bu diyaloglar, adalet sistemine güvenin yitirilmesi halinde bireysel adalet arayışının devreye girdiğini açık biçimde anlatır.

Belki bir televizyon dizisinde bu düzeyde felsefi tartışma görmek şaşırtıcı gelebilir ama Adanalı dizisi dönemi için farklı bir iş yaparak izleyiciyi düşünmeye sevk etti. Günümüzde çoğu dizi böylesi derin meselelere pek girmiyor; sadece aksiyon ve dram verip geçiyor. Oysa burada “ana fikir” tartışmaya açılıyor: Adalet nedir ve nasıl sağlanmalıdır? İşte tam bu noktada izleyiciye sormak gerekiyor:

Kim Haklı: Devlete İnanan İyilik mi, Kötülüğe Bürünen İyilik mi?

Dizinin perspektifinden baktığımızda, “kötülüğe karşı savaşta” iki taraf görüyoruz: Adanalı gibi devletperver iyilik anlayışı mı doğru, yoksa Maraz Ali gibi kötülere karşı gerekirse kötülük yapma anlayışı mı? Bu soruya cevap verebilmek için biraz da realist bir bakış açısı geliştirmemiz lazım. Çünkü gerçek hayatta işler dizideki gibi pürüzsüz işlemeyebilir.

Öncelikle şunu teslim edelim: Maraz Ali’nin adalet sistemine dair dile getirdiği eleştiriler, gerçek dünyadan çok da kopuk değil. Türkiye’nin yakın tarihinde de güçlü ve torpilli kişilerin yargıdan kolay sıyrılabildiği, garibanın ise en ufak hatada sert cezalar alabildiği pek çok olay yaşandı. Bir polisin, bir bakan oğlunu tokatladığı için işinden olması da pek ala ülkemizde olabilecek bir senaryo. Bu yönüyle bakıldığında, Adanalı’nın temsil ettiği “devlete ve yasaya mutlak güven” tavrı, biraz safça ve gerçeklerden uzak kalıyor. Dizide de bunu görüyoruz: Üç sezon boyunca Adanalı, “devletin polisi” olmaya devam eder ama defalarca sistem tarafından yüzüstü bırakılır. Örneğin üçüncü sezonda, Adanalı’nın da devlet içindeki kirli oyunlarda kullanıldığını öğreniriz. Onun temiz kalpli inanmışlığı, kötü niyetli üstlerince suistimal edilmiştir. Bir sahnede Adanalı şok içinde “Vay be, buna bir ben yokum polis dedi… Aslında sen de varsın oğlum. Bunlar bazı operasyonlarda beni de maşa olarak kullanmışlar.” diyerek kendi sistemine güveninin sarsıldığını itiraf eder. Bu noktada Adanalı bile anlar ki, adalet sistemi kusursuz değildir; içinde çürük insanlar oldukça, masum bir polisi bile kumpaslarda kullanabilirler.

Dolayısıyla Adanalı’nın toz pembe inancı – yani “kanunlar her zaman doğrudur, devlete kayıtsız şartsız güvenilir” düşüncesi – ne dizide ne gerçek hayatta tam olarak geçerli olabiliyor. Gerçek bir olayda eğer yargı, güçlü suçluları koruyor izlenimi verirse, elbette mağdurlar ve halk nezdinde adalet duygusu zedeleniyor. Günümüzde Türkiye’de sıkça tartışılan meselelerden biri de budur: Adalet sistemine güven azaldığında insanlar çareyi ya sosyal medyada kampanya yapmakta ya da kendi yöntemleriyle adalet aramakta buluyorlar. Mesela son yıllarda yaşanan bazı vahim olaylardan sonra, sosyal medyada insanların mafya lideri Sedat Peker’i etiketleyip “olaya el atmasını” istemesi fenomeni ortaya çıktı. Bu, aslında toplumun bir kesiminin “devlet korumuyorsa bari güç sahibi bir suçlu bize yardım etsin” diyecek kadar çaresiz hissettiğini gösteriyor. Böyle bir durum elbette sağlıklı değil ama “adalet duygusu” öylesine temel bir ihtiyaç ki, insanlar yasal yoldan karşılanamadığını gördüklerinde sıra dışı yollara başvurabiliyorlar. (Nitekim bu çaresizlik kültürünün popüler kültürdeki tezahürü, Maraz Ali gibi karakterlerin halk tarafından sevilip kahramanlaştırılmasıdır.)

O halde, Maraz Ali’nin isyan ettiği noktalarda haksız olmadığını söyleyebiliriz: Adalet sistemi vicdan taşımıyor; eğer onu yönetenler yozlaşırsa masumu da yakabilir. Bu görüş, dizide Maraz Ali’nin ağzından defalarca dile getirilir ve

finalde de haklılık payı kabul edilir.

Peki ya Maraz Ali’nin yöntemi? Kötülere kötülükle karşılık vermek gerçekten çözüm mü? Dizinin final sezonunda bu soru iyice masaya yatırıldı. Üçüncü sezonda Maraz Ali, Alex adında azılı bir suçluyla karşı karşıya gelir ve neredeyse bir Batman ile Joker ilişkisi kurulmaya çalışılır. (Burada Batman – Joker benzetmesi önemlidir: Batman de bir vigilantedir ama “kötüleri öldürmeme” ilkesiyle hareket eder; Joker ise kaosun vücut bulmuş halidir. Dizide Alex karakteri, Joker vari kaotik kötülüğü temsil ederken, Maraz Ali ise Batman’den farklı olarak öldürmekten çekinmeyen bir karanlık kahramandır.)

Üçüncü sezonda bir gazeteci kız (Maya), Maraz Ali ile röportaj yapar ve ona hayat felsefesini sorar. Maraz Ali’nin verdiği cevap, onun felsefesinin manifestosu gibidir: “Sadece filmlerde hep iyiler kazanır Maya. Gerçek hayatta kötüler her zaman kaybetmez. Çünkü kötüler yasalar karşısında iyilerden daha güçlüdür. Doğaları gereği her türlü hileyi, dümeni, yalanı yaparlar. Bu nedenle kötülüğü sadece iyilikle yok edemeyiz. Bazen onlar kadar acımasız, onlar kadar kötü olmak gerekir.” Bu sözler Maraz Ali’nin neden şiddete başvurduğunu açıklar niteliktedir. Onun iddiası: “İyilikle kötülüğü yenemezsin, çünkü kötülük acımasız ve kural tanımaz. Onu alt etmek için senin de onun yöntemlerini kullanman lazım.”

Bu düşünce, ahlaki olarak gri bir bölgedir. “Amaç uğruna araçların kötü olabileceği” fikrini savunur. Yani eğer amaç (iyileri korumak, adaleti sağlamak) doğruysa, bu uğurda yalan söylemek, can almak gibi normalde yanlış olan eylemler yapılabilir. Bir bakıma “Büyük iyilik için küçük kötülükler affedilir” mantığı. İlk bakışta kulağa mantıklı gelebilir – hele ki dizi izleyicisi olarak biz Maraz Ali’nin karşısındaki adamların gerçekten de aşağılık suçlular olduğunu bildiğimiz için, onun tarafını tutmamız kolaylaşır. İzlerken “Hak etti ama, oh cezasını kesti” demek çok insani bir tepki.

Fakat gerçek hayata dönelim: Böyle bir adalet dağıtma işini kim yapacak? Maraz Ali gibi “kusursuz sezgilere sahip”, asla haksızı cezalandırmayacak birine mi denk geleceğiz her zaman? Maalesef hayır. Gerçek dünyada hiç kimseye yargısız infaz yetkisi veremeyiz, çünkü bu suistimal edilmeye son derece açık olur. Bir kişiyi, her kimi “kötü” bulursa öldürmesi için yetkilendirmek, o kişinin egosuna yenik düşmeyeceğinin garantisini gerektirir. Tarih, kendini haklı sanan ama aslında masum insanlara kıyan sözde adalet savaşçılarının acı örnekleriyle dolu. Maraz Ali karakteri kurgu olduğu için ve “iyi niyetli bir katil” olarak yazıldığı için biz ona güveniyoruz; ama gerçek bir insan söz konusu olduğunda, onun karakterinden, niyetinden asla emin olamayız.

Adanalı dizisinde de bu tehlikeye dikkat çekilir. Adanalı, Maraz Ali’ye “Bu gidiş megalomanlığa varır, sonunda ‘intihar’ bile edersin’ gibisinden laflar ediyor. Yani bir insan kendini “tanrılaştırmaya” başlarsa, sonu uçurum olabilir. Maraz Ali “Benim adaletim masumu korur, kimseye boyun eğmez” derken, Adanalı bunun tehlikeli bir delilik sınırında gezindiğini belirtir. Kısacası dizi, her ne kadar Maraz Ali’yi haklı buldurtsa da, onun yaklaşımının normal şartlarda savunulamayacağını ima eder. Nitekim finalde de Maraz Ali’nin yöntemi değil, Adanalı’nın özlediği sistemsel çözüm ön plana çıkar.

Belki de asıl soru şudur: İki yanlış bir doğru eder mi? Maraz Ali’ye göre eder – çünkü kötüler ortadan kalkınca geriye sadece iyiler kalacaktır. Ama gerçek hayatta biri çıkıp da “Ben tecavüzcüleri, katilleri öldüreyim” diye dolaşmaya başlasa, hukuk düzeni ne hale gelir bir düşünün. İlk bakışta “Oh ne güzel, pisliklerden kurtuluyoruz” dersiniz belki ama ya bir gün hata yaparsa? Ya gerçekten masum birini yanlışlıkla hedef alırsa? Yahut başlangıçta iyi niyetli olan bu kişi, gücü elinde topladıkça yozlaşıp kendi menfaati için de adam vurmaya başlarsa? Güç, denetimsiz kaldığında insanı bozar. Bu yüzden modern toplumlar, adalet dağıtma tekelini bireylerden alıp kurumsallaştırmıştır. Yani “infaz hakkı” devlete verilmiştir – o da ancak kanunlar çerçevesinde, adil bir yargılama sonucu kullanılır. Eğer herkes kendi mahkemesini kurup cellatlığını yapmaya kalkarsa, ortada toplum kalmaz.

Dizide Maraz Ali belki “kusursuz infazcı” idi, ama o bile sonunda hatalı bir yol olduğunu sezmiş olmalı ki finalde kendi canına kıymayı bile düşündü (Adanalı onu engelledi). Son bölümde Maraz Ali açıkça “İnsan ölümlüdür ama yasalar ölümsüzdür” diyerek bir nevi kendi yönteminin sürdürülemezliğini kabullenir. Bu replik, aslında mesajın özüdür: Kalıcı olan bireyler değil, sistemdir. Adil bir sistem yoksa kahramanların da ömrü vefa etmez.

Gerçek Adalet: Kahramanlar Değil, Güçlü Bir Sistem

Adanalı dizisinin sonunda verilen mesaj şuydu: “Maraz Ali dizinin evreninde haklıydı ama gerçek dünyada bir Maraz Ali’ye bel bağlamak yerine, caydırıcı kurallar koymak daha etkilidir.” Çünkü eğer yasalar suçluyu cezalandırmada aciz kalırsa, insanlar yoldan çıkar, intikam döngüsü başlar. Fakat yasalar gerçekten adil ve işlevsel olursa, kimse kanun dışı yolları aramaz.

Bunun güzel bir örneği, idam cezası tartışmalarıdır. Maraz Ali dizide defalarca “Bunları beslemenin anlamı yok, hak ettikleri son ölmek” der gibi konuşur. Halkta da böyle bir his sıkça karşılık bulur – özellikle çocuk istismarcıları, kadın katilleri gibi toplum vicdanını derinden yaralayan suçlarda insanlar “idam gelsin” diye ses yükseltir. Eğer kanunlar bu kişilere gereken cezayı vermez, hapisten çıkıp yine suç işlemelerine engel olmazsa, elbette birileri çıkar “Bu işi biz halledelim” der. O yüzden adalet sistemi, kamu vicdanını tatmin edecek kadar güçlü olmalıdır. Suçlu cezasını bulduğunda insanlar içlerine su serpilmelidir. Aksi halde adalet arayışı sokağa taşar, kaosa dönüşür.

Dizinin final sahnelerine doğru, toplumu sarsan bir olay sonrası halkın internet üzerinden Sedat Peker gibi birine çağrı yapmasını örnek vermiştik. Bu normal bir ülkede akıl alır şey değildir – sonuçta Sedat Peker de hukukun dışında hareket eden, hatta kendisi de sabıkalı bir figür. Ama işte çaresizlik insanlara böyle tuhaf hamleler yaptırır. Bu durum, aslında popüler kültürde yıllardır gördüğümüz bir motifi doğrular: İnsanlar gerçekten Batman ya da Süperman gibi maskeli kahramanlar beklemiyorlar. Onların istediği şey, gayet basit: “Suçlular cezalarını alsın.” Eğer bunu devlet yaparsa, kimse kahramana ihtiyaç duymaz. Yapamazsa, halk kendi kahramanını yaratır – bazen bir dizi karakterinde, bazen gerçek hayatta yanlış kişilerde…

Dizide Maraz Ali halk tarafından sevilir çünkü temsil ettiği şey adalet özlemidir. Maraz Ali’nin dediği gibi “kötüler kuralsızca saldırırken iyiler elleri kolları bağlı durmasın” ister insanlar. Ancak Maraz Ali’nin yöntemi ne kadar cezbedici görünse de, bu bir şahıs adaletidir ve kurumsal değildir. Oysa gerçek adalet, şahıslardan bağımsız olmalıdır. Yasalar, kişilerden üstün ve sürekli olmalıdır. Nitekim Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet’e atfedilen ünlü bir söz vardır: “Akıl ve ahlak öldüğünde millet bölünür. Kadıyı (hakimi) satın aldığın gün adalet ölür. Adaleti öldürdüğün gün devlet de ölür.” Bu söz, tam da anlatmak istediğimiz gerçeği özetler: Adalet olmazsa, devlet de var olamaz. Adaleti yaşatmanın yolu da dürüst hakimler, sağlam kanunlar ve ahlaklı yöneticilerden geçer – sokaklarda infaz yapacak “iyilik timsali” adamlar aramaktan değil.

Sonuç olarak, Adanalı dizisi her ne kadar Maraz Ali üzerinden seyirciye bir tatmin duygusu yaşatsa da, finalde aklıselim mesajını vermeyi ihmal etmiyor: “Sadece adaleti insan tek başına sağlayamaz, bunu asıl sağlayacak olan sistemdir.” Eğer sistem bozuksa, Maraz Ali gibi insanlar ortaya çıkar. Ama Maraz Ali’lerin varlığı da uzun vadede çözüm değildir; önemli olan sistemi düzeltmektir. Kanunların dosta güven, düşmana korku verecek şekilde işlemesi gerekir ki kimse suç işleme cesareti bulamasın.

Elbette, sistem de sonuçta insanlar tarafından işletilir ve insan doğası yanılgılara, zaaflara açık. Bu yüzden her sistemin de denetime, eleştiriye ihtiyacı var. Adalet arayışı bitimsiz bir süreç belki de… Yine de hukuk devletinden daha iyi bir çözüm henüz icat edilmedi. Bireysel kahramanlar gelir geçer ama adalet mekanizması doğru kurulursa nesiller boyu toplumu ayakta tutar.

Dizinin sonunda Maraz Ali karakteri trajik bir sonuca varıyor ama izleyiciye şu dersi de bırakıyor: “Hakkın olanı alamazsan, zorla almak istersin.” Bu, insanın doğasında var. Önemli olan, kimsenin hakkının yenmediği bir düzen kurabilmek. Adanalı mı haklı, Maraz Ali mi diye sormuştuk en başta. Belki ikisi de tam olarak haklı değildi, ama ikisinin de haklı yanları vardı. En doğrusu, Adanalı’nın inandığı yasaları, Maraz Ali’nin arzuladığı vicdanla birleştirebilmek – yani hem adil hem caydırıcı bir sistem inşa edebilmek.

Adalet, toplumu bir arada tutan en önemli değerdir. Efsanevi kahramanlar, mafya babaları veya silahlı infazlar, adaletsizlik karşısında bir tepki olarak ortaya çıkar ama asıl ihtiyaç duyduğumuz şey, bunlara gerek bırakmayacak bir toplumsal düzendir. Ve o düzen için herkes sorumluluk almalıdır: Hakimiyle, polisiyle, vatandaşıyla… Çünkü adaleti gerçekten öldürdüğün gün, devlet de ölür.

Not: Bu yazı, Adanalı dizisinin kurgusal olaylarından hareketle adalet kavramını irdeleyen bir analizdir. Dizideki karakterlerin görüşleri, bazı aşırılıklar içerse de toplumdaki gerçek tartışmalara ışık tutmaktadır. Hepimize adil ve güvenilir bir gelecek dileğiyle

Yazı kategorisi: özgün felsefe

Hayatın Anlamı Üzerine Bir Sorgulama 1

Merhaba

İstediğiniz her şeye sahip olsaydınız ama hayatınızın bir anlamı olmasaydı, yine de yaşamaya değer miydi? Bu soru çoğu insan için bir felsefi merak olmaktan öteye gitmezken, Leo Tolstoy için ölüm kalım meselesine dönüşmüştü. ‘Neden yaşamalıyım?’ diye soruyordu Tolstoy, tüm yazın dünyasının tanıdığı büyük Rus yazar. Bir zamanlar savaş meydanlarında, aristokrat salonlarında, geniş malikânelerinde hayatın tadını çıkaran o Tolstoy, bir sabah gözlerini açtığında yaşadığı her şeyin, sahip olduğu her varlığın derin bir hiçlikten ibaret olduğunu fark etti. Kalabalıklar, alkışlar, servetler… Hepsi bir illüzyonun parçalarıymış gibi uçup gitmişti zihninde. ‘Hayalî ve tahrip edilebilir hayatımdan hangi gerçek ve yıkılamaz öz gelecek?’ diye sorarken aslında herkesin korkup kaçtığı bir şeyle yüzleşiyordu: Anlamsızlık.

İtiraflarım adlı otobiyografisinde, anlam bulamamanın yarattığı boşluğu o kadar derinden hissetmişti ki, tek çözümün kendini asmak olduğunu itiraf etmişti. Koca Tolstoy, muazzam eserler ortaya koyan o dev adam, günün birinde kendini odasında yalnız bulup, hayatın devam etmeye değer olup olmadığını sorguluyordu. Bu ne tuhaf bir ironi değil mi? Herkesin peşinden koştuğu zenginlik, ün, başarı… Bunlara sahip olan biri, neden bir ip parçasına hayatını teslim etmek istesin ki?

Bu sorunun geçmişine dalmaya başladığımızda, karşımıza ilginç bir gerçek çıkıyor: ‘Hayatın anlamı nedir?’ sorusu düşündüğümüz kadar eski değilmiş meğer. İnsanlık tarihinin başından beri var olduğunu sandığımız bu soru, aslında 1834 yılında Thomas Carlyle’ın Sartor Resartus adlı romanında ilk kez dile getirilmiş. Carlyle, ‘Yaşamımız Zorunluluk’la çevrilidir yine de Hayat’ın anlamı, Özgürlük’ten, İstemli Güç’ten başka bir şey değildir.’ diye yazarken, modern insanın boğuştuğu varoluşsal krizin tohumlarını atıyordu.

Carlyle’ın kahramanı, bu soruyu sormadan önce varoluşsal bunalımın olağan aşamalarından geçer. İlk olarak dini inanç kaybı yaşanır: ‘Şüphe, İnançsızlığa dönüşmüştü … ruhunun üzerinden şüphe üstüne şüphe acımasızca geçiyordu … O hâlde Tanrı yok mu?’ İşte her şeyin koptuğu yer burasıdır. Tanrı’nın olmadığı bir evren, soğuk ve sessizdir; bir buhar makinesi gibi işler ama ruhu yoktur. Carlyle’ın gözünde evren, ‘Yaşamdan, Amaçtan ve İradeden yoksundu: Beni ezmek için donuk kayıtsızlığıyla yuvarlanan âdeta devasa, bozuk, ölçülemez bir Buhar-makinesiydi.’ Varoluşun makineleşmesi… İşte tam olarak burada hayatın anlamı sorgulanmaya başlar.

Tolstoy da aynı bunalımı yaşar. Mal mülk içinde yüzerken, göz kamaştıran malikânelerinde huzur bulması gerekirken içini bir boşluk kemirir durur. Daha fazla toprak, daha fazla servet, daha büyük işler… Ama neden? Ekini büyütüp daha çok mahsul almak için mi? Peki neden? Onca uğraş, onca çaba, sonunda yok olup gidecek bir hayata adanmışsa ne anlamı var ki? Kendisi de, sevdiği herkes de ölecek; geriye sadece ‘pis koku ve solucanlar’ kalacak. Her şey unutulacak ve geriye hiçbir iz kalmayacak. İşte bu yüzden Tolstoy, anlam arayışını varoluşsal bir mesele olarak görür. Ve bu arayış, onu uçurumun kenarına kadar sürükler.

Bu sorunun, yani anlam arayışının tarihsel olarak ne kadar yeni olduğu, aslında bir başka gerçeği de gösteriyor. Sanayi Devrimi, Batı toplumlarında büyük bir değişimi tetiklerken, aynı zamanda modern insanın Tanrı’yı kaybetmesine, bilime sarılmasına ve anlamı maddede aramasına sebep olmuştur. Carlyle, Sartor Resartus’ta ‘Ateistik Yüzyıl’ olarak adlandırdığı bu dönemde bilimin ışığının her köşeye sızmasından rahatsızlık duyar. ‘Doğada ya da Sanatta aydınlatılmamış en küçük bir kuytu ya da en ufak bir delik kalmayacak.’ İşte bu bilimsel ilerleme, anlamın metafizik boyutunu, ruhani arayışları bir kenara itip, yerini mekanik bir dünya görüşüne bırakır.

Aynı şekilde Tolstoy da fizik ve doğa bilimlerine kafa yorduğu dönemlerde, varoluşsal bunalımlarının derinleştiğini günlüğünde itiraf eder. Yerçekimi, hava basıncı, doğa yasaları… Bunlar onun gözünde, her şeyi açıklıyor gibiydi ama hiçbir şeyi anlamlı kılmıyordu. ‘Bütün bilimlerde aradım,’ diye yazmıştı, ‘ancak istediğimi bulmak bir yana, benim gibi hayatın anlamını bilgide arayan herkesin hiçbir şey bulamadığına ikna oldum.’ Yani bilgi, anlamı yaratmıyor, sadece mekanizmayı gösteriyordu. Ve mekanizmanın içinde amaç yoktu.

Peki, Carlyle ve Tolstoy’un ölümünden bir asırdan fazla bir süre geçmişken, biz onların umutsuzca aradığı anlamı bulabildik mi? Sanmıyorum. Modern insan, tüm konforuna rağmen hâlâ o içsel boşluğu hissetmeye devam ediyor. Bilimsel ilerleme, teknolojik gelişmeler, zenginleşen toplumlar… Bunlar sadece meşguliyetler. Anlam mı? O hâlâ karanlık bir odada saklı duruyor.

Karanlıkta Yankılanan Soru: Anlam Nedir?

Tolstoy ve Carlyle’ın ardında bıraktığı iz, varoluşun anlamını arayan sayısız düşünürü beraberinde getirdi. 19. yüzyılın o karanlık düşünce akışında, “Hayatın anlamı nedir?” sorusu, bir an için bile gölgelenmedi. Ancak o sorunun yankısı, sadece Tolstoy’un malikânelerinin boş odalarında veya Carlyle’ın sayfalarında kalmadı; Nietzsche’nin çığlıklarında, Kierkegaard’ın içsel hesaplaşmalarında, Schopenhauer’in karanlık satırlarında yankılandı. Modern insan, Tanrı’yı kaybettiğinde arkasında büyük bir boşluk bıraktı ve o boşluk hiçbir şeyle dolmadı.

Şöhret? Sahip olabileceğin her şeyin gölgesinde parıldayan, ama içi boş bir illüzyon… İnsanlar, adlarını sokaklarda bağıra bağıra haykırdığında, her yerde yüzleri göründüğünde hayatlarının anlam bulacağını sanıyorlar. Ama gerçek hiç de öyle değil. Nietzsche’nin dediği gibi: “Şöhret, zamanın testine dayanmaz; geçici bir yankıdır, kalıcı bir anlam değil.” Koca imparatorluklar yıkıldı, büyük liderler unutuldu, alkışlar kesildi. Geriye sadece sessizlik kaldı. Öyleyse şöhret, anlamın karşılığı olamaz. Sadece yankılanan bir boşluktur.

Peki ya aşk? O büyük kavuşmalar, filmlerde izlediğimiz tutkulu hikayeler… Şiirlere, romanlara konu olan o büyülü his… Kierkegaard’a soracak olursan, aşk da bir illüzyondur. İnsanı avutmak için yaratılmış, ruhun o derin boşluğunu bir an olsun dindirebilsin diye tasarlanmış geçici bir kaçış noktası. O büyük heyecan, o baş döndürücü tutku, zamanla sıradanlaşır. Kierkegaard, “Tekdüzelik ve Sıkıntı” adlı eserinde, tutkunun zamanla nasıl buharlaştığını anlatır. Başlangıçtaki o yoğun hisler, yerini sıradan diyaloglara, günlük telaşlara bırakır. Bir zamanlar anlam sandığın şey, geriye sıradan bir alışkanlık olarak kalır. Aşk, insanı sarhoş eder ama ayıldığında geriye sadece baş ağrısı bırakır.

Modern dünyanın en büyük aldanışlarından biri. İnsanlar, tutkuyla dolu gecelerde, bedenlerin bir araya gelişinde anlam arıyorlar. Her yeni ten, her yeni dokunuş onlara bir şeyleri hissettirecekmiş gibi… Ama sabah olduğunda, odanın içindeki o ağır sessizlik tekrar geri gelir. İnsan ne kadar kaçmaya çalışırsa çalışsın, o içsel boşluk, gecenin bir vakti tekrar kapıyı çalar. O an anlarsın ki; bedenlerin geçici birleşmesi, ruhun boşluğunu doldurmaz. Anlam, tenin dokunuşunda değil, çok daha derinlerde saklıdır. Schopenhauer, bu arzunun köleliğinden kurtulamayan insanın asla özgür olamayacağını savunur. Tutkuların esiri olmuş bir ruh, hiçbir zaman gerçekten hür değildir.

Sevgi mi? İnsanlar bunu anlamın en yüce şekli olarak görme eğilimindedir. Anne babalar çocuklarını kucakladığında, aşıklar birbirine sarıldığında… Anlam mı doğar gerçekten? Yoksa bu da büyük bir aldanış mı? Şöyle bir düşün; sevdiğin herkes ölümlü ve eninde sonunda hayat sahnesinden çekilip gidecek. Ne kadar sarılırsan sarıl, ne kadar seversen sev, bu dünyadaki her şey gibi yok olup gidecek. O zaman o büyük anlam arayışı, başkalarının varlığına mı bağlı olmalı? Schopenhauer, “Sevgi, aslında varoluşun acısını hafifletmek için doğmuş bir yanılgıdır,” derken tam da buna işaret ediyordu. Evet, sevgi güzeldir, ruhu ısıtır. Ama anlam mıdır? Hayır. Çünkü o da geçicidir.

Bütün bu arayışlar, anlamın sadece bu dünyaya sıkışmış, geçici hazlardan ibaret olduğunu sananların yanılgısıdır. İster şöhretin büyüsüne kapıl, ister aşkın sarhoşluğuna düş, ister tenin geçici dokunuşlarında kendini kaybet; günün sonunda geriye kalan şey kocaman bir boşluktur. Ve o boşluğu hiçbir madde, hiçbir ten, hiçbir alkış dolduramaz. İnsan, aradığı anlamı dışarıda değil, kendi içinde bulmalıdır. Ancak o zaman gerçekten yaşamaya değer bir hayatın kapıları aralanır. Ve işte o kapının ardında, Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Schopenhauer’in ömrü boyunca aradığı o ışık süzmesi vardır: Hakiki bir farkındalık.

Anlamı Ararken Kaybolmak

Belki de en köklü sorulardan biriyle devam edelim: Hayatın anlamı haz almak olabilir mi? Madem ki aradığımız şey, yaşadığımız her saniyede biraz daha mutlu olmak, biraz daha doyuma ulaşmak, o zaman hayatın bütün bu karmaşasının altında yatan tek gerçek haz mı? İlk bakışta kulağa cazip geliyor; düşünsenize, tüm hayatınız sadece haz dolu anları biriktirmekten ibaret. Acının, hüznün, kaygının olmadığı bir yaşam… Sonsuz bir mutluluk döngüsü.

Kendi hayatımı düşündüğümde, lise yıllarım gelir aklıma. O zamanlar sanırdım ki her şeyin anlamı haz almakta. Arkadaşlarla eğlenmek, gecenin geç saatlerine kadar dışarıda kalmak, anlamsızca sokaklarda gezip kahkahalara boğulmak… Bir süre iyi gelir insana, adeta sarhoş eder. Ama gecenin bir vakti, herkes dağıldığında, o kalabalık sesler kesildiğinde, bir sessizlik inerdi üstüme. “Bu kadar mı?” diye sorardım kendime. Tüm o koşuşturma, tüm o çılgınlık, her şeyin sonunda sadece daha büyük bir boşluk bırakıyordu içimde.

Ama ne yazık ki bu kadar basit değil. Haz peşinde koşan insan, sanki hiç doymayan bir açlıkla hareket eder. İster başarı olsun, ister para, isterse tensel zevkler… Birine ulaştığında bir diğeri göz kırpar insana. Ve bu döngü hiç bitmez. Her zirve, bir sonrakinin habercisidir. Daha fazla kazanmak, daha fazla tüketmek, daha fazla hissetmek… Ama nedense hiçbir zaman tam olarak ‘Bu kadar, tamam, artık oldum.’ diyemez insan. Çünkü haz, geçicidir. Belki birkaç saniyelik bir sarhoşluk, birkaç dakikalık bir heyecan, ama sonrası? O derin boşluk, tekrar kapıyı çalar.

Eğer hayatın anlamı haz almak olsaydı, onu bulduğumuz an tatmin olmalıydık, değil mi? Oysa ne zaman zirveye çıkılsa, ardından daha büyük bir boşluk, daha derin bir arayış başlar. Belki de insanın en büyük yanılgısı budur: Hep biraz daha fazla hissetme arzusu. O yüzden daha çok çalışır, daha çok tüketir, daha çok peşinden koşarız hazların. Ama sonunda, aradığımız şeyin bir illüzyon olduğunu fark ederiz. Çünkü haz, anlam değildir; sadece anlam arayışının üzerini örten bir yorgan gibidir. Altında ne olduğunu görmek istemediğimizde, üzerine kat kat haz ekleriz ki o boşluğu hissetmeyelim. Ama ne zaman durup bir soluklansak, o örtü kalkar ve o kocaman karanlık tekrar karşımıza çıkar.

Peki ya gerçekten sadece haz peşinde koşsaydık? Daha büyük arabalar, daha lüks evler, daha parlak başarılar… Bunlar bizi tatmin eder miydi? Hayır. Çünkü insan ruhu sadece bedensel tatminle yetinemez. Bir zaman gelir, ‘Bunun ötesinde ne var?’ diye sorar. İşte o an, haz perdesi yavaşça kalkar ve arkasında büyük, sessiz bir boşluk belirir. Ve o boşluk, ne kadar haz eklersen ekle, asla dolmaz. Belki de bu yüzden lise yıllarında anlamı aramaya başlamıştım; çünkü her haz, beni sadece daha büyük bir sorgulamaya itiyordu.

Tolstoy’un, Nietzsche’nin, Kierkegaard’ın aradığı şey de buydu belki. Hayatın anlamını, geçici hazların ötesinde aramak… Çünkü biliyorlardı ki insan, sadece hazla yetinemez. O, varoluşunun derinliklerinde daha büyük bir yankıyı, daha kalıcı bir iz bırakmayı arar. Ve belki de hayatın gerçek anlamı, o boşluğu doldurmanın yolunu bulmaktır. Ama nasıl? Bu, asırlardır süren büyük bir muamma. Ve belki de o muammanın çözümü, hazların ötesine geçip, gerçekten ne aradığımızı bulmakta saklıdır. Ama ne arıyoruz ve bunu bize kim söyleyecek. Evet sana şunu itiraf etmeliyim hayatın anlamı kesinlikle bir tanrı bir yaratıcı figürünün olup olmamasına bağlıdır. Eğer bir yaratıcı varsa hayatın anlamı vardır. Peki nedir? O Tanrı hayatın anlamını ne olarak koyduysa odur.