Selamlar.
Nasılsınız, iyi misiniz? Umarım hayat, size en azından gün boyu başınızı yastığa rahat koyacak kadar huzur veriyordur. Çünkü bazen sadece bu kadarı bile yeterli geliyor insana. Beni soracak olursanız… eh işte. Ne çok kötü ne de çok iyi. O arada bir yerdeyim. Hani bazı günler vardır, ruhunla bedenin birbirine yabancı gibidir. İçin gitmek ister ama dışın kıpırdamaz. Konuşmak istersin ama sussan daha iyi gibi gelir. İşte öyle bir yerdeyim. Neşeli bir yazı yazamayacağımı en baştan biliyordum. Ama bazı yazılar zaten neşeden değil, ağırlıktan doğar. Bu da onlardan biri olacak galiba.
Çünkü bugün size bir filmden, daha doğrusu bir fikirden bahsetmek istiyorum. Aslında sadece bir fikir de değil, bir isyan. Maskenin ardında gizlenen bir çığlıktan. Adı V for Vendetta. Belki izlediniz, belki bir köşesinden denk geldiniz. Büyük ihtimalle de ilk defa duydunuz.Ama bugün o filmi bir daha izler gibi değil de, bir dostla üzerine konuşur gibi anlatmak istiyorum size. Lafı çok dolandırmadan, ama duygusunu da eksiltmeden.
O yüzden çayınızı kahvenizi alın, bir yere yaslanın. Bugün birlikte bir maskeye bakacağız. Ama gözümüzü onun ardındakinden ayırmadan.
Ben ilk kez V for Vendetta filmini izlediğimde üniversite öğrencisiydim ve o karanlık, yağmurlu gecede televizyon ekranında beliren maskeli adamın ateşli söylevi içimde tuhaf bir kıvılcım çakmıştı. Baştan klasik bir Hollywood aksiyon filmi göreceğimi sanıyordum – neticede Matrix’in yaratıcılarının elinden çıkan bir yapımdı – fakat beklentilerim altüst oldu. O ana dek bir süper kahraman filmi izlediğimi düşünürken, aslında karşıma çıkan şeyin bir manifesto olduğunu fark etmem uzun sürmedi. Film, sadece bir çizgi roman uyarlaması ya da distopik bir aksiyon değildi; V for Vendetta, her repliği ve sahnesiyle adeta felsefi ve politik bir bildiri, bir anarşizm manifestosu gibi ruhuma işledi. Arkama yaslanıp çayımı yudumlarken ekrandaki V’nin tiradlarını neredeyse nefesimi tutarak dinledim. O andan itibaren filmde anlatılan hikâyenin çok ötesinde bir fikrin peşine düştüğümü hissettim: Maskenin ardındaki o anarşist çığlığın bugün yaşadığımız dünya için de söyleyecekleri vardı. Film bittikten sonra bile uzun süre zihnimde onunla konuşmaya devam ettim; sanki içimde bir şeyler değişmişti, bir damla cesaret damarıma zerk edilmişti.
Bu film 2005 yılında gösterime girdiğinde dünya zaten korku ve belirsizlikle çalkalanıyordu. Bir yanda terör alarmı ve “kitle imha silahları” yalanlarıyla açılan savaşlar, diğer yanda “güvenlik” adı altında artan devlet gözetimi… Dünyanın pek çok yerinde özgürlükler budanıyor, liderler korku siyaseti güdüyordu. V for Vendetta işte böyle bir atmosferde, adeta bir uyarı çanı gibi çaldı. Filmde İngiltere, Norsefire adlı faşist bir parti tarafından demir yumrukla yönetilen totaliter bir devlet haline gelmiştir. Sokaklarda sokağa çıkma yasakları, her köşede “Fingermen” denilen gizli polislerin kol gezmesi, televizyonlarda yalnızca devletin sesi… Büyük ekranlar, dinleme cihazları, her köşe başında kameralar… İnsanlar gündelik hayatlarında sürekli bir korku bulutunun altında yaşıyor; adeta koca bir açık hava hapishanesinde nefes alıyorlar. Norsefire rejimi de bir gecede ortaya çıkmamış; kurgusal geçmişinde önce bir biyolojik saldırı ve kaos ortamı yaşanmış, halk korkuyla kurtarıcı ararken bu faşistler “düzen ve güvenlik” vaadiyle iktidarı ele geçirmiş. Başlarında da Büyük Birader misali Yüksek Şansölye Adam Sutler var (bu rolde, Orwell’in 1984 filminde diktatörlüğün kurbanını oynamış John Hurt’u görmek ayrı bir ironi). Kulağa tanıdık geliyor mu? İzlerken ister istemez kendi dünyamla paralellikler kurdum. Medyanın kitleleri nasıl yönlendirebildiğini, iktidarların korkuyu nasıl bir silah gibi kullanabildiğini düşündüm. Film, distopik geleceği gösteriyor belki ama hissettirdiği şey tam da bugüne dair bir eleştiri barındırıyordu.
Elbette V for Vendetta’nın fikir kökleri tarihsel bir olaya, 17. yüzyıla uzanıyor. “Remember, remember, the Fifth of November…” sözleriyle başlayan o ünlü tekerleme dilimize dolanırken, maskeli kahramanımız V 5 Kasım 1605’teki Barut Komplosu’nu hatırlatıyordu. Peki nedir bu Barut Komplosu?
1605’te İngiltere’de bir grup yönetim karşıtı Katolik, Kral I. James ve diğer aristokratları öldürmek için Parlamento binasının altına barut fıçıları yerleştirmişti. Başını Guy Fawkes adlı bir adamın çektiği bu komplocular, zulüm gördükleri Protestan iktidarı devirmek için devasa bir patlama planlamışlardı. Ancak plan son anda ihbar edildi; Fawkes, bodrumda barut fıçıları yanında yakalandı ve komplo kanlı biçimde bastırıldı. Komplocuların çoğu kaçmaya çalışırken yakalanıp idam edildi; Fawkes da işkence gördükten sonra idama mahkûm oldu. O günden sonra İngiltere’de her 5 Kasım gecesi şenlik ateşleri yakılarak bu ihanetin başarısızlığı kutlandı, adına da Guy Fawkes Gecesi dendi. Yani aslında tarihte Guy Fawkes, mevcut düzene başkaldıran bir “hain” olarak hatırlandı. Ancak tarih paradokslarla doludur: Zamanla Fawkes’ın maskesi, bastırılmaya çalışılan bir fikrin simgesi olarak küllerinden doğdu.
Alan Moore’un yazdığı ve David Lloyd’un çizdiği çizgi romana – oradan da filme – ilham veren şey, bu tarihsel figürün yeniden yorumlanmasıydı. V karakteri, yüzünde o sırıtan Fawkes maskesiyle ortaya çıktığında dört yüz yıl önce başarısız olmuş bir devrimin hayaletini günümüze taşıyor gibiydi. Artık Guy Fawkes maskesi otoriterliğe karşı direnişin evrensel maskesi haline gelmiş durumda. Nitekim filmden sonra bu maske dünya çapında protestolarda sıkça görülmeye başlandı. Occupy hareketinden Anonymous gibi hacktivist gruplara kadar pek çok muhalif grup, kendilerini ifade etmek için V’nin maskesini taktı.
2008’de Scientology karşıtı protestolarda, Anonymous kolektifinden yüzlerce aktivist V’nin maskesini takarak ses getirmişti. Bu ve devamındaki Occupy Wall Street eylemleri gibi örnekler, maskenin küresel bir başkaldırı ikonuna dönüştüğünü gösteriyordu. Maskenin o sırıtan yüzü, isyanın evrensel bayrağı haline gelmişti. Maskenin temsil ettiği şey artık sadece Guy Fawkes değildi; maskenin ardında birleşen fikirdi asıl önemli olan.

Öyle ki, maskenin kendisi artık bir kült ikonuna dönüştü. 2013’te İspanya’daki ExpoSYFY sergisinde, 2006 yapımı filmde kullanılan orijinal V maskesi, peruğu ve şapkası cam bir fanus içinde sergilendi. İsyanın sembolü bir vitrin objesi haline gelmişti – bir fikrin popüler kültürdeki yolculuğunun ironik bir yansıması değil miydi?

Şimdi yeniden filmdeki dünyaya dönelim. Filmin açılışında Evey (Natalie Portman’ın canlandırdığı genç kadın) sokağa çıkma yasağını ihlal edip gece dışarı çıktığında devletin infaz mangası gibi gezen ahlak polislerinin saldırısıyla burun buruna gelir. Evey çocukken anne ve babası rejim karşıtı oldukları için zorla götürülmüş, bir daha da geri dönmemişler; bu travma onu yıllarca politikadan uzak ve korku dolu bir hayata itmiştir. İşte o gece Evey yalnız başına yakalandığında sistemin dişlileri onu da öğütmek üzeredir: Polis görünümlü adamlar zavallı kızı köşeye sıkıştırıp tecavüz etmeye kalkar. Tam içim ürperirken karanlığın içinden bir gölge belirir: V. Pelerinli, maskeli bu gizemli adam (İngilizce versiyonunda V bu sahnede peş peşe “V” harfiyle başlayan sözcüklerle dolu müthiş bir tirat atar; dilimize bunu tam yansıtmak zor olsa da bu ayrıntı onun her şeyi önceden planlayan bir gösterici olduğunu pekiştirir) Shakespeare’den alıntılar yaparak polisleri alt eder.
İlk repliği bile aslında biz seyircilere selam çakar: V, Macbeth’ten bir dize fısıldar, “Şer güçler toplanmış, doğa adeta ürperiyor.” Anlarız ki V sadece bir aksiyon figürü değil; o bir tiyatrocu, bir şair, bir filozof. Beni en çok etkileyen şey, V’nin şiddeti bile teatral ve sanatsal bir biçimde sunması olmuştu. İlk eylemi olarak eski Adalet Sarayı’nı (Old Bailey) havaya uçururken Tchaikovsky’nin 1812 Üvertürü’nü çalması, bir yıkım eylemini sanatla harmanlayan bir protesto olarak aklıma kazındı. Patlamadan hemen önce binanın tepesindeki Adalet heykeline V’nin seslenişini hatırlıyorum: Adaleti, Anarşi ile “aldattığını” söylercesine heykelin yüzüne şiirsel sözler söylemişti. Rejimde adalet kavramının içi boşaltıldığı için V, “Bir zamanlar sana inanmıştım” diyerek ihanet edilen adalete sitem ediyor ve ekliyordu: “Artık hayatımda bir başkası var – adı Anarşi.” Bu sözlerin hemen ardından meydana gelen patlama, sahte adaleti yıkıp yerine özgürlüğün kaosunu getiren bir ritüel gibiydi. O sahneyi izlerken aklımdan “Despotlar sanatı ve müziği susturmak ister, oysa V patlamayı klasik müzik eşliğinde gerçekleştirerek ‘Sanatın sesini kısmayacaksınız’ diyor” diye geçirdim. Totaliter rejime karşı ilk anarşist çığlık bu notalarla gökyüzüne yükseliyordu.
V’nin bu eylemleri hükümeti alarma geçirirken, ertesi gün devlet televizyonu (BTN) patlamayı halka “planlı bir bina yıkımı” olarak duyurur. Gerçekler daha ilk andan çarpıtılır, toplum bir yalanla uyutulmaya çalışılır. Bu noktada film, medyanın iktidar elinde nasıl bir propaganda aracına dönüştüğünü çarpıcı biçimde gösteriyor. Halk, ekrandan duyduğu açıklamaya inanıp geçecek mi, yoksa kendi gözleriyle gördüklerine kulak verecek mi? V, bunu değiştirmek için harekete geçiyor: Televizyon istasyonunu basıp kendi korsan yayınını yapıyor. Tüm Londra’nın ekranlarında aniden V’nin maskeli yüzü belirip o unutulmaz konuşmasını yapmaya başladığında tüylerimin diken diken olduğunu hatırlıyorum. Halkın yıllardır içine hapsedildiği korku döngüsünü kırmak için onlara gerçeği söylüyor. Mevcut düzenin ne kadar çürümüş olduğunu bir bir anlatırken, “Bu ülkeyi bu hale getiren bir avuç deli, sahtekâr, zorba yönetici olabilir” diyor özetle, “ama onları oraya siz oturttunuz!” diye ekliyor. İzlerken irkildim, çünkü V aslında doğrudan bize, gerçek dünyadaki biz izleyicilere de sesleniyordu: Kötü yöneticiler, zalimler varsa buna göz yuman toplumun hiç mi suçu yok? O an anladım ki film bizden kendimizle hesaplaşmamızı istiyor. V konuşmasının sonunda halkı tam bir yıl sonrası için, 5 Kasım gecesi Parlamento önünde buluşmaya davet ediyor. “Bir yıl vaktiniz var” diyor kabaca, “5 Kasım’da gelin ve birlikte bu zulme son verelim.” Bu açık bir başkaldırı çağrısı, bir devrim randevusu gibiydi. Bir film karakteri kitleleri sokağa çağırıyor ve ben izlerken “Keşke bizim dünyamızda da böyle bir uyanış olsa” diye iç geçirdim.
Totalitarizmin dört temel silahını net biçimde görüyoruz: Korku, yalan, itaat ve unutturma. Norsefire rejimi toplumun gözünü korkutarak itaati sağlamış; medyayı tek ses haline getirerek yalanları gerçek diye yutturmuş; geçmişte işlediği korkunç suçları (mesela kendi halkına karşı bir biyolojik saldırı düzenleyip suçu teröristlere atması) unutturmuş. Halk da korku içinde sinip düzene boyun eğmiş. Ta ki maskeli bir “terörist” çıkıp onlara kendi güçlerini hatırlatana dek. Tarih boyunca da benzer döngüler yaşanmadı mı? Hitler’in, Stalin’in, Mussolini’nin iktidarlarında halk önce korkutulmadı mı? Medya tek sese indirgenip kitleler yalanlarla uyuşturulmadı mı? V for Vendetta tanıdık bir hikâyeyi geleceğe projekte edilmiş bir aynada bize gösteriyor.
Ve V’nin dediği gibi, “İnsanlar hükümetlerinden korkmamalı; hükümetler halkından korkmalı.” (Bu söz artık çok klişe oldu ama klişeler de doğru olabilir). Kulağa ters gibi gelse de aslında demokratik ideallerin özünü hatırlatıyor: Yönetimler halk için vardır, halkın rızasıyla vardır ve eğer halk uyandırılıp gücünü hatırlarsa en zalim rejimler bile yıkılabilir.
V bu cümleyi Evey’e kahvaltı sofrasında söylediğinde, aslında Evey’nin kendi korkularını yenmesi için bir ders veriyordu. Evey karakteri filmde sıradan, politikadan uzak durmaya çalışan bir insan olarak başlıyor. Anne babası geçmişte rejim tarafından “sakıncalı” ilan edilip ortadan kaybedilmiş, kendisi bu travma yüzünden içine kapanmış; korku içinde yaşayan biri. V ise onun içindeki korkuyu silkeleyip atmak istiyor. Bunu yapmak için de oldukça sert bir yöntem kullanıyor: Evey’i sahte bir polis baskınıyla bayıltıp kaçırıyor ve kendi yarattığı gizli bir hapishanede günlerce kapatıyor. Zavallı Evey, vatan hainliğiyle suçlandığını sanarak sorguya çekiliyor, saçları kazınıyor, aç susuz bırakılıyor – ta ki ölümle burun buruna geldiğini düşündüğü ana kadar. Bu kısım ilk izlediğimde beni çok sarsmıştı. “Nasıl yani, kahramanımız Evey’e bunu mu yapıyor?” diye isyan ettiğimi hatırlıyorum. Fakat izlemeye devam ettim, çünkü sezgilerim bunun ardında büyük bir ders olduğunu söylüyordu. Nitekim öyle oldu: Evey tam kırılma noktasına geldiğinde, eline gizlice sokuşturulan bir mektup her şeyi değiştirdi. Bu mektup, o hücrede daha önce kalmış Valerie adında bir kadının duvarda bıraktığı hayat hikâyesiydi. Valerie’nin hikâyesi, baskıcı rejimin zulmüne uğramış bir insanın – bir lezbiyenin – hikâyesiydi. Valerie sadece kadın olduğu ve bir kadına âşık olduğu için o cehenneme atılmış, işkence görmüştü. “Benden her şeyi alabilirler,” diyordu mektupta, “ama bana ait bir şeyi asla alamayacaklar: benim bütüncül benliğimi, ‘bir inç’imi.” O satırları Evey’yle birlikte okudum desem abartı olmaz. Valerie’nin son sözleri bugün bile aklımda: “Bütün kalbimle seni seviyorum. Bu karanlık zamanda bile, aşkın var olduğunu unutma.” İşte bu satırlar Evey’nin içindeki korkuyu bir anda silip süpürüyor. Ölümün kıyısında, artık korkacak bir şeyi kalmadığını fark ediyor. Sonunda celladı ona boyun eğmesini, V’nin kimliğini açıklamasını istediğinde Evey titreyen ama kararlı bir sesle “Beni öldürebilirsiniz” diyor, “Artık korkmuyorum.”
İşte o an Evey özgür doğmuş oluyor. Aslında Evey’nin yaşadığı bu dönüşüm, Platon’un mağara alegorisini de andırıyor. Karanlık bir mağarada zincirlenmiş insanların bir gün serbest kalıp güneş ışığıyla gerçeği görmeye başlaması gibi, Evey de yıllardır içinde yaşadığı korku zindanından çıkıp hakikatle yüzleşiyor. İlk başta canı yanıyor, inanmak istemiyor; ama sonunda aydınlanmış, korkusuz bir birey haline geliyor. Bir daha da eski esaretine dönmesi mümkün olmuyor.
Bu sahne belki de filmin doruk noktasıydı benim için. Evey hapishaneden çıktığında gerçekleri öğreniyor: Meğer onu alıkoyan, işkence eden kişi baştan sona V’den başkası değilmiş! İlk anda Evey dehşete kapılıp V’ye öfkeyle yumruklar savuruyor, “Bana bunu nasıl yaparsın!” diye haykırıyor. Haklı olarak güveni sarsılıyor. V ise karşısında boynunu büküp sessizce onun öfkesini kabulleniyor. Sonunda Evey sakinleşip V’nin neden böyle bir yönteme başvurduğunu anlamaya başlıyor. V ona, “Sana verebileceğim tek şey özgürlük” diyor. Evey o gece yağmur altında kollarını gökyüzüne açıp ağlarken aslında yeniden doğuyor. Valerie mektubunda “Tanrı yağmurun içindedir” demişti; Evey de kafasına vuran yağmur damlaları altında kutsanmışçasına gülümsüyor. V’nin yöntemlerini gerçek hayatta onaylamak tabii ki zor; kimse sevdiğini böyle acı bir sınava tabi tutmamalı. Ama filmin verdiği mesaj soyuttu: Korku prangalarından kurtulmadıkça, kendi hapishanemizin gardiyanlığını bizzat biz yapıyoruz. Evey’in özgürlüğü filmdeki devrimin kilit taşı haline geliyor, çünkü V kendi intikam ve devrim planını sürdürürken Evey’nin özgür bir bilinç olarak yanında olmasına ihtiyaç duyuyor.
Bu sırada Evey’nin güvendiği tek kişi olan televizyoncu arkadaşı Gordon Dietrich aracılığıyla rejimin başka bir zulmüne tanık oluyoruz. Gordon, şovunda bir parodi skeciyle Şansölye Sutler’ı tiye almaya cüret edince aynı gece evi basılıyor. Gizli polisler onu sürükleyip götürürken Evey dehşet içinde dolapta saklanıp bunu izliyor. Ertesi gün öğreniyoruz ki Gordon’un evindeki gizli dolapta yasaklı bir Kur’an-ı Kerim, eşcinsel erotik sanat eserleri gibi Norsefire’ın düşman bellediği şeyler bulunmuş – bunlar onun ölüm fermanı oluyor. Bu sahne beni ayrıca sarstı; faşizmin sadece politik muhalifleri değil, kültürel ve kişisel farklılıkları da nasıl düşman gördüğünü tokat gibi yüzüme çarptı. Sırf farklı olduğu için insanların yok edildiği bir düzen, gerçek hayatta da defalarca gördüğümüz bir trajedi ne yazık ki.
Özgürlük öyle bir şey ki, onun için bedel ödemeye değer mi diye kendimize soruyoruz. Ben kendi adıma, eğer bir gün öyle karanlık bir dönem gelirse en azından Evey kadar cesur olmayı diliyorum. Karanlığa karşı tek bir mum ışığı yaksak bile, onun etrafında birleşecek binlerce yürek olabilir. V’nin hikâyesi bize bunu hatırlatıyor. Belki bugün bir parlamentoyu havaya uçurmak çare değil; belki şiddet hiçbir zaman tam anlamıyla meşru görülemez. Ama V for Vendetta’yı izledikten sonra şundan eminim: Bir fikir kurşun geçirmezdir. Bugün dünyada ne yanlış gidiyorsa onu düzeltecek olan şey de işte o kurşun işlemez fikirlerdir. Devrimler, isyanlar belki her zaman başarıya ulaşmaz – tıpkı Guy Fawkes’ın komplosunun başarısız oluşu gibi. Ama yanlış gördüğümüz şeylere karşı ses çıkarmak, gerekirse sistemi toptan reddetmek (anarşizm tam da bu değil mi zaten?), insanca yaşamanın belki de tek yoludur. Film biterken Evey’in “Bu ülkeden alınan tek şey bir bina değildi; ona verilen şey umut idi” sözü aklımda çınlıyordu. Bizler de daha iyi bir dünyayı hak etmiyor muyuz? Eğer hak ediyorsak bunun için ne kadar mücadele etmeye hazırız?
Şunu da belirtmek gerekir ki V aslında bir bakıma anti-kahraman. Klasik anlamda pürüzsüz bir “iyi” değil. Yöntemleri sert, acımasız ve kimilerine göre teröristçe. Filmi izleyen birçok kişi V’nin eylemlerini tartışır: Masumların ölümüne sebep oldu mu? Amacına ulaşmak için etik sınırları aştı mı? Film aslında bizi bu etik sorularla baş başa bırakıyor. Adalet mi, intikam mı? V’nin şiddetine hedef olanlar “hak etmiş” olsalar da V de sonuçta can alıyor. İzlerken bunu kendi içimde çok tarttım. Bir yanım “Hayat kurtarmak için bu zalimleri durdurmak gerekiyor” derken bir yanım “Ama yöntemleri doğru mu?” diye fısıldıyordu. Sonunda şu kanaate vardım: Bazen zulmü durdurmak için başka çare kalmayabiliyor. Tarihte de tiranlara karşı suikastlar, ihtilaller okumuştum; elbette şiddetsiz direniş en ideali ama her zaman mümkün olmuyor. V for Vendetta bu acı gerçeği yüzümüze vuruyor.
Ben yine de V’nin hikâyesinin zulme karşı direnmenin kolay olmadığını, özgürlüğün bedelinin bazen ağır olabileceğini gösterdiğini düşünüyorum. V filmde kişisel bir intikam peşinde gibi görünse de (Larkhill kampında kendisine işkence edenlerden teker teker hesap sorması), aslında güdüleri salt şahsi değil. O, kendisiyle birlikte sayısız masumun kurban edildiği bir sistemi çökertmek istiyor. Kullandığı yöntemler tartışmaya açık olabilir ama hedefi net: Faşist devleti yıkıp insanlara korkusuz yaşayabilecekleri bir toplum bırakmak.
Öte yandan V dikkat çekici biçimde kurbanlarını özenle seçiyor. Öldürdüğü herkes – papağan gibi yalan haber yayan TV spikeri Prothero, küçük kızlara musallat olan sapık Piskopos Lilliman, insanlar üzerinde deney yapan Dr. Delia Surridge ve emir-komuta zincirinin tepesindeki Creedy ile diktatör Sutler – rejimin suç ortakları ya da en tepedeki zalimler. Yani V’nin şiddeti rastgele değil, doğrudan rejimin baş aktörlerine yönelik. Böyle olunca izleyicinin vicdanında V’nin eylemleri bir nebze haklılık kazanıyor; en azından bende öyle oldu. Hatta film öyle bir kurgu yapıyor ki V’ye sempati duymamak elde değil. “Acaba ben olsam ne yapardım?” diye kendimi sorgularken buldum. Tarihte zulüm düzenlerine karşı isyan edenlerin çoğu başlangıçta terörist, hain ilan edilmemiş miydi? Mesela bir dönem İngilizler tarafından “terörist” damgası yiyen Mandela sonradan özgürlük kahramanı sayılmadı mı? Demek ki bakış açısı her şeyi değiştiriyor. V de bakış açımıza meydan okuyor.
Filmin felsefi altyapısını anlamak için V’nin diline ve referanslarına yakından bakmak gerek. Mesela V’nin en sevdiği roman Kont Monte Kristo – filmde sık sık Edmond Dantès göndermesi yapılıyor – haksızlığa uğrayıp intikam peşine düşen bir karakterin öyküsüdür. Bir sahnede Evey, V’ye adını sorar. V gülerek cevap vermez; bunun yerine edebi bir oyunla kim olduğunu anlatır: “Bana ne adımı soruyorsun?” diyerek Edmond Dantès’in kimliğine gönderme yapar. Yani V, kendini bir kişi olarak değil, bir sembol olarak ortaya koymayı seçiyor.
Zaten filmin belki de en vurucu mesajı bu: V bir insan değil, bir fikirdir. Finalde, Başmüfettiş Finch Evey’e “Kimdi o?” diye sorunca Evey’nin verdiği cevap çok anlamlı: “O sensin… benim… hepimiz.” Gerçekten de film boyunca V’nin kimliği önemsizleşiyor. Yüzünün yanmış halde nasıl göründüğünü asla öğrenemiyoruz. Onun yerine maskenin ardındaki boşluğu biz dolduruyoruz. Maskesinin sabit gülümsemesi sayesinde V’nin duygularını asla doğrudan göremiyoruz; acı çekerken de öfkelenirken de yüzü hep aynı sırıtan ifadede. Bu da onu neredeyse doğaüstü, efsanevi bir adalet hayaleti gibi hissettiriyor, çünkü değişmeyen bir maske ardında insanüstü bir sükûnetle mücadele ediyor. Filmde “V” harfi ve Roma rakamı V (5) sembolü defalarca karşımıza çıkıyor: V’nin tutulduğu hücre 5 numara; takvimde 5 Kasım tarihi beliriyor; saat kadranında akrep ile yelkovan V’yi gösteriyor; V domino taşlarıyla kendi imzasını bırakıyor… Bu tekrarlar V’nin bir insan isminden ziyade bir imge olduğunu hatırlatıyor. V kendini bile bir isimle değil, tek bir harfle tanımlıyor. Bence burada anlatılan şu: Önemli olan kim olduğumuz değil, neyi savunduğumuz.
V’nin bunu en net ifade ettiği an, filmin zirve çatışma sahnesidir. V, rejimin baş celladı Creedy’nin adamlarınca kurşun yağmuruna tutuluyor. Yere serilir gibi oluyor, herkes “işte sonu” derken o yavaşça doğruluyor. Creedy dehşetle “Neden ölmüyorsun artık!” diye bağırıyor. V’nin cevabı tüyler ürpertici: “Bu maskenin altında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, Bay Creedy. Ve fikirlere kurşun işlemez.” Bu replik tüm hikâyenin özeti gibi adeta. Koltuğumda otururken kalbimin güm güm attığını anımsıyorum. “Evet!” demek istemiştim, “Bir insanı öldürebilirsiniz ama bir fikri asla!” Zihnime mıh gibi çakıldı bu söz. Dünyada gerçekten de fikirler ölümsüzdür, değil mi?
Tarih boyunca nice devrimci, isyancı, düşünür öldürülmüş ama onların fikirleri sonraki kuşaklara ilham vermeye devam etmiştir. Film de tam olarak bunu söylüyor. V sonunda bedenen ölse de temsil ettiği adalet ve özgürlük fikri Evey’nin ellerinde yeniden doğuyor. Evey, V’nin vasiyetine uyarak bedenini patlayıcı dolu trene yerleştirip 5 Kasım gecesi Parlamento binasının altına gönderiyor. Bu sırada maskeli binlerce insan sokaklara dökülüp asker barikatını yararak Parlamento önüne yürüyor. Halkın üzerine ateş açması emredilen askerler, karşılarında tek vücut olmuş, aynı maskeyi takmış devasa bir kalabalığı görünce tetiği çekemiyorlar. Çünkü anlıyorlar ki bu insan selinin önünde durulmaz. Hep birlikte hükümet binasının infilak edişini izliyorlar. Patlama gerçekleştiğinde yavaşça maskelerini çıkaran insanları görüyoruz. Aralarında Evey var, V’nin izinden gitmiş cesur insanlar var; hatta filmde zulüm yüzünden ölmüş Valerie, Dietrich ve o küçük kızın yüzlerini bile kısa anlık görüyoruz. Tabii bu sembolik bir anlatım: Ölmüş karakterler aslında orada değil, ama “V herkes olabilir” mesajı vermek için onların yüzleri gösteriliyor. Bütün halk zulmün yıkılışını izlerken tek bir ruha bürünüyor adeta. İçimden “İşte, fikrin zaferi!” diye geçirdim o an. Başmüfettiş Finch bile gerçeği gördüğünden Evey’i durdurmaktan vazgeçip trenin yolunu açıyor ve devrime sessizce ortak oluyor. Film bu görkemli finaliyle, umutların asla tamamen yok edilemeyeceğini ve gerçekten uyanan bir halkın önünde hiçbir ordunun duramayacağını gösteriyor.
Film bittiğinde uzun süre yerimden kalkamadım; düşünceler beynimde fırtına gibiydi. V’nin yöntemleri, fikirleri, gerçek dünyayla bağlantıları… Kendi kendime sordum: Bizim dünyamızda böyle bir totaliter rejim olsa ben ne yapardım? Başkaldırmak yürek ister; hele tek başına bir V olmak imkânsız zaten. Ama film şunu gösteriyor: Tek bir kıvılcım koca bir yangını başlatabilir. V bir kıvılcım çaktı ve bir yıl boyunca halkın bilinçaltında o kıvılcım kor gibi yandı; sonunda devasa bir devrim ateşine dönüştü. Bu da umutların asla tamamen yok edilemeyeceğine dair güçlü bir metafor. Baskı ne kadar zalim olursa olsun, bir yerlerde bir ruh özgürlük şarkısı söylemeye devam eder.
Burada filmin felsefi boyutunu biraz daha kurcalamak istiyorum. V for Vendetta’yı sıradan bir aksiyon filminden ayıran şey, alt metninde yatan derin tartışmalar. V’nin savunduğu anarşizm fikri nedir? Devlet ve birey ilişkisine dair nasıl bir görüş ortaya koyuyor? 19. yüzyıl düşünürü Max Stirner’e özellikle değinmek isterim, çünkü Stirner’in fikirleriyle V arasında ilginç paralellikler kuruyorum. Stirner, otoriteye – özellikle de devlet denilen yapıya – karşı çok radikal bir tavır almıştı. Meşhur bir sözü vardır: “Devlet kendi şiddetine ‘yasa’ der, bireyin şiddetine ise ‘suç’.” Bu cümleyi ilk okuduğumda uzun süre aklımdan çıkaramamıştım. Gerçekten de devletler savaş açar, idam eder, halkı baskı altında tutar – üstelik bunlar “meşru” görülür; ama bir birey benzer şiddeti uygularsa suç işlemiş sayılır. Stirner’in vurguladığı bu ikiyüzlülük, V for Vendetta’da vücut buluyor. V’nin eylemleri devlet tarafından terörizm diye damgalanırken, devletin halka uyguladığı aşırı şiddet “güvenlik” maskesi altında gizleniyor. Stirner’in “birey her şeyden üstündür, kendi benliğinden başka efendi tanımasın” düşüncesi de V’nin kişiliğinde hayat buluyor diyebiliriz. V, ne tanrı ne efendi diyor; ne yasaları ne düzeni umursuyor, sadece kendi vicdanına ve adalet anlayışına göre hareket ediyor. Bu yönüyle egoist anarşizmin bir temsilcisi gibi. Yine de V’yi sadece Stirner’cı bir egoist olarak tanımlamak eksik olur, çünkü onun nihai hedefi kendi özgürlüğünü kazanmaktan ibaret değil, herkesin özgürlüğü için kendini feda ediyor. Belki burada klasik anarşist düşünürlerin (mesela Bakunin veya Kropotkin’in) kolektivizminden de esintiler var. V, halkın kendi kendini yönetebileceği bir düzenin hayaliyle hareket ediyor.
Aslında Rus anarşist Mihail Bakunin’in bir sözünü hatırlamak gerek: “Yıkma tutkusu, aynı zamanda yaratıcı bir tutkudur”. V’nin patlattığı binalar, küllerinden yeni bir düzenin doğacağı umuduyla yapılan yaratıcı bir yıkım eylemi adeta. Onu Joker gibi tamamen kaos peşindeki nihilist karakterlerden ayıran şey de bu: V yıkarken yerine ne koyacağını da düşünen biri. Bu anlamda V’yi popüler kültürdeki diğer anarşik figürlerle karşılaştırmak da ilginç. Örneğin Batman evreninin Joker’i de düzene karşıdır ama tamamen kaotik ve nihilisttir, hiçbir kurtuluş vizyonu yoktur. Sırf “Dünya yanarken izlemek” ister. Fight Club filmindeki Tyler Durden karakteri de aklıma geliyor: o da kapitalist sisteme isyan edip kredi kartı şirketlerinin binalarını patlatıyordu. Fakat Tyler’ın kaosu, kişisel öfkesinin kontrolsüz patlaması gibiydi. V’nin farkı, son derece bilinçli, hedefi net ve politik bir eylem planı izlemesi. Onun anarşizmi bir vizyon barındırıyor.
Filmin sonunda rejim yıkıldığında yerine yeni bir hükümet kurulup kurulmayacağı belirsiz. Alan Moore’un çizgi romanı orada bitiyor ve okura bunu düşündürüyor: Kaosun ortasında insanlar ne yapacak? Film ise biraz daha umutlu bir hava veriyor; halk o an tek yürek olmuş, özgürlük yolunda birleşmiş gibi. Ben kendi adıma şunu hissettim: Anarşizm, her ne kadar kaotik ve korkutucu bir kavram gibi görünse de, belki de bugünkü çürümüş düzenden daha iyi bir alternatif olabilir. Bunu söylerken bir yandan tereddüt ediyorum, zira “anarşi” kelimesi çoğu insana şiddet ve düzensizlik çağrıştırır. Ancak filmde gördüğümüz düzen de bir düzen değil; faşist bir kâbus. Onun karşısında anarşi – yani hükümetsiz bir toplum – en azından insanların korku prangalarından kurtulup onuruyla yaşayabileceği bir zemin sunuyor. “Peki ya kaos?” diye sorulabilir. Elbette bir anda hükümetin çökmesi kargaşa riski taşır, ama belki de insanlar birbirlerine kenetlenip yerelden yeni dayanışma ağları kurabilir. Belki de devlet olmadan, hiyerarşi olmadan, insanların gerçekten eşit ve özgür olduğu bir toplumu ancak o zaman inşa edebiliriz. Bu elbette büyük bir soru işareti. Ama tarihte bunun küçük çaplı da olsa örnekleri var. 1936’da İspanya İç Savaşı sırasında Katalonya’da anarşistler fabrikaları, tarlaları kolektif biçimde işletip bir süreliğine de olsa devletsiz düzenin mümkün olabileceğini göstermişlerdi. Bu deneyim dış baskılar ve savaş yüzünden uzun soluklu olamadı, ancak bir fikir olarak insanlığa ilham vermeyi sürdürdü. Film bu soruları açık uçlu bırakıyor ama ben izlerken kendi içimde tartışmaya devam ettim.
V’nin mirası bence en çok sorgulama mirasıdır. Filmi her yeniden izlediğimde (ki sayısını unuttum, o derece seviyorum) kendime sorduğum sorular tazeleniyor: Devletin otoritesi ne kadar meşru? Korku üzerine kurulu bir düzen ne kadar sürdürülebilir? Bir birey, bir “hiç kimse”, dünyayı değiştirebilir mi? V for Vendetta bana ve benim gibi düşünen pek çok insana bu soruları sorduruyor. Özellikle de “hükümetsiz bir toplumda yaşayabilir miyiz?” sorusu üzerine çok düşündüm. Bugünün dünyasında devlet mekanizması her yerde; doğumdan ölüme her adımımız kayıtlı, regüle edilmiş, denetim altında. Özgürlük dediğimiz şey çoğu zaman sadece sunulan seçenekler arasından birini seçme özgürlüğü. Gerçek özgürlük ise belki de hiçbir baskı olmadan kendi kaderimizi tayin edebilmek. Bu çok ütopyacı gelebilir, ama film böylesi bir ütopyanın tohumlarını atıyor.
V for Vendetta’nın bende yarattığı heyecanla kendi siyasi görüşlerimi de sorguladım. Yıllardır düzene dair rahatsızlıklar hissediyordum; haksızlıklar, adaletsizlikler, güçlülerin güçsüzleri ezdiği bir sistem… Bu film işte bu rahatsızlıklarımı bir felsefi çerçeveye oturttu: anarşizm. Düzene körü körüne karşı çıkmak değil belki, ama mevcut iktidar yapılarını temelden sorgulamak. Gerçekten de neden bizi yöneten birileri olmak zorunda? Neden devasa bir hiyerarşi piramidinin en altında biz, üstünde bir avuç seçkin var? Bu adil mi? Film bu soruları sorduruyor ve ben kendi adıma samimiyetle söylemeliyim ki bugünün düzenine alternatif ararken aklıma gelen en insancıl seçenek anarşizm oluyor. Otoriteye, baskıya küçüklüğümden beri tahammül edemeyişim de bunda etkili sanırım; belki bu yüzden filmdeki mesaj beni kalbimden vurdu. Hiyerarşi yerine eşitlik, baskı yerine gönüllü işbirliği hayal etmek… Ütopya diyenler olabilir, ama bir zamanlar kralların olmadığı bir düzen de ütopya sayılırdı. İnsanlık deneye yanıla öğreniyor. Bu arada ilginç bir not: Çizgi romanın yazarı Alan Moore, film uyarlamasını pek benimsememiş ve Hollywood’un hikâyedeki anarşizm vurgusunu hafiflettiğini söylemişti. Yine de bence film mesajını net veriyor; Moore’un memnuniyetsizliği belki de eserinin farklı yorumlara açık olmasından kaynaklanıyor.
Film boyunca V sık sık tarihe ve edebiyata gönderme yapıyor. Kimi zaman Edmund Burke’ün “Kötülüğün kazanması için iyilerin seyirci kalması yeterlidir” sözünü akla getiriyor, kimi zaman Thomas Paine’in “Zalimlere karşı isyan, yapılacak tek şey haline gelir” düşüncesini. Bir sahnede V’nin aynasında Latince bir cümle görürüz: “Vi Veri Veniversum Vivus Vici” – anlamı: “Hakikatin gücüyle, yaşarken evreni fethettim.” Bu aslında V’nin sloganı gibi. O, hakikatin gücüne inanıyor. Maskesinin ardında sakladığı hakikat, en sonunda tüm ülkeyi fethediyor; yani özgürleştiriyor da diyebiliriz. Filmden çıkardığım bir diğer ders de şu: Hakikat, otoritenin en büyük düşmanıdır. Totaliter rejimler bu yüzden gerçeği gizler, tarihi çarpıtır, medyayı sansürler. Ama birisi çıkar da gerçeği haykırırsa, eninde sonunda o ses büyür ve duvarları yıkar. V kendini bir yalanın içine hapsetmektense gerçeği uğruna ölmeyi göze alıyor. Onun ölümü bir son değil, bir başlangıç oluyor.
Sonuç olarak V for Vendetta benim için sadece bir film değil, bir ilham kaynağı, bir iç hesaplaşma davetiyesi oldu. Dostça, samimi bir tonda sohbet eder gibi bu deneyimimi paylaşıyorum; çünkü bu filmi izleyip de benim hissettiklerimi hisseden başkalarının da olduğunu biliyorum. V’nin maskesinin ardındaki anarşist çığlık, belki biraz romantize edilmiş bir isyan hikâyesi sunuyor ama özünde çok gerçek bir duyguya sesleniyor: özgürlük arzusu. Bu film çıktığında çevremde de hararetli tartışmalara yol açmıştı. Kimileri “V sonuçta bir terörist, yöntemleri yanlış” derken kimileri “Böyle zalim bir düzen başka türlü yıkılamaz” diyordu. Ben ise ilk izleyişimde resmen büyülenmiştim; duygularım mantığımın önüne geçmişti. Aradan yıllar geçip filmi tekrar tekrar izledikçe her seferinde yeni bir yanını keşfettim. İlk izlediğimde sadece etkileyici bir intikam öyküsü gibi gelmişti; sonraki izleyişlerimde altındaki felsefi göndermeleri, politik imaları daha fazla fark ettim. Böylesine katmanlı oluşu, V for Vendetta’yı benim gözümde ölümsüz kılıyor.
V for Vendetta: Bir Maskenin Ardındaki Anarşist Çığlık bana tüm bu soruları sordurdu ve içtenlikle söylemeliyim ki bugünkü düzene baktığımda içimde güçlü bir ses “Daha iyisi mümkün, özgür bir dünya mümkün” diye haykırıyor. Kendimi bildim bileli otoriteyle bir meselem olduğundan bu filmdeki fikir bana ışık oldu. Belki bir gün maskelere ihtiyaç duymadan, herkesin yüzüne gururla bakabildiği özgür bir toplumda yaşarız. Son sahnede V’nin vasiyetini gerçekleştiren Evey’nin yüzündeki huzuru görünce içimde böyle bir umut filizleniyor. Ve her yıl 5 Kasım geldiğinde o sözleri içimden geçiriyorum: “Hatırla, hatırla, Kasım’ın beşini…” Çünkü hatırlamak, unutmamak ve o ölmez fikri diri tutmak da bir mücadele biçimi. İşte o güne kadar “Kasım’ın beşini” hatırlamaya ve maskenin ardındaki fikri yaşatmaya devam edeceğiz.