Önce Küçük Bir Teşekkür, Sonra Küçük Bir İtiraf
Merhaba. Yazıya geçmeden önce kısa bir muhabbet edelim istedim. Hani birinin evine girince önce bir çay içer, hal hatır sorarsın ya… Heh işte, o hesap.
Yaklaşık bir aydır bu site bana benim için hatırı sayılır denebilecek kadar para kazandırmaya başladı. Evet, yanlış duymadın. Sen buraya gelip yazılarımı okudukça, gözün ekrana her takıldığında, belki de ekran ışığının yansımasıyla alnında bir kıpırtı oluştuğunda… Ben oradan bir iki kuruş devşiriyorum. Şimdi burada sana klasik “ama para benim umurumda değil” gibi romantik laflar edecek değilim. Umurumda. Hem de baya.
O yüzden senden minicik bir şey rica edeceğim: Bu yazıyı sonuna kadar oku. Evet, evet, sonuna kadar. İçinden “amma uzunmuş bu” diye geçirebilirsin. Haklısın da. Ama ne yapayım, ben kısa cümlelerle anlaşabilen biri değilim. Cümle uzadıkça içim de açılıyor.
Bak dürüst olayım; bu bencilce bir istek. Çünkü sen ne kadar uzun kalırsan, ben o kadar fazla kazanıyorum. Yani bu metni okurken sadece düşünsel olarak değil, ekonomik olarak da bana katkıda bulunmuş oluyorsun. Win-win gibi düşün. Hem belki sen de bir şeyler öğrenirsin ya da hiç değilse birkaç yerde sinirlenip güler, gülüp düşündüğün bir cümleyi ekran görüntüsü alıp birine yollarsın. Belki de “ya bu çocuk ne saçmalamış” dersin. O da olur. Ama kal. Kal ki, biz de yazmaya devam edebilelim.
Neyse mevzuya geçelim

Cehalet, İnanç ve Sorgulama Arasında: Agnostik Bir Sohbet
Merhaba sevgili okur. 😊 Öncelikle bu yazıya hoş geldin. Seninle şöyle samimi bir sohbet havasında dertleşmek istiyorum. Ben agnostik takılan biriyim; yani açıkçası din konusunda net bir inancım yok, Tanrı’nın varlığı veya yokluğu hakkında kesin bir sonuca varabilmiş değilim. Bu belki bazen bir boşluk hissi veriyor, bazen de müthiş bir özgürlük. Ancak şundan emin ol: Farklı inanç sistemlerine, dinlere ve kutsal kitaplara elimden geldiğince insaflı ve objektif yaklaşmaya çalışıyorum. Çünkü bilmemenin ne demek olduğunu bilen biri olarak, her konuda kesin hükümlere varmadan önce bolca okumak, anlamak ve düşünmek gerektiğine inanıyorum.
Bu yazıda seninle cehalet kavramından tut, okumadan fikir sahibi olma hastalığına; oradan dini dogmalara ve kutsal metinlere yüzeysel bakmanın getirdiği sorunlara; oradan da sosyal medyadaki sahte bilgelik gösterilerine, tarihsel olayların çarpıtılmasına, siyasal manipülasyonlara ve tatlı tatlı yayılan komplo teorilerine uzanan epey geniş bir yelpazede sohbet edeceğiz. Kimi yerde ciddi konulara dalacağız, kimi yerde işi biraz mizaha vuracağız. Ama söz, akademik bir makale okuyormuşsun gibi hissetmeyeceksin. Daha çok uzun zamandır görüşmediğin bir arkadaşınla çay (evet çay kahve değil) içerken laflıyormuşuz gibi, sıcak ve samimi bir üslupla yazmaya gayret edeceğim. Arada bir kendimize güleceğiz, arada bir birlikte düşüneceğiz. Hazırsan başlayalım. 🙂 🔜GO
Cehalet ve Okumadan Ahkâm Kesme Hastalığı
İnsanlık tarihi boyunca cehaletin tatlı bir cesaret, hatta cüret verdiğine dair birçok gözlem yapılmıştır. Hani derler ya “Cehalet ne hoş, her şeyi biliyorsun!” diye, işte tam da o hesap. Gerçekten de, bir konuda bilgisi az olan kişiler garip bir şekilde en yüksek özgüvene sahip olanlar olabiliyor. Bilim insanı Charles Darwin bundan yüz yıl kadar önce benzer bir tespitte bulunmuş: “Cahillik, daha sıklıkla bilgiyi değil güveni doğurur; ısrarla şu veya bu problemin bilimle çözülemeyeceğini iddia edenler, çok bilenler değil, az bilenlerdir.”(bu alıntıyı türkçeye çevirirken zorlandım hatalı olabilir) Yani Türkçesi, insan az bildikçe kendine daha çok güveniyor, bildiğini sandığı şeyin aslında yanlış olabileceğini aklına bile getirmiyor. Halk arasında “cahil cesareti” dediğimiz tam da bu olsa gerek.
Şimdi dürüst olalım, hepimizin hayatında böyle insanlar vardır. Belki ailede bir büyük, belki işyerinde bir arkadaş, belki sosyal medyada takip ettiğin biri, belki de biz… Her konuda söyleyecek kesin bir fikri vardır. Uzay mekiği nasıl çalışmalıdan tut ekonomi neden kötüye gidiyor konusuna kadar her mevzuda uzman kesilir. Üstelik o konuyla ilgili tek bir kitap bile okumamış olabilir ama özgüveni tamdır. Mesela ben üniversitedeyken bir arkadaş vardı, adını vermeyeyim şimdi, çocuk bırak bilimsel makale okumayı, doğru dürüst gazete bile okumazdı.(Evet dostum sen kendini biliyorsun, üzgünüm ama gerçekler böyle) Ama gel gör ki, dünya siyaseti tartışır, en önde o konuşur; din tartışır, en hararetli yorumlar ondan; sanat desen, adam Michelangelo’ya mı çatsın Van Gogh’a mı, maşallah hepsinde söyleyecek lafı var. Başta hayran oluyorsun “vay be ne kültürlü adam” diye, sonra zamanla fark ediyorsun ki aslında derinlemesine bildiği pek bir şey yok, üstünkörü duyduklarını satıyor. Tam bir “bilgiç” cehaleti hali.
Peki bu sadece bizim birkaç tanıdığa özgü bir durum mu? Maalesef hayır. Günümüz toplumunda bu hastalık epey yaygın. İnsanlar okumadan fikir beyan etmeyi adeta bir alışkanlık haline getirdi. Bir konuda derinlemesine araştırma yapmaya, farklı kaynakları okumaya üşeniyoruz. Bunun yerine kulağımıza gelen ilk bilgiyi veya sosyal medyada gördüğümüz bir kaç cümlelik özetleri alıp kendi fikrimizmiş gibi yayıyoruz. Hatta itiraf edeyim, bazen ben de yapmışımdır. Hepimizin aklına uyan, hoşuna giden bir iddia gördüğünde içi gidiyor paylaşmak için, değil mi?
Aslında bu durum bilimsel olarak da incelenmiş. 2024 yılında yapılan kapsamlı bir araştırma, sosyal medyada paylaşılan haber linklerinin %75’inin içeriği hiç tıklanmadan sadece başlık üzerinden paylaşıldığını ortaya koymuş. Dile kolay, dört haberden üçü hiç okunmadan yayılıyor! İnsanlar çoğu zaman sadece başlığı okuyor ya da birkaç cümlelik özetine bakıyor ve “tamam ben anladım olayı” diyerek paylaş tuşuna abanıyor. Sonuç? Yığınla yanlış bilgi, dedikodu, çarpıtma bir sel gibi akıp gidiyor timeline’larda… Böylece hem bilgi kirliliği artıyor hem de cehalet özgüveni bulaşıcı bir hastalık misali yayıldıkça yayılıyor.
Bu okumadan ahkâm kesme huyunun en tehlikeli yanı, tartışma ortamlarında hemen kendini gösteriyor. Bir bakıyorsun, herkes her konuda uzman, herkes birer “koltuk akademisyeni” (armchair scholar) kesilmiş. Sosyal medyada görüyoruz, örneğin sağlıkla ilgili bir mesele mi var, yorumlarda tıp eğitimi olmayan ama kesin tedavi tavsiyeleri veren bir sürü insan. Eğitim konusu mu, eğitim bilimcileri bir kenara itip “bence şöyle olmalı” diyenler dolu. Din mevzusu mu açıldı, Kur’an’ı hiç açmamış veya İncil’i hayatında görmemiş kişiler bile en sert tartışmalara girebiliyor. Sanki bilgisizlik, insana bir bilgelik maskesi takıyor. Dunning-Kruger etkisi denen psikolojik bir kavram var, duymuş olabilirsin: Bilgisi az olan bireylerin, bilgisini abartma ve kendini ehil görme yanılgısı. İşte tam da ondan mustaribiz.
Şimdi bu noktada popüler bir örnek vermek istiyorum
TV8’de yaklaşık 10 yıl önce yayınlanan o meşhur program… Hani şu edebiyattan, kültürden bahsediliyormuş gibi yapılan, ama aslında ekran karşısındakine kalp krizi geçirtme potansiyeli olan sohbetler var ya, işte onlardan biri. Programda Sunucu Funda Özkalyoncuoğlu, Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanından bahsediyor… Daha doğrusu, bahsetmeye çalışıyor. Ama kitapla ilgili birkaç temel bilgi eksik. Hayır, eksik değil, büsbütün yok. Yani öyle bir yokluk ki, üstüne felsefe yapılır. Ve o meşhur cümle geliyor:
“Kürk Mantolu Madonna deyince tabii Madonna deyince akla geliyor. Yani o Maria Puder karakterini Madonna’nın gençliği gibi canlandırmak lazım. Beren Saat de çok uygun olur bence.”
Bu cümleyle birlikte sosyal medyada kollektif bir beyin spazmı yaşanıyor. Çünkü, sevgili Funda Hanım, oradaki “Madonna”nın pop yıldızı Madonna olmadığını, hatta kitabın bu anlamda hiçbir alakası olmadığını fark etmemiş. Yani düşündüğün zaman… bir romanın ismini duyunca, karakterin 90’lardan kalma kliplerde kedi gibi kıvranan, elastik vücutlu Madonna ablamız olduğunu sanmak… bu cidden kolay bir yanlış değil. Ama işte, bazen “okumadım” demek çok daha asil bir çıkışken, “okumuş gibi yapmak” ağır hasarlar verebiliyor. Bu da onlardan biri.
Asıl komik olan, karşısındaki konukların da olayı o an fark edip ama utandıklarından ses etmemeleri. Herkes cümleleri boğazında düğümleyerek “evet evet olabilir” diye geçiriyor ama belli ki içlerinden biri bağırmak istiyor:
“Abla, o Madonna değil! O tablo Madonna’sı! Klasik sanat! Rönesans! Maria Puder’in ne alakası var pop yıldızla?”
Ama diyemiyor. Ve olan oluyor.
O anı hatırladıkça gözümün önüne şu sahne geliyor:
Birisi elinde Kürk Mantolu Madonna, ciddi ciddi arkadaşıyla kitap üzerine tartışıyor:
— “Ya ama Madonna çok derin bir karakterdi, özellikle Like a Virgin dönemindeki iç çatışmalarını çok net yansıtmış…”
— “Maria Puder’in o konser sahnesi beni çok etkilemişti…”
Yani işin absürtlüğü o kadar büyük ki, gerçeklikle bağını koparıyor insan. Ve sonra da işte… ne zaman aklına gelse, otobüste, sokakta, yemek yerken fark etmez, gözünü bile kırpmadan duvara bakıp gülmeye başlıyorsun. Biri sorsa da diyemiyorsun:
“Kürk Mantolu Madonna geldi aklıma da…”
Çünkü biri daha duysa, o da senin gibi bir hafta boyunca arada bir “Maria Puder sahnede Like a Prayer söylüyor” diye kendi kendine gülecek. Bu sahne, hafızamızda bir travma gibi değil, bir kültürel kara mizah klasiği gibi yerini aldı artık.
Sana da sonuna kadar hak veriyorum: Bazen kahkahalarımız, birilerinin bilgisizlikle savaşmaya çalıştığı ama kaybettiği o anlara saygı duruşu gibi oluyor. Edebiyat adına susup, gülme refleksiyle konuşuyoruz. Ve belki de bu ülkenin asıl derdi bu: Madonna’yı bile karıştıran bir eğitim sistemine sahipsin, ama hâlâ her konuda kesin konuşanlar televizyon ekranında
Bu noktada belki kendimize şunu sormalıyız: Neden okumuyoruz? Neden zahmet edip derinlemesine öğrenmek yerine, kolay olanı seçiyoruz? Sanırım birkaç nedeni var:
Kolaycıyız: Modern çağ hız çağı; hepimiz fast-food bilgiye alıştık.(Fast food’un tek iyi olduğu yer yiyecek sektörüdür)Uzun bir kitap okuyup konuyu özümsemek yerine, 5 dakikalık YouTube videosuyla uzman olmayı bekliyoruz.
Özgüvenli cehalet: Az önce bahsettiğimiz gibi, bilmediğinin farkında olmamak kişiye suni bir özgüven veriyor. Bir konuyu ne kadar az biliyorsan, o kadar basit zannediyorsun. “Ben de iki yorum okudum, meseleyi çözdüm” diyorsun.
Sorgulama zahmeti: Bir bilgiyi gerçekten öğrenmek, onu sorgulamayı ve belki de kendi inançlarımızı sarsmayı gerektirebilir. Birçok insan rahatsız edici sorularla uğraşmak istemiyor. Mevcut kanaatine uyan basit açıklamayı alınca, “tamam işte buldum cevabı” diyor, kapatıyor konuyu.
Ben agnostik biri olarak, belki de agnsotizm felsefesinin en sevdiğim özelliklerden biri seni soru sormaya hiç bir zaman kapatmaması. Çünkü emin olmadığım için sürekli okumam, araştırmam, farklı görüşleri dinlemem gerekiyor. Bu bir bakıma seni cehaletten koruyan bir kalkan. Eğer bir konuda kesin inancım olsaydı ve onu sorgulamazsam, belki ben de yanlış bildiğim şeyleri yayacaktım. O yüzden burada kendi adıma bir şans görüyorum: Bilmiyor olmak, aslında öğrenmeye açık olmaktır. “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” diyen Sokrates’e selam çakalım.(Sokrates’çim seni seviyorum öyle içimden geldi söylemek istedim)Bu cümle belki klişe oldu ama özünde muazzam bir ders içeriyor: Kendi cehaletinin farkında olmak, bilgeliğin başlangıcıdır.
Ama gel gör ki, çoğu insan bu farkındalıktan uzak. Okumuyoruz. Türkiye’de mesela kitap okuma oranlarının düşük olduğundan hep şikâyet edilir. İstatistiklere boğmak istemem seni ama durum çok iç açıcı değil. Sadece din konusunda değil, genel kültürde de böyle. Mesela sosyal medyada rastlıyorum, birisi çıkmış tarihle ilgili kesin hükümler veriyor, “Osmanlı hiç şu hatayı yapmadı” diyor veya “Filanca savaş aslında şöyle oldu” diye atıp tutuyor, merak ediyorum acaba bir tane akademik tarih kitabı okumuş mu? Büyük ihtimalle hayır; ya popüler bir diziden, ya Facebook’taki tarih sayfasından duyduğu yarım yamalak bilgiyi mutlak doğru sanıyor.
Velhasıl, cehalet ve okumadan fikir sahibi olma alışkanlığı çağımızın vebası gibi. Üstelik bu vebanın taşıyıcısı sadece alt eğitim düzeyindekiler değil; diploması profesörü olup da fikri sorulduğunda kulaktan dolma konuşanlar da var. Unvanlar aldatmasın, önemli olan kişinin zihnini sürekli besleyip beslemediği.
Biraz iç kararttıysam kusura bakma, şimdi mevzuyu dinsel boyuta taşıyarak devam edelim, orada da oldukça ilginç şeyler var.
Dinî Dogmalar ve Kutsal Metinlere Yüzeysel Yaklaşım
Din konusuna gelince… Evet, belki mayınlı bir tarla gibi, yanlış bir adımda patlayabilirim. Ama sakin ol, birlikte dikkatle yürüyeceğiz bu tarlada.(Elimde mayın dedektörü var, sakin ol)🙂 Agnostik biri olarak dine ne tamamen göklere çıkaran bir inanan gözlüğüyle bakıyorum, ne de yerin dibine sokan militan bir ateist gibi. Ben dışarıdan gözlem yapan bir meraklı gibiyim diyelim. Tarafsızlık iddiasında bulunmak zor belki ama elimden geldiğince objektif kalmaya çalışıyorum.
Öncelikle dogma nedir, onu bir netleştirelim: Dogma, sorgulanmadan, eleştirilmeden, olduğu gibi kabul edilmesi istenen inanç veya düşünce demek. Dini dogmalar dediğimizde de, genellikle bir dinde sorgulanması hoş görülmeyen, mutlak doğru kabul edilen öğretilerden bahsediyoruz. Mesela bir dine göre “filanca şey günahtır” denir ve bu tabu haline gelir; neden günahtır diye sormak bile ayıplanabilir. Veya bir inanç kuralı öylece kabul edilir, altında yatan değerler tartışılmaz.
Dogmaların iyi yanı, inananlar için bir kılavuz oluşturması olabilir: İnsanlar hayat karmaşasında net çizgiler görmek ister, “şunu yaparsam doğru, bunu yaparsam yanlış” demek bir kesinlik hissi verir, belirsizliği giderir. Ancak kötü yanı ise, sorgulamayı öldürmesidir. Dogmatik bir zihin, herhangi bir konuda “acaba öyle mi?” demez, diyemez; çünkü dogmaya aykırı düşmekten korkar ya da dogmayı öylesine içselleştirmiştir ki aksini düşünmek aklına bile gelmez.
Tarihten örnek verirsek: Orta Çağ’da Avrupa’da Engizisyon mahkemeleri vardı, kilisenin dogmalarına aykırı düşen düşünceler ağır cezalandırılıyordu. En ünlü örnek Galileo Galilei’nin başına gelenler. Galileo, teleskopla gözlem yapıp dünya dönüyor, güneşin etrafında dönüyoruz dediğinde kilisenin o dönemki dogmasına ters düşmüştü (kilise dünyayı evrenin merkezi sanıyordu). Sonuç? Galileo yargılandı, teorisinden vazgeçmesi istendi, hatta efsaneye göre adamcağız mahkeme salonundan çıkarken kendi kendine “Eppur si muove (Ama yine de dönüyor)” diye fısıldanmış. Bu anekdot belki abartıdır ama yaşananlar gerçek: Dogma adına bilimsel gerçek görmezden gelindi.
Benzer durumlar İslam tarihinde de yok mu? Elbette var. Örneğin, astronomi veya matematik alanındaki bilimsel gelişmeler bazı tutucu çevrelerce bid’at (yenilik) diye küçümsenmiş, matbaa Osmanlı’ya geldikten sonra yıllarca yaygın kullanıma sokulmamış çünkü “elle yazma geleneği kutsaldır, matbaa haramdır” diyen hocalar olmuş. (Gerçi matbaanın gecikmesinin tek nedeni dinî direnç değil, başka sosyal sebepleri de var ama o da etkendi der tarihçiler). Sonuçta ne oldu? Dogmaya saplanıp bilime uzak duran toplumlar geri kaldı, acı tecrübeler yaşadı.
Şimdi burada incelik şu: Kutsal metinler ve dogma aynı şey değildir aslında, ama çoğu insan ikisini karıştırır. Kutsal bir metin (İncil, Tevrat, Kur’an, vs.) kendi içinde elbette inanç esasları barındırır. Fakat bu metinlerin yorumlanması sürecinde insanlar dogmalar oluşturur. Yani insan eliyle oluşturulmuş katı kurallar, geleneksel yorumlar zamanla sanki ilahi emir gibi görülmeye başlanır. Örneğin Kur’an’da veya İncil’de belki esnek bırakılmış bir konu, bir din âlimi tarafından belirli bir yorumla açıklanır ve takipçileri bu yorumu adeta değişmez gerçek kabul eder. Böylece dogma doğar.
Bir de kutsal metinlere yüzeysel yaklaşım meselesi var. Bu yalnız inanan kesimde değil, inançsız kesimde de görülüyor. Kutsal kitabı yüzeysel okumak ne demek? Yani bağlamına, tarihsel arka planına, mecazına, diline dikkat etmeden, birkaç cümleyle yargıya varmak demek. Mesela bir ateist, İncil’den vahşi bir cümleyi çekip “Bak bu din kötü, kendi kutsal kitaplarında şöyle yazıyor” diyebiliyor. Veya bir Müslüman, Kur’an’daki bir ayeti tam anlayamadan kafasına göre yorumlayıp yaşamına uygulamaya kalkıyor, belki de yanlış çıkarım yapıyor.
Aslında her iki taraf da benzer hataya düşebiliyor: Okumadan, anlamadan hüküm verme. Bir Hristiyan yazar bununla ilgili güzel bir tespitte bulunmuş: Kutsal Kitap’ın (İncil’in) düşmanları, sırf çelişki bulmak veya eleştirmek amacıyla metni yüzeysel ve hatalı bir biçimde okuyup çelişkiler var sonucuna varırlar diyor. Yani ön yargılı bir zihin zaten kusur bulmak istediği için derine inmeden, bütünlüğe bakmadan, bağlamı önemsemeden “aha buldum çelişkiyi” diye seviniyor. Bu durum başka dinlerin kutsal metinleri için de geçerli. Örneğin İslam’ın karşıtları da Kur’an’dan bazı ayetleri bağlamından koparıp “işte bu kötü bir kitap” demeye çalışır. Halbuki belki o ayetin nüzul sebebini, tarihsel bağlamını, Arapça aslındaki anlam inceliklerini es geçiyordur.
Öbür taraftan, dindar taraf da bazen yüzeysel okumuyor mu? Okuyor tabii. Koca kitabı alıyor, ama sadece işine gelen kısımları ezberliyor. Özellikle de bütünsel mesajı kavramadan, sadece sloganlaşmış ayetlerle amel etmeye kalkınca saçma durumlar doğabiliyor. Bir örnek: Diyelim ki dindar bir Müslüman, Kur’an’ı Türkçe mealinden okumaya başladı ama pek bir şey anlamadı (ki Arapçasını bilmeden sadece mealle anlamak zordur). Sonra bir hocadan duydu ki “falanca ayette şöyle şöyle diyor, o yüzden bu davranış haramdır.” Hiç sorgulamıyor, “Acaba gerçekten öyle mi, başka yorumlar var mı?” demiyor. Belki de o hocanın kendi kültürel yorumunu ilahi emir diye hayatına sokuyor. Bu da dogmatik bir bağnazlık yaratıyor.
Bunun sonucunda ne oluyor? Bir kişi din adına aşırı katı, hoşgörüsüz veya bilgisiz bir tavır sergilediğinde, dışarıdan bakanlar “Din böyleymiş demek ki” diye düşünüp o dine soğuk bakabiliyor. Yani aslında yüzeysel dindarlık hem kişi için zararlı (çünkü sığ kalıyor, manevi derinlikten mahrum) hem de o dinin imajı için zararlı (çünkü kötü örnek teşkil ediyor).
Biraz somutlaştıralım: Kaç kişi gerçekten kendi inandığı kutsal kitabı baştan sona okumuştur? Mesela sokakta rastgele 10 Müslüman çevirsek, “Kur’an’ı tefsiriyle birlikte baştan sona okudun mu?” desek, belki birkaçı “evet” der, çoğu “parça parça okudum” veya “mealini biraz okudum” diyecek. Hristiyanlar için de benzerini düşün; çoğu İncil’in tamamını değil, bazı bölümlerini bilir kiliseden duyduğu kadar. Ama gel gör ki bu insanlar dinleri uğruna kavga etmeye hazırlar! Garip değil mi? Bir futbol takımını hararetle savunursun çünkü tüm maçlarını izlemişsindir belki; ama kutsal kitabını tam okumadan o din için canını vermeye hazır olmak biraz tuhaf bir durum değil mi? Tabii inanç sadece okumayla ilgili değil, gelenek, aile, çevre faktörü var, duygusal bağ var, orası ayrı. Yine de bilmeden inanmak riskli bir yol.
Bir de tam tersi var: Bilmeden inanmamak. Mesela ateist bir arkadaş düşünelim, dinlere veryansın ediyor sürekli: “Bunlar hep masal, bu devirde hala din mi kaldı” falan diye çıkışıyor. Peki sorsan İslam’ın ana öğretisi nedir, Hristiyanlık neye dayanır, emin olun çoğu bilmiyor. Belki internette dolaşan birkaç eleştirel sloganı ezberlemiş (“din afyondur” gibi) ama örneğin hiç Tevrat’tan üç sayfa okumamış, Kur’an’ı hayatında eline almamış. Bu da bir tür cahil cesareti aslında, değil mi?
Benim yaklaşımım şu: Bir şeye inan ya da inanma, ama önce anla. Anlamadan ne körü körüne kabul et, ne de inkar et. Agnostik bakışın güzelliği burada: Ben “bilmiyorum” diyerek başlıyorum, sonra bilmeye çalışıyorum. Diyelim ki Kur’an gerçekten ilahi kelam mı değil mi tartışması var kafamda. Ne yaparım? Oturur biraz okurum, tefsirini karıştırırım, Müslümanların argümanlarını, sonra eleştirileri okurum… En azından bir fikir sahibi olurum. Ama birisi hiçbirini yapmadan “Hepsi uydurma” derse, o kişinin ateizmi de aslında dogmatik bir inanca dönüşmüş oluyor, farkında değil.
Burada küçük bir parantez: Bazı insanlar bilimsellik adına da dogmatizm yapıyor. Bilime inanmak güzel ama bilimi doğru anlamak şartıyla. Günümüzde popüler kültürde “kuantum”, “enerji”, “frekans” gibi laflar moda oldu. New Age denilen akımlar, spiritüalizmin modern versiyonları sanki bilimselmiş gibi sunuluyor. Mesela biri çıkıyor “Kuantum fiziği de aslında düşüncenin gücünü açıklıyor” diyerek bambaşka bir inanç satmaya çalışıyor. Bu da ayrı bir dogma tuzağı. Bir yazar diyordu ki, bugün bazıları sırf içinde bilimsel terimler geçiyor diye uydurma fikirlere inanıyor, “yeni bir bilimsel inanç sistemi” yaratılıyor. Mesela “pozitif düşün, evrene mesaj yolla, kuantum bunu gerçekleştirir” tarzı söylemler… Bilimsel terimleri alıp içini mistisizmle dolduruyorlar. İnsanlar da fizik formülü görünce gerçek sanıyor. Bu da aslında sorgulamadan kabul edilen modern bir dogma örneği. Yani dogma illa kadim dinden gelmez, seküler dünyanın da dogmaları var.
Özetle, ister dinî ister dünyevi olsun, dogmatik düşünce insanı körleştiriyor. Kutsal metinlere yüzeysel yaklaşıp dogmalara sıkı sıkıya sarılmak, hem kişinin ufkunu daraltıyor hem toplumda gereksiz kutuplaşmalara yol açıyor. Halbuki dinlerin özünde genelde iyi ahlak, sevgi, merhamet, adalet gibi evrensel temalar var; bunları almak yerine şekilsel tartışmalara girip birbirini yemek işin trajedisi.
Bak mesela, Kur’an der ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Bu ayet (Zümer Suresi 39:9) aslında “bilgi sahibi olmak” ile “olmamak” arasındaki farka dikkat çeker. İncil’de, Hoşea kitabında Tanrı şöyle der: “Yok oldu halkım bilgisizlikten”. Yani cehalet yüzünden halkım mahvoldu diyor. Demek ki dini metinlerin kendisi bile cehaleti eleştiriyor, bilgiyi övüyor. Peygamber Muhammed’e atfedilen ünlü bir söz var: “İlim Çin’de de olsa gidip alınız.” Yani bilgi uğruna uzak diyarlara gitmeyi, çaba göstermeyi öğütlüyor. Bu söz belki hadis literatüründe çok sahih değildir ama asırlardır Müslüman toplumlarda bilinir, tekrarlanır çünkü içerdiği mesaj değerli bulunmuştur. Peki madem dinlerin özü bile “oku, anla, öğren” diyor, o zaman dindar olsun ateist olsun herkesin bundan alacağı ders yok mu? Bence var: Cehalet kutsal bir şey değil, tam tersine kutsal olan bilgidir, öğrenme çabasıdır.
Bir agnostik olarak ben dini konulara geniş yer veriyorum, çünkü dürüst olmak gerekirse en büyük cehalet savaşlarından biri orada yaşanıyor. Bir tarafta körü körüne inanan ve farklı fikirleri düşman belleyenler, öbür tarafta anlamadan din düşmanlığı yapanlar… İki taraf da birbirini besliyor. Biri diğerinin cehaletini gördükçe kendi pozisyonunu daha da sertleştiriyor ve ortada sağlıklı bir diyalog kalmıyor. Keşke herkes biraz karşı tarafın kitabını okusa, empati kurmaya çalışsa. Belki o zaman dogmalar yumuşar, ortak insani değerlerde buluşuruz. Çok mu ütopik oldu? Belki, ama hayal etmekten zarar gelmez.
Sosyal Medya Bilgeliği ve Sahte Entelektüellik
Gelelim çağımızın arenasına: Sosyal medya! Burası öyle bir yer ki, herkese bir mikrofon uzatılmış ve herkes bir anda kendi kürsüsünden konuşmaya başlamış gibi. Bir bakıma demokratik bir ortam; eskiden sadece gazeteciler, yazarlar sesini duyururken şimdi herhangi bir vatandaş tweet atarak gündem yaratabiliyor. Harika bir güç. Ama aynı zamanda bir problem: Entelektüel olmayanlar bile entelektüel taklidi yapabiliyor. Herkes çok bilmiş görünüyor, herkes birer filozof, birer bilim insanı kesiliyor. Peki gerçekten öyleler mi? Maalesef çoğu değil.
Sosyal medyanın bu sözde bilgelik halini besleyen birkaç mekanizma var. Öncelikle, bu platformlar dikkat ekonomisi üzerine kurulu. Yani amaç, olabildiğince fazla etkileşim almak: beğeni, paylaşım, yorum… Dolayısıyla insanlar da ilgi çekici görünmek istiyor. Ne yapıyorlar? Bazen gerçekten doğru düzgün bilgi paylaşanlar var tabii, hakkını yemeyelim, ama çokça kişi de görünüşte bilgili gözükmenin yollarını arıyor. Mesela akademik terimler kullanıyorlar (sıklıkla yanlış veya bağlam dışı şekilde). Twitter’da görmüşsündür, biri bir tartışmada pat diye “kognitif disonans yaşıyorsun” diye yazar, aslında belki kendisi de tam bilmiyor kavramı ama duymuş bir yerde, entel görünmek için sallıyor. Ya da popüler psikoloji terimleri: “Narsist, empati, gaslighting, travma, toksik” falan havada uçuşuyor. Bunlar tabii gerçek kavramlar, ama herkes kullanınca suyunu çıkarıyoruz. Bir noktadan sonra, mevzu kavramın doğruluğu değil kimin daha janjanlı konuştuğu yarışına dönüyor. Bir Medium makalesinde okumuştum, tam da bunu anlatıyordu: Sosyal medya, yarım yamalak teorilerin ve kendini uzman ilan edenlerin en gürültülü eko odasına dönüştü; platformlar aslında bizi entelektüel kestirme yollara itiyor diyordu. Yani normalde entelektüel olmak disiplin ister, araştırma, çalışma, yılların birikimi gerekir. Şimdi ise Instagram’da bir infografik okumak veya Twitter’da 280 karakterlik bir flood okumak kendini uzman sanmaya yetiyor, taç giydiriyor.
Bir de optik meselesi var: Sosyal medyada bilgi paylaşımları çoğu zaman gerçek bir entelektüel tartışma için değil, görünüm içindir. Dışarıya “Bak ben ne kadar kültürlüyüm” mesajı vermek isteyenler, arada süslü laflar, alıntılar paylaşıyor. Bunu eminim sen de fark etmişsindir. Özellikle LinkedIn gibi platformlarda mesela, herkes bir başarı hikayesi, bir liderlik dersi falan paylaşır, çoğu da klişedir. Twitter’da bazı hesaplar var, bot mu insan mı belirsiz, sürekli Einstein, Mevlana, Nietzsche karışımı sözler atıyor ortaya. Performatif entelektüellik dediğimiz şey bu belki: Bilgili olmaktan çok bilgili görünmek önemli hale geliyor.
Madem konu açıldı, biraz eğlenelim: Sosyal medyada sahte entelektüel görünmek isteyenler için bir rehber hazırlasak nasıl olur? Şöyle “Sosyal Medyada Entelektüel Görünmek İçin 5 Altın Kural” diye maddeler yazalım mı? Onedio (Bu site dünya insanlığını cahil bırakmak için yemin etmiş dahi bir insan tarafından kurulmuş buna eminim) tarzı bir liste yapalım biraz kafamız dağılsın:
1. Profil Fotoğrafını Entelektüel Yap: Profil resminde elinde kitap tutan, kütüphane önünde poz veren bir fotoğrafın yoksa vay haline. Ya da alternatif olarak çok “derin” bir manzara karşısında düşünen adam/kadın pozu da olabilir. Uçurum kenarında filozof edasıyla bakan bir silüet mesela – millete “vay düşüncelere bak” dedirtmeli.
2. Kitap + Kahve Paylaşımları: Instagram hesabında veya Twitter’da arada bir sanatlı bir filtreyle kahve fincanının yanına koyulmuş kitap fotoğrafı paylaşmalısın. Altına da belki kitaptan havalı bir alıntı… Kahve şart tabii, entel adam kahvesiz yapamaz, malum. Millet görsün sen her daim bir elinde kahve bir elinde kitap, entelektüelliğin doruklarında yaşıyorsun.
3. Havalı Alıntılar ve Yabancı Dilde Cümleler: Ara sıra Nietzsche’den, Kafka’dan, Mevlana’dan afilli sözler patlat. Bazen Latince özdeyişler de çok etkili oluyor: mesela “Quidquid latine dictum sit, altum videtur” (Latince söylenen her şey derin görünür). Anlamasan da koy gitsin, nasılsa kimse de anlamayacak ama “Vay arkadaş” diyecekler.
4. Popüler Bilim ve Felsefe Jargonu Kullan: Her tartışmada bir iki akademik kelime sokuştur. Diyelim ki bir konu tartışılıyor, sen “Bu konuda ciddi bir epistemolojik sorun var” diye bir yorum yap. Veya “bu yaklaşım tipik bir postmodern relativizm örneği” de, cümleyi anlayan az olur ama söyleyen havalı olur. Karşındakini de şaşırtırsın, sana bulaşmadan önce iki kere düşünürler belki “bu adam bir şeyler biliyor galiba” diye.
5. Her Konuda Kesin Yorum, Asla Şüphe Yok: Gerçek enteller bile “benim bilgim bu kadar” der bazen, ama sahte entel asla tereddüt etmez. Her soruya bir cevabı, her soruna bir teorisi vardır. Sosyal medyada da ne görse üstüne yorum yapar. Pandemi mi çıkmış, virolog gibi konuşur; yeni bir film mi, sinema eleştirmeni kesilir; kuantum teorisi mi, anında Schrödinger’in kedisini masaya yatırır. Bu tutum aslında ilk bölümde bahsettiğimiz cahil cesaretinin bir yansıması ama dışarıdan bakana “vay be her şeyi biliyor” efekti verir.
Tabii bunları yazarken biraz iğneleme yaptım, yoksa bu kurallara uyan herkes cahildir demek istemiyorum. (Çünkü bu kuralların bazılarına bende uyuyorum)Ama sosyal medya gerçekten de böyle numaralarla dolu. Sahte entelektüellik diyip geçmeyelim, bayağı yaygın bir durum.
Bu sahte bilgelik gösterisinin zararlarından biri, gerçek uzmanların sesini kısmak oluyor. Bazen öyle bir gürültü ortamı oluşuyor ki, sessizce işini yapan bilgili insanlar arada kaynıyor. Mesela Twitter’da iktisat profesörü bir şey yazıyor, altına bir sürü “ekonomist” geçinen kişi hocayı bilgisizlikle suçlayıp kendi teorilerini yazıyor. Okuyan da şaşırıyor, “kim doğru söylüyor acaba” diye. Çünkü uzmanla cahili ayırt etmek zorlaşmış. Sosyal medyada en yüksek ses kiminse, çoğu zaman kitle onu dinliyor. Algoritmalar da buna çanak tutuyor; sansasyonel çıkış yapan, kavgaya giren, kışkırtıcı konuşan öne çıkıyor. Doğruluk veya derinlik arka planda. Bir düşün: Facebook, Twitter gibi mecralar bir içeriğin doğru olup olmadığına bakmıyor, etkileşim alıyor mu almıyor mu ona bakıyor. Öyle olunca da, en uç fikirler, en absürt iddialar bile popüler olabiliyor, yeter ki paylaşım rekoru kırsın.
Zaman zaman ben bile düşüyorum bu tuzağa. Mesela bir bakıyorum, biri uzun bir flood yapmış diyelim ki tarih hakkında. Adam öyle bir özgüvenle yazıyor ki, sanki tüm arşivleri taramış, tüm kaynakları hazmetmiş sanırsın. İki dakika kendimden şüphe ediyorum, “acaba benim bildiğim yanlış mı?” diyorum. Sonra biraz araştırınca bakıyorum ki eleman tarihi romanlardan duyduğunu tarih diye satmış! Ama takipçisi çok, güvenen çok. İşte bu yüzden dijital okuryazarlık önemli diyorlar, yani internetteki bilgiyi süzgeçten geçirme becerisi.
Sosyal medyanın bir de eko odası (echo chamber) tarafı var. İnsanlar genellikle kendi düşüncelerine yakın kişileri takip ediyor, onlarla etkileşiyor. Böylece herkes kendi fikirlerini sürekli teyit eden bir geri bildirim döngüsüne giriyor. Mesela düz dünyacıları düşün: Bir grup insan “Dünya düzdür” diyor ve kendi aralarında forumlarda, gruplarda bunu pekiştiriyorlar. Dışarıdan biri “Yahu saçmalamayın, bakın bilimsel kanıtlar var” dediğinde, hemen onu susturuyorlar ya da gruptan atıyorlar. Kendi küçük dünyalarında, çılgın fikirleri normallik kazanıyor. Sosyal medya bunu her konuda yapıyor. Diyelim ki aşırı uçta politik görüşlerin var, sadece o görüşü destekleyen sayfaları takip edersen, zamanla sanırsın ki tüm dünya senin görüşünde, karşı taraf şeytanın ta kendisi. Bu da yine cehaleti güçlendiren bir unsur. Çünkü farklı bakış açılarını duymuyorsun, kendi sesinin yankısını duyup “haklıyım” diye düşünüyorsun.
Bir de WhatsApp bilgeliği var ki evlere şenlik. Özellikle büyüklerimizden gelen mesajlar… “Aman şu meyveyi şununla asla yemeyin, kanser yapıyor” diye bir bilgi gelir, altında da “Dr. X uyardı, herkes birbirine göndersin” gibi notlar. 15 kişiye gönderince dilek kabul olur tarzı zincir mesajları hatırlarsın, onlar evrim geçirdi, şimdi sözde sağlık veya din bilgisi veren metinler dolaşıyor. Çoğu tamamen uydurma. Ama yazanın adı “Prof. Doktor Bilmemne” diye başlayınca veya “NASA açıkladı” falan deyince akan sular duruyor. Dayım mesela, sırf bu zincir mesajlara inanarak uzun süre sarımsak yuttu kalkan gibi koruyormuş diye (hangi hastalıktan koruyorsa artık). O mesajları kim yazıyor, ne amaçla yayıyor belirsiz; ama bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın dijital versiyonu da bu oluyor.
Peki, ne yapacağız? Sosyal medyayı kapatalım mı? Elbette hayır, onu demiyorum. Sadece, oradaki bilgi akışının niteliğinin farkında olalım istiyorum. Sorgulayalım. Birisi çok iddialı bir şey yazdıysa hemen inanmayalım. Arada sırada belki şu soruyu kendimize soralım: “Bu kişi gerçekten ne kadar biliyor olabilir? Yoksa sadece kendini mi öyle gösteriyor?” Emin ol, bu soru bile bizi birçok yanlış yönlendirilmekten kurtarır.
Bir de entelektüel tevazu diye bir kavram var (intellectual humility derler İngilizcede). Yani “Yanılıyor olabilirim, bilmiyor olabilirim” deme erdemi. Bu erdem sosyal medyada nadir bulunan bir mücevher gibi. Kaç kişi “bilmiyorum” diyor? Çok az. Herkes biliyor, herkes haklı. Ama aslında, gerçek bilgiye ulaşmanın yolu bazen “bilmiyorum, öğrenmeliyim” diyebilmekten geçiyor. Kendine entelektüel diyen insan biraz mütevazı olmayı bilmeli, değil mi? Kemal Sayar’ın bir yazısının başlığı aklıma geldi: “Entelektüel tevazu sizin için neden iyidir?” diyordu, maddeler halinde anlatıyordu. Egosunu biraz terbiye eden insanlar daha fazla şey öğrenebilirler çünkü hatasını kabullenip düzeltmeye açıktırlar. Sosyal medyada en çok ihtiyaç duyduğumuz şey belki bu tevazu.
Tarihsel Çarpıtmalar ve Siyasal Manipülasyon
İnsanların okumadan ahkâm kesmesi, dogmalara sıkı sıkı sarılması sadece bireysel bir zaaf değil; bu zaaflar tarih boyunca siyasetçiler ve çıkar grupları tarafından acımasızca kullanılmış. Cehalet, güçlülerin elinde bir silahtır derler. Bilgi kitlelere hakim olursa, yönlendirmek zorlaşır; ama kitleler cahil kalırsa, onları istenilen kalıba sokmak çok kolaydır.
Tarihsel olayların çarpıtılması meselesi bunun en bariz örneklerinden. Her iktidar, her ideoloji kendi tarih yorumunu yaratır. Bir olay olur, mesela bir savaş, bir devrim, bir anlaşma… Aradan zaman geçer, bakarsın aynı olay farklı tarih kitaplarında bambaşka anlatılıyor. Neden? Çünkü her yazarın veya her rejimin bir ajandası var. Ünlü bir söz vardır: “Tarihi kazananlar yazar.” Kaybeden tarafın hikayesi çoğu zaman unutulur veya önemsizleştirilir. Ama bazen de tam tersi, kaybeden taraf kendini aklamak için yepyeni bir tarih kurgusu üretir ki halkını tekrar motive etsin.
Mesela İkinci Dünya Savaşı sonrası, Nazi yanlısı bazı kişiler Holokost’un (Yahudi soykırımının) abartıldığını, aslında Nazi Almanyası’nın o kadar da kötü olmadığını iddia eden yazılar yayımladı. Tarihsel bir gerçeği inkar ederek kendilerine yeni bir hikaye yazmaya çalıştılar. Holokost inkarcıları diye bir grup türedi. Ama gerçekler er ya da geç ortaya çıkar; bugün bu görüşler marjinalize oldu, çünkü kanıtlar reddedilemez boyutta. Ancak o dönem bir belirsizlik, bir kafa karışıklığı yaratmayı başardılar bir kesimde.
Bizim ülkemizde de tarih her zaman tartışmalı bir alan. Yakın tarihimizi ele alalım: Osmanlı’nın çöküşü, Cumhuriyet’in kuruluşu, çeşitli darbeler vs. Bu konularda birbirinden çok farklı anlatılar mevcut. Bir kesim der ki “Osmanlı harikaydı, Cumhuriyet bazı hatalar yaptı”, başka bir kesim “Osmanlı geri kalmıştı, Cumhuriyet bizi kurtardı” der. Arada daha nüanslı düşünenler de var tabi ama genelde kamplaşmalar böyle. Hangisi doğru? Doğru tek bir cümleyle özetlenemez belki; tarih karmaşıktır. Ama insanlar karmaşık şeyleri sevmez, basit hikayeler ister. O yüzden siyasetçiler halkın duymak istediği basit tarihi anlatılar sunarlar. Mesela bir politikacı çıkıp “Biz ecdadımızın torunlarıyız, onlar dünyaya hakimdi, yine hakimi olacağız” diye hamaset yapar. Bu duygusal olarak coşku verir belki ama tarihin gerçeklerini ıskalar. Ecdad dünyaya hakim miydi gerçekten? Bir dönem güçlüydü ama her imparatorluk gibi onlar da hatalar yaptılar, yenildiler vs. Bunu söylemez. Öte yandan başka bir politik figür de “Geçmişimiz hep hatalarla doluydu, biz yeni baştan yaratıyoruz her şeyi” diyebilir. O da geçmişi toptan kötüleyerek kendi projesini parlatmaya çalışır.
Tarihsel çarpıtma, insanların hafızasını manipüle etme sanatıdır aslında. “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” demiş atalar, yani insan unutur. Unutulan şeylerin yerine yeni “hatıralar” koymak kolaydır. Günümüzde bu daha da kolaylaştı belki, çünkü sosyal medya ve internet sayesinde yanlış bilgi çok hızlı yayılıyor. Mesela sürekli bir yalan tekrar edilirse insanlar bir süre sonra gerçek zannedebiliyor. Bir örnek: Yıllardır bazı çevreler “Atatürk’ün bilmem ne sözü” diye uydurma cümleler dolaştırır, sonradan Tarih Kurumu “böyle bir söz yoktur kaynaklarda” der ama atı alan Üsküdar’ı geçmiştir, milyonlar o uydurma sözü gerçek sanmıştır bile.
Siyasal manipülasyon sadece tarih üzerinden yapılmaz tabii. Güncel olaylar da çarpıtılır. Bir protesto mu oldu, iktidar yanlısı medya onu vandallık olarak gösterir, muhalif medya halkın sesi olarak. Bir ekonomik kriz mi var, bir taraf “dış güçlerin oyunu” diye açıklar, öbür taraf “beceriksizlik” der. Burada gerçek payları ayrı konu, ama sonuçta algı yönetiliyor. Kitleler de genelde okudukları ilk açıklamaya inanıyor çünkü araştıran, sorgulayan az. Mesela “dış güçler” söylemi bir dönemin klişesiydi; ekonomide ne ters gitse dış mihraklar yapıyor dendi. Bir süre sonra gerçekten birçok insan buna inandı. Bu tip komplovari söylemler siyasetçinin işine gelir çünkü sorumluluğu üzerinden atar, faili belirsiz bir düşman yaratır. Kitle de kendini kurban gibi görür, “Biz masumuz, kötüler yüzünden böyle” diyerek teselli bulur.
Tarihte bunun örnekleri çok. Hitler mesela, iktidara gelmeden önce Alman halkına sürekli şunu dedi: “Biz I. Dünya Savaşı’nı aslında cephede kaybetmedik, içerideki hainler (özellikle Yahudiler ve bazı siyasiler) yüzünden kaybettik, sırtımızdan bıçaklandık.” Buna “arkadan bıçaklama efsanesi” derler. Halkın gururu kırılmış yenilgiden sonra bu efsane onlara cazip geldi, “hainler yüzünden oldu” demek kendi hatalarını kabullenmekten kolaydı. Hitler bu miti kullandı, Yahudileri ve muhalifleri şeytanlaştırdı, kitleleri arkasına aldı. Sonrası malum, felaket… Yani bir komplo teorisi ve tarih çarpıtması, milyonları ölüme sürükleyen bir rejimin harcını kararken kilit rol oynadı.
Bizde de çeşitli komplolar zaman zaman siyaset malzemesi oldu. Mesela yıllardır bitmeyen bir “üst akıl” muhabbeti var. Tam olarak kim olduğu belirsiz ama bir “üst akıl” memleketin kötülüğünü istiyor hep. Bu da bir tür belirsiz komplo motifi. İnsanlar somut bir şey olmayınca zihinlerinde canavarlaştırır ve her şeye onu suçlar hale gelir. Bu aslında psikolojik olarak rahatlatıcı: Kötü bir olay mı oldu, “üst akıl yaptı, dış güçler” de geç, sorumluluk almaya gerek yok.
Bir diğer manipülasyon taktiği: Sahte düşmanlar yaratmak. Mesela iktidarda kalmak isteyen bir yönetim, toplumda kendine bir düşman yaratıp “Bunlar varsa ben de varım, beni destekleyin yoksa onlar gelir” diyebilir. Soğuk Savaş yıllarında ABD ve Sovyetler bunu çok yaptı. Her iki tarafta da halk sürekli “öteki taraf gelecek bizi yok edecek” korkusuyla yaşadı, hükümetlerine sığındı. Korku, cehaletle birleşince insanlar sorgulamadan liderlerinin peşinden gider. Çünkü korku, mantıklı düşünmeyi kısıtlar; “aman şimdi birliği bozmayalım” diye her denileni kabule hazır hale gelir toplum.
Tarihsel çarpıtmaların panzehiri ise tarih okuryazarlığı ve çok seslilik. Farklı kaynaklardan okumak, mümkünse bir olayın birden çok tarafının anlatısını dinlemek gerek. Mesela Osmanlı tarihi öğrenmek istiyorsan, bir Türk tarihçi bir de yabancı tarihçi oku, ikisinin arasında daha dengeli bir anlayış oluşur. Ama kaç kişi bunu yapıyor? Pek az. Eğitim sistemimiz bile bazen resmi tarih söylemi dışında okumaya teşvik etmez. O yüzden iş gene bireyin merakına kalıyor. Merak eden açıp okuyacak, araştıracak.
Komplo Teorileri: Gerçekler ve Masallar
Ah, geldik en eğlenceli kısma: Komplo teorileri! ️♂️ Komplo teorileri bir yandan zarar verici saçmalıklar, bir yandan da itiraf edelim insan doğası için cezbedici hikayeler. Hepimiz biraz gizem seviyoruz, biraz “aslında bize anlatılandan fazlası var” diye düşünmek hoşumuza gidiyor. Ama bazen ipin ucu kaçıyor, komplo teorileri koca kitleleri esir alıyor.
Nedir komplo teorisi? Basitçe, önemli olayların arkasında gizli ve kötü niyetli güçlerin olduğunu iddia eden açıklamalar. Mesela ne bileyim, “dünya çapında bir elit grup var, her şeyi onlar yönetiyor” klasik bir komplo teorisidir. Veya “X olayı aslında hükümet kendi yaptı, suçu başkasına attı” gibi. Kimi zaman bizzat gerçek komplo planları ortaya çıkar (Watergate skandalı mesela, ABD’de Nixon hükümeti siyasi rakiplerini gizlice dinlemişti, yakalandı). Yani dünyada hiç komplo yok değil, var tabii. Ama komplo teorisyenleri her şeyin altında bir komplo arar hale geliyor, her şeyi açıklayabilen tek bir büyük kötü yaratıyor kafasında.
Bunun cazibesi şu: Dünya karmakarışık, kaotik bir yer. Kötü şeyler oluyor, doğal afet, kaza, kriz… İnsan zihin ise “bir anlam, bir düzen” arıyor. “Tüm bunların bir sebebi olmalı” diyoruz. Mesela pandemi çıkıyor, virüs dünyayı kasıp kavuruyor. Bunun belki bilimsel açıklaması var: Hayvan pazarlarından sıçrayan bir virüs, küreselleşme ile hızla yayılıyor. Ama bu hikaye tatmin etmiyor bazılarını, diyorlar ki “Bu virüsü labaratuvarda üretip bilerek yaydılar!” Kim yaydı? Tabii ki o meşhur “küresel elitler”, Bill Gates’ten tut Rockefeller’a kadar bir isim listesi. Üstüne bir de “çünkü aşılarla bize çip takacaklar” detayı ekledin mi, tadından yenmez bir komplo teorisi oluyor.
Absürt diyorsun belki, ama bu tür teorilere inanan azımsanmayacak kitleler var. Mesela bir araştırmaya göre ABD halkının yaklaşık %10’u düz dünya, Ay’a inişin sahte olduğu veya COVID aşılarına mikroçip konulduğu gibi teorilere inanıyormuş. Dile kolay, her on kişiden biri bu derece uçuk iddialara inanıyor. Hadi Amerika neyse de, bizim memlekette durum çok mu farklı? Geçmişte yapılan anketlerde Türk halkının önemli bir kısmı uzaylıların dünyayı ziyaret ettiğine, falanca tarikatların dünyayı yönettiğine falan inanıyordu.
En popüler komplo teorilerinden bazıları şunlar:
Düz Dünya Teorisi: Bu teoriye göre NASA ve tüm dünya hükümetleri bizi kandırıyor, Dünya aslında düz bir tepsi gibi ve etrafı buz duvarıyla çevrili. Fotoğraflar, uydular, uzaydan gelen veriler falan hepsi düzeneğin parçasıymış. (Gerçekten buna inanan topluluklar var dünyada!)
Ay’a İniş Yalanı: 1969’da Apollo 11’in Ay’a inişi canlı yayınlanmıştı ama komplo teorisyenleri diyor ki “Hepsi Hollywood stüdyosunda çekildi, aslında Ay’a gidilmedi.” Bu iddiayı “ışıklar niye öyle, bayrak niye dalgalanıyor” gibi sözde kanıtlarla desteklemeye çalışırlar.
Aşılarla Mikroçip Takma: COVID-19 aşıları çıkınca bir grup insan “Bill Gates hepimizi çip’leyip kontrol edecek” diye ortalığı ayağa kaldırdı. Çip takma işi bir efsane ama inanlar ciddi, hatta aşı olmaktan kaçanlar oldu bu yüzden.
Chemtrails (Kimyasal Püskürtme): Gökyüzünde uçakların bıraktığı izler var ya, normalde su buharı-kristal vs. olduğu bilimsel olarak açıklanan. Komplocular diyor ki “Yok yok, hükümet bize gizlice kimyasal atıyor bu izlerle, zihin kontrolü yapıyorlar belki de.” Uçak geçince “bak yine ilaçladılar bizi” diyenler çıkıyor.
İlluminati ve Gizli Dünya Düzeni: Bu belki en popüleri. Dünyayı yöneten gizli bir örgüt var, ünlüler, politikacılar, zenginler hep bunun kuklası. Semboller, gizli toplantılar falanla dünyayı yönetiyorlar. Depremlerden savaşlara her şey onların planıymış.
Reptilian (Sürüngen İnsanlar): Bu en fantastiklerinden: Bazı komplo teorisyenlerine göre dünya liderlerinin bazıları aslında insan görünümlü sürüngen uzaylı ırkından! Arada bir gözleri kertenkele gözüne dönüşürken yakalanmış videolar filan var diyorlar (YouTube’da montaj dolu). Elbette hiçbir gerçek yanı yok ama inanan var.
Listeyi uzatabiliriz, “Naziler Antarktika’da gizli üs kurdu” mu dersin, “Elvis Presley ölmedi uzaylılar kaçırdı” mı dersin, “QR kod şeytanın icadı” mı dersin, neler neler… Komplo teorileri yaratıcılıkta sınır tanımıyor.
Peki insanlar neden bunlara inanıyor? Sadece cehalet demek yetmez, psikolojik ve sosyolojik boyutları var:
Belirsizliğe Tahammülsüzlük: İnsan zihni belirsizliği sevmez demiştik. Komplo teorileri karmaşık olaylara basit ve net açıklamalar sunuyor (ama yanlış da olsa). Mesela pandemi karmaşık bir fenomendi, bunlar “virüsü bunlar yaydı, amaçları bu” diyerek bir hikayeye bağlıyor. Belirsizlik gidiyor, yerine yanlış da olsa bir “güvenilir” açıklama geliyor.
Kontrol İhtiyacı: Dünya çok kaotik dedik. Kendisini güçsüz hisseden birey, dünyayı kontrol eden bir “kötü ama güçlü” figür hayal edince, bir anlamda “dünyada tesadüf yok her şey planlı” diyerek teselli buluyor. Çünkü en azından bir plan var, tamamen rastgele değil hiçbir şey.
Özel ve Bilgiç Hissetme: Çoğu komplo teorisyeni kendini “sürüden ayrılmış, gerçeği gören özel kişi” olarak görür. “Herkes uyuyor, bir ben uyandım” havası var. Bu da ego okşayıcı. Bir komploya inanarak, kendini aydınlanmış azınlıkta hissediyor, bu da tatmin sağlıyor.
Grup Aidiyeti: Komplo teorilerine inananlar topluluklar kuruyor, forumlarda, sosyal medyada gruplaşıyorlar. Orada bir dayanışma oluşuyor, birbirlerini onaylayıp bir arada duruyorlar. Bu da insani bir ihtiyaç, ait olma duygusu veriyor.
Basit Düşünme Eğilimi: Komplo teorileri genelde bilimsel açıklamalardan daha basit anlatılır (her ne kadar arka planında çok karmaşık bir ağ varmış gibi görünse de, seni o detaylarla boğmaz, “şu grup yaptı” der geçer). Mesela iklim değişikliği konusu zor; sera gazı, karbon emisyonu, modellemeler filan karmaşık. Ama komplo versiyonu: “İklim değişikliği yalan, Çin uydurdu ki ABD’yi zayıflatsın.” Hop, tek cümlede açıklandı (!). Bu sadelik insanlara çekici gelebiliyor.
Yine ABD’de QAnon diye bir komplo akımı çıktı, “Amerikan devletini satanist bir pedofil elit yönetiyor, Trump bunlarla gizli savaş veriyor” gibi acayip bir hikaye. Buna inanan binlerce insan 2021’de Kongre binasını bastı, Amerikan demokrasisi sallandı. Düşün, bildiğin internet dedikodusu ciddiye alınıp darbe girişimine dönüştü.
Komplo teorilerine inanmak bazen bireysel trajedilere de yol açar. İnsan paranoyaklaşabilir, herkesten şüphe duyar, hatta psikolojik rahatsızlıklara sürüklenebilir. Etrafta “dünya yalan, inanma hiçbir şeye” diye gezen, her an kıyamet senaryolarına hazırlanan insanlar var. Bunların bir kısmı belki zaten psikolojik olarak yatkın, komplo teorileri de onları tetikliyor.
Benim bu konuda yaklaşımım şöyle: Her şeyi resmi açıklamalara körü körüne inanmak da iyi değil (eleştirel düşünmek lazım), ama her şeyi komplo sanmak da uç bir akıl tutulması. Dengeli şüphecilik iyidir. Yani bir iddia duyunca, “bunun kanıtı var mı?” diye sormak, ilkeli şüphe etmek ama kanıt görünce de inkar etmemek gerek. Komplocular kanıt görse de “yok bu da düzmece” diyor çünkü zihinlerini aşırı şüphe kaplamış. Oysa bilimsel yaklaşım ne der? Hipotez kur, kanıt ara, kanıt yeterliyse kabul et, yeni kanıt çıkarsa fikrini güncelle. Bu esnekliği korursak komplo bataklığına saplanmayız.
Bir de komplo teorisi ile gerçek komplo arasını ayırmak şart. Gerçek hayatta elbette gizli planlar, dolaplar dönüyor. Ticarette de siyasette de bu var. Ama her gizlilik komplo teorisi üretmeyi haklı çıkarmaz. Mesela geçmişte ABD’de CIA’nın MK-Ultra diye bir projesi çıktı ortaya, zihin kontrolü deneyleri yapmışlar yıllarca gizlice. Bu bir komploydu ve gerçek. Fakat bu gerçekler ortaya genelde belgesel kanıtlarla, itiraflarla vs. çıkar. Komplo teorisyenleri ise kanıt olmadan bağırır. Sonra arada biri doğru çıksa bile, sürekli yalan söyleyen çobanın hikayesi gibi kimseyi ikna edemez hale gelirler. Bu yüzden aslında en büyük zararı gerçek olabilecek skandalların da ciddiye alınmamasına yol açmak. “Komplo” deyip geçiliyor.
Aslında yine dönüp dolaşıp eğitim ve okuma kültürüne geliyoruz. İnsanlar yeterince bilimsel okuryazar olsa, medyada okuduğunu sorgulasa, biraz mantık yürütse bu kadar komplo teorisi prim yapmaz. Ama maalesef her yerde bir boşluk var. Hatta komplo teorileri o kadar yaygınlaştı ki, bunları çürütmeye çalışan gerçekleri açıklama çabaları da artık komplo gibi görülüyor. “Onlar da komplonun parçası, bizi kandırmak için öyle diyorlar” denip çıkılıyor. Tartışmak imkansızlaşıyor. Böyle durumlarda benim stratejim, çok derine girmeden birkaç sağlam kanıt gösterip gerisini bırakmak. Çünkü karşındaki zihin kapalıysa, ne dersen boş. Kendi uyanması lazım.
Komplo teorileri bazen mizaha da konu oluyor tabii. Özellikle internet meme kültürü bunu epey kullanır. “Folyo şapkalarınızı takın, uzaylılar beynimizi okuyacak” gibi espriler dönüyor. Aslında dalga geçtiğimiz şeye bir bakıma bağışıklık kazanıyoruz böylece. Mizah iyidir, bir fikirle alay edebiliyorsan, onun saçmalığını da ifşa ediyorsun demektir. Gerçi bu, inanana vız gelebilir ama en azından ortada bir zıt ses olur.
Ben komplo teorilerine inanmayı da bir tür inanç olarak görüyorum. Nasıl ki dindar biri delile bakmadan inancına sadık kalır, bazı komplo taraftarları da ne delil görürse görsün fikrini terketmez. Bu anlamda komplo inancı da bir dogmaya dönüşebiliyor. O yüzden yine iş dönüyor dolaşıyor eleştirel düşünce ve öğrenme kültürüne.
Ne Yapmalı? – Sohbetin Sonu ve Birkaç Temenni
Vay be, ne uzun konuştuk değil mi? Eğer buraya kadar benimle kaldıysan gerçekten takdir ediyorum; demek ki sen de düşünmeyi, sorgulamayı seven birisin. Umarım okudukların zaman zaman seni düşündürtmüş, belki zaman zaman da gülümsetmiştir.
Şimdi bu sohbeti bağlarken aklımda birkaç nokta var altını çizmek istediğim:
Birincisi, cehalet utanılacak bir şey değil, yeter ki farkında ol ve onu gidermeye çalış. Hepimiz aslında bir şeyleri bilmiyoruz. Ben mesela iktisatta süper değilimdir, oturup ekonomi teorileri tartışamam. Ama eğer bir gün bu hayat memat meselesi olursa öğrenmeye çalışırım. Aynı şekilde, biri gelir dinle ilgili bir soru sorar, cevabım yoksa “bilmiyorum” demekten gocunmam, sonra açar okurum. Bilmiyorum demek ayıp değil. Ayıp olan, bilmiyorsan öğrenmemek ve yanlış biliyormuş gibi yapmaya devam etmek.
İkincisi, dogmaların esiri olmamak lazım. Bu illa dini dogma değil, herhangi bir fikir olabilir. Kafanda yıllardır tuttuğun bir inanç, bir görüş yanlış çıkabilir. Dünya değişiyor, bilgiler güncelleniyor. Esnek olabilmek, fikrini gözden geçirebilmek bir zayıflık değil, erdemdir. Unutma, bir zamanlar dünyanın düz olduğuna dair dogma hakimdi, şimdi gülüyoruz. Bugün belki bizim kesin sandığımız şeylere torunlarımız gülecek. O yüzden her konuda biraz şüphe payı bırakmak iyi bir şey.
Üçüncüsü, okumak, okumak, okumak! Tabi sadece kitap değil, araştırmak diyelim genel. Yani tek bir kaynağa takılma, farklı kaynakları kıyasla, derinlemesine öğrenmeye çalış. Bir konuda fikir sahibi olmadan önce kendine bir süre tanı, hemen yargıya varma. İnternet çağında bilgiye erişim çok kolay aslında, tek tıkla kütüphaneler önünde ama aynı zamanda bilgi kirliliği de bol dedik. O yüzden seçici de olacaksın. Ama şu kesin: Biraz emek verip okuyan insan, okumayan 10 kişiyi cebinden çıkarır.
Dördüncüsü, empati kur ve farklı bakış açılarını dinle. Mesela dindar biri misin, git bir ateistin argümanlarını gerçekten dinle (kavga etmeden). Ateist misin, dindarların dünyasını anlamaya çalış, belki haklı oldukları noktalar göreceksin. Sağcı, solcu, Türk, Kürt, Amerikalı, Çinli fark etmez; önyargıları kırmanın en iyi yolu karşı tarafın insanlığını görmektir. Cehaletin panzehiri biraz da sohbet aslında. Önyargıyla değil, anlamak için yapılan sohbetler. Bu yazıda ben seninle tek taraflı sohbet ettim belki ama hayalimde sen de kendi içinden cevaplar verdin, “acaba öyle mi, bence şöyle” diye düşündün. İşte bu diyalog hali güzeldir.
Beşincisi, gülmeyi bil. Mizah sadece güldürmez, düşünmeyi de kolaylaştırır. Kendinle, inançlarınla bile arada bir dalga geçebilmelisin. (Bu arada bir tavsiye: Mizahı kaldıramayan, hemen alınan insanlarla kesinlikle takılma. Nedenini bilmiyorum ama bu özellikte ki insanların diğer özellikleri de kötü, çekilmez oluyor)Kendi kutsal saydığın şeylere de mizah penceresinden bakabildiğinde, onları daha sağlıklı değerlendirebilirsin. Bana göre her şeyin mizahı yapılabilir , ama sen yine de duvarlara dikkat et yoksa balyozu kafana yiyebilirsin. Ama duvarları yıkmak için bazen esprinin balyozu işe yarar. Bu yazıda araya mizah katmamın sebebi de buydu: Konular ciddi ama sürekli ciddi konuşmak sıkıcı ve itici olabilirdi. Hayatın kendisi gibi, biraz ciddi biraz şakalı gittik.
Son olarak, sonsuz bir merak duy. Agnostik olmanın en güzel yanı bu belki: Merak bitmiyor. “Acaba?” sorusu hep var. Belki bir gün Tanrı ile ilgili kendi kesin cevabımı bulurum, belki de bulamam. Ama o zamana kadar merak etmeye, aramaya devam edeceğim. Sadece din değil, her konuda. Bilmediğim bir şey duyunca heyecanlanıyorum açıkçası, yeni bir kapı aralanıyor gibi. Merak duygunu yitirme. Çocukken dünyayı öğrenmeye aç birer sünger gibiyiz, büyüdükçe o sönüyor çoğunlukla. Sönmesin. Tekrar çocuk gibi hayret edebilelim, sorular soralım, “neden, nasıl” demekten vazgeçmeyelim.
Sevgili okur, sanırım sonuna geldik bu uzun yolculuğun. Belki bazı görüşlerimde bana katılmadığın yerler olmuştur, belki “şunu eksik söyledin” dediklerin… Haklı olabilirsin, ben de her şeyi bilmiyorum sonuçta. Bu bir akademik makale değildi, kafamdakileri döktüğüm dostça bir sohbetti. Umarım sende birkaç ışık yakabilmiş, farklı bir perspektif sunabilmişimdir.
İzninle yazıyı, en başta andığımız o Sevgili Sokrates’in tavrına bir gönderme ile bitireyim: Gerçek bilgelik, cehaletinin farkında olmaktır. O halde gel, birlikte bilgeliğe yürüyelim; cehaletimizin farkında olarak, ama onu azaltmak için durmadan okuyup, düşünerek. Unutma, “Yok oldu halkım bilgisizlikten” demişti kutsal kitap. Halklar da, bireyler de bilgilenerek var olur, yükselir.
Okuduğun için teşekkür ederim. Bir sonraki sohbetimizde görüşmek üzere, bilgiyle ve sevgiyle kal! ❣️❤️
Kaynaklar
Darwin, Charles. The Descent of Man (1871) – Cehalet ve özgüven üzerine özdeyiş (Türkçe çeviri).
Nature Human Behaviour (2024). Sosyal medyada haberlerin %75’inin okunmadan paylaşıldığını ortaya koyan araştırma.
Staggers, Aisha K. “The Age of the Armchair Scholar: How Social Media Fuels Pseudo-Intellectualism.” Medium (20 Ekim 2024) – Sosyal medyada yüzeysel entelektüellik ve bilgi kirliliği üzerine.
Masihiyyen, Masud. “Yahuda İskariyot: Yeremya’daki İki Peygamberlik” – Kutsal Kitap’ı yüzeysel okumanın yanlış sonuçlarına dair tespit.
Hamilton, Lawrence. “Conspiracy vs. Science: A Survey of U.S. Public Beliefs.” Carsey School of Public Policy (25 Nisan 2022) – Amerikan toplumunda komplo teorilerine inanma oranları hakkında araştırma.
Kutsal Kitap (Tevrat/Eski Ahit) – Hoşea 4:6 ayeti, bilgisizliğin halkları yok ettiği üzerine bir deyiş.